Pakize Suda

Havadan...

14 Haziran 2005
<B>BAZEN </B>sanki memleketin gidişatı benden soruluyor... Öyle bir sorumluluk hali. Ve dolayısıyla Ankara’da neler olup bittiğini yakından takip etme durumu. Bazen de aklım bir karış havada oluyor. Hani ‘Şu anda başbakan kim?’ diye sorsalar, televole ekibi karşısındaki mankene döneceğim. ‘Ay dilimin ucunda, neydi yaaa... Hani uzun boylu, bıyıklı, yakışıklı...’

Bugünlerde böyleyim yine. Havadan mıdır artık...

Bu hava denen şey de ‘günah keçisi’ gibi oldu. Beğenmediğimiz ne olursa havaya yüklüyoruz. Hani musluk bozulsa ‘havadan’ diyeceğiz.

Fakat benim durumum hakikaten havadan... Hava güzel olunca kendimi sokağa vuruyorum çünkü. E sokak kalabalık, renkli... İnsanın dikkatini çeken bir sürü şey oluyor. Bu arada haliyle memleket meseleleri atlanıyor.

Bir de ‘Güneş gören kafada ciddi meseleler barınmıyor’ gibi bir durum var. Kuşlar öterken bıyıklı, koyu renk takım elbiseli adamların ne yaptığına kafa yoramam doğrusu.

***

Uzatmayayım, sizden bugünlerde merak ettiğim tek hususta yardım istiyorum.

Bendeniz mevsimi geldiğinden mutat Boğaz turlarıma başlamış bulunuyorum. Her sene bu mevsimde rehberli tur tekneleriyle beraber devreye girerim. Fakat benimki karadan oluyor haliyle. Kıyı boyunca ha bire gidip geliyorum.

Tabii insan yanı başında dünyanın en güzel manzarası dururken önüne bakamıyor. Benim de gözüm Boğaz’da elbet. Senelerdir dikkatimi çeken şey bu sene iyice merakıma dokundu. Boğaz’ın üzerinde, suyun iki parmak yukarısında, arka arkaya dizilmiş gruplar halinde, bencileyin bir Karadeniz’den Marmara’ya, bir Marmara’dan Karadeniz’e doğru ha bire gidip gelen kuşlar görüyorum.

Hiç durmuyorlar, suya dalmıyorlar, sadece bir yere yetişecekmiş gibi hızlı ve kararlı gidiyorlar. Ve mutlaka suyun iki parmak üzerindeler. Asla yükselmiyorlar. Alçalıp suya değen de yok. Uzaktan hareket eden düz bir çizgi gibi görünüyorlar.

Sizden ricam, ne kuşudur bunlar...

Nereden gelip nereye giderler...

Göçmen midirler, kaç yıl yaşarlar, öterler mi...

Denizle ilişkileri bu kadar mıdır... Yani iki parmak üzerinde uçmak...

‘İnternete gir’ diyeceksiniz. Giremem. Sayfalar açılana kadar ben iki tur daha yaparım kuşlarıma baka baka... Hem nasıl arayacağım, ‘Boğaz’ın üzerinde uçan kuşlar’ diye mi?

Bir bileniniz vardır mutlaka. Bir zahmet beni de aydınlatırsa minnettar kalırım.

Ha, unutmadan aslında bu gibi konulardan daha ciddisi yok. Ya da yine hava yüzünden bana öyle geliyor.

MIŞ-MUŞ

Erdoğan ‘Zaten AB ailesindeyiz’ demiş.

Fakat evin oğlu değil damat adayı olarak.

*

Erdoğan ‘ABD karşıtlığı faydasız’ demiş.

Yandaşlığından da pek fayda gördüğümüz söylenemez.

*

Demirel ‘Cumhurbaşkanlığı Erdoğan’ın da hakkı’ demiş.

Peki biz hak ediyor muyuz Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığını?
Yazının Devamını Oku

Proje kapsamında...

12 Haziran 2005
<B>BAZEN </B>yazmak anlamsız geliyor. Memleket sathında olup bitenlerin gölgesinde kalmaktan korkmaktan mı artık... Hani ne yazsam bunların üstüne çıkamam diye... Hakikaten bazen anlaşmış gibi trajikomik hadiseler öyle üst üste geliyor ki. Yine öyle oldu bugünlerde.

