Pakize Suda

Erkeklerinki dilde kadınlarınki ortada

7 Mayıs 2005
Her sene böyle olur. Havalar ısınırken ben soğurum.<br><br>Takvimler 1 Nisan’ı gösterdi mi (VJ’lerin DJ’lerin kulakları çınlasın!) benim burnumun ucu buz keser. Ta temmuza kadar. Hayır manto giyeceğim, aklıma yaz kış paltoyla gezen, saçı sakalı birbirine karışmış yarı şarapçı yarı deli adamlar geliyor, vazgeçiyorum.

‘Kaloriferler cayır cayır yansın’ diyeceğim, yönetici ‘Takvimler mayısı gösteriyor (bugün buna taktım) Pakize Hanım’ diyecek haliyle.

Netice olarak üşüyorum. Siz bu satırları okurken, dilerim bahar kışla girmiş olduğu savaştan galip çıkar.

Şimdi ben erkek olsaydım, sünnet duayeni (öyle diyorlar) Kemal Özkan, bu durumumla penisim arasında bir bağlantı kurardı muhakkak. Misal ‘Mayısta burnunun ucu buz gibi olanların penisi benekli olur’ gibi bir şey söylerdi.

Bilmiyorum okudunuz mu, bu haftaki Tempo’da penis konusunda aydınlatıcı bilgiler vermiş Kemal Özkan. Penisin, en-boy-kıvam olarak sahibinin mensup olduğu millete göre farklılık arz ettiğinden falan söz etmiş. Meraklısı için enteresan olabilir.

Ben daha ziyade 5, bilemedin 9 yaşındaki Müslüman çocuklardan yola çıkarak, tüm dünya erkeklerinin cinsel hayatına varmayı nasıl becerdi, onu merak ediyorum. ‘Adam olacak çocuk b.kundan belli olur’ derler gerçi. Demek bu da bir nevi böyle bir şey.

Fakat takdir etmiyor değilim Özkan’ı. İnsan bir işi yaptı mı işte böyle tam anlamıyla yapmalıdır. Sünnet edip bırakmıyor çocukların peşini... Sonuna kadar, adeta karyolanın altına yatarak takip ediyor demek... Büyüdü mü, güdük mü kaldı?.. Kadınlar memnun mu?..

Sünnet olmayanların bile cinsel hayatını biliyor. Onları da takip ediyor ki, aslında sünnetin ne yararlı olduğunu ispatıyla ortaya koysun. Koyuyor nitekim. Bu da işin ‘pazar genişletme’ kısmı oluyor herhalde.

Neyse ki kadınların mütemadiyen konuşulan bir organı yok. Vücudun diğer yerlerini gözlemek suretiyle gıyabında fal açılan... Fakat kızların kıyafetine bakınca ‘Kadınlar direkt olarak gösteriyorlar’ denilebilir.

Erkeklerinki dilde, kadınlarınki ortada!

Anneler de değişti

Bu sene ‘Anneler Günü’ havasına erken mi girdik ne... Fakat havaya girenler, annelerle çocuklardan ziyade üreticiler galiba. Eksik olmasınlar, hediye hususunda kararsız kalanlara yol göstermek amacıyla bir aydır seçenek sunuyorlar.

Her Anneler Günü ifade etmiş olduğum üzere birtakım manevi nedenlerden ötürü Gün’e karşı olmama rağmen işin hediye kısmından memnun ve mesudum.

Bir kere ne vesileyle olursa olsun birilerinin birilerine hediye alması hoş bir şey. Ayrıca Anneler Günü’nün epeydir, doğurmamış halalar, çocuğu gurbette komşu teyzeler, elinde büyünmüş uzak akrabalar derken kapsamı genişletildiğinden piyasadaki canlılık da had safhaya erişmiş oluyor haliyle. Milletçe bir ağızdan söyleyip durduğumuz ‘Piyasa durgun’ uzun havasına ara verip dinlenmiş oluyoruz bir nevi.

Bilmiyorum bu kadar girizgáh yeterli mi... Konunun esas girmek istediğim kısmına giriyorum şimdi.

Üretici artık yaşı 50’nin üzerinde olan annelerin çocuklarını tüketici yerine koymuyor, muhatap kabul etmiyor. Bir bakın ‘Anneniz için!’ diye gözümüze sokulanlara... Ben baktım.

