28 Haziran 2005
<B>KIZ </B>üniversite mezunu...<br><br>Gerçi öyle girmesi çıkması zor bir bölüm değil mezun olduğu dal... Ama yine de kapıda bekleşenlerin arasından sıyrılabilmiş biri. Üstelik iş bulmuş şanslılardan. Yakında evleniyor.
Buraya kadar bir tuhaflık yok. Tuhaflık, kendisi gibi üniversite mezunu olan ve aynı işyerinde çalışan kız arkadaşlarının zihniyetinde.
‘Evlenince çalışmazsın herhalde di mi?’ diye soruyorlarmış.
Yıl 2005. Yer İstanbul.
Çalışmak, beyaz atlı prens gelene kadar bir oyalanma demek ki. Eskiden nakış işlenerek beklenirdi prens, bir tek bu değişmiş zahir.
Kızlar gıptayla bakıyorlar demek arkadaşlarına...
‘Onun kurtarıcısı geldi, darısı bizim başımıza.’
Ve içinde cevabı da olan soruyu soruyorlar:
‘Evlenince çalışmazsın herhalde di mi?’
‘Yo, çalışıcam’ dese kız, belki de akıl hastanesinden ambulans çağıracaklar.
O da diyememiş zaten. Nişanlısını kızların gözünde küçük düşürmemek(!) için.
Yoksa ‘Bununki prens değil’ diyecekler, ‘Öylesine bir adam’.
‘Kötü evlilik’ yapıyor olacak kızcağız. Ne yapsın... ‘Tabii ki çalışmıycam’ diyecek. Hem kendinin hem nişanlısının itibarı kurtulacak(!) böylece.
***
Biz çevremizdeki bir avuç kadını biliyoruz. Evlilikle falan işi olmayan erkeği sırf beğendiği, sevdiği için hayatına sokan, ‘çalışmadan yaşamak’ diye bir durumdan güneş sistemi kadar uzak kadınlar...
Ha bir de aileleri tarafından küçük yaşta zorla evlendirilen ya da töre cinayetlerine kurban giden kızları biliyoruz.
İki uç noktadakileri yani... Oysa ortadakiler çoğunlukta. Evlenince çalışmamayı düşünenler yani.
Kadınlar birtakım haklar elde ettilerse Türkiye’de... Yazılı ya da yazılı olmayan... Hakikaten büyük başarıdır. Kadına rağmen gerçekleşmiştir çünkü bu.
Hak mak istemiyor kadınların çoğu.
Vallahi.
Hani grev kırıcılar vardır... Onlar gibi ‘hak kırıcılar’ diyorum ben böyle kadınlara.
MIŞ-MUŞ
Rahşan Ecevit, ‘Tayyör zorunluluğu yüzünden milletvekilliği istemedim’ demiş.
Bilmeyen ayağından blucini çıkarmayan biri zannedecek.
*
Kasaplar, at eti satacakmış.
Yeni bir şey değil, kesimler sur dibinden mezbahaya kayacak sadece.
*
Avrupalı en çok, yerde çöpe kızıyormuş.
Dış düşmanlar bizi biz yapan değerleri hedef aldılar!
*
Fatih Terim, Milli Takım’ın başına gelmiş.
Ben buna Terim’in başına felaket geldi diye bakıyorum. Bir kerecik yenilmeye görsün Türkiye...
Yazının Devamını Oku 26 Haziran 2005
<B>SEVGİLİ </B>Babacığım,<br><br>Sana ne yazayım buralardan bilemiyorum. Aslında çok şey var da mektubun sonuna geldiğimde anlattıklarımın <B>‘Tarihten bir yaprak’</B> olması ihtimali de var. Gündem jet-ski hızında değişiyor. Hadiseler bir gün çok önemli, ertesi gün hatırlayan yok.
Hani bazı gazetelerde ‘Tarihte bugün’ gibi köşeler vardır... 50 sene önce bugün ne olmuş... Biz onu neredeyse haftalık periyotlarla yapacağız.