Bunların bazılarını okur işaret ediyor; ‘Tam Mış-Muş’luk’ diye... Fakat ben Mış-Muş’luk görmüyorum çoğunu... Olayın kendisi artık yoruma falan meydan bırakmayacak abuklukta, tuhaflıkta, komiklikte olduğundan... Susup kalınan bir nokta vardır hani...

Uzatmayayım, belki kaçırmışsınızdır ya da tek tek karşınıza çıkınca yeterince idrak edememişsinizdir diye bugün bunlardan bir derleme yapayım dedim.

* * *

Mesela...

Gaziantep’in bir köyünde Sosyal Riski Azaltma Projesi kapsamında inek dağıtılmış. Tabii törenle.

Köy yerinde inek dağıtılırken asker resmi geçit yapacak değil elbet... Onun yerine kadınlar gözleme yapmaya kalkmışlar. Fakat dibine konuşlandıkları briket duvar üstlerine yıkılmış.

İlaveten, dağıtılmayı bekleyen ineklerden ikisi, seyre gelen ilkokul çocuklarını kovalamış. Çocuklar zor kurtarılmış. Sonradan inekleri bağlamayı akıl etmişler.

Aksiliklerin ardından konuşma yapan vali, bu yıl iki de arıcılık projesini hayata geçirdiklerini söylemiş. En çok buna şaşırdım. Arıların teslim töreninden bir haber gelmemiş olmasına...

Tarım ve Köyişleri Bakanlığı, Yozgat’ın Sorgun İlçesi’nin Eymir Beldesi’nde, Hayvancılığı Geliştirme Projesi kapsamında yetiştiricilere koyun dağıtmış.

İnsanın hoşuna gidiyor... Allah devlete zeval vermesin. Fakat Eymir’de dağıtımı takip eden günlerde 67 kişi Brucella hastalığına yakalanmış. Koyun alan 50 aileden 30’unda hastalık ortaya çıkmış.

Şimdi bunun nesine Mış-Muş yapılır, sorarım size...

Ancak ‘Sizden gelecek hayır Allah’tan gelsin’ denir. Sonra da birinin çıkıp ‘Vatandaşın selameti açısından inek, koyun vs. dağıtımlarının durdurulmasına...’ demesi beklenir.

* * *

Van Adliyesi’ne yeni bir giriş kapısı yapılmış. Kapı için bir de açılış töreni tertiplenmiş. Kurdeleli falan. Kurdeleyi vali, belediye başkanı, cumhuriyet başsavcısı ve rektör beraberce kesmişler.

Fakat belli ki tören istedikleri gibi olmamış. Öyle ya... Başbakan’la bakanlar eksik!

Bugün size bunlardan daha matrak ne anlatabilirdim diye düşünüyorum.

MIŞ-MUŞ

Diyanet temmuzda okutacağı hutbeyle, dulların evlendirilmesi için yardım isteyecekmiş.

Parasızlıktan yuva kuramayanlara özel evlilik kredisi yasa teklifi Meclis’teymiş.

Hükümet asayişi, herkesi evlendirerek sağlayacak herhalde. Her kadın, bir erkeğin başına dikilebilecek on polise bedeldir biliyorsunuz.

Atatürk Havalimanı yüzde 50, Sabiha Gökçen yüzde 7 kapasiteyle çalışırken hükümet üçüncü havaalanını istiyormuş.

E, sırada zengin olmayı bekleyen bir sürü adam var, ne yapsınlar.
Yazının Devamını Oku

İletişim çağında iletişemedik

11 Haziran 2005
Salı günü köşemin bulunduğu sayfayı bir açtım ki yokum!<br><br>Fotoğrafım var gerçi ama altında yazım yok. Onun yerine kısa bir açıklama var. ‘Pakize Suda’nın yazısı elimize ulaşmadığından yayınlayamıyoruz.’

Seyahatte olduğundan...

Rahatsız olduğundan...

Yıllık izninin bir bölümünü kullandığından falan değil.