Seksi, dantel iç çamaşırları, gecelikler...

Astronotlara uygun düşecek güneş gözlükleri...

Blucinler...

İp askılı rengarenk uçuşan elbiseler...

İğne topuklu, fiyonklu, boncuklu terlikler...

Haliyle konu mankenlerinin içinde anneme benzeyen tek kadın yok. Anneme benzemelerinden vazgeçtim, anne olmalarına daha en az on sene var.

Demek artık 0-20 yaş arasındaki tüketiciden medet umuluyor. Yani henüz babasından harçlık alanlardan.

Mutlaka bir araştırması yapılmıştır bunun. Boşuna değildir. Belki de insan kendisi kazanmaya başlayınca paraya kıyamıyor, kimseye hatta annesine bile hediye falan almıyordur.

Aslında bu Ali Atıf Bir’in konusu. Ben anlamam. İşin beni ilgilendiren yanı annemin artık yok sayılması. Ağırıma giden bu!

Hadi baklayı ağzımdan çıkarayım. Daha doğrusu her biri birer Çağla Şıkel olan ‘anne’lere alışamadım. Benim kafamdaki ‘anne’ imajı farklı. Daha tonton, durmuş oturmuş, hanım hanımcık... Ne bileyim işte, daha annem gibi. Göbeği açık anne olur mu hiç?

MIŞ-MUŞ

Karşı cinsle chat boşanma gerekçesiymiş.

Fakat biz kadınlar için ‘boşanma gerekçesi’ yoktur, ‘dırdır gerekçesi’ vardır.

Erdoğan ‘İstikrarı bozmak isteyenler hava alırlar’ demiş.

E, berbat bir yönetimin süreklilik arz etmesi de bir nevi istikrar oluyor tabii.

Fransa’da çikolatayla masaj yapılıyormuş.

Rejim yüzünden ağızdan alamayanlara gözeneklerden veriyorlar demek.
Yazının Devamını Oku

Yaşlı kadın-genç erkek

5 Mayıs 2005
<B>SHARON Stone </B>genç erkeklerin daha romantik olduğunu ifade etmiş. Demiş ki: <B>‘25 yaşında bir erkek bütün gününü sizin saçınızı okşayarak geçirebilir.’</B> Aynen katılıyorum.

Ve erkekleri gayet iyi anlıyorum. Gencini, yaşlısını.

25 yaşında erkek elbet saçınızı da okşar, kirpiğinizi de sayar. Zira daha zamanın ne kıymetli olduğunun farkında değildir. Öte yandan 50 yaşına göz açıp kapama süresinde gelmiş, öteki tarafa dört nala gidildiğinin idrakine varmış erkek tabii ki tez günde sadede gelmek isteyecektir.

***

Sonra bu iş biraz da aynı yoldan defalarca geçmek gibi bir şey. İlk zamanlar merakla incelersiniz etrafı... Ağaç, çiçek, bina, dükkán, reklam panosu, direk, artık ne varsa... Bir süre sonra artık farkına bile varmazsınız nereden geçtiğinizin. Aklınız gideceğiniz yerde, yapacağınız iştedir. Bir bakarsınız ki gelmişsiniz...

Hem sonra yaşını başını almış adamların vardır elbet bir bildiği. Hayat zaman içerisinde insanı her konuda tecrübe sahibi yaparken bu konuda neden geride bıraksın? Demek böyle olması gerekiyor. Yani romantizm ihmal edilebilir. Bunu gördüler demek.

Bir de şu var: Yaşlı erkeğin acele neticeye gitmek istemesinin gayet geçerli bir fizyolojik nedeni olabilir.

O malum mevzuda gittikçe inisiyatifini kaybeden erkek, misal tam hazır kıvama gelmişken saçla başla oynayarak fırsatı kaçırmak istemeyebilir.

***

Fakat şunu da göz ardı etmemek lazım. Sharon Stone kendisi için papatya toplayan erkeklerden hoşlanıyor olabilir, lakin bizde yapılan araştırmalarda, kadınların ‘Gel lan buraya!’ diyen erkeklerden daha çok hoşlandıkları defalarca ortaya çıktı. Zaten araştırmaya bile gerek yok. Etrafa bakınca görünüyor. Romantik erkeklerin çoğu açıkta. Hatta kendilerine ‘Acaba gey mi?’ şüphesiyle yaklaşanlar var.

