Pakize Suda

Acı ama gerçek

4 Mart 2006
Gazetede bir haber...<br><br>Vakıf başkanı bir kadın, uzun süre çok önemli bir hastalıkla mücadele etmiş. O günlerde eşi yanındaymış. Fakat kötü günler geride kaldıktan sonra... "Her şey düzeldi ama o artık yok" diyor kadın.

Aklıma aynı durumu yaşamış başka kadınlar geldi tanıdığım... Erkekler de tabii. Ama sayıları daha az. Yine şu meşhur yaradılış farkından herhalde.

Şu bir gerçek ki;

Uzun süren hastalıklar ilişkiyi bitiriyor.

Yalnız eşlerden birinin hastalığı değil... Ömür boyu ana-babanın bakımına muhtaç hastalıklı bir çocuk mesela... Ya da başka felaketler, bir iflas mesela...

"İyi ve kötü günde" diye başlar ya evlilikler... Ama maalesef kötü günler iyi gelmiyor ilişkiye.

Dertleri paylaşmak dostlukları pekiştiriyor ama evlilikleri çökertiyor nedense. Eşle asla tam olarak dost olunamadığından mıdır artık...

Ya da cinsellik...

Cinsellik, iyilik, hoşluk, güzellik, sağlık istiyor. Hatta hayvanlardaki gibi parlak tüyler. Acıları paylaşmak cinselliği öldürüyor. Onun ölüsü orta yerdeyken ilişkinin geri kalanıyla idare edilebiliyorsa ne álá. Ama hálá cinselliğin önemli olduğu yaşlardaysanız, zor.

Hastalık geride kalmış olsa bile altını temizlediğiniz birine artık şehvetle sarılamazsınız. Şefkat olabilir onun yerine. Ama şefkat yemeğin tuzu gibidir ilişkilerde. Ana maddesi değil yani. Bir tutam yerine iki tutam koydunuz mu yenmez o yemek.

Evet, hastalanan eşi terk etmek ayıp.

İnsafsızlık, hainlik, ahláksızlık...

İnsanlık dışı.

Fakat aynı zamanda "insanlık içi."

Bunu yapan "hayvan"lığından değil "insan"lığından yapıyor yani.

Duygular dünyasında her şey bizim dışımızda gerçekleşiyor. "Aslında doğru olan"ı yapmak için habire kendinizle mücadele edeceksiniz.

Kimse o kadar yorulmak istemiyor. "Hayat kısa" diye bir de gerekçemiz var.

Netice olarak klişe bir laf ama bu konuyu da "Acı ama gerçek" diyerek kapatabiliriz.

Hedef Çelik midir?

Herkes albüm çıkardı, Ayşe Hatun Önal’dan tutun da Banu Alkan’a kadar. Ama kimseyle Seray Sever’le uğraşıldığı kadar uğraşılmadı.

Neden acaba?

Çelik yüzünden olabilir mi?

Hani onun çıkıntılı demeçleri vardır... Çoğu kimseyi sinir eden... Ama iyi müzisyendir, yaptığı işe laf edilemez. Şimdi fırsat mı çıkmıştır acaba?

Çelik’in baş koyduğu bir iş çünkü bu. Ve kızcağız yenidir, elbet kusurları olacaktır. Yani aslında Çelik midir hedef?

Her neyse, terbiye sınırlarını aştık galiba.

Hayır, müzisyenlerin yorum yapması bir derece de, daha dün başka bir sahadan şarkıcılığa sıçramış olanlar ne yüzle konuşuyorlar?

Onların da çıplak sesini bir duymak lazım. Duyuyoruz da zaten konserlerde. Hatta sırf onlarınkini değil, değme şarkıcılarınkini de.

Siz o esnada el çırpıp, oynayıp zıplıyor olduğunuzdan farkında değilsiniz, kimsenin sesinin, yorumunun albümdekiyle bir ilgisi yok. Albümlerse... Hepimizin malûmu, şimdiki stüdyolar kargayı bülbül yapacak teknolojiye sahip.

Kimsenin kimseye gülecek hali yok kısacası.

Neyse ki bizde güzel bir adet vardır, birisi fazla mağdur oldu mu halk onu bağrına basar. Bu açıdan bakınca Seray Sever’in yüzünün gülmesi de yakındır.

MIŞ MUŞ

Unakıtan "Çocuklarım ekmeğini taştan çıkarıyor" demiş.

E taştan taşa fark var tabii; çakıl da bir taş, elmas da.

Güzel kadın bile insanda fobi yaratabiliyormuş.

Hemcinslerinde yarattığı kesin de...

ABD’de sevgilisinin yanağını ısıran adama 15 yıl hapis cezası verilmiş.

Adam buraya iltica etsin, kimi istiyorsa rahat rahat ısırsın; sülalesini doğrayan bile dokuz yıl yatıp çıkıyor burada.