‘Geçen hafta bugün.’
Cumhurbaşkanlığı meselesi vardı mesela... Bu meclisten cumhurbaşkanı çıkar mı çıkmaz mı?.. Bitti gitti. Zannedersin seçim oldu ya da oturup bir mutabakata vardılar.
İnsan bir gün ara verse gazetelere, televizyona, çok şey kaçırmış oluyor. Bir yandan da kaçsa ne olacak... Meselelerin çoğu, çok çok çok affedersin ‘osuruktan tayyare’.
Siyaseti falan boş verdim, ‘Yaz geldi’ bile diyemiyorum sana. Zira bu mektup eline ulaştığında pardösülerimizi dolaptan çıkarmış olabiliriz. Hava akımları Türkiye’nin üstünden geçerken mi böyle serseme dönüyor artık...
Fakat sana hiç bayatlamayacak bir haberim var yine de.
Biz Türkler, ABD’nin aksine, yani uzay araştırmaları yerine, dünyanın dibindeki gizemi çözmeye karar verdik. Bu karar doğrultusunda arzın merkezine doğru gidiyoruz.
Gerçi bize söylemiyorlar. Yani sade vatandaşa... Çukurların başına üzerinde ‘Su’, ‘Elektrik’, ‘Kanalizasyon’, ‘Telefon’ yazan tabelalar dikiyorlar. Ama yemezler!
Her sene boru, kablo, kanal şu bu yenilenmez. İpekten midir bu kanallar ki içinden geçen iki oturak çocuk pisliğine bile dayanamıyor, zırt pırt patlıyor?
Diyeceğim, katiyen inanmam. Araştırma kazısı bunlar!
* * *
İnat ettim, seneler sonra okuduğunda da tazeliğini muhafaza etmekte olan haberler bulup çıkaracağım.
Buldum nitekim.
Güneydoğu’da 22 günde 652 kişi damdan düşmüş. Yıllar sonra bu sayı iki eksik, iki fazla olur, o kadar. Bu da lahmacun gibi ‘Güneydoğu klasiği’ oldu adeta.
Ben artık bu düşmelerin bir bağımlılık yarattığını düşünüyorum. Hayır, aksi halde bunca yıldır bir çaresine bakarlardı. Tabii afet midir bu, önüne geçilemeyen... Kader midir...
Hayır, kendim için korkuyorum daha ziyade. Zira Güneydoğu’nun benimsemediğim bir şeyi yok. Türküsü, kebabı... Neyse ki İstanbul’da damlar müsait değil.
Ellerinden öperim babacığım.
MIŞ-MUŞ
Hukukçu Kezban Hatemi, ‘Emine Hanım’ınki türban değil, başörtüsü’ demiş.
Çok şükür mesele çözüldü!
ABD’de bir şirket, erkekler için kadın memesi şeklinde stres topu üretmiş.
Şirket o toplardan biraz ayırsın kendine... Kadın dernekleri ayaklanınca lazım olacak.
Ay, Dünya’ya en kısa mesafedeymiş.
Amerika sevinsin, yol masrafı azaldı.
Yazının Devamını Oku 25 Haziran 2005
Şu insan denen yaratık çok garip. Bir zaman <B>‘Sevişelim ama çocuğumuz olmasın’</B> diye uğraştı, hálá uğraşıyor gerçi... Meseleyi büyük ölçüde çözdü sayılır fakat karşı kaldırımdan adam geçse hamile kalan kadınlar var hálá. Sonra duyuyoruz, prezervatif patlatanlar var... İnsanı canından eden kazalar olduğu gibi, böyle can veren kazalar da oluyor.
Spirali, içinde kaybolanlar var... Yirmi sene arayıp soran olmayınca spiral ne yapsın tabii... Artık kendi kendini imha mı ediyordur, bir yolunu bulup çıkıp gidiyor mudur...
