2 Ekim 2005
<B>İÇİNDE </B>bulunduğumuz yıllar, ileride nasıl anılacak acaba?..<br><br><B>‘Cilalı Tuş Devri’</B> olabilir mesela.<br><br>Tuşa basmadığımız an yok. Sırf ülkemizi baz alırsak, Osmanlı’nın ‘Duraklama Devri’ne karşılık bizimkisi ‘Araklama Devri’ olabilir.
Fakat bu devir esas, özellikle ülkemiz insanının rahatının kaçtığı devirdir bana göre.
Evet, rahat yüzü yok. Ki bütün gayretler insanı rahat ettirmeye yönelik.
Ama ters tepti.
Mesela şu deprem mevzuunu ele alalım.
Ben zırt pırt deprem olan bir yerde büyüdüm. İzmir’de.
Fakat ne olurdu... Bakardık sallanıyoruz, kalkar bir kapının altında durur, sallantının geçmesini beklerdik. O kadar.
Ha bir de annem, devetabanının titreyen yapraklarına bakıp depremin büyüklüğünü tahmin ederdi. Hepsi bu.
Bir dahaki sefere kadar depremin adını anmazdık. Yoktu ki bize bunu hatırlatacak ‘deprem bilmişleri’...
Önce kapı boşluğunda durmanın bir yararı olmadığını bildirdiler, sonra da bir dahaki depremin zamanını ve büyüklüğünü tahmin edip korkulu bekleyişlere saldılar bizi.
Bu bilgilenmelerin ne faydası oldu sorarım size... Kaç kişi evini güçlendirdi, kaç kişi yıktı, kaç kişi göçtü...
Sadece rahatımız kaçtı. Depremden olmasa korkudan öleceğiz.
* * *
Gelelim AB’ye...
Hay kimin aklına geldiyse oraya girme işi...
Giremeyeceğimiz gibi 50 sene içimiz hun olacak.
Sonra şu diyet meselesi...
Kolesterol, lipit, şeker, vs. ölçtürme merakı...
Bunlarla ve de diyetle tanıştığımız günden beri herkesin kolesterolü yüksek, herkesin damarı tıkalı, herkes şeker hastası.
Daha yeni ‘dünyanın en kabız ülkesi’ çıkmışız. Oysa topluca kepeğe dönüşeceğiz neredeyse.
Bu hususta da sadece rahatımız kaçtı. Eskiden tok gidiliyordu öteki tarafa hiç olmazsa...
Teknoloji mesela...
Cep telefonu kime mutluluk getirdi... Kendisiyle ne haltlar karıştırıldığını görüyoruz. Her gün yeni bir pisliğe alet oluyor. İnsanoğlunun canavar tarafını ortaya çıkarmaya yaradı bir tek.
Daha böyle onlarcasını sayabilirim.
Vallahi devir ‘mutsuzluk devri’ arkadaşlar!
MIŞ-MUŞ
11 bin kişiyle yapılan araştırmada, en çok evli kadınların cinsel sorun yaşadığı görülmüş.
E, tabii o sırada kocalar dışarıdaki bekár kadınların cinsel sorununa çare olmak üzere koşuşturduğundan...
Erdal İnönü, ‘Bilimde AB’den geriyiz’ demiş.
Aman AB’nin aklına getirmeyelim şimdi! Bir onun farkında değiller.
Kuzey Kutbu’nda 55 yıllık buz kalmış.
Durun bakalım, biri çıkar da yerden soğutma sistemi falan döşer belki.
Nasreddin Hoca’nın maya çaldığı Akşehir Gölü bataklık olmuş.
E, duysa da pek tınmaz herhalde, o da yoğurt yapıp yiyecekti gölü.
Yazının Devamını Oku 1 Ekim 2005
Neredeyse moda oldu...<br><br>Psikiyatrı olmak. Bir kesimde tabii. Prestij meselesi bile diyebiliriz. Çocukları Amerika’da okutmak gibi falan.
Aşçı, uşak, şoför, hizmetçi dörtlüsünün zenginlik sembolü sayılması Belgin Doruk’un filmlerinde kaldı. Sonraları terziyle kuaför eklendi o dörtlüye ama onlar da yeterli değil artık. Şimdi estetikçinizle psikiyatrınız olacak.
Hazır bir psikiyatrınız varken arada depresyona da gireceksiniz tabii. Bu da size ayrı bir değer katacaktır.
Şöyle izah edeyim:
Depresyona kimler girer?
Duyarlı insanlar. Ve de akıllı, düşünen... Ki bir grup entelektüelin depresyondan hiç çıkmamasının nedeni de budur. Hani ne entelektüel olduklarını dosta düşmana bildirmek açısından...