Erkekler de dudak şişiren ruj peşindeymiş.

Eşitlik eşitlik diyordunuz, alın size dudaklarda eşitlik!
Yazının Devamını Oku

Oynak imaj

2 Mart 2006
NEYSE ki dışarıdan bakınca anlaşılıyor!<br><br>Yani kim çağdaş, kim değil... Kadınlar mesela...

Bakıyorsunuz, etekler kısa, bluzlar, pantolonlar darsa, anlıyorsunuz ki çok geniş bir dünya görüşüne sahiptir!

Yani "Ne kadar dar, o kadar geniş" de denebilir.

Erkeklerde sorun oluyor yalnız...

Nesine bakacaksınız erkeğin... Eteği yok. Pantolonu dar mı diye baksanız... Olabilir aslında. Vücut hatları tamamen ortadaysa bu "çağdaş ötesi" olduğu anlamına gelebilir hatta!

Dediğim gibi, neyse ki dışarıdan anlaşılıyor.

Ya kafaların içine bakmak gerekseydi? İnsanların yaptıklarına, ettiklerine, dediklerine falan!

Bakmışsınız bir tek çağdaş adam yok!

Aslında giyip çıkardıklarımıza paçavra deyip geçmemek lazım.

Çoğumuz zannediyoruz ki elbiselerle sadece "şık" ya da "rüküş" olunur.

Değil oysa!

"Gerici" ya da "ilerici" de olunuyor işte!

Ürdün Kraliçesi Rania mesela... Geçenlerde Türkiye’ye geldi biliyorsunuz.

Hepimiz gördük ne kadar ilerici olduğunu! Eteğiyle, ayakkabısıyla, kemeriyle, şusuyla busuyla...

Tabii şimdi bazılarınız, "Ne çağdaşlığı ayol, kadın habire taht için çocuk doğuruyor, beş senede üç çocuk doğurdu" diyeceksiniz.

Fesat olmayın!

"Hem doğurur hem kariyer yaparım" diyordur belki kadıncağız.

Kariyer dediğim, "çağdaşlık kariyeri".

Her yeni şık elbise, kariyerin bir parçası oluyor! Aynı zamanda öteki Ürdünlü kadınların durumu nedir, hak ve özgürlükler ne álemdedir, kişi başına düşen yıllık gelir ne seviyededir, falan filan, hepsini gösteriyor elbiseler!

Herhalde yani.

Yoksa filmin fragmanı başka, kendisi başka olur mu?

"Ama bazen oluyor" da diyebilirsiniz.

Haklısınız.

Bizde mesela di mi?

Aslında her birimiz hem de nasıl çağdaşken(!) iktidara bakıyorsunuz... Eşlerin başı bağlı.

Yani hiç bağdaşmıyoruz!

Bunu biz biliyoruz da etrafa da anlatmak lazım tabii.

"Vallahi biz bu değiliz!"

Fakat adama sorarlar, "Sizin seçimler Suudi Arabistan’da mı yapılıyor?" diye...

Bir de derler ki:

"Böyle oynak imaj olmaz! Her başbakan eşinin giyip çıkardığıyla değişen... 83 yılda imajınız hálá oturmamışsa başbakanın eşinin elbisesinin yanında kendinize de bir bakıverin!"

E, haksız sayılmazlar.

MIŞ-MUŞ

Erkekler zeki eş istemiyormuş.

E, haklılar... Davul bile dengi dengine...

Ömrü uzatmak için iyimser olmak lazımmış.

Ömrün uzayacağı falan yok anlayacağınız.

ABD’de 71 yaşında bir erkek, ameliyatla kadın olmuş.

Bence o yaştan sonra kadın olmayı istediğinden değil, işe yaramadığı için sinirinden kestirmiştir.
Yazının Devamını Oku

Sizin yüzünüzden!

28 Şubat 2006
ASLINDA durumun artık şaşılacak bir yanı kalmadığından konu etmek de manasız olabilir ama duramıyor insan. Manken Aysu Baceoğlu albüm çıkarıyormuş.

Bunda bir gariplik yok bana göre. Zira mankenden şarkıcı, oyuncu olmayacağını düşünenlerden değilim. Kimse bu dünyaya kıçında "manken", "oyuncu" yazan etiketlerle gelmiyor.

Ya da...

"Vücudu iyi olanın sesi güzel olmaz" diye bir kural mı var bilmediğimiz?

"İyi dikiş diken iyi yemek pişiremez" de denebilir mi o zaman?

Ya da...

Bu bir hak hukuk meselesi midir?

Bir kere manken olmakla şarkıcı olma hakkını kaybetmiş mi olur insan?

Diyeceğim Aysu Baceoğlu da albüm çıkarabilir. Dinler bakarız, pek beğenirsek satın alırız, beğenmezsek geçer gider. Hayat memat meselesi değil yani.