Aslında Sharon Stone’un da romantik, dolayısıyla genç erkekleri tercih etmesi daha yeni. Yani 40’ını geçtikten sonra geldi bu duruma. E, bu da normaldir. Kadınlar yaşlandıkça kadınlıklarını kaybetmeseler de artık ‘bayram’dan ziyade ‘arife’den hoşlanmaya başlıyorlar.

Hal böyle olunca yaşlı erkek-genç kadın, genç erkek-yaşlı kadın eşlemesi gayet isabetlidir.

MIŞ-MUŞ

Erdoğan, İsrail Başbakanı Şaron’a ‘Onbaşıyken general oldunuz, tecrübenizi barış için kullanın’ demiş.

Bizimki hapisten çıkıp başbakan oldu, tecrübesini yazar çizer takımını hapise attıracak yasalar hazırlatarak kullanıyor.

*

Bilim adamları sırtüstü yatanların ayakta duranlara oranla problemleri daha hızlı çözdüklerini keşfetmişler.

Sırtüstü yatmanın da bir mazereti bulundu ya...

*

Dünya Bankası Direktörü ‘Yabancı yatırımcı Türk ekonomisine Türk firmalarından daha çok güveniyor’ demiş.

Bir de birkaç sene sonra tası tarağı toplayıp gitmelerinin nedenini öğrensek.
Yazının Devamını Oku

Kadınım öyleyse vurun!

3 Mayıs 2005
<B>GEÇTİĞİMİZ </B>pazar günü gazetelerde bir trafik kazası haberi vardı. İzmir’de üç genç kadın arabayla park halindeki belediye otobüsüne çarparak hayatlarını kaybetmişler. Üzücü tabii. Bütün ölümler, bütün kazalar gibi.

Olayın bir üzücü yanı daha var bana göre, o da bazı gazetelere yansıyış biçimi. Haberde kadınların eğlenceden dönüyor olması vurgulanmış nedense.

Nedense dediğim lafın gelişi... Nedenini hepimiz biliyoruz aslında. Çünkü kadın kısmının gecenin bir saatinde eğlenceden dönüyor olması hálá hoş karşılanmıyor. Yalnız konu komşu tarafından değil, basın tarafından bile...

Haberi hazırlayanların bilinçaltında şu yatıyor: ‘Sabahlara kadar gezmenin eğlenmenin sonu işte budur!’ Yani bir nevi ‘Su testisi su yolunda kırılır’ demek istiyorlar.

Bu kadınlar işten ya da bir hasta ziyaretinden falan dönüyor olsalardı yine altı çizilecek miydi nereden döndüklerinin?

‘Öldüren hasta ziyareti’ diye başlık atılacak mıydı?

Hiç sanmam.

Ha, alkollü araba kullanmanın kazaya sebebiyet verdiği anlatılmak isteniyorsa direkt olarak bu ifade edilebilirdi, ‘eğlence’den yola çıkmaya gerek yoktu.

Bir de son günlerde kafamı kurcalayan Aysun Kayacı olayı var.

Aysun’un adı 7 yıllık sevgilisi Emre’yle ayrılmalarının hemen ardından başka bir erkekle anılmaya başladı biliyorsunuz. Herkes yükleniyor şimdi Aysun’a... Yeni bir ilişki bu kadar kısa sürede başlamazmış, demek Emre zamanında yeni sevgilisiyle bir aşna fişne durumu varmış!

Böyle düşünen erkeklere ‘Dinime küfreden bari Müslüman olsa’ demek geliyor içimden.

Sanki kendileri asla bir ilişkiyi bitirmeden yenisine başlamazlarmış gibi... Ha ama onlar yenisi için eskisini terk etme eğiliminde değillerdir pek. Birinci kadın gururlu çıkar da çeker giderse ne álá, aksi halde sonsuza kadar ikisini birden idare etmeyi tercih ederler tabii. Beğenmedikleri Aysun’dan farkları bu.

Hem sonra ‘Bu kadar kısa sürede yeni ilişki başlamaz’ ne demek?