Bu durumda ‘Cemiyet hayatının renkli simaları’ diye tanımlanan kesim bir taşla iki kuş vurmuş oluyor anlayacağınız.
Ben de haddim olmayarak zaman zaman depresyona girmeye niyetleniyorum.
Fakat ne mümkün... Dedikodular yüzünden derhal vazgeçiyorum.
Yakın çevremden birisi de çıksa aklımın ya da paramın çokluğuna bağlasa depresyonumu...
Katiyen.
‘Hayatında bir erkek yok da ondan’ diyorlar.
Hay sizin tespitinize...
Oysa bir araştırma yapılsa eminim psikiyatra giden kadınlardan evli ya da sevgilili (TDK’ya hediyem olsun) olanların sayısı bekárlardan çoktur.
Benim durumuma dense dense ‘Rahat battı’ denebilir, o kadar.
Mezuralar elimizde
Mezuralar elimizde.
Silikonlar mememizde!
Efendim, memenin altın ölçüsü açıklandı geçenlerde... Meme başınızla boyun çukurunuz arasındaki mesafe 19-21 santim ise ne álá.
Fakat hiç sanmıyorum. Her şeye şüpheyle yaklaşan biri olduğumdan bu ölçünün doğruluğundan da şüpheliyim. Belki de ideali 25 santim... Ne bilelim biz. Fakat 22 santimi gören estetiğe koşsun diye... Olur mu olur.
Kadın kısmına rahat yok şu dünyada. Erkek kısmına da yok gerçi. Onların da elinde mezura. Fakat erkeklerin ölçecekleri topu topu bir yerleri var. Bizimki ise ölç ölç bitmiyor.
Bel, kalça, göğüs, bacak çevresi, burun ucuyla kaş arası, boy, kilo... Biri uysa öteki uymuyor ideal ölçüye.
Kimi örnek alıp saptıyorlarsa artık bu ideal ölçüyü... Mankenler bile ha bire orasını burasını yaptırdığına göre...
Fakat hakikaten kim icat ettiyse bu estetik işini... Bundan isabetli bir ticaret sahası yok. Kadın kısmının zafiyetinin sonu gelmeyeceğine göre tükenmez bu pazar.
Çok basit... Çıkıp bir ideal ölçü açıklayacaksınız... Ondan sonra Allah bereket versin.
MIŞ-MUŞ
Başbakan’ın Türkçesi tartışılıyormuş.İki kere ikinin dört olduğu tartışılır mı?
Clinton, depremden sonra geldiği Kocaeli’nde kucağına alıp sevdiği Erkan’a mektup yazmış.
Bu çocuğun hayatının evreleri herkesten farklı olacak... ‘Clinton’ın kucağına çıktığım yıllar’, ‘Clinton’dan mektup aldığım yaşlar...’
Kongo ile askeri işbirliği yapıyormuşuz.Hayırdır, ‘tamtam birliği’ mi oluşturuyoruz?
Yazının Devamını Oku 29 Eylül 2005
<B>BAKTIM </B>her sene bir eylül yazısı yazmışım. Klasik olmuş adeta. Bu sefer geciktim biraz. Yaz kısa sürdüğü için olabilir. Aklım sıra eylülü görmezden gelirsem biraz daha uzatmış olacağım yazı... Malum, eylülü sararan yaprakları, boşalan yazlıkları anmadan anlatmak olmaz. Oysa sıcaklar konusunda hevesim kursağımda kalmış benim... Hazırlıklı değilim sonbahara.
Sahi ne oldu o beklenen sıcaklara... Adı vardı sanı yoktu.
Gerçi meraklısı değilim kavrulmanın ama insan ‘Aman artık kış gelsin’ dedirtecek kadar ısınmak istiyor. Hani kışın kıymetini bilmek açısından...
***
Neyse... Olan oldu artık. Eylül bile bitiyor.
Son senelerde dikkat ettiniz mi bilmem, sonbaharın ‘dökülen yapraklar’ rutinine bir şey daha eklendi.
‘Bilmemne gribi.’
Gerçi gelmesi kışı buluyor ama her sene eylülde bir grip yola çıkmış oluyor. Bir yerlerden... Bu sene Rusya’dan çıkmış geliyormuş. ‘Kuş gribi.’
Fakat isimler çok önemli. Yani psikoloji açısından.
Şimdi mesela istedikleri kadar ‘öldüre öldüre geliyor’ desinler adı ‘kuş gribi’ ya... Şöyle söyleyeyim, nasıl ki yakışıklı bir Abuziddin veya çirkin bir Leyla düşünemezsem ‘kuş gribi’ de sanki asla öldürmezmiş gibi geliyor.