Hep merak ederdim başka köşelerde gördükçe... Hani güvercinin ayağına mı bağlayıp yolluyorlar bunu diye... O zaman ulaşmaması doğal olabilir. Nihayetinde kuş bu... Hesap mı sorulur...

Fakat artık iletişimin neredeyse ürkütücü boyutlara geldiği bir çağda yazının gitmemiş olması pek inandırıcı gelmiyor tabii...

Ancak başına gelince anlıyor insan. Gitmeyebiliyormuş hakikaten. ‘Kaytarma’nın bir başka deyiş şekli değilmiş ‘yazının ulaşamaması.’ Ulaşamayabiliyormuş işte basbayağı.

Demek ki faks makinesinin kıçından çıkan, faksın yerine ulaştığına dair bilgilerin yer aldığı o káğıt parçasına inanmayacaksınız! O yalan, bu yalan... Bu da yalan demek!

Fakat esas paniği sizinle benim aramdaki zincirin halkalarını oluşturan arkadaşlar yaşadı tabii. Bugünlerde kendimi her türlü iletişime kapadığımdan bana ulaşıp ‘Yazınız gelmedi’ diyemediler. Bense o saatlerde görevini yapmış, bitirmiş biri olmanın rahatlığıyla keyif yapmaktaydım.

Ne yapalım oldu bir kere... Her şerden bir hayır doğarmış, bu sefer iki hayır doğdu. Salı için ulaşamayan yazı perşembe için ulaştı, dolayısıyla bendenize piyangodan bir gün dinlenme çıkmış oldu. İkincisi, şu okumakta olduğunuz satırlar vücuda geldi.

İletişememenin de bir faydası var netice olarak!

Aynı tas aynı hamam

Kimbilir Beyaz Saray’a ‘kritik buluşma’ için bu kaçıncı gidişimiz... Fakat başımızdakilerin ‘ABD’yi seveceksiniz’ demesi ilk oluyor.

Aslında severiz biz ABD’yi...

Yurtdışına, okumaya olsun, yerleşmeye olsun gitmeye niyetlenenlerin ilk kapağı atmak istedikleri yer orasıdır.

Fakat bir yandan da sokaklara dökülüp protesto ettiğimiz başka ülke yoktur.

Bir nevi biraz uzamış kadın-erkek ilişkisi gibi... Biraz nefret, biraz aşk, biraz alışkanlık, biraz mecburiyet, biraz hayranlık duyma, biraz sinir olma...

Çok bilmişler ABD’nin bizimle ilgili emellerini anlatır dururlar yıllardır... Az bilmişlerin öyle uzun uzun analizler sentezler yapacak halleri yoktur elbet ama onlar da lağımın tıkanmasını bile ABD’den bilmek suretiyle ‘emel’i özetlemiş olurlar.

Fakat işte insanoğlunun en nefret ettiği kişinin, aslında en önemsediği ve kendini en sevdirmek istediği kişi olması durumu burada da kendini gösteriyor. Demek ki ömrümüz gelmiş geçmiş başkanların bakışından mana çıkarmakla geçmekte.

Şimdi yine kimbilir kaçıncı kez yorum yapacağız... Bush’un Tayyip Erdoğan’ın elini sıkarken gözünü sağdan sola doğru devirmiş olmasının, ABD’nin bize bayıldığının ve daha da ötesi Türkiye’siz yapamayacağının bir işareti olduğu hususunda...

Ve daha bir sürü şey...

Siz bu satırları okuyuncaya kadar, misal Bush’un Erdoğan’ı dış ya da iç kapıda karşılaması üzerine Taklamakan Çölü’ndeki kum tanesi sayısı kadar yorum yapılacaktır.

Ve kimbilir kaçıncı kez hiçbir şey değişmeyecektir. Amerika bildiğimiz Amerika, Türkiye bildiğimiz Türkiye olarak yoluna devam edecektir.

MIŞ-MUŞ

AKP ‘Laikliğin teminatıyız’ demiş.

Belki de laikliği başka bir şey zannediyorlar.

13 yaşındaki kız asker kaçağı diye defalarca askerlik yoklamasına götürülmüş.

