18 Mart 2006
Şu hayatta konumların en zoru şöhretli olmaktır herhalde.<br><br>Düşünün; sevgilinizle güzel bir gece geçirmişsiniz, mutlu mesut uyanıyorsunuz, o duşa giriyor, siz de günlük gazetelere bir göz atayım diyorsunuz. Fakat o da ne?!
Sevgiliniz, sizinle evlenmeyi düşünmediğini söylemiş!
Ya da harika bir aşk yaşadığınızı düşünürken yine bir sabah gazeteyi açıyorsunuz ki sevgiliniz de harika bir aşk yaşıyor.
Lakin sizinle değil, başkasıyla!
Sıradan insanların da içine düşeceği durumlar elbet bunlar.
Yani aldatmalar falan.
Fakat sıradan insanın, başına gelen felaketten haberdar olması olayı sağır sultanın bile duymasından sonraya denk geliyor genellikle.
Bir yandan da yine aynı açıdan iyi bir şey olabilir şöhretli olmak. Karşınızdaki sizi aldatmayı henüz aklından geçirmekteyken durumu öğrenmiş olunca ilişkide zaman kaybı yaşamıyorsunuz.
Fakat şu da var:
Mesela kocanız aldattı sizi...
Ama netice olarak kendisini affedeceksiniz. Düşündünüz taşındınız böylesi işinize geldi.
Lakin ne mümkün...
Derhal ilişki koçları devreye giriyor.
Kimlerdir ilişki koçları?
Köşe yazarları, magazinciler, haberciler, sunucular, fikri sorulan diğer ünlüler, hatta DJ’ler, VJ’ler, sokaktaki adam... Ve hatta milletvekilleri.
Kadın sıradan biri olsa...
Öpüşüp koklaşıp barışacak, yoluna devam edecek.
Fakat sırf "koçlar"dan utandığından yapamıyor.
Bu aralar çok örneğini yaşıyoruz.
En son Ebru Gündeş-Oktay Kaynarca-Özgü Namal üçlüsüyle ilgili bir haber çıktı. Eğer doğruysa, durum klasik. Taraflardan erkek olanının eş değiştirme zamanı gelmiş diyebiliriz.
Aslında artık Saatli Marif Takvimi’ne yazmak lazım. "Ağaçlara su yürüme zamanı" gibi "Erkeğin eş değiştirme zamanı." Fakat hangi güne not düşeceksiniz, bunlarınki 365 gün sürüyor.
Neyse... Bakalım taraflar içini döksün bir... Koç olarak devreye girer raconu keseriz evvelallah!
Gençler doğru yoldaşmış!
Kadınlar 13’üncü erkekte "Tamamdır bu iş" diyorlarmış.
Yani erkekte hangi özelliklerin kendileri için önemli olduğuna 12 erkeği devirdikten sonra karar verebiliyorlarmış.
Hemen annem geldi aklıma. Babam annemin ilk ve son erkeğiydi. Demek 30 sene "prova diş"le yedi içti bir nevi kadıncağız...
Bakın bu tespite göre uzun süreli ilişkiler akıllıca değil.
Her biriyle üçer beşer sene geçirseniz denginizi giderayak bulmuş oluyorsunuz ki bulmasanız daha iyi. İnsanın aklı kalır.
Biraz seri olmak lazım demek ki.
Gençlerin yaptığı doğru bir şeymiş öyleyse. Çabuk çabuk elden geçirmek...
Ve neticede karar kıldıkları erkek herhalde "denk ötesi" oluyordur. 13’te duranı görmedim zira. 14, 15, 16... gidiyor.
*
Fakat kim derdi ki bilim bir gün bu çocukları temize çıkaracak!
"Hayat sürprizlerle dolu" dedikleri biraz da bu oluyor galiba.
Yani insanoğlu durduğu yerde duruyor aslında fakat işte bir gün bilim bir şey söyleyince bir bakıyorsunuz ki durduğu yer değişmiş insanoğlunun...
Şimdi mesela siz büyük ihtimalle "Bizim kız yoldan çıktı" diye düşünürken, bu 13’üncüde jeton düşme hadisesi ortaya çıkınca, meğer sizin kız iyice denk olsun diye şeyder dururmuş!
Titizliğinden yani. Hepsi bu.