Bu devirde buna inanan var mı hálá hakikaten?

Ayol ortalık ani başlayıp ani biten ilişkilerden geçilmiyor. Netice olarak Aysun da o kuşaktan biri.

Hem kızcağız zaten iki sene önce Emre’yle aşklarının bittiğini söylüyor. İddia edildiği gibi yeni bir aşk için bünyeye bir hazırlık safhası gerekiyorsa iki sene hazırlanmış işte!

‘Ama beraberliği sürüyordu’ diyeceksiniz. Gönül uzatmalardan ne anlar... Káğıt üstünde ya da aynı evde iki arkadaş gibi süren ilişkilerden... O kendini yeni aşk için silip parlatmış demek.

Bu konuda erkekler gibi düşünen kadınlara gelince...

Kadınlar bir gün ahlak yönünden erkeklerle eşit anlayışla değerlendirilmeye başladıklarında bunu ‘kadınlara rağmen’ elde etmiş olacaklardır.

Bu veciz sözümü yazın bir kenara!

MIŞ-MUŞ

Hükümet cemevlerini sosyal tesis olarak kabul ediyormuş.

Bizim hükümetlerde idrak sorunu var, bir zamanlar da Kürtleri ‘Türklerin karda yürürken ‘kürt, kürt’ ses çıkaranı’ olarak kabul ediyorlardı.

*

İnsan hücreli koyun üretilmiş.

‘Sürü psikolojisi’ne sahip koyun hücreli insanları biliyorduk da...
Yazının Devamını Oku

Kadın köşe yazarlarına itibar etmeyin!

1 Mayıs 2005
<B>ÇOCUĞUNU </B>ilkokula kaydettirirken erkek öğretmene düşmesi için uğraş veren veliler vardır... Gerçi daha şefkatli olduğundan hareketle kadın öğretmeni tercih edenler çoktur ama illa erkek öğretmen isteyenlerin de az olmadığını defalarca gözlemlemişimdir.

Gerekçeleri de şudur: ‘Kadın öğretmenin daima yıkanacak, ütülenecek çamaşırı, pişirilecek yemeği olduğundan aklı evde kalır; bütün bunları kotarıp gelse bu sefer de yorgun olur’ derler.

‘Derler’ diyorum. Ben demiyorum yani. Aman teessüf etmeyin, alınmayın, kırılmayın sevgili öğretmenler!

Hem bu tez doğru olsa neden sadece öğretmenlerle sınırlı kalsın? Başka meslekleri de kapsamaz mı haliyle? Ama bir yandan da kadınların iş hayatında erkeklerden daha başarılı olduğu da kanıtlandı. Buna ne diyeceğiz?

***

Fakat saçma da olsa aklımın bir köşesinde sanki doğruymuş gibi kalmış işte. Çamaşır makinesine beyaz girip gri çıkan bir parti çamaşırın bende yaratmış olduğu derin etkiyi yazmak üzere masanın başına oturduğumda ‘Kadın köşe yazarları da kadın öğretmenler gibi’ deyiverdim.

Şimdi bir erkek köşe yazarı, memleket ciddi vaka kaynarken çorabıyla fanilasından bahseder mi?

Görülmüş, duyulmuş şey midir?

Fakat işte ben kadın olduğumdan bugün başka bir şey yazasım yok. Çünkü aklım fikrim eski ev kadınların deyimiyle ‘azmış beyazlar’ımda. Bu arada, kendi kendilerine azmadılar zavallıcıklar, dışarıdan (yoksa içeriden mi demeliyim) müdahale oldu, bunu da belirteyim. Efendim olay şöyle gelişti daha doğrusu:

Bir parti beyaz çamaşır koydum makineye... Sakız gibi çıkmalarını umarak tabii. Gerçi nasıl çıkacaklarına dair üzerinde durup düşünmüş değilim ama bilinçaltımda beklentim herhalde buydu. Yoksa makinenin kapağını açıp da içindeki her şeyin griye döndüğünü görünce neden şok geçireyim?

Evet, tahmin ettiğiniz gibi makinede siyah bir şey kalmış. Siyah bir çorap teki. Ve o küçücük şey, 5 kg. çamaşırı griye çevirmeye yetmiş. Bununla da kimyagerler ilgilensin ayrıca...

