31 Mayıs 2005
YILLAR önce evime hırsız girmişti. Sadece birkaç çamaşırımı alıp gitmişti. Yakalanmıştı sonra. Zaten benim de yakalandıktan sonra haberim olmuştu hırsız girdiğinden.Başka hiçbir şeye dokunmadığından ve de girip çıktığına dair hiçbir iz bırakmadığından... Eksilen iki parça çamaşırı da fark etmemiştim doğrusu.Hırsız hayranım falan değildi. Basbayağı hırsızdı işte. Aynı gün birçok evi soymuştu. Benim eve de kime ait olduğunu bilmeden girmiş zaten. Fakat evde resmimi görünce tanımış, bir şeye dokunmadan çamaşırları alıp çıkmış. Eski hırsızların gözünü seveyim bu arada...Şimdi nereden aklıma geldi bu hadise.Başbakan’ın eskilerinin kapışıldığını okudum gazetede... Açık artırmaya çıkarılmış kabanı, ayakkabısı, pantolonu falan... İşadamları birbirleriyle yarışmışlar. Toplam 150 bin YTL’ye (150 milyar TL.) satılmış eskiler.*Birinin ayakkabısını alıp saklamayı istemek... Nedir acaba bu?Vardır herhalde psikiyatride bir ismi.Hatıraya değer vermek iyi bir şey tabii de... Ama kişi sizin çok yakınınızdır, ömrünüzü paylaşmışsınızdır, şimdi uzaklardadır veya kaybetmişsinizdir, birkaç parça eşyasını saklarsınız...Veya eşinizin dostunuzun size vermiş olduğu bir hediyeyi ondan bir hatıra diye ömür boyu saklarsınız...Ama bir başbakanın ya da bir sanatçının ayakkabısını koşa koşa gidip para verip almak neyin nesidir?Merak etmemin nedeni, tuhaflık bende mi onu öğreneceğim.‘Kaç kişi koşup gitti ki’ diyeceksiniz.Tamam da, insan almaya kalkışmasa da bu fikre yatkın olma durumu vardır. Gidip kapışmayan ama Başbakan’ın ayakkabısına sahip olmayı arzu eden çok insan vardır eminim. Ben onlardan da değilim. Başbakan’ı sevmediğimden, beğenmediğimden değil, misal en sevdiğim Türkán Şoray’ın ayakkabısı olsa ona da koşacağımı sanmıyorum.*Hayır, ne yapar insan o ayakkabıyı...‘Bakın Başbakan’ın ayakkabısı’ diye misafirlere mi gösterir...Arada eski fotoğraflara bakar gibi eline alıp inceler mi?..Başbakan’ın ayakkabısı onda duruyor diye kendini daha akıllı, daha zeki, daha başarılı mı hisseder...Giyip dolaşır mı yoksa...Belki de torunlarına ‘Başbakan’la yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi, nah ayakkabısı bile bende’ deyip bir uyduruk ahbaplık böbürlenmesi yaşayacak.Anlamadım gitti velhasıl.Bari Tayyip Erdoğan çok başarılı bir başbakan olarak geçse tarihe... Memleketin canına okursa torunlar o ayakkabıları geçen biri alsın diye kapıya bırakabilir. Hayır adamcağız boşuna koşup kapmış olacak ayakkabıları, ona yanarım.Bu açık artırma hadisesinden sonra Erdoğan hakikaten başarmaya mahkûm.MIŞ-MUŞÇok maç izlemek zekáyı köreltiyormuş.Erkek kısmı doğuştan özürlü değilmiş demek...*Son araştırmalara göre tuzun çoğu değil azı zararmış.Yanar döner bilim!*İnsanın en üretken olduğu yaş 29’muş.Fakat bizde genellikle o yaş ‘işsizlik’ yıllarına tekabül ettiğinden bu gerçeğin ne kendimize ne memlekete hayrı var.
button
Yazının Devamını Oku 29 Mayıs 2005
<B>BİR </B>zamanlar bir modacı söylemişti...<br><br><B>‘Üstünüzde en çok üç renk bulunsun.’<br><br></B>Yani rüküş olmak istemiyorsanız... Hálá aynı fikirde midir acaba?