***

Gelelim Aysu Baceoğlu'nun albüme nasıl hazırlandığına...

Ne yapılır?

Sese uygun şarkı seçilir, o şarkılara çalışılır, taze şarkıcı olunduğundan sesi kullanma tekniği öğrenilir, falan filan.

Ama hayır!

Aysu Baceoğlu karnını gerdiriyor, dudağını dolgunlaştırıyor, göğüsleriyle kalçasını büyütüyor, diz kapaklarını törpületiyor.

Fakat kızın günahını almayayım, belki ameliyatın yanı sıra müzikle ilgili bir hazırlığı da vardır ama bu doğal sayıldığından "haber" olmamıştır. Gerçi artık göğüs büyütmenin falan da haber değeri taşımaması lazım ama kanıksamış olsak da durum tuhaf olma özelliğini koruyor demek.

Esas mesele, bu kızların icadı mıdır bu?

Yani şarkı söyleyecekleri zaman kalçalarını büyütmeleri gerektiğine durduk yerde mi kanaat getirmişlerdir?

Aslında sizin yüzünüzden!

Kalçası, memesi küçük olursa almıyorsunuz albümü.

Bakıyorum kliplere... Kızların sesi güzel, şarkıları iyi fakat ilaveten işin içine memelerini de katmak durumundalar.

Eskiden böyle değildiniz siz.

Vallahi.

Bakıyorum eski starlara, kusurlarıyla var etmişsiniz onları.

Hadi görüntüsü de işinin bir parçası olanları bir kenara bırakalım, bütün kadınların kusursuz olması şartı var artık.

Biri çıktı, "Ben kadının ince uzun, iri memeli, Lopez kalçalı olanını severim" dedi ve kadın kısmı bitti!

Tapu dairesinde arşiv memuru olsanız, bu fiziksel özelliklere sahip olacaksınız!

Bu durumda Aysu Baceoğlu ameliyat olmayıp da ne yapsın?

Fakat daha 25'ine varmamış kızın ne zaman karnı sarktı, büzüştü, bunu da anlamak zor. Yemezler, içmezler; ellerinde su şişesiyle gezerler... Ters mi tepiyordur nedir...

Bu da ayrı konu.

MIŞ-MUŞ

Sudan'da bir keçiyle cinsel ilişkiye giren adam, aynı keçiyle evlendirilmiş.

Adamın karısını aldatması da bir inekle falan olur herhalde.

*

Erdoğan kamuflaj elbisesiyle tatbikata katılmış.

Fakat elbisenin içinden temsili düşmana "Burdayım lan, erkekseniz gelin!" diye bağırmış olabilir.

*

75 bin çift, tüp bebek mağduruymuş.

Biz de bu dünyaya adeta mağdur olmak için gelmişiz be kardeşim!
Yazının Devamını Oku

Az tüketen çok mutlu olur!

26 Şubat 2006
BAŞLIKTAKİ veciz(!) söz bana ait. Sırf bu kadar değil, başka versiyonları da var.

"Çok özgürlük az mutluluktur" mesela.

Bir diğeri, "Mutluluğa giden yol imkánsızlıklardan geçer."

İnsanı mutlu eden şey ihtimallerdir. İyi ihtimaller.

"Bir gün mutlaka" inancıdır. Kaderciler için "Bir gün inşallah" şeklinde de ifade edebiliriz bunu.

Kadın-erkek ilişkisinde mesela...

İlişkinin ilk günlerini düşünün... Önünüzde gerçekleşeceğine inandığınız bir dolu ihtimal vardır. Bunların heyecanıyla başlarsınız. Ondan sonra benim için en kötüsü, bütün iyi ihtimallerin gerçekleşmesidir.

Vallahi.

Çünkü insanoğlu bütün iyiliklerin, güzelliklerin sonrasında "E, şimdi n’olacak?" diye sorma eğilimindedir.

Şöyle söyleyeyim, orgazma doğru gidiş mi yoksa orgazmdan sonraki, adeta eşekten düşmüş karpuza benzer hal mi daha güzeldir?

Ya da baklavayı ağzınıza attığınız an mı daha mutlusunuzdur yoksa yiyip bitirdiğinizde mi?

Diyeceğim, olabilecek güzellikleri öyle çabuk çabuk oldurmamak lazım.

Hayatın bütününe yayılmalı tatminler.

"Erken gitme ihtimali var ama" diyeceksiniz.

Bana her şeyi erkenden yaşayıp bitirmek, ömrün geri kalan kısmında bunalımda olmak, pek bir şeycikler göremeden öteki tarafa gitmekten daha kötüymüş gibi geliyor.

Yapmaktan en çok zevk aldığınız şey her ne ise az yapmaya gayret edeceksiniz.