***

Bu benim ilk vukuatım değil. Bir keresinde de bütün beyazlar uçuk pembeye dönmüştü. Çarşaflar, yastık kılıfları, havlular... Sanki ultrasondan kız çocuk haberi almıştım da pembe çeyiz düzmüştüm...

Şimdi beyazlarımı eski günlerine döndürmeye çalışıyorum. Kosla’ya yatırdım, bakalım ne olacak.

Siz siz olun kadın köşe yazarlarına itibar etmeyin! Duygularıyla özel hayatlarını katıyorlar işin içine.

Ama ‘Budur tercihimiz’ diyorsanız buyurun hayrımızı görün!

MIŞ-MUŞ

Polis, ‘Olaylarda kullanılan gazlar sağlığa zararlı değildir’ demiş.

Öldüren ama acıtmayan silahlar falan da vardır belki.

*

Osman Öcalan baba olunca terör gerçeğini görmüş.

Neyse... Bu da terörün kökünü kazımakta bir yol olarak kullanılabilir.
Yazının Devamını Oku

İmajıma paralel olarak...

30 Nisan 2005
<B>‘İnsan en az kendini tanır’ </B>derler ya.<B>.. </B>Doğru.<br><br>Ben mesela... Geçen gün kardeşime dedim ki, ‘Hiç sataşma huyum yoktur, kimseyle dalaşmam, gayet geçimliyimdir.’

O sırada yolda yürümekteydik. Kardeşim adım atamadı, dondu kaldı. Belki birkaç saniye dili bile tutulmuş olabilir, hemen cevap veremedi zira.

Bir müddet sonra ‘Söyleyecek bir şey bulamıyorum’ dedi.

Demek ki mevcut imajım zannettiğimden farklı.

Hayır sırf kardeşim olsa... Sık sık fikir ayrılığına düştüğümüzden şey ediyor diyeceğim... Fakat mesela Gani Müjde de onun gibi düşünüyor ki ikinci defa eli maşalı kadın rolünü uygun gördü bana.

İlkini biliyorsunuz. Hayat Bilgisi. Sırf eli maşalı da değil, yarı deliydim aynı zamanda. Şimdi yeni bir dizinin çekimlerine başladık. Daha ilk bölümde Aykut Oray’ın kafasına kitap fırlatma sahnem var. Ve burada daha da üşütüğüm.

Bir de bu ikisinden öncesi var hatırlarsanız... Pembe Patikler. Yani etti üç.

Bu ne demek?

Artık geri dönüş yok demek. Tecavüzcü Coşkun misali yapıştı kaldı üstüme bu karakter.

Hayır, kalsın önemli değil de... Bana rolü getirirken ‘Pakize iyi oyuncudur, bunun altından kalkabilir’ diye mi düşünüyorlar? Hiç sanmıyorum. Sanki ‘Bu, Pakize’nin ta kendisi’ diyorlarmış gibi geliyor.

Kısacası ‘Türk Dizi Tarihi’ne ‘Ha bire adam döven üşütük kadın’ olarak geçmek değil, piyasada aslen bu olduğum kanaatinin oluşmuş bulunması dokunuyor bana. Fakat gerçekler acıdır.

Kendimi olduğum gibi kabul etmem lazım sevgili okuyucularım. Aksini iddia etmenin bir anlamı yok. ‘Görünen köy’ gibiyim.

Şimdi mecburen dövecek adam arıyorum. İmajıma paralel olarak...


Ev kadınları dışarı açıldı


Cumartesi günleri bu köşede yer almakta olan yazılar topluluğunun, yurttan sesler topluluğu misali, birbirleriyle uyum içerisinde olmaları mı gerekir, yoksa her biri ayrı telden çalsa da olur mu, bir türlü kestiremedim.

Her neyse... Yukarıdakiyle alákasız bir konuya geçiyorum.

Ev kadınları çok değişti.

Bilmem farkında mısınız, dışarı açıldılar.

Ne bakımdan... Birincisi, evlerde yıllardır sürmekte olan ‘üç çeşit tuzlu, iki çeşit tatlı’ devri sona erdi. Artık ev kadınları birbirleriyle kafelerde, çay bahçelerinde buluşuyorlar. Bütçelerine göre. Otellerin çay salonlarında toplaşanlar da var.