Eğer öyleyse hayata küsmüş olabilir şu anda. Zira bu sene üstünde yüzotuzüç rengi barındırmayana ceza kesecekler neredeyse.
Bilmiyorum hálá bir giyim kuşam mağazasının vitriniyle ya da gazetelerin moda sayfalarıyla karşılaşmamış olup ‘Yüzotuzüç tane renk mevcut değil bir kere!’ diyen çıkacak mıdır...
Ben de öyle zannediyordum. İnsanın her zaman öğreneceği yeni bir şeyler oluyor. Bu sezon da bunu öğrenmek kısmet oldu.
Gelelim bu yüzotuzüç rengin bedenimizde nasıl yer alacağına... Öyle ayakkabı pembe, çanta mavi, etek kırmızı şeklinde değil! Bu saydıklarımın her birinde renklerin tamamı bulunacak! Gökkuşağı yanınızda halt edecek!
Bilmiyorum kimin başının altından çıktı bu seneki renk cümbüşü... Bu ne coşkudur Yarabbim!
Hanım hanımcık bir elbise lazım olsa... Hani bir resmi davet için falan... Yok maalesef ısmarlama yaptıracaksınız. Bir demode kumaşçı bulup...
2005 ilkbahar-yaz gardırobumu düzmek için alışverişe çıktım geçenlerde, bu izlenimlerim oradan. Hani dükkánların adı tanıdık olmasa hepsi kapanmış, yerlerine çiçekçi dükkánı açılmış diyeceğim. İnsan askıda görünce şaşırıyor etekleri falan... Yani vazoda sunsalar daha uygun olacak.
* * *
Bu kadar söylendiğime bakmayın, aldım birkaç parça bir şey... Aldım almasına da nasıl giyeceğim, mesele o.
Kendimi alıştırma açısından evde giyip dolaşıyorum. Boy aynasının önünden geçerken afallıyorum. ‘Bizim evde deli var, tepesinde gülü var’ durumundayım. Fıstık bile eve bir yabancı geldiği zamanlardaki halini takınıyor, toz oluyor. Tintin bacağımın dibine işeyecek diye korkuyorum.
Hayır düz pembelerden falan geçiş yapıyor olsam bu kadar zorlanmayacağım. Fakat birkaç senedir asker yeşili kargo pantolonların birini giyip birini çıkardığımdan... Şu anda kendimi terhis olmuş gibi hissediyorum. İnsanın terhis olunca bir ferahlık duyması gerekir gerçi... Fakat ben aynı anda ‘tercih’imi de değiştirmiş gibi olduğumdan onun şaşkınlığı içerisindeyim.
Elbiseler böyle de ayakkabılar nasıl...
Elimdeki terliği tarif ediyorum:
Topuğu pembe üzerine mavi puanlı, tabanı yeşil üzerine her renk çiçekli, üç bandından biri mor, biri fuşya, biri dore. Terliğin durumu bu.
Sanki ortada beş tane terlik vardı parçaladılar, parçalardan yeni terlikler yaptılar. Bu elimdekine de bu parçalar düştü.
Bu senenin modasını bir cümleyle özetleyecek olursak, ‘Bu sene renk sıkıntısı çekilmeyecek’ diyebiliriz.
MIŞ-MUŞ
Eminönü Belediyesi, turistlere yönelik çalışan tarihi Süleymaniye Hamamı’nı erkek-kadın beraber yıkanılıyor diye kapatıyormuş.
Korkarım yarın yatak odalarımızı da kapatırlar.
Çin’de internette kızlık zarı satışı yapılıyormuş.
Yakında beneklisiyle çilek kokulusunu falan da yaparlar bakarsınız.
Viagra’dan 38 kişi kör olmuş.
Olsun! Erkek kısmı razıdır.