Durumumuzu merak eden varsa, uzun lafın kısası budur!

Orgazm sorunu genetik çıkmış.

Demek ‘anasına bak kızını al’ dedikleri buydu.
Yazının Devamını Oku

Çocuğunuzu nasıl alırdınız?

9 Haziran 2005
<B>BABAANNEM </B>nur içinde yatsın. Girit’te 150 Euro’ya istenilen cinsiyette çocuk sahibi olunuyormuş. Babaannemi anışım kendisinin Giritli oluşundan değil... ‘Bunlar kıyamet alameti’ derdi sağ olsaydı...

Durumdan alamet çıkarma hususunda bayrağı ben devraldım kendisinden. Hakikaten yani... Toptan gidişimiz yakın galiba. Çocuğun gözünün renginden tutun da kan grubuna kadar seçilebiliyormuş.

Bendeniz ultrason marifetiyle cinsiyetin önceden öğrenilmesine karşı çıkmaya hazırlanıyorken fazla oyalanmışım demek ki daha da öteye gidilerek ‘ısmarlama bebek’ olayı gerçekleştirilmiş.

Çevrecilerin esas buna karşı çıkmaları lazım. Doğanın dengesi açısından... Zira eminim bizimkilerden Girit’e gidip de kız çocuk yükletip gelen olmaz. Gerçi kadın fazlalığı var memlekette ama eşitliği sağlayıp dursalar... Dengesizlik ‘erkek fazlalığı’ şeklinde kendini gösterecektir bu sefer de.

Hayır erkek kısmı, iki kadının bir erkeği paylaşmasında olduğu gibi soğuk harple yetinmez, öldürürler birbirlerini, ona yanarım.

***

Sahi bizdeki bu erkek çocuk merakının nedenini bilen var mı?

Sanki her bir aile başlı başına padişahlıktır da taht bırakılacaktır!

Ha, soyadının yürütülmesi hadisesi var tabii. Bakın bu çok mühim! Ben gideceğim, üstüme üç kuşak daha gidecek, soyadım kalacak!

Ayol devletler bile o kadar uzun dayanmıyor. Koskoca cumhuriyetimiz bile şunun şurasında 82 senelik. Bir insan ömrü yani. Hem de bilim adamlarınca uzatılmamışından...

Şimdi bilim adamı deyince... Demek domates tadında karpuz, armut görünümünde salatalık üzerinde uğraşırken bir yandan da buna çalışıyorlarmış.

Daha ileri aşamalarda ne olacak bakalım... Kıyamet kopmazsa tabii. Belki hamileliğin beşinci ayında, ‘Mavi göz pek içimize sinmedi, şunu yeşil gözlüsüyle değiştirebilir miyiz’ deme imkánımız olacak. Kliniğin kapısında ‘Satılan mal geri alınmaz, değiştirilmez!’ yazmıyorsa tabii.

***

Mahkemelik durumlar da çıkacaktır ortaya.

Misal, Terazi Burcu diye koyuyorlar çocuğu rahminize, Akrep Burcu oluyor.

İtiraz ediyorsunuz haliyle. Para verip almışsınız... Fakat onlar da diyorlar ki, ‘Hanımefendi sizin memlekette trafik sıkışıklığı varsa bizim suçumuz ne? Hastaneye yarım saat önce gidebilseydiniz çocuk Terazi olacaktı!’

Böyle şeyler...

Çocukların ana-babalarını huyuyla suyuyla seçme durumu ne zaman gerçekleşecek bakalım... Onu da becersinler de bilim adamı diyeyim ben onlara!

MIŞ-MUŞ

Ukrayna Lideri Yuşçenko, ‘Ukraynalı Hürrem Sultan tek kadınla yaşamayı öğrettiği için Türkler bize hálá küs’ demiş.

Eğer öyleyse, şimdiki Ukraynalı sultanlar tam tersini öğretmekte olduklarından barışmamız yakındır.

Kahkaha atarak kalori yakmak mümkünmüş.

Tembellerin bir gün spora alternatif yaratacaklarını biliyordum zaten.

*

ANAP, Anavatan olmuş.