Hap deseniz, içenden çok içmeyi unutan var.
Uzatmayayım bu saydıklarıma bile etkili olacak çözümler üzerinde çalışılıyor hálá. Hani neredeyse ‘doğurmak istiyorum’ diyeni bile doğurtamayacaklar.
*
İnsana garip dememse şundan:
Bunca yıldır sevişirken çocuk olmaması için uğraşırken bir yandan da sevişmeden çocuk sahibi olmanın yollarını arıyor. Bulmuş nitekim.
Kök hücreden yumurta ve sperm üretmek suretiyle ‘eş’e gerek kalmadan çocuk yapabilmenin yolunu açmış. On yıl içinde gerçekleşecekmiş bu hadise.
Gerçi daha önce sperm bankasından sperm almak suretiyle de erkek kısmı by-pass ediliyordu (N’apiim çok moda bu tabir) ama işte yine bir beyefendinin spermine muhtaç olunuyordu. Bir nevi ‘gıyaben sevişmek’ diyebiliriz buna.
Fakat bu yeni yolla kadınlar tamamen kendilerine ait çocuklar doğurabilecekler. Kök hücreden hem yumurta hem sperm üretilecek zira.
Temel’in ‘Bizim karıyla 20 senedir küsüz’ demesi üzerine dört çocuğun nasıl olduğunu merak etmişler de ‘İnadımdan sormadım’ demiş. Temel hani... Şimdi artık sorsa da aile faciası falan yaşanmaz. ‘Kendi kendime yaptım’ diyebilir Fadime. Yemin etse başı ağrımaz.
*
Aynı şekilde erkeğin de kök hücresinden, hem yumurta hem sperm üretilebiliyormuş bu yeni yöntemle.
Fakat rahim problemi var.
Nerede büyütecekler çocuğu?
Bilim adamları konunun her tarafına açıklama getirmişler, bir tek bu hususta bir aydınlatmaya rastlayamadım.
Belki elde taşınır plastik rahimler yapacaklar. Çocuk büyüdükçe hamile pantolonu misali yanlardan genişleyen...
Şeffaf olsa hatta bunlar... Çocuğa çıngırak sallanabilse dışarıdan...
‘Yok artık!’ demeyin!
Önce hayal edeceksiniz. Unutmayın, dünya hayali geniş insanlar üzerinde duruyor. ‘Yok artık!’çılara kalsa bir arpa boyu yol alınamaz.
Hem sonra ‘eş’siz hamile kalmanın yanında benim dediğim nedir ki...
Hakikaten gelinen noktaya dikkatinizi çekerim. Yıllar önce babaanneme ‘İleride böyle böyle olacak’ deseydim gözyaşları içerisinde okuyup üflerdi beni.
Diyeceğim nereden nereye geldik, başka yerlere de gidebiliriz.
*
Tabii ki işim biraz da bu olduğu için maytap geçiyorum. Yoksa bütün bu çalışmaların aslında insanlık için ne kadar faydalı olduğunun bilincindeyim. Sizleri bilim adına teessüf bildirme zahmetinden kurtarmak için bunu da ifade etmiş olayım.
MIŞ-MUŞ
Irak’a gelecek aranıyormuş.
Amerika’nın elinde vardır herhalde çeşit çeşit...
Hilton Otellerinin várisi Paris Hilton’a nişanlısı ev almış.
Ön tekerlek nereye giderse, arka tekerlek de oraya gidermiş.
Ebru Akel’in 500 çift ayakkabısı varmış.
Ben ayakları için üzülüyorum... Herhangi bir çiftle aşina olmaya bile imkánları yok.
Yazının Devamını Oku 23 Haziran 2005
<B>BUGÜN </B>övüneceğim biraz. Dolaylı olarak... İzmirliliğimle ilgili... İzmir deyince güzel kızlar geliyor herkesin aklına. Bir itirazım yok. Güzellik iyi hoş. Aksi olsaydı, mesela ‘Havasından mı suyundan mı, güzel kadın çıkmaz’ deselerdi... Bozulur insan haliyle.