Yazının Devamını Oku 29 Mayıs 2005
BİR zamanlar bir modacı söylemişti...‘Üstünüzde en çok üç renk bulunsun.’Yani rüküş olmak istemiyorsanız...Hálá aynı fikirde midir acaba?Eğer öyleyse hayata küsmüş olabilir şu anda. Zira bu sene üstünde yüzotuzüç rengi barındırmayana ceza kesecekler neredeyse.Bilmiyorum hálá bir giyim kuşam mağazasının vitriniyle ya da gazetelerin moda sayfalarıyla karşılaşmamış olup ‘Yüzotuzüç tane renk mevcut değil bir kere!’ diyen çıkacak mıdır...Ben de öyle zannediyordum. İnsanın her zaman öğreneceği yeni bir şeyler oluyor. Bu sezon da bunu öğrenmek kısmet oldu.Gelelim bu yüzotuzüç rengin bedenimizde nasıl yer alacağına... Öyle ayakkabı pembe, çanta mavi, etek kırmızı şeklinde değil! Bu saydıklarımın her birinde renklerin tamamı bulunacak! Gökkuşağı yanınızda halt edecek!Bilmiyorum kimin başının altından çıktı bu seneki renk cümbüşü... Bu ne coşkudur Yarabbim!Hanım hanımcık bir elbise lazım olsa... Hani bir resmi davet için falan... Yok maalesef ısmarlama yaptıracaksınız. Bir demode kumaşçı bulup...2005 ilkbahar-yaz gardırobumu düzmek için alışverişe çıktım geçenlerde, bu izlenimlerim oradan. Hani dükkánların adı tanıdık olmasa hepsi kapanmış, yerlerine çiçekçi dükkánı açılmış diyeceğim. İnsan askıda görünce şaşırıyor etekleri falan... Yani vazoda sunsalar daha uygun olacak.* * *Bu kadar söylendiğime bakmayın, aldım birkaç parça bir şey... Aldım almasına da nasıl giyeceğim, mesele o.Kendimi alıştırma açısından evde giyip dolaşıyorum. Boy aynasının önünden geçerken afallıyorum. ‘Bizim evde deli var, tepesinde gülü var’ durumundayım. Fıstık bile eve bir yabancı geldiği zamanlardaki halini takınıyor, toz oluyor. Tintin bacağımın dibine işeyecek diye korkuyorum.Hayır düz pembelerden falan geçiş yapıyor olsam bu kadar zorlanmayacağım. Fakat birkaç senedir asker yeşili kargo pantolonların birini giyip birini çıkardığımdan... Şu anda kendimi terhis olmuş gibi hissediyorum. İnsanın terhis olunca bir ferahlık duyması gerekir gerçi... Fakat ben aynı anda ‘tercih’imi de değiştirmiş gibi olduğumdan onun şaşkınlığı içerisindeyim.Elbiseler böyle de ayakkabılar nasıl...Elimdeki terliği tarif ediyorum:Topuğu pembe üzerine mavi puanlı, tabanı yeşil üzerine her renk çiçekli, üç bandından biri mor, biri fuşya, biri dore. Terliğin durumu bu.Sanki ortada beş tane terlik vardı parçaladılar, parçalardan yeni terlikler yaptılar. Bu elimdekine de bu parçalar düştü.Bu senenin modasını bir cümleyle özetleyecek olursak, ‘Bu sene renk sıkıntısı çekilmeyecek’ diyebiliriz.MIŞ-MUŞEminönü Belediyesi, turistlere yönelik çalışan tarihi Süleymaniye Hamamı’nı erkek-kadın beraber yıkanılıyor diye kapatıyormuş.Korkarım yarın yatak odalarımızı da kapatırlar.Çin’de internette kızlık zarı satışı yapılıyormuş.Yakında beneklisiyle çilek kokulusunu falan da yaparlar bakarsınız.Viagra’dan 38 kişi kör olmuş.Olsun! Erkek kısmı razıdır.
button
Yazının Devamını Oku 28 Mayıs 2005
Ve netice...<br><br>Sadece 3 dakika 7 saniye. Hollanda’da bir üniversitenin yapmış olduğu araştırmaya göre Türk erkeklerinin sevişmesi başından sonuna 3 dakika 7 saniye sürüyormuş.
Aslında ilaveten söylenecek bir şey yok.
Tıpkı futbol maçlarındaki gibi. Orada da fuzuli oluyor.
‘Bizim takım daha iyi oynadı.’
‘Yüreğini koydu maça!’