Kuş dediğiniz dünyanın en sevimli yaratığı... Her tarafı grip olsa ne olur...
***
Biz yine eylüle dönelim. Nihayetinde bu bir eylül yazısı...
Aslında eylül için üzülmüyor değilim. Ayların en güzeli gümbürtüye gidiyor. Daima.
Dokuz ayın çarşambası bir araya geliyor zira.
Yazlıktan dönüş...
Boya badana...
Okulların açılması...
Ev değiştirme...
Kimsenin kıyıdaki sandalların hafif rüzgárla sallanışını seyredecek zamanı yok.
Nitekim bu eylülü de idrak edemedik.
MIŞ-MUŞ
İşsizlik azalırken işsiz sayısı artıyormuş.
Bu tuhaflık da ancak Türkiye’de olur.
*
Öğretmenler bu yıl çok çalışacakmış.
Zaten çoğu ancak ikinci iş sayesinde geçinebiliyordu, bu yıl üçüncüye de ihtiyaçları olacak herhalde.
Alışveriş bağımlılığı salgın hastalık gibiymiş.
Akmerkez karantina bölgesi!
Yazının Devamını Oku 27 Eylül 2005
<B>KONU </B>bayatlamaya yüz tuttu gerçi ama ben de iki laf söylemek istiyorum.<br><br><B>‘Tuğçe Kazaz, Hıristiyan oldu’</B> deniyor günlerdir... Bu ne derece doğru bir ifadedir?
Başka bir dine geçmek için önce başka bir dine mensup olmak gerekir. Tuğçe’yi namaz kılarken gören olmuş mu hiç?
‘Parayla imanın kimde olduğu belli olmaz’ derler gerçi...
Peki Tuğçe’yi bir kenara bırakalım. Birinin nüfus káğıdının din hanesinde ‘İslam’ yazıyor olması o kişinin illa ki Müslüman olduğu anlamına mı gelir?
Kaç kişi Müslümanlığın ne olduğunu merak etmiş, Kuran’ı okumuştur?
Kabul edelim ki çoğu kişinin Müslümanlık’la ilişkisi öteki dünyaya uğurlanış biçiminden ibarettir. Ha, bir de başı sıkışınca Allah’ın adını anmak var ki bu, herhangi bir dinin mensubu sayılmak için yeterli midir bilmiyorum.
Yani demek istiyorum ki, ‘Vah vah Tuğçe Hıristiyan oldu!’ diyenler ne kadar Müslüman’dır?
Adımız gibi dinimizi de hazır buluyoruz. Dediğim gibi merak bile etmiyoruz mensubu olduğumuz din ne der, ne buyurur...
Şu, kadınların örtünmesi mevzuu mesela... Bu hususta konuşmayan, yazmayan, çizmeyen kalmamıştır herhalde. Fakat kaçımız Kuran’ı açıp da bu konuyla ilgili sureyi okuduk?
***
Tuğçe başında kavak yelleri esen bir kızcağız. Belli ki körkütük áşık. Hepimizin başından geçti. Sevgilisine bir hoşluk yapmak istedi herhalde. Belki önce adını kazıtmıştır vücuduna... Sonra bu kesmeyince...
Bilmiyor ki din değiştirmenin ne manaya geldiğini... ‘Seni seviyorum’ diyor aklı sıra sevgilisine... Yoksa Hıristiyanlığı öğrenip de daha önceden sular seller gibi bildiği Müslümanlığa tercih etmiş değil. Tuğçe için bu iş bundan böyle İstanbul’da değil de Atina’da yaşamaya karar vermek gibi bir şey.
Biz fazla büyüttük bunu. Ha, Zekeriya Beyaz değiştirir dinini de anlarım.
***
Fakat şu da var. Şimdi Tuğçe Kazaz, Hıristiyanlığı seçince ‘Ne anlar ne bilir’ diyoruz da, Müslümanlığı seçenler neden daima düşünüp, inceleyip, araştırıp tercih etmiş oluyorlar dinimizi?
Müslüman kızlarla evlenen Hıristiyanların hepsinin kadın aşkıyla değil de din aşkıyla sünnet olduklarını sanmıyorum. Vardır içlerinde Tuğçe Kazaz gibiler...
Bilinçli ya da bilinçsiz... Bu geçişler pek de anormal olmamalı. Erkek olarak geldiği dünyadan kadın olarak gidenler bile varken...
MIŞ-MUŞ
AB ülkelerinde yapılan araştırmaya göre bu ülkelerde yaşayanların siniri bozukmuş.
