7 Ocak 2006
Perşembe günü, "çat kapı" gelen kitaplardan bahsetmiştim... Onlardan biri... "Tembel Kızların Seks Rehberi." İsminle müsemma, Dekolte Yayıncılık basmış. Yazarı Anita Naik. "Seks" deyince akan sular duruyor. Bir merak durumu hasıl oluyor.
Fakat merakın kediyi öldürdüğü gibi başka şeyleri de öldürdüğü kanaatindeyim.
Mesela bu sözünü ettiğim kitap cinselliğinizi öldürebilir, ki tam tersine iyi seks yapmanız için kaleme alınmış.
Belki de tuhaflık bende.
Mesela siz orgazm esnasında bedeninizde neler olup bittiğini bilmek ister misiniz?
Ben istemem.
Çünkü o anda aklım o bilgilere takılır, dikkatim dağılır.
Takip etmeye çalışırım; yay gibi gerildim mi gerilmedim mi, pelvis ve büzgen kasları hakikaten 0,8 saniyede bir mi kasılıyor, aerola şişti mi şişmedi mi, bilmemnerede çekme var mı yok mu...
Fakat istemesem de bugün itibarıyla öğrenmiş bulunuyorum. Maalesef.
"Ayol bunlar çocukların bile bildiği şeyler" diyeceksiniz.
Olabilir. Belki de gençlik ondan bu kadar mutsuzdur. Herşeyi erkenden öğrenmekten.
Hem hepsi bu değil. Müstehcen kaçar diye aktarmıyorum buraya. Şöyle söyleyeyim, orgazm orgazm olalı böyle detayına girilmemiştir.
Beni korkutan, detaya girildikçe esas mevzudan uzaklaşılması ihtimali. Ve bunun sonunda orta yerde öylece kalakalma durumu.
*
Sırf bu konuda değil.
Bir gün bir yerde, bir parça çikolatanın vücuttaki yolculuğu sırasında pankreasın, karaciğerin girdiği halleri okumuştum da... O gün bu gündür çikolatanın tadına varamıyorum. Ki en sevdiğim şeydir. Hadi, bu biraz da sağlıkla ilgilidir, aynı kefeye koyamayız diyelim.
Fakat ben huyumu biliyorum. Mesela artık en münasebetsiz bir anda "Bu dokunduğum yerin adı neydi?" diye takabilirim aklıma. "Frenulum"u buluncaya kadar kimse benden hayır beklemesin!
Ama siz bana aldırmayın.
Ne demişler... "Ana-babamdan önde, çocuklarımdan geride."
Kahve falı gibi
"Benimki beni seviyo mu?"
"Dükkánı iyi bir fiyata okutabilecek miyim?"
"Kaynanam evi üstümüze yapacak mı?"
"Bir yavrum olacak mı?"
"Ufukta nikah var mı?"
"Emre’ye mi yoksa Sinan’a mı versem? Yani gönlümü..."
Böyle aklınızı kurcalayan sorular varsa ilaç gibi gelecek bir kitap var piyasada. "Cevaplar Kitabı." Remzi Kitabevi’nden çıkmış. Bu da "çat kapı" gelenlerden. Bir nevi kahve falı gibi. Bir tek kaç vakte kadar olacağını söylemiyor.
Bir de ne de olsa kitap tabii. Kahve falını karizmasına yediremeyenler için ideal.
Kitabın, ruhuna uygun bir görüşünü de var. Siyah küçük bir kutu gibi adeta. Siyah gizemlidir ya. Ev, kutu da öyle. İçinden ne çıkacak?
Zaten soruyu öyle arkadaşınıza saati sorar gibi birden sormuyorsunuz. Bu esnada bir elinizin avucunu kitabın kapağına yerleştirmişken öteki elinizin parmaklarıyla sayfaların kenarlarını arkadan öne doğru okşuyorsunuz.
Dikkat edin ama önden arkaya doğru okşarsanız olmaz! Yanlış cevap alabilirsiniz.
Sonunda ama nasıl sonunda... Zamanın doğru olduğunu hissettiğinizde parmağınızın durduğu yerden kitabı açıyorsunuz.
Ve cevap.
Ben sizin için 90 saniyemi ayırıp yukarıdaki soruları sordum.
İşte sırasıyla cevaplar:
"İyi niyetle çabalarını sürdür."
"Bekle ve ne olacağını gör."
"Gülünç olma."