‘Rakibine göre daha rahattı.’
‘Maç adeta karşı takımın yarı sahasında oynandı.’
‘Kaleci çok önemli kurtarışlar yaptı.’
‘Defalarca pozisyon yakaladık.’
‘Sahada koşan taraf bizimkiydi.’
İyi güzel de...
‘Netice?’ diye sorarlar adama...
Ama biz erkeklerimize sormayacağız yine de.
Anlatıp dursunlar...
Neticeyi kalbimize gömeceğiz.
3 dakika 7 saniye.
Şükredeceğiz hatta. Beterin beteri var. Üç dakika en küçük zaman dilimi değil en azından.
Yorum Allah’ın emri
Gün geçmiyor ki gazetelerde bir araştırma neticesi yayımlanmasın.
Bunların uluslararası olanlarında çoğunlukla değerlendirmeye alınmıyoruz gerçi ama alındığımızda mutlaka ilk sıralardayız.
Bunu böyle ifade edince iyi bir şeymiş gibi görünse de araştırmalar misal, ‘Havası en kirli şehirler’ ya da ‘Trafik kazalarının en yüksek olduğu ülkeler’ şeklinde olduğundan...
Lafı şuraya getireceğim; araştırmadan duramayanlar bir de şu ‘yorum yapma’ meselesine eğilseler evvelallah yine ilk sıralardan biri bizimdir.
Birimizin de bir konuda bir araba dolusu laf edecek kadar fikri olmasın... Görülmüş şey değil.
Birimizi aşsa bir mesele...
Birimizin ağzından ‘Pek anlamam’ diye bir laf çıksa... Gerçi var diyen, ama araya araya bir ‘ama’ sıkıştırdıktan sonra bakmışsınız on beş sayfa anlatmış.
Fakat buna razıyız. Bazen ‘hiç anlamayan’ ‘çok anlayan’dan daha iyi yorum getirebiliyor olaylara.
Esas vahim olan birbirimizin gıyabında yaptıklarımız.
Birinin bir yerde adı geçmeye görsün...
Sevgilisiyle ilişkisini...
İşini gücünü...
Fiziğini, kimyasını...
Yorumlayacağız illaki.
Ve de mutlaka olumsuz olacak bunların hepsi.
Hadi ‘dost acı söyler’ diyelim... Gerçi dost arkadan söylemez ama... Adı geçeni az tanıyanın da geri kalmaması enteresan oluyor. ‘Bilmem, tanımam pek’ diyeni duymadım daha.
Kişi ağzıyla kuş tutmuş biriyse eğer, hiç olmazsa‘Kıçı yassı’ gibi bir şey söylenir.
Hiçbir şey bulunamazsa ‘Çok şişmanlamış’ vardır imdada yetişen.
Yorum Allah’ın emri adeta!
MIŞ-MUŞ
İngiltere’de yapılan bir araştırma, günlük kahkaha oranının 50 yıl öncesine göre üç kat azaldığını ortaya koymuş.
Bizse istikrarı koruyoruz. 50 yıl önce de 50 yıl sonra da sıfır kahkaha.
Türkiye’de okul öncesi eğitim zayıfmış.
Anneannelerden, babaannelerden alınan ‘çok bilmişlik’ ne oluyor?
Kadınların ilacı egzersizmiş.
Fakat çene jimnastiğinden aşağı inen az.
Baykal ‘Hükümet ne laf dinliyor ne söz’ demiş.
Bir de ikisi arasındaki farkı açıklasaydı...
Kansere neden olduğu söylenen saç boyaları masum çıkmış.
Gerçi biz zaten ‘Kim korkar hain kurttan’ durumundaydık.