Sıkıştırmayın artık kızlarınızı!
Bilimsel bir gerçeğin uygulayıcısı onlar!
Hem erkeklerle mukayese edince kadının 13’üncü erkekte dengini bulması erken bile sayılabilir.
Erkeğin arayışı "dört kollu"da bitiyor ancak.
O da mecburen.
Yoksa aramaya devam edecek ama...
Gözü açık gidiyor netice olarak!
MIŞ MUŞ
AKP’li vekiller grup toplantısında mışıl mışıl uyumuş.Bir Meclis klasiği!
Erdoğan "Politika damdan düşenin işi" demiş.En iyi bildikleri şey bu olduğundan demek milleti de damdan düşürüp duruyorlar.
Artık bir iş bulamayan, adam toplayıp çete kuruyormuş.Başbakan ulusa seslenişlerinde bundan hiç bahsetmiyor.
Yazının Devamını Oku 16 Mart 2006
BAZI köşe yazarlarının kafasında bir liste var galiba.<br><br>"Terbiye sınırını aşarak eleştirilebilecekler listesi." Artık nasıl oluşuyorsa o liste...
"Zaten oldum olası sevmem o adamı/kadını" diyerek mi?..
Ya da "Mazlumun biridir, ne kadar ileri gitsem yeridir" düşüncesiyle mi?..
Aslında hangi kulvarda olursa olsun bütün köşe yazarlarının var olma sebebi elbet birilerini, bir şeyleri eleştirmek, tiye almak, her şeye muhalif olmak.
Hiçbir gazete kimseye durmadan "Ekonomi tıkırında", "İşler yolunda", "Bahar geldi, çiçekler açtı" şeklinde yazılar döşenmesi için para vermiyor.
Siz de zaten iki kere okur, üçüncüde geçersiniz öyle köşeleri.
Yani hiçbir yazara "Habire ona buna giydirin" denmese de gazete yönetimiyle yazar ve işte hatta yazarla okur arasında sessiz bir anlaşma vardır adeta.
Siz bakmayın öyle "Memlekette iyi şeyler olsa da yazsak" falan diyenlere...
Yalan.
Olmaz yani, eşyanın tabiatına aykırı.
Doktordan "Kimse hastalanmasın Yarabbim" diye dua etmesi beklenir mi?
Bizim işimizde de genellikle eller ovuşturularak bir açık, bir hata, bir tökezleme beklenir.
Kısaca, "Köşecilik bir nevi Polyannacılığın tersidir" diyebiliriz. "İyi"nin içinden "kötü"yü bulup çıkaracaksınız.
Ama işte bazılarımız bu asli görevi yerine getirirken hakaretle eleştiri arasındaki sınır çizgisini ihlal ediyoruz. Her zaman değil ama. Başta sözünü ettiğim gibi bazı kişilere karşı.
"Demek bilerek, isteyerek" diye düşünüyor insan. Öyle ya... Bakıyorsunuz usta bir kalem, başka zamanlarda kantarın topunu gayet iyi ayarlayabiliyor...
İşte bu usta kalemlerden biri geçtiğimiz pazar günü Radikal’deki köşesinde Ajda Pekkan’la ilgili bir yazı yazdı. Özet olarak Pekkan’ın estetik ameliyatlar neticesinde geldiği son noktadan bahsediliyordu yazıda.
Bahsedilebilir tabii.
Yıllardır yazılıp çiziliyor, ben de yazdım. Ajda Pekkan’ın sakladığı bir şey değil bu zaten.
Fakat bu yazı çok incitici geldi bana. Ajda Pekkan’ı sarıp sarmalama isteği uyandırdı.
Bakın, estetik ameliyatları çok gereksiz görebilirsiniz; kadınların gençleşme çabalarını çok boş, çok komik, çok hüzünlü bulabilirsiniz. Ama hiç kimseye şunu diyemezsiniz:
"Artık sadece ’süperstar’ olarak değil, yakın gelecekte bir fantastik gerilim/korku filmi yıldızı olarak da hizmet verebilir.
Bir zamanların stil ikonu, biriciği; o feri kaçmış cam gözler ve kapanmayan dudaklarla artık bir korku unsuru olma yolundadır. Öylece durması káfi gelecektir, oyunculuk yeteneği aramaya lüzum yoktur."