"İşbirliği çok önemli."
"İşine odaklanman daha doğru olacak."
"Daha cömert ol."
Kendim için de sordum bir sürü. Hiç abuk sabuk bir şey çıkmadı. Eğlenceli vallahi.
MIŞ-MUŞ
Baykal "Bu yıl seçim şart" demiş.Seneye iktidar partisi iyice yıpranmış olur, halk CHP’yi iktidar yapar diye korkuyor zahir.
Babam ve Oğlum Erdoğan’ı da ağlatmış.Devlet millet el ele!
Erkeklerin evde spermlerini sayabilecekleri alet geliştirilmiş.Benim bildiğim erkek kısmı gece gizlice sayar spermini, sonra da kırar atar o aleti.
Yazının Devamını Oku 5 Ocak 2006
KİTAPLAR için ayrı ev açayım diyorum.<br><br>Vallahi. Artık aynı evde barınmamız zor. Onlar giderek çoğalıyor, ben giderek sıkışıyorum.
Kitaplık çoktan "Yerimiz yoktur" levhasını astı da duvarların dibinde de yer kalmadı. Ben de artık orta yerde oluşturuyorum kitap kulelerini.
Ev, hasat sonrası tarlayı andırıyor. Hani ürünü öbek öbek yığarlar...
Biraz daha "entelektüel" bir benzetmeyle anlatmak gerekirse, İl Halk Kütüphanesi’nde tadilat var da kitapları getirip bizim eve yığmışlar zannedilebilir.
"Çok okuyorum" diye övünmek maksadıyla anlatmıyorum. Okuyorum gerçi ama büyük bir kısmını seçip almış değilim. Kendileri geldiler. Çat kapı...
Sırf bana değil, bütün köşecilere gidiyorlar. Neredeyse her gün poşetler dolusu.
Tamam, kitap bolluğuna seviniyor insan da... Bilim adamları da ömür uzatma hususunda ellerini çabuk tutsalar bari. Mevcut ömürle uyumak dahil bütün eylemlerden vazgeçsem yine de okumaya yetişemem bunların tamamını.
Hayır bir gün bir kitap yığınının altında kalacağım... Herkes "kitap"tan hapishanede yatarken benim hastanede yatmam tuhaf kaçacak.
"Kitabın kalça kırığına sebep olduğu ilk vaka"da kalça sahibi olarak tarihe geçerim artık.
Elbise gibi de değil ki mübarek modası geçenleri kaldırıp atasınız...
Herkes ne yapıyor bilmiyorum.
Köy okullarına göndermek falan var tabii. Ama bunun için oturup bir ayıklama yapmak gerekiyor ki hayatta en sevmediğin iş nedir diye sorsalar, budur.
Hadi ruhumu razı ettim diyelim fakat huyumu biliyorum. Neticede elimde 3, bilemediniz 4 kitapla çıkarım ortaya. Onlarda da aklım kalır.
* * *
Şimdi habire "Zihni Sinir" projeleri geliştiriyorum.
Bütün odaların tavanına alçıdan kademeler yaptırsam... Kademelere kitapları dizsem...
Veya tekerlekli portakal kasaları nasıl olur?
Doldurup doldurup yatakların altına sürerim.
Kolilerin de altına tekerlek taktırılabilir gerçi ama koliye giren kitaba bir daha ulaşılamıyor nedense. Bu portakal kasaları "yarı açık koli" gibi bir nevi. Daha kullanışlı olabilir.
Bir de saksılar olabilir.
Hani pencerelerin önüne dizilen uzun, dikdörtgen, plastik saksılar... Onları pencerelerin iç önüne taktırsam... Tek sıra dizsem kitapları...
Belki de iç duvarları tamamen yıktırıp odaları birbirinden kitaplarla ayırmak en iyisi.
Bakacağız artık...
Size bir son dakika haberi veriyorum, kapı çalındı bir poşet geldi yine. 9 tane kitap çıktı içinden. Hakikaten yer yok. Bunları elimde gezdireceğim artık...
MIŞ-MUŞ
Türkiye, doğalgaza bağımlılıkta lidermiş.
B.ktan durumların doğal lideriyizdir zaten.
Dünyanın 7 Harikası değişiyormuş.
İçinde bizim habire yapılmakta olan sitelerden biri yoksa şaşarım!
Baykal, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı konusunda "Aslan yatağına tilki yakışmaz" demiş.