Yazının Devamını Oku 28 Mayıs 2005
Ve netice...Sadece 3 dakika 7 saniye.Hollanda’da bir üniversitenin yapmış olduğu araştırmaya göre Türk erkeklerinin sevişmesi başından sonuna 3 dakika 7 saniye sürüyormuş.Aslında ilaveten söylenecek bir şey yok. Tıpkı futbol maçlarındaki gibi. Orada da fuzuli oluyor.‘Bizim takım daha iyi oynadı.’‘Yüreğini koydu maça!’‘Rakibine göre daha rahattı.’‘Maç adeta karşı takımın yarı sahasında oynandı.’‘Kaleci çok önemli kurtarışlar yaptı.’‘Defalarca pozisyon yakaladık.’‘Sahada koşan taraf bizimkiydi.’İyi güzel de...‘Netice?’ diye sorarlar adama...Ama biz erkeklerimize sormayacağız yine de.Anlatıp dursunlar...Neticeyi kalbimize gömeceğiz.3 dakika 7 saniye.Şükredeceğiz hatta. Beterin beteri var. Üç dakika en küçük zaman dilimi değil en azından.Yorum Allah’ın emriGün geçmiyor ki gazetelerde bir araştırma neticesi yayımlanmasın.Bunların uluslararası olanlarında çoğunlukla değerlendirmeye alınmıyoruz gerçi ama alındığımızda mutlaka ilk sıralardayız.Bunu böyle ifade edince iyi bir şeymiş gibi görünse de araştırmalar misal, ‘Havası en kirli şehirler’ ya da ‘Trafik kazalarının en yüksek olduğu ülkeler’ şeklinde olduğundan...Lafı şuraya getireceğim; araştırmadan duramayanlar bir de şu ‘yorum yapma’ meselesine eğilseler evvelallah yine ilk sıralardan biri bizimdir.Birimizin de bir konuda bir araba dolusu laf edecek kadar fikri olmasın... Görülmüş şey değil.Birimizi aşsa bir mesele...Birimizin ağzından ‘Pek anlamam’ diye bir laf çıksa... Gerçi var diyen, ama araya araya bir ‘ama’ sıkıştırdıktan sonra bakmışsınız on beş sayfa anlatmış.Fakat buna razıyız. Bazen ‘hiç anlamayan’ ‘çok anlayan’dan daha iyi yorum getirebiliyor olaylara.Esas vahim olan birbirimizin gıyabında yaptıklarımız.Birinin bir yerde adı geçmeye görsün...Sevgilisiyle ilişkisini...İşini gücünü...Fiziğini, kimyasını...Yorumlayacağız illaki.Ve de mutlaka olumsuz olacak bunların hepsi.Hadi ‘dost acı söyler’ diyelim... Gerçi dost arkadan söylemez ama... Adı geçeni az tanıyanın da geri kalmaması enteresan oluyor. ‘Bilmem, tanımam pek’ diyeni duymadım daha.Kişi ağzıyla kuş tutmuş biriyse eğer, hiç olmazsa ‘Kıçı yassı’ gibi bir şey söylenir.Hiçbir şey bulunamazsa ‘Çok şişmanlamış’ vardır imdada yetişen.Yorum Allah’ın emri adeta!MIŞ-MUŞİngiltere’de yapılan bir araştırma, günlük kahkaha oranının 50 yıl öncesine göre üç kat azaldığını ortaya koymuş.Bizse istikrarı koruyoruz. 50 yıl önce de 50 yıl sonra da sıfır kahkaha.Türkiye’de okul öncesi eğitim zayıfmış.Anneannelerden, babaannelerden alınan ‘çok bilmişlik’ ne oluyor?Kadınların ilacı egzersizmiş.Fakat çene jimnastiğinden aşağı inen az.Baykal ‘Hükümet ne laf dinliyor ne söz’ demiş.Bir de ikisi arasındaki farkı açıklasaydı...Kansere neden olduğu söylenen saç boyaları masum çıkmış.Gerçi biz zaten ‘Kim korkar hain kurttan’ durumundaydık.
button
Yazının Devamını Oku 26 Mayıs 2005
Tümay Korkmaz
‘Kendimi tanıtayım; Adana, 1983 doğumluyum, İsdemir’de mühendis olarak çalışıyorum. Beni tanımasan da sen benim Pakize ablamsın. Sayende, suratımızı asarak okuduğumuz can sıkıcı sayfalardan kurtulup keyiften dört köşe oluyoruz. Umarım hayatını da bize yansıttıkların gibi keyifli tarafıyla yaşıyorsundur. Bazen ablamla bir ev alırız kendimize, altımıza bir spor araba çekeriz (tüm bunlar birlikte uzandığımız yatağın üzerinde oluyor), sonra teker teker insanları koyarız yerlerine... Hemen belirteyim, sen bizim üst kat komşumuzsun; hani alt katta olsan gürültüden rahatsız ederiz, sonra limoni olmayalım. Biz sabah kahveye sana geliyoruz, sen bize her konuda sağlam taktikler falan veriyorsun. İşte içindeyken nasıl bilmiyorum ama dışarıdan okuyucu gözüyle böylesin.’