Ha, dersiniz... Size kimse mani olmaz. Ama içinizde bir yer mani olmalı.
Elbet bir de "Dokunulmazlığı olanlar" listemiz bulunsun demiyorum ama mesela "sanatçı" konusunda "varlık içinde yokluk" yaşadığımız şu devirde Ajda Pekkan gibi bir sanatçıyı kaşını gözünü konu edip üzmemeliyiz diye düşünüyorum.
Ajda Pekkan’ı yakından tanıyan biri olarak şunu da belirtmek isterim ki, estetik ameliyatların illa 25 yaşında görünmek istemesiyle pek ilgisi yoktur öyle sanıldığı gibi.
Mükemmeliyetçidir Ajda Pekkan. Bir kıytırık mutfak aletinin bile en iyisinin, en mükemmelinin peşinde ne kadar zaman harcadığını bilseniz, anlarsınız onu.
MIŞ-MUŞ
Bush’un ilk hedefi İran’mış.
Biri dünya atlasını alsın şu adamın elinden!
Erdoğan, zam isteyen milletvekillerine "Zam yok arkadaş" demiş.
"Fakat Kemal Abi gibi kafayı çalıştırırsanız bi şey demem" demiş midir acaba?
Yazının Devamını Oku 14 Mart 2006
ÖNÜME gelene soruyorum...<br><br>"Rafadan yumurta yiyor musun?" Fakat özlemle beklediğim "Evet" cevabını alamıyorum bir türlü.
Uzmanları takip ediyorum...
Hani "tavuk" derken "yumurta" da derler mi...
Tık yok.
Reklamlarına bakıyorum...
Yine "tavuk" var, "yumurta" yok.
Zaten benim derdim yumurta da değil, rafadan yumurta.
İşin ilginç tarafı, kimsenin benim gibi umurunda değil yiyememek.
Bir tek ben varmışım demek rafadan yumurta seven.
Ya da çok çabuk vazgeçiyoruz her şeyden.
Pes ediyoruz.
Tembel miyiz ne...
Abartmış olmayayım ama biraz daha yiyemezsem delireceğim.
Canım çok istiyor, rüyalarıma giriyor.
Tuhaf olan, bu kadar düşkün olduğumun farkında değildim bu merete.
Tamam, sabahları yumurtamın rafadan olmasını tercih ederdim ama öyle ağzıma attığımda hazdan geberecek kadar da değildi sevgim.
Oysa şimdi, gün olur da bir gün tekrar yemek kısmet olursa orgazm bile olabilirim.
Öyle zannediyorum yani.
Sahi bir gün yiyebilecek miyim acaba?
Hayır, menemen, omlet... Hepsi paçayı sıyırdı, kabak rafadan yumurtanın başına patladı.
* * *
Bende sonradan peydahlanan bu derin bağlılık durumunun nedeni de bu olabilir bakın... Hani mazluma inadına tutkun olma hali vardır ya bizde...
Fakat neden yalnız ben?
Toplumun diğer fertleri uyuyor mu?
Bilmiyorum.
Bildiğim, şiddetle rafadan yumurta yemek istediğim.
Bir yumurtalığın içine oturtulmuş, rafadan olduğu tahmin edilen (genellikle tutturulamaz, katı oluverir) yumurta, yanında kaşık, tuzluk ve biberlik... Kim derdi ki bu sıradan görüntü bir gün gelecek hayallerimi süsleyecek?
Bir şeyin kadrini kıymetini bilmek için o şeyin illaki yok olmasının lazım geldiğini bilirdim de bunu tekrar idrak etmeme rafadan yumurtanın aracı olacağı aklıma gelmezdi.
Birisi Allah rızası için, "Tamam virüsün ölmesi için yumurtanın çok iyi pişmesi gerekir ama entegre tesis yumurtaları için böyle bir gereklilik yok" desin!
Bütün ağırlık tavuğu aklamaya verildi, rafadan yumurtacıları düşünen yok!
Eylem mi yapalım yani?
Hakikaten taktım ben buna.
"Bundan sonra da yumurtan katı oluversin!" demeyin ki duymuyor değilim bu sözü.
Geçici bir süre için olsa... Fakat "Artık unut", "Bir daha asla!" falan deniyor.