Ha Ali Veli, ha Veli Ali...
Yazının Devamını Oku

İkbal çok fena!

5 Haziran 2005
<B>SİZ </B>de okuduğunuz her haberin arkasından senaryo yazar mısınız benim gibi... Ben haberi okur, gözlerimi kapar, yazılmayanları yazarım kafamda. Yine yaptım nitekim.

Biliyorsunuz Erdoğan üç bakanı görevden aldı, yerlerine yenilerini atadı.

Oku geç işte!

Ama hayır!

İlla empati yapacağım ve bu suretle o dakikadan, yani görevlerinin sona erdiği haberini aldıkları dakikadan itibaren neler yaşandığını tahmin etmeye çalışacağım.

Mesela bakanlardan biri, tam evinden çıkmış bakanlığa giderken arabada öğrenmiş görevden alındığını...

Düşünün, evden işe gitmek üzere yola çıkıyorsunuz, yolun yarısında aniden işsizsiniz... Kaybettiğiniz iş de öyle süpermarkette kasiyerlik gibi falan bir şey değil. Gerçi hepsi acı ama bakanlık daha başka. Mesela, tam haber geldiği anda arabanın camını indirmiş, birine ‘Sen benim kim olduğumu biliyor musun’ diyor olabilir insan.

Bir de şu var... Televizyonda, canlı yayında konuşma yaparken iletildi acı haber bakanlardan birine... Yani herhalde memleketin selameti bakımından(!) 10 dakika daha beklenemedi. Bu durumda arabada gidene de ‘Sağa çekip ininiz makam arabasından!’ demiş olabilirler. Benim senaryoda bu da var.

Aslında böylesi daha iyi belki de. Bakanlığa gitse ne olacak... Burası Türkiye, odacılar ondan önce duymuşlardır haberi... Bizde kişilere değil makamlara saygı duyulduğundan dün karşısında önünü ilikleyen odacı bugün ensesine bir şaplak atıp ‘N’aber’ diyebilir. Yolda sağa çekip inmek daha iyi.

* * *

Bir diğerinin eşi ‘Hayırlısı olsun’ demiş haberi alınca.

Bu ‘Hayırlısı olsun’ lafının altında daima dilekten öte manalar yatar bence. Bu hadisede de sonsuza kadar bakan kalınacağı inancının yıkılışı var biraz.

‘Du bakalım, bu felaket de geldi başımıza... Hemen panik yapmayalım, durumu beylik bir laf ederek geçiştirir gibi yapalım, eve gidince ayılır bayılırız.’

Gelelim anlaşmış gibi ortak olarak sarf edilen ‘Sizin takdiriniz efendim’ cümlesine...

Şimdi evlere kadar uzanıp bu cümlenin yaşadığı değişimi düşünüyorum. Ben olsam mesela ‘Takdirinizi şeydeyim’ diye sabaha kadar bağırırdım. Karım da bir köşede ‘Müzeyyen Hanım sevinçten zil takıp oynar artık’ diye ağlardı.

Aman bu ikbal denen şey çok fena! Ya vermesinler adama ya da verdiler mi almasınlar! İnsan eşekten düşmüş karpuza dönebilir. Ben istemem şahsen. Ne Arap’ın yüzü, ne Şam’ın şekeri!

MIŞ-MUŞ

Turizm Bakanı Koç, mesir macunu dağıtmış.

Gaflı mı gafsız mı?

Bayındırlık Bakanlığı görevinden alınan Ergezen, ‘Ya yiyen bakanı görevden alırlar ya da yedirmeyeni’ demiş.

İkincisi doğru da birincisinden şüpheliyiz.

Yağları kalçasında toplanan kadınların kalp krizi geçirme riski düşükmüş.

Allah bir kapıyı kapatırsa ötekini açıyor!
Yazının Devamını Oku

Görülmüştür

4 Haziran 2005
Tarihlerin sadece gün kısmıyla ilgiliyimdir. Kimseye hiçbir zaman uzun vadeli sözler, randevular falan veremediğimden... Misal <B>‘Temmuz’un 27’si’</B> gibi bir şey yoktur hayatımda, <B>‘Önümüzdeki çarşamba’</B> vardır. O da öyle beş gün öncesinden değil, iki gün kala. Uzatmayayım, geçtiğimiz perşembe de benim için sadece ‘perşembe’ydi. 2 Haziran’ın farkında değildim.