Yazdıklarını çerçeveletip oturduğum apartmanın girişine assam, konu komşu görse diyorum. Zira onlara göre kedi köpekleri apartmana musallat eden delinin tekiyim. Üstelik huysuz.
E, pek de haksız sayılmazlar. Huysuzluk konusunda tabii, yoksa kedi-köpeklerime laf söyletmem.
Gerçek komşularım adına bir tavsiyede bulunayım ablanla sana... Beni uzaktan sevmeye devam edin!
***
Sevgül Ak
‘Bugün (17.05.05) Hürriyet Avrupa baskısında çıkan yazınızı gülümseyerek okudum. Benim de bir kedim var.
Size iki olay anlatmak istiyorum. Burada ormanlık alanların çok olması orada tavşan, sincap gibi hayvanların yaşıyor olmalarını ve arada bir anacaddeye çıkıp ezilmelerini de beraber getiriyor. Oğlum bir gün caddede yaralı bir tavşanı bulduğunda hayvan hastanesine yetiştiriyor aceleyle... Tabii ki böyle davrandığı için saygı görüyor. Ama iki yıl önce Türkiye’de boğulmakta olan birini kurtardı. Boğulmakta olan imdat çığlıkları atarken herkes kıyıya toplanmış merakla bakıyordu. Oğlum kurtardıktan sonra kurtulanın ailesi teşekkür bile etmedi.’
Ne diyeyim... Bir Türkiye klasiği.
Fakat o kişi boğulmuyor da sevgilisiyle öpüşüyor olsaydı inanın herkes müdahale eder, felaketi(!) önlerdi. Ailesi de topluluğa minnet duyardı, namusları kurtuldu(!) diye...
***
T.Demir
‘Pakize Suda
Pakize Suda
nereye gittin
Pakize Suda
(Örümcek adamda Çinli kızın söylediği şarkıyı sana uyarladım.)
Kaç gündür yazınızı okuyamıyorum. Artık her sabah gazete alırken inşallah bugün yazmıştır diyorum. Bugün de yoktun.
Egoistçe olacak ama kendini özletmeye hakkın yok belki de...’
Canım sen başka bir gazetede arıyor olmayasın beni?
Zira ben habire yazdığımı biliyorum.
***
Osman Erol
Yazdıklarınızın kendisi zaten bir cevap mahiyetinde olduğundan ben bir şey demiyor, yerimi size bırakıyorum.
Evlenene kadar ‘erkekler öcü, onlardan uzak durmalı’ diye yetiştirilen kadın, evlendikten sonra eğitimini hiç almadığı bir konuda nasıl uzman olup orgazm olabilir ki?
Evlendikten sonra hiç tanımadığı karşı cinse kendini vermeyi bir lütuf sayan ve kendinin de bundan nemalandığını aklına bile getirmeyen kadın nasıl orgazm olabilir ki?
Fotoromanlar ve dizilerdeki sanal aşkları gerçek aşk gibi düşünüp evlendiği zaman hayatın gerçekleriyle tanışan kadın nasıl orgazm olabilir ki?
Maalesef bizim toplumumuzdaki kadın olmanın dezavantajlarının yüklediği stresi erkeğin üzerinde gidermeye çalışan, erkeği konken oyunundaki mecburcu gibi görüp onu her fırsatta eleştirmek için zemin ve zaman kollayan bir kadın nasıl orgazm olabilir ki?
Toplumda her erkeğin karısını aldattığı dedikodusuyla beyni yıkanırken, başka bir kadınla paylaştığını zannettiği erkeğiyle sevişmeye nasıl konsantre olabilir ve orgazm olabilir ki?