Fakat can çıkıp huy çıkmayacağından, çantalarında bir çeşit olsun kurabiyeleri mevcut. Bir ara naylon poşeti usulca çantadan çıkarıp masaya koyuveriyorlar.

‘Türk kadınının en belirgin özelliği nedir?’ diye sorsalar, hepsinin ‘sarışın’ olmasından sonra bu geliyor bence.

‘Yiyeceksiz çıkmam abi!’

En üst sosyal sınıf mensubu olsun isterse... Hiç olmazsa çantasında bir paket diyet bisküvi vardır.

Bu açıdan bakınca, kadınlar matinesine dolmayla gittikleri günlerden beri durumda bir değişiklik yok.

Fakat çayı termosla getirmeyip müesseseye sipariş vermeleri büyük aşama tabii.

‘İkinci dışarı açılma olayı’ ise ‘sohbet konusu’ yönünden oluyor.

Gerçi temada bir değişiklik yok. Yine ‘kimin eli kimin cebinde’, bilenler bilmeyenlere anlatıyor. Fakat kadro genişledi. Mahallenin dışına çıktılar. Artık kulakları çınlatılanlar Havin, Zinnur, Aliye, Esma, Baran... Sonra Sibel, Hülya, Gülben, Asena, Seda... Mahalleliden tek laf yok.

Geçen gün böyle bir gruba denk geldim bir yerde... Allah sizi inandırsın başka tek kelime etmediler. Ha, pardon bir ara hepsinin ortak tanıdığı olan bir kızcağızı çekiştirdiler ama neticede yine lafı kızın Esma’nın gençliğine benzediğini söyleyerek bağladılar.

Şimdi bu ‘dışarı açılmak’ değil de nedir sorarım size?

MIŞ-MUŞ

Sağlıklı beslenme öğütleri Britanyalıları hem bunaltmış hem de kafalarını karıştırmış.

Ben öğütlerin Britanyalılaştırdıklarındanım, ya siz?

UNDP başkanlığına seçilen Derviş’in baş görevi günde 1 dolara mahkûm 500 milyon kişiyi doyurmakmış.

Zavallıcıklar... Açlığa talim etmeye devam.

Erkeğin sosyal ama evcimeni, kadının marifetlisi idealmiş.

Uzun lafın kısası budur!

İyi uyku için bol muz yemek gerekiyormuş.

Uykutisyenler diyetisyenlere karşı!
Yazının Devamını Oku

Cevap veriyorum

28 Nisan 2005
Ahmet Orhan

‘Sizi kim etkiliyor bilmiyorum ama kandırılmakla doldurulmak arasında bir şey bu başınıza gelen. Kendi çevremden örnekler versem tanımazsınız, herkesin tanıdığı kişileri vereyim en iyisi...

Kadınlardan Marilyn Monroe, Petek Dinçöz, Mmme (?) Curie, ne kadar ‘hin ve cin’ sizce? Peki Fatih, Cengiz Han, Mozart, Dostoyevski ne kadar ‘gevrek’?’

‘İstisnalar kaideyi bozmaz’ diye bir sözden haberiniz yok galiba. Ayrıca burada bundan da söz edilemez. Çünkü o saydığınız kişilerin ilişkilerinde nasıl olduklarını bilmiyoruz. Bir yandan da sizin sözlüğünüzde ‘hin’le ‘gevşek’in karşılığı ‘akıllı’ ve ‘aptal’ mı?

D.Y.

Adının yayınlanmasını istemeyen okurum da aslında pazar günü yapılacak çok şey olduğunu anlatıyor uzun uzun.

‘Pazar günleri aslında sıkıcı değildir, boş boş oturduğu için insan sıkılır.’

Enteresan!

İki kişi olduklarına göre hakikaten ‘Ne yaptıysam sevemedim’ demeye çalışırken elim sürçmüş, ‘Yapacak şey bulamadığımdan sıkılıyorum’ demişim!

Ne edeyim.. Bari Lüksemburg’da yaşayan, yakında piyasaya çıkacak romanında ‘pazar kasveti’ne de yer verdiğini anlatan bir başka okuruma, Anatoli Filiz’e ben de bir tavsiyede bulunayım.