Fakat şunu diyeceğim, İzmirliler kadınıyla erkeğiyle iyi insanlardır aynı zamanda... Hakikaten havasından mı suyundan mıdır... Üçüncü sayfa haberlerini takip ediyorsanız, onu bunu boğazlayan, kesen falan çıkmaz mesela. Üçkáğıtçısı, hortumcusu yoktur. Mafyası şusu busu... Varsa bile bugünlerin moda deyimiyle ‘ılımlı’dırlar İzmir’in ruhuna uygun olarak.
İstanbul’da yaşamaya başladıktan sonra bütün Ege hemşeri oldu benim için. Manisalısı, Muğlalısı, Aydınlısı... Uzakta yaşayınca böyle oluyor nedense.
Aslında İzmirliler ‘hemşerici’ değildir. Hani özellikle Karadenizlilerle falan kıyaslandığında... Fakat işte ben bizim oralardan iyi bir haber geldiğinde gururlanıyorum doğrusu. ‘Biz böyleyiz işte’ diyorum. Ayrımcılığa girmez değil mi bu?
***
Diyeceğim, yine iyi bir haber geldi bizim oralardan.
Aydın’ın Söke İlçesi’nden bir çiftçi, traktörünün kaportasına bir kuşun yuva yaptığını fark etmiş. Üç tane yumurta varmış yuvada. Ve benim hemşerim yuvayı bozmamak için, yavrular yumurtadan çıkana kadar traktörünü kullanmamış. Tam bir ay. Dikkatinizi çekerim, traktör çiftçinin ekmeği... Yani bizim bir ay arabamıza binmememiz gibi değil.
Avucunda yavrularla fotoğrafı vardı bizim gazetede. ‘İşte insan’ demişler haberi verirken... Çok doğru. ‘İnsan’ı mumla aradığımız şu günlerde buldu mu parmakla göstermek lazım hakikaten.
‘İşte insan!’
***
Bir haber daha vardı aynı sayfada... Yine bizim oralardan...
Türk Hava Kuvvetleri, kuşlar rahatsız olmasın diye uçakların rotasını değiştirdikten sonra İzmir Kuş Cenneti rekor kırmış. Flamingo ve tepeli pelikanların sayısı iki kat artmış.
Şu satırlara kadar bana alınan olduysa ‘Türk Hava Kuvvetleri’nin tamamının Egeli olacak hali yok ya!’ diyerek gönüllerini almış olmayı temenni ediyorum.
MIŞ-MUŞ
CHP’de muhalefet çatı arayışındaymış.
Temeli oturttular da...
*
Zenginler, gençlik iksiri için Çin’e koşuyormuş.
Çin ne demek... Cehennemin dibinde umut var dense bir koşu oraya da gidip gelmeye kalkarlar.
*
İstanbul dünyanın en pahalı 23. kentiymiş.
Fakat üzülmeyin, üst sıralara çıkmak için çabalar sürüyor.
*
Clinton’ın bir yasak ilişkisi daha ortaya çıkmış.
Darısı Bush’un başına. Yataktan doğrulamayınca oraya buraya da saldıramaz haliyle.
Yazının Devamını Oku 21 Haziran 2005
<B>CANIM </B>bir Hayat Bilgisi kitabı karıştırmak istiyor... Hani ilkokulda vardı.<br><br>Hálá var mı bilmiyorum. Yoksa büyük eksiklik. Teneffüslerden daha eğlenceliydi benim için Hayat Bilgisi dersleri...
Fasulyeyi ıslak pamuğun içinde o derste filizlendirmez miydik?
İpekböceğini kibrit kutusunda gözlemez miydik?