Elindekilerle yetinmek yerine, başkalarının ekonomik durumlarını kendisine hedef yapan ve asla erişemeyeceği hedefler için kocasını sürekli strese sokan bir kadın, kocasına yolladığı salvolar sonucu psikolojik olarak gazi olmuş erkeğinden nasıl bir performans sonucu orgazm olabilir ki?
MIŞ-MUŞ
Erdoğan tazminat zenginiymiş.
Yeni TCK ona da zararlı aslında... Öyle ya hapisteki adamdan ne tazminatı artık...
*
Kellik, erkeğe anneden geliyormuş.
Fakat duruma bakılırsa babaya uğrayıp geliyor herhalde.
*
Eurovision birincisi Paparizou bir ay önce ziyaret ettiği Türkiye’nin kendisine şans getirdiğini söylemiş.
Bir kendimize hayrımız yok.
Yazının Devamını Oku 24 Mayıs 2005
<B>350 </B>bin <B>‘kadın fazlası’</B> varmış Türkiye’de. Prof. Zekeriya Beyaz merak edip hesaplamış. Artık nereden aklına geldiyse... Gerçi hepimiz farkındayız. Hesaba kitaba gerek yok. Benim şahsen tanıdığım bütün erkekler evli, bütün kadınlar bekár.
‘Olsun’ diyeceksiniz, ‘Fazla kadın göz çıkarmaz’. Ama kazın ayağı öyle değil. Yine Zekeriya Hoca’ya göre bu kadınların tamamı bunalımda. Dünya evine giremeyince bunalıma giriliyor haliyle. İlla bir yere girilecek. Öyle ihraç fazlası penye gibi tezgáhta kıvrılıp beklenmiyor, tozutuluyor demek.
* * *
Peki kimdir müsebbibi bu kadın fazlalığının?
Erkeği bulana kadar sekiz kızı sıraya dizen karı-kocalardır tabii. İki kızdan sonra kesse halbuki, Türkiye’deki ailelerin üçte birinde böyle fazladan altı kız olduğunu düşünsek... Neyse, gerek yok. Zekeriya Hoca düşünmüş, neticeye varmış zaten. 350 bin.
Fakat aydınlarımızda da kabahat var tabii. Lafa gelince mangalda kül bırakmazlar ama icraat sıfır. Halbuki onlar da ötekilere karşı, kızı bulana kadar erkekleri sıralama yoluna gitselerdi denge kendiliğinden kurulacaktı. Ama iş işten geçti.
Aslında doğada her türlü denge mevcut. Yani eskiden mevcuttu. Annemin bir tek evlenmemiş arkadaşı yok mesela. Akrabalardan hala, teyze falan... Yok... Fakat biz gölleri kurutup ormanları yok ederek yazları kış, kışları yaz yaptığımız gibi bu işi de çomaklamış bulunuyoruz.
* * *
Size bir şey diyeyim mi...
Düşük bel pantolon modasından tutun da silikon memeye kadar hepsinin altında bu ‘fazlalık’ yatıyor olabilir.
Şimdi şöyle:
Bu ‘fazlalar’ bir nevi ‘yedek’ durumunda oluyorlar.
Fakat burada özel okullara giriş sınavındaki gibi puan durumu söz konusu olmadığından ‘ilk yedeklerden’ olmanın yolu kendini göstermekten geçiyor.
Açacaksın güzel yanlarını!
Güzel yerin yoksa önce güzelleştirip sonra açacaksın!
Budur.
* * *
Bakın insan isteyince profesörleşebiliyor. Ben oldum nitekim.
Fakat şimdi ister misiniz ‘Aileyi Koruma Kadını Kollama Müsteşarlığı’ndan bir açıklama gelsin bana... ‘Kadına ‘fazlalık’ demek suretiyle Türk kadınının manevi şahsını...’ diye başlayan... Olur mu olur.
MIŞ-MUŞ
Kavgalı evlilik çocuklara zararlıymış.
Neyse... Jeton hiç düşmeyebilirdi de...
Erdoğan, ‘Ekonomide her şey toz pembe değil’ demiş.