* * *
Kısacası, bu konuda bir uzman açıklamasına ihtiyacım var.
Hayır kendimden vazgeçtim, ailenin yeni üyesi Eylül mesela... Rafadan yumurtayı bilmeyecek öyle mi?
Mevcut olan kuşak farkını kafadan ikiyle çarpın!
Kábus gibi!
MIŞ-MUŞ
Eczacılara yoklama geliyormuş.
Terliklerle ojelerin arasında ilaç da var mı diye bakacaklar zahir.
Türkler diyet sevmiyormuş.
Bizimkisi mantık beraberliği.
İnsanlığa karşı 66 suçu olan "Sırp Kasabı" Miloseviç, hak ettiği cezaya çarptırılamadan ölmüş.
Bir nevi durumu altmışaltıya bağlamış.
Yazının Devamını Oku 12 Mart 2006
HANİ aşağılandıkları iddiasıyla dizi filmlerden şikáyetçi olan meslek odaları çıkıyor bazen... Kimse kabul etmiyor hani aralarından kötülerin de çıkabileceğini... Sorunun meslekler değil kişiler olduğunu...
Fakat ben de yapacağım şimdi aynı şeyi.
Bir kadın olarak dizi filmlerde kadınların aşağılandığını ileri süreceğim.
Bilmiyorum dikkatinizi çekiyor mu, her dizide, kadınların yarısı entrikacı.
Genç, yaşlı, her konumda kadın...
Ve bir yığın yalan, dolan, hile, şu bu.
"İnsanlar bir şekilde birbirine girecek ki dizinin namı yürüsün" diyeceksiniz.
Tamam da erkekler çevirsin entrikayı biraz da!
Ama "entrika" deyince senaristlerin aklına "kadın" geliyor demek.
Bir yandan da gerçek payı yok değil.
Yani pek de iftiraya uğramış sayılmayız.
Fakat bu işlerin biraz da zeká ve yetenek işi olduğunu ileri sürmek suretiyle bir nevi yüz kızartıcı bu durumdan puan almış olarak çıkabiliriz!
* * *
Gelelim filmlerdeki kadın kadrosunun öteki yarısına.
Onların durumunun da pek övünülecek bir yanı yok. Filmine göre Kül Kedisi’yle Pamuk Prenses arasında gidip geliyorlar. Bir türlü silkelenemeyen, ezilen büzülen, gözü yaşlı kadınlar...
"Bu mudur kadın?" diye sorası geliyor insanın.
Fakat bir karşı soruyla karşılaşmaktan da korkmuyor değilim.
"Peki şu mudur kadın?"
Mesela...
"Tek amacı ’bir giydiğini bir daha giymemek’ olanlar."
"Gerdirdikçe birbirine benzeyenler."
"20 senedir kocasından dayak yiyip susanlar."
"TV stüdyolarını mesken edinenler."
"Erkek arkadaşıyla görüntülenince koltuğun altına saklananlar."
"Mütemadiyen göbek atanlar."
Doğru.
Televizyonun düğmesine basıyoruz, bunlar...
Gazeteyi açıyoruz, bunlar...
Başımızı kaldırıyoruz, bunlar.
Yok, mümkünse kadın bu da olmasın!
Ne olsun peki?
"Olgun, sade, hazımlı, güvenilir, sevgili, seviyeli, sakin, hırssız, hoşgörülü, görgülü, bilgili, komplekssiz, nerede ne diyeceğini, nerede ne giyeceğini bilen vs." demiyoruz elbet.
Bunun arkasından "Siparişi ne zaman teslim alabilirim?" diye sormak da lazım çünkü. Hem böyle birinin, kadın erkek fark etmez, pek de tatsız olacağı kanaatindeyim.
Fakat habire gözümüze sokulanlar daima "çok arızalı" tipler olunca zamanla insan yoruluyor mudur nedir, "Elime bir mum alıp arayışa mı girsem" ya da "Ruhların detoksu mümkün müdür" gibi şeyler düşünmeden edemiyor.
Devir bizi de mi bozdu nedir...
Eğer öyleyse bile "En son biz bozulduk".
Hiç olmazsa yani...
Ne diyeyim...
MIŞ-MUŞ
Selami Şahin, eşini dövdüğü iddiasına "Sadece saçını çektim" diye cevap vermiş.