Bahçe işleri diye bir konu vardı mesela... 1 metrekare bile olsa bir bahçemin olması hevesi o yıllardan kalmadır bende.
Bugün Saatli Marif Takvimi’nin bunca takipçisi olmam bile bu sebepten olabilir. Sizce de bir benzerlik yok mu Hayat Bilgisi kitaplarıyla aralarında?
***
Hayat ne güzeldi o kitaplarda...
Yaz gelince okullar kapanır, sandıklardan yazlık giysiler çıkarılır, uzaktaki akrabaların yanına tatile gidilirdi köye...
Sonbaharda odun kömür alınır, anneler reçel kaynatırdı.
Herkes iyi, biz akıllı uslu, Karabaş mutluydu.
Bunlar değil miydi o kitaplardan öğrendiklerimiz?
Keşke hep Hayat Bilgisi tadında geçse hayat...
Hayır bunları öğrene öğrene büyüyüp sonra nasıl canavarlaştık, onu anlamıyorum. Bir de ‘çocuklukta atılır bütün temeller’ derler...
Hayat hakkında hakiki bilgilerle donatılsaydık ne olacaktı bilmiyorum. O zaman kitaba da gerek yoktu zaten. Tek cümlelik fiş yeterdi.
‘Hayat, yaşamak için öldürmektir.’
Kimbilir belki bu dediğim gibidir artık... Çoktandır Hayat Bilgisi kitabı görmedim.
Zaten şimdiki çocuklara ‘Annem reçel kaynattı’ diye bir cümle sunamazsınız.
‘Ne marka?’ diye sorarlar.
Fasulyenin plastikten hazır filizlenmişi vardır mutlaka. Renk renk...
Sayı saymak için var mesela... Artık kimse erzak dolabından cebine bir avuç fasulye alıp gitmiyor okula.
Neyse uzatmayayım.
Ben eski Hayat Bilgisi kitaplarını özledim. Daha doğrusu o kitaplardaki hayatı... Aslında hiç köyde yaşayan, misal bağbozumu zamanı yanına gittiğim dedem, dayım falan olmadı. Yani o günlerde de masal kitabı gibiydi benim için Hayat Bilgisi kitabı...
Aman, ne bileyim... Özledim işte!
MIŞ-MUŞ
AKP’lilerin üçte ikisi ABD karşıtıymış.
‘Tencere dibin kara, seninki benden kara’ durumu...
*
Türk kadını hálá ‘Evlenmeden olmaz’ diyormuş.
Dizi dizi inciyiz, pazarlıkta birinciyiz.
*
AB derin kriz içindeymiş.
Gerdek kapısında dul kalan kızlara döneceğiz anlaşılan.
Yazının Devamını Oku 19 Haziran 2005
<B>GEÇTİĞİMİZ </B>hafta gündemde iki erkek vardı. Biri geçen yıl kaybettiğimiz <B>‘Dergiciliğin duayeni’,</B> bir başka anılışıyla <B>‘Medya prensi’ Ercan Arıklı,</B> diğeri Türkiye’nin cinsel sorunlarından sorumlu <B>Haydar Dümen. ‘Medya prensi’yle yolumuz kesişmemişti çok şükür.
Çok şükür deyişim, Arda Uskan’ın ‘Güle Güle Bebeğim / Hayatın Pimini Çeken Adam: Ercan Arıklı’ adlı kitabından öğrendiklerimiz yüzünden. Yoksa daha önce kaleme alsaydım bu satırları ‘maalesef’ diyecektim. Zaten ölümünün ardından yazılanlar üstüne hakikaten burnumun ucundaki nimeti görememekten dolayı pişmanlık, öfke, üzüntü karışımı duygular yaşamıştım. Kadın ruhundan anlayan, kadına kadın olduğunu hissettiren biri... Kadın kısmı olarak ‘adam yok’ yakınması içinde bulunduğumuz günümüzde Arıklı gibi biri hakikaten ‘nimet’ olarak değerlendirilebilirdi.