Lüksemburg’da bir orman bulup koşunuz!

MIŞ-MUŞ

Serbest Dalış Dünya Rekortmeni Yasemin Dalkılıç, müzik albümü çıkarıyormuş.

Kızcağız ne yapsın, ádet böyle!

Japonya’da tren, apartmana girmiş.

E, bazen onlarda da ‘insanlık hali’ ortaya çıkıyor demek.

En çok yalan söyleyenler sırasıyla politikacılar, emlakçılar ve araba satıcılarıymış.

Sürpriz yok!
Yazının Devamını Oku

Masallar

26 Nisan 2005
<B>GEÇEN </B>gün uzmanların bir uyarısı vardı gazetelerde... Kız çocuklarına çok fazla masal okumak, onların ileride duygusal problemler yaşamasına neden oluyormuş. Tesadüf bu ya ben de bu haberden iki gün önce, nereden aklıma geldiyse çocukluğumda dinlediğim masalları düşünmüş, ‘Nerede eski masallar’ diye başladığım düşünce turumu ‘Hiç de matah değilmiş’ kararına vararak bitirmiştim. Övünmek gibi olmasın, uzmanlarla aynı günlerde aynı neticeye varmış oluyorum.

***

Aslında bugünün çocuklarına sunulan vurdulu kırdılı, öldürmeli, sihirli, örümcekli vs. masalların, çizgi filmlerin, çocukların ruh sağlığı için hiç de uygun olmadığını düşünüyorum. Çocuğum olsa uzak tutardım bunlardan.

İşte bu noktada ‘Nerede eski masallar’ diyorum.

‘Onlarla büyüdün de ruh sağlığın pek mi yerinde’ diyeceksiniz.

Vallahi haklısınız.

Benim de vardığım netice bu zaten.

Misal Kül Kedisi...

Nedir Kül Kedisi’nin dramı?

Üvey anne ve üvey kardeşlerden gördüğü zulüm.

Şimdi, bu masalı dinleyerek ve Kül Kedisi için gözyaşı dökerek büyümüş birinin bilinçaltına yerleşip kalmaz mı olup bitenler? Ve hayatının her döneminde, her vesileyle zırt pırt bilinçüstüne çıkmaz mı?

En basiti, üvey annesini sevebilir mi insan? Kadın melek olsa ‘kanadın eğri’ der.

Toplumda ikinci kadınlara pek iyi gözle bakılmamasının altında bile bu Kül Kedisi sendromu yatıyor olabilir.

‘Hain kadın, küçük çocuğun babasını ayartıp evlenecek, sonra zavallı çocuğa işkence edecek!’

Kadın kısmının kocasının peşinde devamlı dedektif gibi dolaşmasının nedeni de bu oluyor haliyle. İleride çocuğuna leğende çamaşır yıkatacak olan kadının vaktiyle önünü kesmek!

***

Benim anacığıma aşırı düşkünlüğüm bile bu masallar yüzünden olabilir. ‘Ya üvey ana eline kalırsam’ korkusundan... Gerçi artık bunun gerçekleşmesi mümkün değil ama olsun, içime işlemiş bir kere.

Zamanında başıma gelseydi böyle bir durum, esasında kadıncağızın benden kaçacak delik araması daha olabilir bir şeydi, o da ayrı konu.

***

Gelelim Kırmızı Başlıklı Kız’a...

Kurt büyükanneyi yer, üstüne bir de tatlı niyetine Kırmızı Başlıklı Kız’ı yutar!

Tamam, hoş değil kurdun yaptığı fakat ağır tahrik durumu yok mu sorarım size?

Kurda ‘Neden ağzın büyük?’, ‘Neden dişlerin sivri’ diye sorulur mu?

Neden büyük, neden sivri olduğunu hatırlayıverir tabii...

Peki peki, saçmalıyorum. Fakat her şeye rağmen evcil hayvanlara karşı bile sevgisiz olanların Kırmızı Başlıklı Kız’a gönül verenlerden çıkması olasıdır.

Sonra büyüklere olan vefasızlık... Bayramlarda bile büyükannelerin elini öpmeye ‘şeker reklamı’ marifetiyle gidiliyor biliyorsunuz.

Neden?