Memlekette aslanın kıtlığına kıran girmesine karşılık tilkide bir nevi seri üretime gidilmişse ne yapacaksınız?
Yazının Devamını Oku 3 Ocak 2006
GERÇİ merak ettiğiniz bir şey kalmamıştır.<br><br>Kehanet kehanet üstüne zira.<br><br>Fakat "Fazla kehanet göz çıkarmaz" diyerek buyurun benden de bir tane!
***
Hülya Avşar, Kaya Çilingiroğlu’ndan spermlerini bir tüpe koyup göndermesini isteyecek.Tayyip Erdoğan, Türkiye’yi ziyarete gelecek.
Kapkaççılar, İstanbul’un çeşitli yerlerinde "irtibat büroları" oluşturacaklar. Herkes çantasını götürüp bu bürolara teslim edecek.Alt ve üst kimliğin üstüne kaçak kat çıkılacak.
Seda Sayan kendine yeni bir koca yapacak.2005’te döşenen kaldırımlar sökülecek.
Yazının Devamını Oku 1 Ocak 2006
BANU Alkan’la sevgilisini, daha doğrusu eski sevgilisini veya tavırlarına bakılırsa hiçbir zaman sevgilisi olmamış o adamı seyrediyor musunuz? Bir eve koydular ya ikisini...
Ben de yeni gördüm aslında. Nasıl başladı, ne amaçla girdiler oraya, bu bir yarışma mıdır, eğer öyleyse birinin ötekini yenmiş olması için neyi başarmış olması gerekiyor, falan filan... Hiç bilmiyorum.
Bildiğim, adamın Afrodit’imize mütemadiyen hakaret ettiği, buna karşılık Afrodit’in "aşk"ının her dakika büyüdüğü, seyircininse delirdiği.
* * *
Size de olur mu bilmem... Mesela akrobatları seyrederken olur bana. Bir ayaklarıyla bisikletin pedalını çevirirken, öteki ayaklarıyla çember çevirirler; bu arada ellerindeki bilmem kaç topu havaya atıp tutarlar; aynı sırada kafalarında da su dolu bardak taşırlar hani...
"A bu kadar da olmaz!" der, insanoğlunun beceri kazanmadaki sınırsızlığına şaşarım. Yeter ki istesin demek.
Banu Alkan’da da aynısı oluyor. Seyrederken sabrının, hoşgörünün, dayanma gücünün mü, "aşk"ının büyüklüğünün mü, yoksa gurursuzluğunun mu demeliyim sınırsızlığına hayret ediyor insan.
Hepimizin var mı acaba böyle her şeye gelir bir yanımız?
Afrodit saf değiştirmiş adeta.
"Tapılacak", hatta "tapılacak" da değil, "her daim tapılmakta" olan bir kadınken izmarit misali üzerine basılacak bir kadın olmuş.
Sabah sabah beyaz geceliğinin üstüne taktığı beyaz incimtrak kolyesiyle bildiğimiz Afrodit de... Gerisi bildiğimiz Anadolu kadını. Vefakár, cefakár...
Ev kadınlığıyla prenseslik arasında gidip gelmelerine, fakat iki tarafa da varamayışına; 90-60-90’ın, önden ya da yandan ama tek boyutlu olarak doğruluğuna bakınca ağlamak geliyor hakikaten içimden.
"Züğürt Ağa"yı çağrıştırıyor.
Ekranda Afrodit’in emekliliğe ayrılışını izliyoruz adeta.
* * *
Ne oluyor ayol bana?
"Sabah programı konuğu"na döndüm.
İnsan kaptırıyor kendisini vallahi. İnanıyor.
2006’ya "aptal" olarak başladım, hadi bakalım hayırlısı!
MIŞ-MUŞ
Baykal "Erdoğan’ın anladığı dilden konuşuyorum" demiş.
Ha, şu "üç nokta" mevzuu. Onlar aralarında iyi anlaşıyorlar da bizim durumumuz (...)’tan.
Melih Gökçek, Bentderesi’nde yıkacakları genelevin yenisi için referandum yapacakmış.
Erkeğin ne istediğini kadınlarla yaşlılara soracak!
Erkeklerin internetteki ilgi alanı porno, kadınların ise dinmiş.
Biri "hayat"ın peşinde, öteki "hayatın peşi"nin peşinde.