Fakat işte kitaptan sonra gördük ki kaçırdığımız bir şey yokmuş. Cebinde ayarlayacağı kadınların listesiyle dolaşan erkeği kim ister... Hadi pantolonlarını numaralaması neyse de kadınlara da numara verip sıraya koymak...
Gerçi ben de ayarlamak falan deyip işi banalleştiriyorum. ‘Kadınlığı hissettirilecek kadınlar listesi’ diyelim biz ona. Zaten eminim kadınları düşündüğünden yapmıştır o listeyi. ‘Benden mümkün olduğu kadar çok kadın istifade etsin’ düşüncesiyle...
Bir söylentiye göre ünlü bir piyanist olan eşine, kendisinden boşanması için işkence olarak Ciguli’yi dinletmesi de aynı sebeptendir mutlaka. Sırada taltif edilecek kadınlar beklediğinden... E, kadın da kalmakta ısrar ettiyse... Haklı tabii Arıklı. Nimetlerden herkes yararlanmalı. Hani beş - on Arıklı daha olsa, uzun uzun oyalan! Ama yok!
Neyse... Allah rahmet eylesin.
* * *
Diğerine ise Allah uzun ömürler versin. Haydar Dümen’e yani.
Fakat anladım ki ben bir çelişkiler yumağıyım.
Okumuşsunuzdur, Dümen’in kendinden 35 yaş küçük eşi, kocasının 75. doğum günü nedeniyle gazeteye bir ilan verdi. Ve dedi ki: ‘Yüreğinin ateşini daima sıcak ellerinden bedenime akıtarak bana can verdiğin için... İyi ki doğdun Haydar.’
Şimdi mutlaka Dümen’in yüreğinden parmak uçlarına akan bir ateş vardır. İşi icabı böyle olmaya mecbur zaten. Sivilceli cilt uzmanı, şişman diyetiysen olur mu? Fakat ilanı okuyunca bir tuhaf oldum ben... Nasıl anlatsam... Annemle babamı sevişirken görmek gibi.
Ama bir yandan da herkesin ömrünün son gününe kadar hayata dair hiçbir şeyden vazgeçmemesini savunur dururum. Meğer içten içe rol biçermişim insanlara... Misal 75 yaşında bir erkek, artık G noktasıyla falan uğraşmamalı. A’da kalmalı mümkünse. Hatta alfabeyi unutsa daha iyi olur.
Böyle bir acımasızlık benimkisi. Dümen sayesinde bunu da yeni öğrendim işte!..
MIŞ-MUŞ
İstanbul’daki düğün salonlarında sigara içmek artık resmen yasakmış.
Hani kızı veriyorum diye efkárlanırsanız, bir sigara yakmak için gerdek kapısına gideceksiniz.
Clinton’la eşi Hillary, başkanlıktan sonra servet yapmışlar.
A bizdekinin tersi! Bizde genellikle iktidardayken yapılır servet.
Erdoğan, Baykal’a ‘Komünistler bile sizden ileri gitti’ demiş.
Ama kimse sizin kadar ileri gitmedi!
Yazının Devamını Oku 18 Haziran 2005
Ortaya aniden cumhurbaşkanlığı meselesi çıktı. Seçime daha iki sene varken... Hararetli tartışmalar yapılıyor. Aslında sevindirici. Ucunda ölüm olsa dahi yumurta kapıya gelmeden kılımızı kıpırdatmayız zannederdim, değilmiş demek.
Sahi kim attı bunu ortaya?..
Tayyip Erdoğan olabilir mi mesela? Herkes diyeceğini desin, birbirini yesin fakat netice olarak fikre alışsın! Yani Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olması fikrine... Özal yapardı böyle şeyler.
*
Bir dakika!
Korkmayın, bir tane de ben ‘İyi bir cumhurbaşkanı nasıl olmalı’ yazısı patlatacak değilim. Anlamam da zaten. Kalkar, karpuz seçimi tarifi verir gibi anlatırım.