Kan akmadıysa sayılmaz!
Baykal, yakın çevresine "Orduya karşı darbeyi ilan edip önledik" diyormuş.
Daha ne yapsın adamcağız!
Financial Times, "Türkiye yorgun görünüyor" demiş.
Sanem Çelik yordu bizi!
Yazının Devamını Oku 11 Mart 2006
Anlaşıldı...<br><br>Sonu gelmeyecek. Onlar konuşacaklar... Aldatılan kadın, aldatan erkek, aldatma eyleminde erkeğe eşlik eden kadın, aldatılan kadının en yakın kız arkadaşı... Bizse içlerinden birinin bir dediğiyle baştan çıkacak ve habire yazacağız.
Beni, aldatılan eşin şu lafı baştan çıkardı mesela:
"O beyaz cip benim beyaz atımdı. Ben de o arabada çok çay içtim, güzel anılarım olmuştu o beyaz cipte."
Kadınla erkeği birbirinden ayıran fark budur işte!
Aldatılan erkek sadece aldatılmış olduğuyla ilgilidir.
Kadın içinse detaylar da önemlidir.
Aldatılmak kadının çok ağırına gider ama bunu daha da ağırlaştıran ya da hafifleten birtakım şeyler vardır.
Aldatmanın nerede, nasıl, ne şekilde olduğu önemlidir.
İçinde öpüşülen araba o beyaz cip değil de başka bir araba olsaydı, mesela öteki kadının arabasında yakalansalardı, aldatılan eş boşanmadan yana bu kadar kesin tavır almayabilirdi. Erkekler anlayamaz bunu.
Onun için, bırakın arabayı, eşleriyle paylaştıkları yatak odasına sevgilileriyle girmekte bile beis görmezler. Hepsi değil tabii, bunu da belirteyim hemen. Ama çoğu.
*
Beni kışkırtan bir cümle daha... Yine aldatılan eşten...
"İyi bir hayatım vardı, hayatım elimden alındı."
Nasıl yani?
Evlilik yolunda gitmiyormuş, "iyi hayat" nedir o zaman?
"İyi yere dükkán açmış olmak" mı?
"Tüh! Tam da geçimimi garantilemiştim" mi?
Bir tane daha... Yine aynı kişiden.
"Kendi kocamı tanıyamamışım, bu yüzden cezasını çekmeli."
Karşıdakini tanıyamama durumu bir "suç" ve "suçlu" oluşturur mu?
Hadi oluşturdu diyelim, suçlu tanıyamayan değil de tanınmayan mıdır?
Anlamadım ben bunu.
*
Aslında en iyisi, istediğiniz kadar olayın tam ortasında olun, hiçbir konuda sıcağı sıcağına konuşmamak galiba. İnsanın ağzından düşününce asla söylemeyeceği şeyler çıkabiliyor.
Ve çok konuşan, çoğu zaman hiç hak etmediği halde işte böyle köşelere konu oluyor.
Üzücü olan da bu zaten.
Sırf şu son olayda değil... Bütün üçlü ilişkilerde olan kadına oluyor.
Erkek ortada öylece duruyor. Birinin ya da ötekinin yanında açıkça yer almadan...
Sinsi ve sessiz.
Biraz da "Şampiyona kupası" gibi.
İki kadın ise ağlıyor, sızlıyor, konuşuyor, suçluyor, savaşıyor...
Bu arada erkek bakmışsınız üçüncü kadını almış gidiyor.
Duyup görmediğimiz şey değil.
*
Dilerim bu mevzuu bugün bu yazıyla son kez ele almışımdır.
Bilemiyorum.
Elimde değil yani.
Devam da edebilirim.
Beyaz cipin son kadın çaycısı konuşmadı daha...
Neticede bir dizi filmden bir yazı dizisi çıkmış olur!
MIŞ MUŞ
Kemal Derviş "Siyasette kadın reformu gerek" demiş.Kadınlar hayatlarındaki erkek mevzuunu bir halletsinler de hele...
Abdullah Gül "Sonuna kadar askerin yanındayız" demiş.Son?
Antalya Sosyal Hizmetler İl Müdürü "Evsiz kadınları kısırlaştıralım" demiş.Yarın bakmışsınız "itlaf"a da başlamışlar.