Yazının Devamını Oku 31 Aralık 2005
Yanar yanar onca ‘mavi sıvı emici’nin ne olacağına yanarım.<br><br>Biraz daha bekleseler de stoklar tükense hiç olmazsa. Ne çok da çeşidi çıkmıştı...
Kısa kanatlısı, uzun kanatsızı, hem uzun hem kanatlısı... Geceliği, gündüzlüğü, her günlüğü...
‘Abiye’sinin eli kulağındaydı... Şöyle kenarları dantelli...
Anladınız bahsettiğim şeyin ne olduğunu.
Haberi de duymuşsunuzdur.
Kadınlar artık adet görmeyecekler.
Böyle bir döneme girmek üzereyiz. Toptan menopoza giriyoruz da denebilir.
Yeni çıkan bir hap sayesinde.
365 gün bu hapı yutan, adet yüzü görmeyecek.
Tabii eğer isterseniz. Yoksa devlet zoruyla içirecek değiller.
Fakat bundan kurtulmak istemeyecek kadın yoktur herhalde.
28 günde bir... Ne 28’i, düşün 28’den ortalama 6 günü, 22 günde bir, bir başka deyişle senenin 72 günü hayat iptal.
Ağrılar, sızılar, şişkinlikler...
Gerginlik, asabiyet, hatta cinayet işleme isteği...
Fakat her şeye rağmen bu ‘Doğan’ın yengesi’yle oynamak değil midir? (Fıkrayı bilenler bilmeyenlere anlatsın.)
Maazallah, kadın birkaç sene sonra, misal 1,70 metre boyunda, 60 kilo ağırlığında bir kan pıhtısına dönüşür mü?
Korkarım ben böyle şeylerden.
Hem dediğim gibi, ne olacak sektörün hali?
Hadi onlar ağırlığı çocuk poposuna verirler diyelim, libidosu düşük kadınların hali ne olacak peki?
Daha önce çamaşır makinesinin icadıyla, leğenle beraber ellerinden alınan ‘yorgunum’ bahanesi, şimdi de bu ‘adetsizlik’ hali.
E, bir baş da 360 gün ağrımaz ki kardeşim!
Düzayak kimlik
Size bir haberim var. Alt kimliğim yokmuş benim.
Vallahi.
Ben de yeni öğrendim.
Haftalık Dergisi, son sayısında Türkiye’de hangi alt kimlikten ne kadar insan olduğunu araştırmış.
Lakin benden bahis yok!
Baktım, hiçbir gruba girmiyorum.
Kürt, Laz, Çerkez değilim...
Boşnak, Gürcü, Arap değilim...
Çingene, Hemşin, Pomak, Arnavut değilim...
Ermeni, Rum, Yahudi değilim...
Türkmen, Yörük, Tatar, Tahtacı, Terekeme, Karaçay, Azeri değilim.
Kimim ben?
‘Diğerleri’ne mi dahilim yoksa?
Yani ‘Sayıca az olan başka topluluklar’a?
Azınlığın azınlığı yani?
O kadar ki adı bile yok!
Bu da değilse sadece bir kimliğim var demektir. T.C. vatandaşlığı.
Başkalarınınki dubleks kimlikse benimki tek katlı oluyor. Düzayak kimlik.
‘Minimal kimlikli’ de denebilir bana.
Hayır, telaşım, yarın şahsi olarak bir hak talebine kalkışmam icap etse, ‘Kimsin kardeşim sen?’ diye sorsalar...
‘Sade T.C. vatandaşı’ mı diyeceğim?
Ya da ‘Bendeniz ‘sayıca az olan başka topluluklar’dan Pakize!’
Kim takar?
Fakat neyse ki son dakikada hallettik meseleyi. Kardeşim yetişti geldi. ‘Hiçbir yere dahil olmayınca alt kimliğimiz otomatikman Türk oluyor’ dedi.
Oh be!
İstemem doğrusu ‘kimlik fukarası’ olmayı!
Hay aklınızla bin yaşayınız Tayyip Erdoğan!
Kimliğe boğdunuz bizi!
MIŞ-MUŞ
Dünya Bankası’na göre Türkiye’de yoksul azalıyormuş.
Demek arada bir koşu Dünya Bankası’na gidip oradan bakmak lazım!
Dul maaşı alan eşlere, yeniden evlenmeleri halinde 12 maaş tutarında yardım yapılacakmış.
‘Kaz gelecek yerden tavuk esirgememek’ oluyor bir nevi.
Barajlar 83 kuş türünü bitiriyormuş.