Fakat yine de konunun çok uzağına düşmeyeceğim.
Şimdi cumhurbaşkanlığı için Erdoğan’ın adı geçiyor ya... Benim esas kafamı kurcalayan şey Erdoğan’ın bu görevi nasıl olup da kabul edeceği hususu.
Nedenine gelince...
Ben başbakanlığa talip olanların, Türkiye’yi parlak bir geleceğe taşımanın yolunu bulmuş da bunu hayata geçirmek için yerinde duramayan, kanı kaynayan insanlar olduğunu, fakat memleket meselelerinin öyle akşamdan sabaha çözülmesi mümkün olmadığından ilk beş senenin yeterli gelmediğini, dolayısıyla ikinci beş seneye de talip olmanın kaçınılmaz olduğunu düşünürüm.
Fakat son yılların modası ‘Çat başbakan, pat cumhurbaşkanı!’ Bugün sünnet yarın deniz gibi adeta.
Hiçbir meslekte böyle hızlı terfi görülmemiştir. Fakat bu cumhurbaşkanlığı hadisesinde üç gün başbakanlık etmek yetiyor.
Hafızanızı yoklarsanız, gelmiş geçmiş bütün başbakanların cumhurbaşkanlığı konu edilmiştir.
Hani neredeyse 23 Nisan’da on dakikalığına koltuğa oturan çocuklar bile hak görecek kendinde...
*
Genetik olarak hepimizde var olan ‘En, en, en başta’ olma hastalığından mıdır artık...
‘Daha yükseği varsa neden olmasın abi!’
Hayır, yetki de ‘en fazla’ olsa anlayacağım. Fakat ‘Yeter ki havamız yerinde olsun’ durumu var demek. Zaten atalarımızın ‘Baş ol da istersen soğan başı ol’ tavsiyesinden de anlaşılıyor.
‘Ne havası, maksat en tepeyi de zapt etmek’ dediğinizi duyar gibi oluyorum.
Haklı olabilirsiniz de, benim dediğim şey kişilerle ilgili değil pek... Ben genel olarak, henüz 50 yaşında, tam da birikimlerini ortaya koyacak çağda, en şerefli makam da olsa nispeten daha pasif bir görevi tercih etmesini anlayamıyorum sadece.
Bakın ‘iyi cumhurbaşkanı’ tarifi yapmayacağım dedim ama oldu yine. Dolaylı da olsa cumhurbaşkanının biraz yaşını başını almış olması fikri çıktı ortaya.
Diyeceğim, gençler çalışsınlar bakalım biraz... Yok öyle kaçmak!
Ha, yapamıyorlarsa, evlerine kaçsınlar.
MIŞ-MUŞ
Baykal ‘Bir başbakan ülkesini satar mı, elbette satar, Ferit Paşa satmadı mı?’ demiş.
Sıkı muhalefet istedik gerçi ama vur deyince öldürüyor.
AB büyükelçileri hükümete uyarıda bulunmuş.
‘Hayır’ları unuttular, yine bitleri kanlandı.
Tatil aşklarının ömrü 1 haftaymış.
Bu devirde adam olana çok bile!
AB ile müzakere süreci 20 yıla çıkabilirmiş.
Neyse artık... Dünyanın sonuna yetişsin de...
Yazının Devamını Oku 16 Haziran 2005
<B>‘LÜTFEN yaz!’</B> dedi kardeşim ağlamaklı...<br><br><B>‘Aynalıkavak’ı, Ayvansaray’ı, Asmalı’yı seferden kaldırmışlar.’ İstanbul dışında yaşayan okurları pek ilgilendirmiyor gerçi ama ta Hakkari’deki vatandaşın Galatasaray, Fenerbahçe taraftarı olduğuna bakılırsa İstanbul hepimizin İstanbul’u.