İspanya’da zayıf mankene podyum yasağı geliyormuş.Baba beni mutfağa gönder!
ABD Başkanı Bush kızlarıyla evlenmek isteyenleri Oval Ofis’e çekecekmiş.Korkarım kızlara da Monica’nın mavi eteğini giydirir!
Kurtlar Vadisi Irak bütün rekorları kırmış."Kendi kendini tatmin" dahil.
Yazının Devamını Oku 9 Mart 2006
ARTIK bu konuda edilmedik laf kalmadı ama yine "aldatma"ya gireceğim.<br><br>Şu meşhur Aliye meselesinden sonra herkes bir yorum yapıyor. Yapacaklar tabii...
Konu herkesi bir taraftan yakalıyor zira. İşte tam da bunun için, yani herkesi başka bir taraftan yakaladığı için yorumlar da farklı.
Erkekler konuşmuyor pek.
Ne desinler... Özellikle evli olanlar...
"Olabilir böyle şeyler" deseler, eşleri karşısında aldatmalarıyla bu lafı etmeleri aynı şey.
"Asla olmamalı" deseler, o da içlerinden geçene tamamen ters olduğundan...
Susmayı tercih ediyorlar.
Evli, aynı hadisenin bir gün kendi başına da gelebileceğinin bilincinde, bu yüzden her an tetikte ve belki de kocalarının gözlerinin son günlerde fıldır fıldır döndüğünün farkında olan kadınlara gelince...
Haklı olarak ikinci kadınla adama ateş püskürüyorlar. Hatta bakıyorsunuz aldatılan eşten daha da fazla yıkılmış durumdalar.
E, kimse onlardan objektif olmalarını beklemiyor zaten. Haliyle yuvanın kutsallığı, evli adamla öpüşmenin hiçbir mazereti olamayacağı yönünde ahkám kesecekler.
Kocasından, aynı sebepten boşanmış olanlar keza.
"İki senelik evlilik nedir ki... Daha cicim aylarında sayılırlar. Buna rağmen erkek başka arayışlara girmişse, o evlilikte maya tutmamış demektir. Boşanmaları daha mantıklı olur" şeklinde bir yorum yapacak hali yok hiçbirinin.
Herkes kendinden yola çıkıyor. Ve herkesin durumu anlaşılır.
Bir tek, eskiden ikinci kadınlığı yaşamış olanların, şimdi hayata sanki direkt "kocasının karısı" olarak başlamış gibi tepki vermesine takılıyorum.
Eskiye sünger çekmiş, beyaz sayfa açmışlar belli ki.
Tamam buna bir itirazımız yok. Üstelik biz hafızasız toplumuz hakikaten. Daha önemli konuları bile unutuyoruz. Evli ve çocuklu erkeklerle yaşanmış ilişkileri haydi haydi unuturuz çünkü bir yandan da evlenmiş barklanmış çoluk çocuk sahibi olmuş kişilere artık eski ilişkileriyle ilgili hatırlatma yapılamaz. Yazılı olmayan kanun gibi bir şeydir bu. Nazik insanlarızdır yani.
"Nikáh, sünger görevi görür" diyebiliriz kısaca.
Nitekim şu son olayda da aldatılan eşin, "ikinci kadın"lıktan "birinci kadın"lığa geçtiği söyleniyor. Ama evlenmişler artık. Sünger olayı yani. Pek üstüne gidilmeyecektir bu söylentinin.
Ama...
Bir zamanlar "ikinci kadın" konumunda olanlar, "Falancanın yaptığı çok ayıp" derken, "Benim de başımdan geçti, iki taraf da çok acı çekiyor, sonrasında da çok pişmanlık duyuluyor" da deseler...
Hem şimdi savundukları değerlerin altını iyice çizmiş, hem de komik duruma düşmekten kurtulmuş olmazlar mı?
Çünkü dediğim gibi nezaketten kimse "Siz de aynı şeyi yapmıştınız ama" demese de arkadan "Sanki kendisi sütten çıkmış ak kaşık" diyen çok oluyor.
Özellikle her fırsatta çok cesur, çok dobra, çok dürüst, çok samimi, çok gerçekçi olduğunu söyleyen kadınlara çok yakışmaz mı bu?