Büyükannenin evinde kurt var!

Diyeceğim eski masal, yeni masal... Al birini vur ötekine!

MIŞ-MUŞ

Kardak’ta yine kriz varmış.

Rauf Denktaş oraya yerleşmiş olabilir mi acaba?

*

Geçen hafta Türkiye Güzeli seçilen Hande Subaşı, ‘Kusursuz bir güzel değilim’ demiş.

İnsan şunu bir hafta önce söyler!
Yazının Devamını Oku

Pazarlar bir türlü kurtulmuyor

24 Nisan 2005
<B>OLMADI,</B> olmuyor...<br><br>Pazar günlerini sevemedim. Her günün bir rengi vardır ya hepimizin kafasında... Bende pazarlar gri.

Grinin şanssızlığına bakar mısınız bu arada... Kimsenin içini açtığı duyulmamış daha. Oysa hiç de fena renk değildir.

Gelelim yine pazara...

Okul zamanından kalma tabii...

Cumartesi bütün hafta hayali kurulan bir sürü şeyin uygulamaya konulduğu gündü. Pazar ise büyüklerin ‘Gülmenin sonu ağlamaktır’ şeklinde belletmeleri misali ağlamak gibiydi hakikaten cumartesinin ardından. Amiyane tabirle yenilen hurmaların tırmalaması gibi bir nevi.

Gerçeklerle yüz yüze gelinirdi.

Nedir gerçek?

Ertesi sabah okula gidilecek!

Öyle el kol sallanarak da gidilmez tabii. Ders çalışılacak!

Sırf bu mu sebep?

Okul sendromu bu kadar uzun sürer mi?

Böyle ömür boyu etkili oluyorsa bu meret, kimse çocuğunu okula göndermesin. Bayağı ciddi bir travma çünkü bu.

* * *

Diyeceğim, başka sebepleri de olmalı.

Maç sesi olabilir mesela.

Evet maç sesi. Radyodan gelen... Hálá tahammülüm yoktur. Çocukluğumunsa kábusuydu adeta. Kaçınılmazdı o sesten. Nereye gitseniz aynı şey. Her pazar. Pazar demek o ses demekti. O sesin başında bloke olmak.

Bir zaman işyerlerinin kapalı oluşuna yordum pazar sıkıntılarımı. Hani hayat duruyor ya... Fakat İstanbul, İzmir gibi değil. Pazarları da yaşıyor. Öyle insanın içine hüzün veren terk edilmiş şehir görüntüsü yok. Tam tersine her yer bayram yeri gibi.

Belki de budur sebeplerden biri de.

Herkesin sokakta olması.

Her ne kadar ‘bayram yeri’ benzetmesi yaptıysam da pazar günlerinin kalabalığı felaketleri hatırlatır bana daha çok. Hani depremde falan dökülürüz ya sokaklara... Bir acz durumu var sanki... Sokağa sığınıyoruz. Böyle garip bir his işte.

* * *

‘Bir doktora görün’ diyebilirsiniz. Fakat yalnız değilim. Benim gibi ne yapsa pazarla arasını düzeltememiş çok insan var. Kendini sokağa atmışların yüzüne bir bakın, anlarsınız. Ne çocuğunun pusetini ittirenin yüzü gülüyor, ne bir yerde oturmuş yemeğini yiyenin.

Herkes bir an önce bitmesini bekliyor.

Cumartesiden sonra pazar hiç çekilmiyor.

Ne ballı kaymaklı kahvaltılar, ne kilolarca gazete yetiyor günü kurtarmaya... Bir hüzündür gidiyor.

MIŞ-MUŞ

Ev telefonundan da mesaj atılabilecekmiş.

Aman mesajsız bir saniyemiz geçmesin! Hatta çamaşır makinesinden bile atılabilsin!

Edirne Belediye Başkanı, ‘Versailles’da bir heykel aklıma seks getirdi’ demiş.

Başkan’ın ‘Çokomilk’ sorunu var galiba. (Reklamı bilenler, bilmeyenlere anlatsın!)

İlhan Şeşen, ‘Şarkılarım kimseye değil’ demiş.

Katiyen içimiz rahat etmez... Meçhul sevgiliye olsun hiç olmazsa!
Yazının Devamını Oku