Yaşasın! Bari bu konuda yasaya falan gerek yok, yüzde yüz uyum içerisindeyiz.
*
Maliye Bakanı Unakıtan, özelleştirmeye yönelik eleştirileri yanıtlarken ‘Tıkırları iyi, tutturmuşlar satılmasın da satılmasın... Yok baba, bu devir geçti’ demiş.
Hep ‘halkın içinden çıkma’ yöneticilerimiz olsun isterdik. Allah fazlasını verdi çok şükür!
Yazının Devamını Oku 25 Eylül 2005
<B>BAŞLIKTAN </B>da anlayacağınız üzere test çözeceksiniz bugün sevgili okurlar. Gelmiş geçmiş bütün ilişki testleri gibi bu da kadınlar için tabii. Siz bunun asla farkında değilsinizdir(!) elbet ama sevgiliyle/eşle ilişki üç evreden oluşur.
1. Cicim ayları: Bu evre, beraber olmanın bir zevk, on dakika ayrılığın bile işkence olduğu günleri kapsar.
2. Bıkım ayları: Karşıdaki artık hiçbir mana ifade etmez. Ancak ilişkinin bitmesi ihtimali belirdiğinde sevgili ya da eş her kimse, kıymete biner.
3. Yıkım ayları: Sevgilinin/eşin varlığı bir dert, yokluğu yeniden doğuş demektir.
Durun bakalım siz hangi evredesiniz... Daha doğrusu durmayın testi çözün.
* * *
1. Sevgiliniz/eşiniz markete yoğurt almaya gitti diyelim... Ne düşünürsünüz?
a) Arkasından şiir yazarım.
b) Gittiğinden ancak döndüğünde haberim olur.
c) ‘Gidişi olur dönüşü olmaz inşallah’ derim.
2. Bir akşam oturup dururken sevgilinizin/eşinizin cep telefonundan ‘mesaj düdük sesi’ geldi... Ne yaparsınız?
a) İntihar ederim.
b) Kendimi TV’deki filme kaptırdığımdan duymam.
c) ‘Şükür, başımdan gidiyor galiba’ diye düşünürüm.
3. Sevgiliniz/eşiniz bir partide bir sarışına ilgi gösterdi... Ne yaparsınız?
a) Göstermez ki bitanem...
b) Parçalarım.
c) O sırada ben de bir esmere ilgi gösterdiğimden...
4. Sevgiliniz/eşiniz beraber ilk yoğurtlu bakla yiyişinizin yıldönümünü unuttu... Ne olur?
a) O gün, ileride kutlanacak yeni yıldönümlerin başlangıcını şeyttiğimizden hiç önemli değil.
b) Ben hatırlatmasını bilirim.
c) Yoğurtlu bakladan nefret ederim zaten.
5. Sevgilinizin/eşinizin burnunun ucunda sivilce çıktı... Ne yaparsınız?
a) Sivilceye ‘bebişim’ falan gibi isimler takar, öper okşarım.
b) Sıkar, patlatırım.
c) ‘Şahken şahbaz oldun’ derim.
* * *
Sonuç:
a’lar çoğunluktaysa, daha Hanya’yı Konya’yı anlamanıza çok var demektir.
b’ler çoğunluktaysa, yuvarlanıp gidiyorsunuz... Fakat sizinkinin yuvarlanırken bir 90-60-90’a çarpması yakındır.
c’ler çoğunluktaysa, masal olmanıza pek bir şey kalmamış. Fakat elbet Leyla ile Mecnun gibi değil, Hülya ile Kaya gibi.
* * *
Son söz: Ey büyük Allah’ım, kadın kısmı olarak nerede yanlış yaptık da bize ait dergilerin bizden olan yöneticileri bile hepimizi geri zekálı yerine koyuyor?
MIŞ-MUŞ
Türk tasarımcı, bükülüp rulo yapılan cep telefonu tasarlamış.
Bu durumda bakarsınız fotoğrafın yanı sıra endoskopi de yapılabilir telefonlarla...
Orta yaşı geçmiş çiftler için en uygun cinsel ilişki zamanı, sabahın erken saatleriymiş.
Türkünün ‘Sabahın seher vaktinde Ali’yi gördüm-Yüzümü dizine sürdüm’ dediği buymuş demek...
Yazının Devamını Oku 24 Eylül 2005
Semra Hanım hálá ders veriyor. Oğlunun cenazesinde <B>‘Medyanın damadı... Görün halini. Siz çocuklarınıza sahip çıkın’ </B>diye bağırmış. Bir öğüt de ben vermek isterim. Çocuklara...
‘Semra Hanım gibi anneniz varsa kaçın!’