Böyle böyle esas biz bitiyoruz ama kuşlar, ağaçlar, göller gazete çıkarmadığından haberimiz yok.
Bu gece 2006’ya giriyormuşuz.
Herkese sağlıklı bir yıl diliyorum!
Yazının Devamını Oku 29 Aralık 2005
BAZEN tam "muasır medeniyetler seviyesi"ne ulaştığımızı düşünürken "pat" bir şey oluyor. Yine oldu nitekim.
Kurtlar Vadisi’nde Polat’ın Sharon Stone’la öpüşmesi hadisesi...
Milletçe "büyük gün"ü bekliyoruz.
Geçen hafta gerçekleşeceği söylenmişti ancak olmadı. Belki bu gece...
Çok mühim hadise olduğundan tadı çıkartılacak elbet. Öyle öpüştürüp geçecek halleri yok.
Öptü, öpecek, öpüyor; iyi öptü, öpemedi, öpmeye hazırlık safhası, öpüş anı, öpüş sonrası...
"E, normaldir, ilk defa oluyor" diyeceksiniz.
Bence de. Hatta az bile. Sharon Stone’la daha anlaşma sağlanmadan, durum ufukta belirdiğinde, davulla zurnanın neden sokağa çıkmadığına hayret ediyorum.
Beni üzen de bu zaten. Tantanayı "az bile" bulmam.
Demek öyle bir yerdeyiz ki bir yabancı oyuncunun bir Türk filminde ufacık bir rolünün olması, bırakın rolü, bir Türk erkeğiyle öpüşecek olması hálá dünyanın en önemli olayı bizim için.
Bu konunun cahiliyim... Biri bana "İngiltere’de, Fransa’da, İtalya’da da önemlidir bu, onlar da AYNI ÖLÇÜDE büyütürlerdi" desin rahatlayayım. Yoksa "Her şeye daha çooook" var deyip, hayıflanıp duracağım.
***
Türkiye büyücek bir kasaba gibi.
Mesela, bir film vizyona girdi mi hepimizin onunla yatıp kalkması, kasabaya çadır tiyatrosu geldiğindeki hali gibi değil mi kasabalının?
İşte Organize İşler...
Mesela bugün hakkında ikinci kez yazacağım şahsen.
Avukatlığını yapacağım bir nevi.
Filmde Ebru Akel, Başak Köklükaya, Berrak Tüzünataç, İclal Aydın ve Berfin Erdoğan’ın hiçbir işlevinin olmadığını onlar filmden çıkarıldığında bir eksiklik hissedilmeyeceğini savunanlar var.
Oysa hayat eksik kalır bence...
Kendi hayatınızı düşünün...
Her sabah işe giderken selamlaştığınız mahalle esnafından biri... Müdavimi olduğunuz lokantanın garsonuyla ettiğiniz iki laf...
Kapıdan her çıktığınızda ayağınıza dolanan, durup okşadığınız kedi...
Her akşamüstü simit aldığınız, köşebaşındaki simitçi...
Olmasa da olur bunlar.
Ama hayatınız eksik kalır. Hatta kuru...
Filmler de, özelellikle Organize İşler hayatın ta kendisi değil midir?
Berrak Tüzünataç’ın rolünü ele alalım mesela...
Evet çok kısaydı. Ben de yazdım ama basının filmi adeta Tüzünataç filmi gibi göstermesini eleştirmek maksadıyla.
Aslında önemliydi Tüzünataç’ın rolü. Bir tasviri tamamlıyordu çünkü. Filmde bir mafya babasının portresi çiziliyordu. Şivesiyle, ses tonuyla, mimikleriyle, giyim kuşamıyla, evinin ihtişamıyla... Ve yanında illa ki güzel bir kadınla... Dediğim gibi, tasvir eksik kalırdı.
Türkiye’de, göz önündeki insanlar ikiye ayrılıyor galiba.
Ne yapsa eleştirilenlerle, ne yapsa alkışlananlar. Yılmaz Erdoğan ilk gruba giriyor.
Daima çok iddialı oluşundan mıdır artık.
MIŞ-MUŞ
Japonya’da geliştirilen robot iş de yapıyormuş, dedikodu da.
İkinci özelliğinden ötürü Türkiye’ye ihracı yakındır.
*
Erdoğan grip olmuş.
Uçağın camı açık kalmıştır!
*
Zeynep Tokuş dayak yediği eşiyle barışıyormuş.