Ekonomiden başlayarak durumu taksit taksit itiraf etmeye karar verdi belki de.
NBA’da oynayan Hidayet Türkoğlu, ‘Yeteneğimin yüzde 50’sini gördünüz’ demiş.
Gerisini Mars’ta kurulacak basketbol ligine saklıyor.
Yazının Devamını Oku 22 Mayıs 2005
<B>DEVLET </B>büyüklerine hediye verilmesine karşı değilim. Ama hediye dediysem devletten ihale almak isteyen müteahhidinki değil. Misal Başbakan, Aydın’a gitmiş, vatandaşın biri ‘Hanımefendiyle afiyetle yiyin’ diye bir kutu incir tutuşturmuş eline... Kastettiğim budur.
Biz eli açık milletizdir. Misafiri kusturana kadar yedirdikten sonra giderken yanına da bir şeyler katarız illaki. Çok iyi hatırlıyorum, annem ‘kabul günü’nde ikramdan ayrı birkaç poğaçayla iki dilim keki paket eder verirdi kimi misafirin eline... ‘Çocuklar sever’ gibi de bir şey söylerdi.
Diyeceğim, normal karşılıyorum bir devlet büyüğünün gittiği yerden o yöreye mahsus birtakım şeylerle dönmesini...
Bursa’dan çakıyla...
Malatya’dan kayısıyla...
Bir tek, misal ‘Başbakan’a kuzu hediye edildi’ dediler mi ağlayasım geliyor. Zira biliyorum ki zavallı kuzucuğun Başbakan’ı ilk ve son görüşüdür o hediye edildiği an.
Mesela, Çiller’e bir zamanlar hediye edilen kuzunun akıbetini hep merak etmişimdir. ‘Ayakucunda yatıracak hali yoktu kuzuyu’ diyeceksiniz. Tamam, kedilere geçelim o zaman.
Erdoğan kendisine verilen Van kedisi Cancan’ı Fatih Altaylı’ya hediye etti biliyorsunuz. Gerçi isabet oldu, Altaylı ailesi gözü gibi bakar kediye, eminim. Erdoğan’da kalsaydı kucak nedir bilmeyecekti zavallıcık. Adamcağızın kendi başını kaşıyacak vakti yok, kaldı ki Cancan’ı kucağına oturtup başını kaşıyacak...
* * *
Demek istediğim, eğer hayvan sahibi olmak için yanıp tutuşan biri değilse, kimseye hayvan hediye edilmemeli.
Birinin bir gün bir kediye ‘Ah canım ne tatlı şey!’ demesi, onun bir kedi istediği anlamına gelmez.
Hayvan sahibi olmak sorumluluk ister. Hevesli olmak yetmez. Ortalık o heveslilerin hevesleri geçince sokağa bıraktığı kedi köpeklerle dolu.
Onun için kimsenin kucağına ‘Sürpriz!’ diye bir kedi ya da köpek yavrusu bırakılmamalı.
Birine çocuk hediye edebilir misiniz mesela? Bunun da ondan farkı yok.
Bak şimdi aklıma geldi, Tarkan’a bir arkadaşı doğum gününde kedi hediye etmişti, ne oldu o kediye acaba?
Esas Başbakan’a Van’dan yeni bir kedi yavrusu gönderileceğini okudum, derdim bu. Keşke yine aileden biri gibi benimseyecek birine verse kediyi... Aksi halde maiyet görevlilerinin mesai saatlerinde mamasını suyunu verdiği, kayıtlara ‘demirbaş’ olarak geçecek bir ‘eşya’ olması işten değil.
Kedilerin de ‘Bir sahibim bile yok!’ dedikleri bir şarkıları var mıdır acaba?
MIŞ-MUŞ
Kayınbiraderleri tarafından burnu kesilen Rojda’ya Deniz Akkaya gibi burun yapılacakmış.
Her şerden bir hayır doğarmış!
Cep telefonuna bir vergi daha geliyormuş.
Oysa ‘Sapıklara tahammül indirimi’ gerekiyor.
Başbakan uçağa kebap getirtmiş.
Kebap deyince uzay aracı bile vız gelir bize!
Yazının Devamını Oku