Lafı şuraya getireceğim, 2 Haziran tarihli yazımı yeni TCK’yı hesaba katmadan, sıradan bir perşembe yazısı olarak yazıp göndermişim gazeteye... Oysa 1 Haziran’da yürürlüğe girdi yeni TCK.

Neyse ki tesadüfen yasaya aykırı bir durum yoktu yazıda. Yani öyle umuyor ve diliyorum.

Hayır, bile bile, gözümü karartarak, cesurca yapmış olsam yaptığımı, gam yemem. Fakat böylesi bir nevi kazara olmuş olacaktı. Yani ‘Şey yoluna gitti Niyazi’ durumu gerçekleşecekti.

Bir şey değil, beni desteklemek üzere ‘Özgür basın susturulamaz’ diye mahkeme kapısına gelenler olsa, elimle zafer işareti yapmam gerekse ne yüzle yapacağım...

‘Yok arkadaşlar, bildiğiniz gibi değil, yanlışlıkla oldu benimkisi’ desem karizma sıfır olacak. E, onu da istemem doğrusu.

Neyse... Suya sabuna dokunmamış olmayı temenni ediyorum.

Bundan sonrası için de her gazetede bir kurul oluşturulsun diyorum. Asker mektubu gibi, yazılar gazeteye girmeden önce bu kurul tarafından okunsun, yayımlanmasında mahzur yoksa ‘Görülmüştür’ damgasıyla yazı işlerine ulaştırılsın.

O zamana kadar ben yurtdışına takılayım diyorum. Yani yazılarda. Nitekim aşağıda Swaziland kralıyla ilgili bir yazı bulacaksınız.

Kral ve biz

İnsanın her zaman haline şükredeceği bir şeyler çıkıyor. Milletçe karşımıza çıktı nitekim. Bir Afrika ülkesi olan Swaziland’ın kralı habire evleniyormuş. Üstelik memleketinde onca sorun varken... Misal, halkın üçte ikisi açlık sınırındayken...

‘Bizimle ne ilgisi var?’ demezsiniz herhalde.

Tamam belki açlık sınırında değiliz ama bir o kadarımız yoksulluk sınırındayız. Arada rakamları açıklıyorlar ya... Bakıyorum iki-üç işi bir arada yapmasam ben bile sınırdayım. Demek bir de çocuğum falan olsa; okula, kursa giden...

Fakat işte hiç olmazsa bizimkiler hiçbir zaman ‘Bir elinde cımbız, bir elinde ayna’ durumunda olmadılar. Kral 11. evliliğini yapmış, bizimkiler ilk ve tek eşleriyle efendi efendi oturdular. Şükredelim dediğim bu!

Ha, kral iki de kız ayırtmış, bir ara onlarla da evlenecekmiş.

İnsan çatlar sinirden...

‘Kralın her gece aynı kadınla yatıyor olmasının halka ne faydası olacak?’ diye bir soru gelebilir aklınıza.

Çok faydası olur.

Zira can sıkıntısı insanı çalışmaya, üretmeye, düşünmeye yöneltir. Bir erkeği 30 senelik eşinin evde bekliyor olmasıyla dün evlendiği, üstelik binlerce kız arasından memelerine bakıp seçtiği (Swaziland’da adet böyleymiş) bir tazenin bekliyor olması aynı şey midir sorarım size... Yani günlük performansını etkilemesi açısından... Adamın aklı eve kayıp randımanı düşmez mi?..

‘Peki bu fikirden hareketle ülkemiz niçin abad olmadı bugüne kadar?’ diyeceksiniz. Haklısınız, gelmiş geçmiş büyüklerimizin evlilikleri malûm.

Fakat vallahi bilmiyorum.

Monotonluğun yaşama sevincini yok etmesi de ötekiyle aynı etkiyi yapıyor olabilir.