Belki de rövanş için fırsat yaratma peşindedir kızcağız!
Yazının Devamını Oku 27 Aralık 2005
KAPIKULE Gümrük Kapısı’nda, işe başladıklarında hiçbir şeyleri olmayan, gümrük memurundan çaycısına kadar tamamına yakınının birkaç yıl içinde zengin olduğu ortaya çıkmış. Hemen her memurun lüks otomobili, cipi varmış, lüks dairelerde oturuyorlarmış. Bilmiyorum, siz bunu ilk mi duyuyorsunuz...
Benim bildiğim, öteden beri birisi ‘Gümrük memuruyum’ dedi mi, ‘Hımm... Hadi iyisin’ manasına gelen bir ifadeyle bakılır yüzüne.
Herkesi birden karalayamayız tabii. Her şeyde olduğu gibi burada da kuru ve yaş odun durumu vardır elbet.
Oldum olası şaibeli işlerdendir gümrük memurluğu; fakat böyle gazetelere düşmesi ilk defa oluyor galiba.
Neden bu kadar gecikti bilmiyorum.
Her şeyin bir zamanı var belki de. Demek zamanı geldi.
E, böyle olması iyidir. Yani rüşvet, yolsuzluk, alavere dalavere durumlarının tamamının bir anda ortaya çıkmaması. Evinize tamirat için aynı anda hem muslukçuyu, hem elektrikçiyi, hem marangozu, hem boyacıyı sokarsanız eviniz yaşanmaz hale gelir. Bir kenarda yaşamınızı sürdürebilmeniz için işleri sıraya koymanızda fayda vardır.
İnşallah ne demek istediğimi anlatabilmişimdir.
***
Bu Kapıkule mevzuunda esas ilgimi çeken şey başka. Rüşvetin ‘para’ kısmından ziyade ‘kadın’ kısmına takmış bulunuyorum.
İddiaya göre Bulgaristan’dan gelenler, rüşvet yerine yanlarında getirdikleri kadınları sunuyorlarmış memurlara... Memurlar bu iş için bir de oda hazırlamışlar kendilerine.
Bakın ‘para’nın bir mazereti olabilir her şeye rağmen... ‘Hayat pahalı, memur maaşları malum’ dersiniz. Hiç savunulur bir şey değil ama netice olarak parasız selam bile alamadığınız bu devirde, parayı bastırıp ekstra hizmet ya da torpil ya da her neyse işte, alabilirsiniz diyelim. Özal bile ‘Benim memurum işini bilir’ buyurmuş, bir nevi şifahen yasallaştırmıştı durumu.
Diyeceğim, memurun genel olarak bir para kıtlığı içinde olduğunu biliyoruz. Benim anlamadığım ‘kadın’ kıtlığı da mı var?
Eskiden olsa tamam da... Şimdi etrafa bakınca bundan bol bir şey yokmuş gibi duruyor. Hatta artık buralarda neredeyse ‘kadın’dan kaçacak delik arayacak erkekler.
Hayır, bu ne iştahtır, bu ne enerjidir, bu ne kendine güvendir...
Sabah sabah mesela... İki evrak arasında koş odaya iş bitir!
O gün ‘bitirilecek iş’ de çoksa hele...
Hayır araştırmalarda hiç belli olmuyor, ona yanıyorum. Bakıyorsunuz bizimkiler Avrupalı erkeklerden gerideler.
Fakat vatandaşa hizmet(!) söz konusu olunca gayrete geliyorlar demek!
MIŞ-MUŞ
Saddam dört beden küçülmüş.
Bush ise bir karış uzadı!
*
Osmanlı mirası depolarda çürütülüyormuş.
Uydurmayın! Mevcut mirasla yetinmeyip ‘saltanat kayığı’ bile yaptık.
Ankara Altındağ Belediyesi’nin evlenenlere dağıttığı rehberde, erkeklere, geç kalkan ‘avrat’ın kapıya konulması tavsiye ediliyormuş.
Bence de iyi olur! Belediyenin rehberini kendine düstur edinmiş adamlardan kurtulmuş olur kadınlar.
Yazının Devamını Oku 25 Aralık 2005
GEÇTİĞİMİZ çarşamba günü Organize İşler’in galasındaydım. Hiç lafı dolandırmadan direkt fikrimi söyleyeyim, filmi beğendim ben.