Anladınız... Bugünkü yazı İstanbul’la ilgili olacak.
Belki Sayın Topbaş okur, olur ya...
Biliyorum işi zor, bizim içinse ahkám kesmek kolay. Fakat bizleri bir nevi bedava danışman olarak görürse...
Hemen sadede geliyorum.
Ne mutlu bize ki İstanbul dünyanın sembolü en bol şehri. ‘Boğaz vapurları’ da bunlardan biri. Şiirlere, resimlere konu olmuş.
Fakat korkarım, misal Dolmabahçe Sarayı’nın gökyüzüne doğru uzanan çelik binaların gölgesinde kalması gibi bu vapurlar da ucube deniz motorlarına kurban gidecek.
Tamam, kalabalık hatlarda ihtiyaçtan doğdular. Fakat bu kadar mı estetikten yoksun olur bir şey... Bu kadar mı Boğaz’ın ruhuna aykırı...
Yine de kötü yapılaşma nedeniyle bu motorlarla pek bir uyum içerisinde olan yerleşimler arasında gidip gelmeleri kabul edilebilir diyelim. Ama Arnavutköy-Emirgan arasında bir avuç yolcu taşıyan minyatür vapurların yerini bu heyula gibi motorların alması neyin nesidir?
O vapurların uğradığı iskeleler nispeten ‘Boğaz köyü’ olma özelliğini koruyan yerler... Anadoluhisarı, Kandilli, Kanlıca... Ve o vapurlarla o iskeleler nasıl yakışıyorlar birbirlerine...
***
Hani zaman zaman İstanbul’a yeni semboller arıyoruz ya... Dev Fatih Sultan Mehmet heykeli gibi... Bir yandan da elimizdekileri yok etmek biraz tuhaf olmuyor mu? Sonra saltanat kayıklarıyla falan kendimizi tatmin etmeye çalışıyoruz. Bu ne yaman çelişki!
Boğaz’ın kıyısı, tepesi kadar suyun üstü de önemli değil midir? Hani ara sokaktaki evlerin boya-badanasının peşine düşülmesi iyi hoş da aynı titizliği Boğaz’ın üstüne de gösteremez miyiz?
Yetkililerin mutlaka çok önemli ve de mantıklı gerekçeleri vardır vapurların kaldırılmasıyla ilgili... Ama ben hiçbirini kabul etmiyorum. Memleketin sonunu hazırlıyor değildi ya bu vapurlar! Ha, bir tek bakıma alınmış olmalarını anlayabilirim. Gerçi hepsinin aynı anda bakıma girmesi tuhaf. Zaten görevlilerin beyanı da ‘bir daha asla’ yönünde. Tek tesellim, bizde, doğru bilgiye ulaşmanın yolunun asla o bilginin kaynağında yer alan kişilerden geçmediği gerçeği.
Bir tesellim daha var. Başkanımız mimar. Yani bu şehrin güzelliğinden iki kere sorumlu. Bir gözünden kaçsa öteki gözüne yakalanır yanlışlar.
Bu yazıya ‘Alt tarafı üç vapur’ deyip burun kıvıranlar olacaktır. Hani ne yazarsak yazalım daima yazılacak daha önemli konular olduğunu düşünenler... Onlar unutmasınlar ki ‘üç vapur, iki bina, beş ağaç’ derken geldik bugünlere... Ama bunu idrak etmek de ayrı bir duyarlılık istiyor tabii.
MIŞ-MUŞ
Sahte balın profesörü bile varmış.
‘Kraliçe arı’ya tekabül ediyor herhalde.
*
Engerek yılanlarının erkekleri dişi bulabilmek için bazen 10 km yol yapıyormuş.
Bizimkiler haline şükretsin, her metreye iki dişi dikilmiş bekliyor.
*
Paris Hilton evinin kadını olacakmış.
Nişanlısıyla günlüğü kaç dolardan anlaştılar acaba?
Yazının Devamını Oku