MIŞ-MUŞ

Çevre ve Orman Bakanı’nın oğluyla Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı’nın kızı evleniyormuş.

Oh oh! Bakanlıkları da denk zaten... Yani ne orman var ortalıkta ne tabii kaynak.

AB komadaymış.E, şimdi birbirimize daha uygun olduk; bakarsınız girişimiz kolaylaşır.

Ünlü kalp uzmanı Mehmet Öz ‘Kalp ameliyatı olan hemen seks yapsın’ demiş.

Umutsuz vaka durumunda olanların gidişi muhteşem olsun hiç olmazsa diye düşünüyor herhalde.
Yazının Devamını Oku

Allah AB’siz bırakmasın!

2 Haziran 2005
<B>ASRIN </B>komedisi olur herhalde... Yüzmüş yüzmüş kuyruğuna gelmişken AB diye bir şeyin kalmaması... Hani kaplumbağa ailesi pikniğe gitmeye karar vermiş. Sepeti hazırlayıp yola çıkmışlar da o ünlü yavaşlıklarıyla uygun yer araya baka giderken aradan 100 yıl geçmiş... Tam pikniğe uygun yer bulmuşlarken sepeti evde unuttuklarının farkına varmışlar hani... Uysa da uymasa da, bu fıkra mı ne olduğu belli olmayan şey geldi aklıma.

Neyse...

AB bizi hizaya getirmeye çalışırken kendinin hizaya girme durumu çıktı ortaya. Fransa AB Anayasası’nı reddetti.

Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste!

Reddedilmek, beğenilmemek, istenmemek neymiş görsünler!

Fakat AB’nin biz girene kadar yok olması veya gücünü kaybetmesi kesin olsa ya da bizi asla ve asla oraya almayacakları gün gibi aşikár olsa bile yine de o hedef için uğraşmamızdan yanayım ben.

Yok, bu vesileyle Türkiye’nin çağdaşlığa doğru adımlar atıyor olmasından falan değil... Siyasileri düşündüğümden. Zira AB’nin hayatımızdan çıkması demek, büyüklerimizin sudan çıkmış balığa dönmesi demek!

İşsiz güçsüz kalacaklar bir kere...

Senelerdir AB için temasta bulunuyorlar. Çıkarın bu temasları, ortada anlatacakları, övünecekleri, malzeme yapacakları bir şey kalmıyor.

Allah korusun öyle bir şey olduğunda Erdoğan’ı zor zaptedersiniz. Alışmış kudurmuştan beterdir. Temassız yaşayamaz. Derhal girilecek başka bir kuruluş bulmak lazım. Onu da pat diye nasıl bulacaksınız... AB’yi bulmuşuz bir kere, oyalanıp gidiyoruz işte!

*

Basın ise tam tersine daha çok çalışmak zorunda kalacak AB’ye bir şey olursa...

Şimdiki halde günde on-on beş AB haberi garanti. Heyetler geliyor, heyetler gidiyor; bizimkiler temasa gidip geliyorlar, imzalar atılıyor, demeçler veriliyor, liderler toplanıyor, aile fotoğrafları çektiriliyor, müzakereler yapılıyor, tarihler alınıyor veriliyor, vs.

Atın bunları!

Yerine başka şeyler koyacaksınız elbet. Boş çıkacak hali yok gazetelerin.

Ben bile bugün başka konu aramak durumunda kalacaktım AB olmasa...

Hani insanı depresyona iten başlıca nedenleri sıralar psikiyatrlar... Bir yakının ölümü, boşanma, işten kovulma falan... Bu AB’nin yok olması da listenin başlarında araya bir yere sıkıştırılmalı mutlaka!

MIŞ-MUŞ

Deniz Baykal, ‘Namaz da kılarım, Atatürk’ü de severim’ demiş.

Hatta Tuğba Özay’ı üye de yapar.

*

Erdoğan, ‘Avrupa, ABD işsizliği halledemedi ki ben halledeyim’ demiş.

‘Elle gelen düğün bayram’ diyeceğiz demek...

*

Aysun Kayacı yeni aşkıyla ilgili ‘Sanki derin bir uykudan uyandım’ demiş.