Ha, günlerce etkisinde kalınacak, yıllar sonra bile sözü edilecek klasikler arasına girecek bir şaheser olmayabilir ama "Gördüğüme sevindim" denecek bir film.
Ben güldüm, tipleri sahici buldum, İstanbul’a áşık oldum, bir saniye bile sıkılmadım; filmin sonunda sahneye çıkan sanatçıları da nezaketen değil, gerçekten içimden gelerek coşkuyla alkışladığımı fark ettim.
Filmi henüz görmeyenlerin -ki vizyona gireli iki gün olduğuna göre çoğunlukta olmalılar- aklında bulunsun, görenlere ise bir nevi hasbihal etmek olsun diye aldığım notları aktarıyorum.
Bu film gayet rahat İstanbul’un tanıtımı için kullanılabilir. Yok, "Bakın ne işler organize ediyoruz" manasında değil; İstanbul’un gece ve gündüz havadan çekilmiş görüntüleri muhteşem. Bunda İstanbul’un gerçekten güzel bir şehir olmasının yanı sıra tekniğin mükemmelliğinin de rolü var.
Diyaloglar çok sahici. Hiç yazılmış gibi değil. Oyuncuların da payı büyük tabii bunun böyle yansımasında.
Çekimler sırasında film hakkında gazetelerde yazılan çizilenlere bakınca bunun adeta bir Berrak Tüzünataç filmi olduğunu zannetmiştik; ancak göz açıp kapama süresi içinde geldi geçti Berrak. O anda gözünü kırpıyor olanlar çıkışta "Hani Berrak Tüzünataç da var demişlerdi?" diyebilirler.
Başak Köklükaya adında "çok iyi" bir oyuncuya sahip olduğumuzun farkında mıyız acaba?
Nefretten sevgiye bir-iki mimikle bir geçişi vardı ki...
Yılmaz Erdoğan, Vizontele’lerde olduğu gibi yine kendisine asla torpil geçmemiş.
Süpermen Samet’i (Tolga Çevik) eve götürüp himayeme alasım geldi.
Bu filmin benim için bir dönüm noktası olma ihtimali var. Üzeyir’in (Erdal Tosun), Samet’in "Neden hiç konuşmuyorsun" sorusuna verdiği şu cevap nedeniyle: "Eskiden çok konuşurdum, bir faydasını göremeyince bıraktım" (Tam bu kelimelerle olmayabilir ama bu mealde bir şeydi).
Berfin Erdoğan resmen iyi oyuncu. Bilmeyen inanmaz ilk filmi olduğuna.
İnsan hırsızlar ile dolandırıcılara da sempati duyabiliyormuş demek. Bugünlerde biri çantamı kapıp kaçsa arkasından gülümseyerek bakabilirim. Hatta "Güle güle harcayın Asım Bey!" diye seslenebilirim.
Yılmaz Erdoğan "yurdum insanı"ndan sonra "organize işler"i de dilimize sokmuş bulunuyor. Kendi hesabıma, yeri geldikçe kullanırım ben bunu.
Cem Yılmaz’ın "Cem Yılmaz"lığı öyle kanımıza işlemiş ki hiç alakasız bir kimlikle karşımıza çıkmasına, üstelik harika bir oyun çıkarmasına rağmen kıkırdamaktan kendimizi alamadık.
Ustalığın da bu kötü yanı var. "Artık ne söylesem de az gelir" düşüncesiyle susuyoruz karşılarında. Demet Akbağ ile Altan Erkekli’den bahsediyorum.
Film özellikle teknik olarak bir "Amerikan filmi" gibi sürdü, "Türk filmi" olarak sona erdi. Bir nevi ders vererek "mutlu son"la bitti zira. Oysa iyi ya da kötü bir "son" isteyen hikáyesi yok ki filmin. İstanbul’dan, belgesel tadında bir kesit neticede.
Neden habire filmin bütçesi tartışılıyor? Tek bir mekánda, iki kişi arasında geçen, dolayısıyla ucuza çıkan bir film "kötü film" midir?
Ya da bir filmin bilmem kaç milyon dolara mal olması kabahat midir?
Bir anlasam şu tartışmanın dayanağını.
MIŞ-MUŞ
Türkiye’de 561 canlı türü yok olma tehdidi altındaymış.
"Adam gibi adam"lar da dahil buna.
Bin Ladin’in yeğeni, erkek dergisine seksi pozlar vermiş.
Mozaik aile!
Yazının Devamını Oku