MIŞ-MUŞ
AB, Türkiye’yi töre cinayetlerinin çözümü için uyarmış.
Kulağı çekilmezse dersine çalışmayan öğrenci gibiyiz.
Havada infilak eden Türksat 1A’nın yerine gönderilen Türksat 1B’nin de yakıtı bitmiş.
Olsun! Türksat 1Z’ye kadar yolu var!
Yazının Devamını Oku 7 Mart 2006
AŞKOLSUN Aliye!<br><br>Yakıştı mı şimdi bu yaptığın iki çocuklu kadına? Tamam, kocandan hiçbirimiz hazzetmiyoruz, onun üstüne hayatına başka bir erkeğin girmesine toplum olarak onay verdik ancak bu erkek olsa olsa Deniz olabilirdi!
Kudret nereden çıktı?
Üstelik adam evli.
Aman Yarabbim!
Sen o çocukları unut artık Aliye!
Kocan verse, biz vermeyiz velayetlerini sana!
***
Vallahi abartmıyorum, seyircinin durumu sahiden budur şimdi.
Herkesin bildiğini varsayarak direkt konuya girdim ama... Efendim, Aliye dizisinin Aliye’si Sanem Çelik, arabada erkek arkadaşıyla öpüşürken kameralara yakalandı. Hani İstanbul’un meşhur otopark-çay bahçesi mekánlarından birinde...
Nasıl yakalandı?
Diğer arabalardaki çayseverlerin ihbarıyla.
Hayranı oldukları Aliye’nin öpüşmesine dayanamamışlar!
Bakın burada ahlak konusunda ahkám kesecek değilim; Sanem Çelik’in yaptığı doğru mudur, değil midir, ahlaklı diye kime denir falan filan...
Benim bu olaydaki derdim "seyirci psikolojisi" denen şey daha ziyade... Hani Erol Taş’tan beri arpa boyu yol almayan...
Aslında ayıplamıyorum. Ben de şimdi Hırsız-Polis’in Çınar’ı Timuçin Esen’i birisiyle öpüşürken görsem bozulabilirim. İnsan kaptırıyor kendisini. Fakat kaç dakika sürer, "Vay, Mavi’nin üzerine ha!" deyip kameraları çağırır mıyım bilmiyorum.
Arabadakilerin yaptığı budur.
Erkeğin evli olduğunu bildiklerinden falan değil. Sokaktaki adamın tanıdığı biri değil çünkü. Yani işin içinde ahlak bekçiliği bir ölçüde var ama esas olan "Sanem Çelik-evli adam öpüşmesi" değil.
Esas olan Aliye.
Aliye öpüşemez, koklaşamaz!
Sanem Çelik "Kara Melek"ken yapsaydı bu işi mesele yoktu, yakışırdı!
***
Şimdi bu hafta, her zamanki gibi cinsiyetsiz olarak ortalıkta salınacak olan Aliye’ye "Yalancı! Öpüştün sen!" diye bağırabilir ekranbaşı teyzeleri.
Bakın bu özdeşleştirme hali çok masumane bir şeymiş gibi görünebilir ama neticede "namus temizliği"ne kadar gidiyor iş.
Nitekim Aliye rolü için Sanem Çelik’in yerine yeni bir isim aranmaya başlanmış internet sitelerinde.
Dizinin namusu temizlenecek!
Ama sorsanız namus cinayetlerine karşıdır hepsi. Sanki ikisi arasında çok büyük bir fark varmış gibi. Sanki iki bakış aynı zincirin iki halkası değilmiş gibi.
MIŞ-MUŞ
Abdullah Gül, ABD sürecinde gerçekleştirilen reformlar için "Sessiz devrim yaptık" demiş.
Aman bu iş alışkanlık yapmasın da...
*
Ev fiyatına şarap varmış.
Hatta denize karşı yudumlarsanız "deniz manzaralı" da oluyor.
*
Fakir erkek, şişman kadın seviyormuş.
E, elde yok avuçta yok, bari kadın ele gelsin!
Yazının Devamını Oku 5 Mart 2006
YILLAR öncesini hatırladım.<br><br>Fotoğrafımı çekmeye gelen muhabir arkadaş, "Çok renkli bir şeyler giyin" demişti. Giymiştim.