Ana hakkı falan tamam da, Ata’nın sonunu hazırlayan etkenlerden birinin de annesi olması ihtimali sıfırdır diyebilir misiniz?
Hadi neyse... Kimin kişiliğinde olursa olsun ‘annelik’ başka bir hal. Yeğenim doğum sancısı çekerken annemi arayıp ‘Bugüne kadar bir saygısızlığım olduysa affet anacığım’ deme ihtiyacı duydum.
Yani anneliğini bir kenara bırakalım. Fakat Semra Hanım hakikaten bir vakaymış.
‘Mış’ diyorum çünkü program sırasındaki bir sürü şeyin kurgu olduğunu düşünüyordum. Semra Hanım’a bu rol düşmüştü demek... Ya yanılmışım ya da rolünü fazla benimsemiş Semra Hanım...
‘Semra’lar yıkılmaz, yenilmez’ hali oğlunun ölümünde bile devam ediyor.
‘Hiç üzgün değilim’ demesi... Üzgün olursa gol yemiş olacak sanki... Düşmanları sevinecek...
Böyle Semra Hanım gibi çok var... Asla acısını belli etmeyen... Karşıdakini üzmemek için değil ama... Sevindirmemek için.
Çocukluğunuzu düşünün... Tekmeyi yiyip ‘Hiç acımadı ki!’ diyen tipleri hatırladınız mı?
Semra Hanım onlardan...
Ha artık saklayamayacağı kadar büyükse başına gelen felaket, onu da sıradan insanlarınkinden ayrıcalıklı kılmanın bir yolunu buluyor. ‘Oğlum şehit oldu’ diyebiliyor mesela...
Semra Hanım’a dost bir psikiyatr eli uzanmalı.
İstikbalimi gördüm
Neden hep beni bulur böyle şeyler...
İş güç arasında yarım saatlik bir çay molası vermek için Boğaz’ın kıyısında bir yerdeyim...
Önümdeki masada bir kadın oturuyor.
Yalnız.
Sırtı bana dönük.
Mütemadiyen konuşuyor.
Herhalde telefonla...
Fakat o da ne... Elinde telefon yok.
Evet, kendi kendine konuşuyor.
Hiç aralıksız.
Arada kararlılığını belirtir biçimde eliyle masaya vuruyor.
Artık gazete falan okuyamıyorum, gözüm kulağım onda.
Garsonlar hiç ilgilenmiyorlar.
Belli ki her gün geliyor. Alışmışlar duruma yani.
Düzgün giyimli, derli toplu, 35 yaşında falan olmalı.
Bunun tipi mi olur diyeceksiniz ama, hiç ihtimal vermezsiniz kendi kendine konuşacağına...
Kalkıp karşı sandalyeye geçiyor.
Bu sefer suskun.
Dinleyenin yerine geçtiği için belki.
Ya da benimle göz göze geldiğinden olabilir. Yaptığının farkında belki ‘deli’ damgası yemek istemiyor.
Belki de çok akıllı. ‘Anlatma sırrını dostuna, o da anlatır dostuna’ demiş atalarımız... O da tedbir olarak boş sandalyeye anlatıyor.
Veya ben gelmeden önce karşısında biri oturuyordu da adam ya da kadın her kimse, dinleyebilme haddini aştığından kalktı gitti.
Ki yakında benim de başıma gelecek olan budur. İstikbalimi gördüm diyebilirim. Yani insanların kaçıp gitmesi an meselesidir. Öyle çok konuşuyorum... Anlata anlata bitiremedim.
Peki size niye anlattım şimdi ön masadaki kadını?
Yani bu yazının anafikri nedir?
Hiç.
Habire dudağını kıpırdatanı çok görmüştüm de bu kadar aşikár konuşanına hiç rastlamamıştım.
Durmadan bir şey anlatacağım ya... Bunu da anlattım işte.
MIŞ-MUŞ
Afrodit Banu Alkan’ın 11 yıllık sevgilisi evlenmiş.
Olsun, Banu Alkan’ın kendi aşkı kendine yeter!
Başbakan Erdoğan, New York’ta modacı Atıl Kutoğlu’na ‘Naomi’yle çalışmak çok zor mu?’ diye sormuş.
Aslında bu haber Papa-genelev hikáyesinde olduğu gibi ‘Başbakan New York’a iner inmez Naomi’yi sordu’ şeklinde verilebilirdi.
Bir zamanlar Time dergisine kapak olan Türk halteri doping yüzünden aforoza uğramış.
Biz insanları öyle uzun uzun şaşırtmayı sevmeyiz!
Yazının Devamını Oku