O da hepimiz gibi uyuya uyana yuvarlanıp gidecek işte!
Yazının Devamını Oku

Başbakan’ın ayakkabısı

31 Mayıs 2005
<B>YILLAR </B>önce evime hırsız girmişti. Sadece birkaç çamaşırımı alıp gitmişti. Yakalanmıştı sonra. Zaten benim de yakalandıktan sonra haberim olmuştu hırsız girdiğinden. Başka hiçbir şeye dokunmadığından ve de girip çıktığına dair hiçbir iz bırakmadığından... Eksilen iki parça çamaşırı da fark etmemiştim doğrusu.

Hırsız hayranım falan değildi. Basbayağı hırsızdı işte. Aynı gün birçok evi soymuştu. Benim eve de kime ait olduğunu bilmeden girmiş zaten. Fakat evde resmimi görünce tanımış, bir şeye dokunmadan çamaşırları alıp çıkmış. Eski hırsızların gözünü seveyim bu arada...

Şimdi nereden aklıma geldi bu hadise.

Başbakan’ın eskilerinin kapışıldığını okudum gazetede... Açık artırmaya çıkarılmış kabanı, ayakkabısı, pantolonu falan... İşadamları birbirleriyle yarışmışlar. Toplam 150 bin YTL’ye (150 milyar TL.) satılmış eskiler.

*

Birinin ayakkabısını alıp saklamayı istemek... Nedir acaba bu?

Vardır herhalde psikiyatride bir ismi.

Hatıraya değer vermek iyi bir şey tabii de... Ama kişi sizin çok yakınınızdır, ömrünüzü paylaşmışsınızdır, şimdi uzaklardadır veya kaybetmişsinizdir, birkaç parça eşyasını saklarsınız...

Veya eşinizin dostunuzun size vermiş olduğu bir hediyeyi ondan bir hatıra diye ömür boyu saklarsınız...

Ama bir başbakanın ya da bir sanatçının ayakkabısını koşa koşa gidip para verip almak neyin nesidir?

Merak etmemin nedeni, tuhaflık bende mi onu öğreneceğim.

‘Kaç kişi koşup gitti ki’ diyeceksiniz.

Tamam da, insan almaya kalkışmasa da bu fikre yatkın olma durumu vardır. Gidip kapışmayan ama Başbakan’ın ayakkabısına sahip olmayı arzu eden çok insan vardır eminim. Ben onlardan da değilim. Başbakan’ı sevmediğimden, beğenmediğimden değil, misal en sevdiğim Türkán Şoray’ın ayakkabısı olsa ona da koşacağımı sanmıyorum.

*

Hayır, ne yapar insan o ayakkabıyı...

‘Bakın Başbakan’ın ayakkabısı’ diye misafirlere mi gösterir...

Arada eski fotoğraflara bakar gibi eline alıp inceler mi?..

Başbakan’ın ayakkabısı onda duruyor diye kendini daha akıllı, daha zeki, daha başarılı mı hisseder...

Giyip dolaşır mı yoksa...

Belki de torunlarına ‘Başbakan’la yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi, nah ayakkabısı bile bende’ deyip bir uyduruk ahbaplık böbürlenmesi yaşayacak.

Anlamadım gitti velhasıl.

Bari Tayyip Erdoğan çok başarılı bir başbakan olarak geçse tarihe... Memleketin canına okursa torunlar o ayakkabıları geçen biri alsın diye kapıya bırakabilir. Hayır adamcağız boşuna koşup kapmış olacak ayakkabıları, ona yanarım.

Bu açık artırma hadisesinden sonra Erdoğan hakikaten başarmaya mahkûm.

MIŞ-MUŞ

Çok maç izlemek zekáyı köreltiyormuş.

Erkek kısmı doğuştan özürlü değilmiş demek...

*

Son araştırmalara göre tuzun çoğu değil azı zararmış.

Yanar döner bilim!

*

İnsanın en üretken olduğu yaş 29’muş.

Fakat bizde genellikle o yaş ‘işsizlik’ yıllarına tekabül ettiğinden bu gerçeğin ne kendimize ne memlekete hayrı var.
Yazının Devamını Oku