Üstünde gökkuşağının bütün renklerini taşıyan bir kazak.
Birkaç gün sonra gazetedeki başlık, kazağıma uygundu hakikaten.
"Bu yıl renkli kazaklar moda."
Ancak fotoğraf siyah-beyaz kullanılmıştı.
Güler misiniz ağlar mısınız...
Nereden aklıma geldi şimdi bu?
Gazeteyi açtım:
"İç giyim modası baharda rengárenk."
Altında on tane fotoğraf.
Yok, fotoğraflar bu sefer renkli ama on fotoğraftan yedisinde iç çamaşırları siyah ve beyaz.
Gönül gözüyle bakacaksınız demek ki siyah külodu pembe göreceksiniz!
* * *
Teorik olarak renkli lakin pratikte siyah ya da beyaz olan iç çamaşırlarından Gülşen’e geçiyorum.
Gülşen’in durumu da bu yılın iç çamaşırı rengi gibi muamma!
Bir gazetede yan yana iki fotoğrafı var. Birbirinin aynı. Yani ilk bakışta öyle görünüyor. Hani "Aradaki 7 farkı bulunuz" bulmacalarında olduğu gibi.
Hakikaten arada 7 fark var.
7 derin çizgi.
Lafı dolandırmayayım, Gülşen birinde buruşuk, birinde değil. Piyasada iki Gülşen olmadığına göre fotoğraflardan biri fotoşoplu.
Ama hangisi?
Gülşen’in iddiası, fotoşopla sırtının ben diyeyim ceviz içi, siz deyin sütlaç haline getirildiği, gazetenin iddiası ise vücudun tepeden tırnağa adeta "sinekkaydı tıraş" edildiği yönünde.
Mahkemelik olmuşlar.
Mahkeme sonucuna kadar Gülşen’in fotoğraflarına da gönül gözüyle bakacaksınız.
Artık nasıl görmek isterseniz...
* * *
Benim esas değinmek istediğim konu başka.
Gülşen’in sadece nüfus kütüğünde bir isim olarak yer almasına az kalmış.
Kilosundan kemikleriyle sakatatının ağırlığını düşünce geriye 100 gr. kadar bir şey kalıyor ki o da saçlarıdır herhalde.
"Sıfır beden"e düşmüş.
Amerika’da "Size 0" olarak adlandırılıyormuş.
Bir akımmış bu.
Bize uğramayan akım yoktur, bilirsiniz. Ve bütün akımlar "kakım" olur burada.
Kredi kartı mesela... Bütün dünyada kullanılır, bizde intihara neden olur.
Cep telefonu, internet... Şeyini çıkarana kadar uğraşırız.
Diyetin de şeyini çıkardık nitekim.
Deriyle kemik arasında 10 gr. et olmayacak!
"Bir dirhem et bin ayıptır" adeta!
Mümkünse kaslarımızı, sinirlerimizi, damarlarımızı falan da aldıralım, derinin altında potluk yapıyor!
* * *
Atatürk’ün 73 yaşındaki manevi kızı bile detoks yaptırayım derken ölümden döndü.
Meyve suyu ve bitkisel haplarla beslenirken bağırsakları yapışmış.
"Sizi gören tanıyamayacak, öyle gençleşeceksiniz ki" dedilerse kadıncağıza.
Sırf o değil, kadın kısmının neredeyse tamamına "gençlik, güzellik" diyeceksiniz... Sonra karşılığında ne önerirseniz önerin artık.
"Üç öğün kuş pisliği yenecek" dense reddeden olmaz. Buna karşılık herkesi geride bırakmak için altı öğün yiyene rastlanabilir.
"Azimle işeyen taşı deler" derler, kadın kısmı azmetti bir kere!
Ölmez sağ kalırsak deleceğiz inşallah!
MIŞ-MUŞ
Batman intiharda Çin’le yarışıyormuş.
Kim demiş Çin piyasayı tuttu diye!
İthal doktor Türkçe bilecekmiş.
Ki boğazım ağrıyor diye gittiğinizde idrar tahlili istemesin.
Polat Alemdar 11 Eylül’de doğmuş.
Eylül ayı bereket ayı; Kenan Evren de 12 Eylül’de doğmuştu.
Yazının Devamını Oku