İnsana tersi doğruymuş gibi geliyor gerçi ama.

Diyeceğim, sonlara doğru da bir şeyler bırakmak lazım.

Çok görmek istediğiniz bir ülkeye seyahat...

Gerçekleşmesini çok istediğiniz bir hayal...

Hayatınızın aşkı...

Her ne ise işte. Sonraya kalsın.

Ki mutluluğun devamı için kenarda daima bir sebep bulunsun.

Her gün üç öğün ziyafet sofrasına oturursanız bir gün o sofranın ne şıklığının, ne zenginliğinin farkına varır hale gelirsiniz.

Bakın, uzmanlar bile vazgeçilmesi gereken bir alışkanlıktan kurtulmak için o şeyin çok affedersiniz b.kunun çıkarılmasını tavsiye ediyorlar.

Çikolata mesela... Bir gün başka hiçbir şey yemeden sırf çikolata tüketeceksiniz ki kusasınız neticede. İkrah gelsin. Bir nevi "Çok muhabbet tez ayrılık getirir" hali.

Diyeceğim, idareli kullanacaksınız sizi mutlu eden şeyleri. İmkánlarınızı.

İnsanı mutsuz eden bıkma, doyma, kanıksama gibi hallerin oluşmasına mani olacaksınız.

Ayağınıza mutluluğun formülünü getirmiş bulunuyorum, bilmem farkında mısınız!

MIŞ-MUŞ

Kadir Topbaş, İstiklal Caddesi’ne yeni döşenen granitlerin sökülüp yenileneceğini söylemiş.

Yeni dönemde başkanlığa talip olmayacak demek!

Ürdün Kraliçesi Rania, "Sabah Sabah Seda Sayan"a katılmış.

Hayırdır, kraldan dayak yeme durumu falan mı var acaba?

Gülşen, "Tek rakibim Gülşen" demiş.

Son şarkısına bakınca... Tek dinleyicisi de Gülşen olmasın da.
Yazının Devamını Oku

Altı tuvalet üstü sensör

25 Şubat 2006
Alt tarafı mesaneyi boşaltıp çıkacağız... Fakat zannedersiniz ki uzaya fırlatılmak üzere oradayız. Bir gün bir restoranın tuvaletinde teknolojiye kurban gitmekten korkuyorum. Geçen gün rezervuarın düğmesini ararken kafamı sensörlü káğıt havlu zamazingosuna çarptım mesela.

"Kafayı çarpmak teknoloji kazası sayılmaz" diyeceksiniz ama o rezervuar "annemin sifonu" olsaydı ben de klozetin arkasına eğilip düğme aramaya kalkmayacaktım.

Kapıyı açıp içeri girdiğinizden itibaren bir o alete bir bu alete görüneceksiniz ki ışık yansın, musluk aksın, havlu çıksın...

Bir tek boşalırken bir yere görünmek durumunda değilsiniz. Ama yakındır. Bir bakmışsınız kıçınızı göstermeden klozetin kapağı açılmıyor.

Fakat çöp kutusunun sensörlü olması iyi oldu. Zira o pedallı çöp kutularının pedalına basabilip de kapağını açabilmişliğim yoktur kişisel tarihimde.

Öyle bir yere koyarlar ki kutuyu, ayağınızın pedalı bulması için önce klozetin üstünden atlamanız gerekir. Hadi atladınız diyelim... Pedal kutunun duvara bakan tarafındadır mutlaka. O kutuyu oraya koyan, o pedalı defo falan zannediyor olabilir. Hani vazonun çatlağını görünmesin diye duvara doğru çeviririz ya... Onun için iyi oldu sensörlü çöp kutuları.

Fakat bir de çalışsa! Elimde káğıt on dakika beklediğimi bilirim. Sonunda kapağı elimle açtığımı... Hani belki aksiyon istiyordur düşüncesiyle káğıdı aşağıdan yukarıya, sağdan sola salladığım da çok olmuştur.

Tabii bir de bu sallama işinden önce o tuvalet káğıdı parçasını ele geçirme operasyonu var. Öyle cırt diye yırtıp almak eskidendi, çok eskiden! Şimdi ramazan davuluna benzer káğıtlıklar var. İçinde káğıt var mı yok mu görünmeyen, hiçbir yerden ucu falan da sarkmayan bir kapalı kutu!

Önce baş aşağı eğilip káğıt var mı yok mu bakacaksınız, varsa, o pozisyonda káğıdın ucunu bulmaya çalışacaksınız. Fakat rulo habire dönüp size asla ucunu göstermeyecek!

Ama en zoru arada klozetten kalkıp hálá orada olduğunuzu alete göstermek ki sönen lamba yeniden yansın.

Türk’ün aklı sonradan gelirmiş, ben de oturduğum yerden sensöre el sallamayı yeni akıl ettim.

Sahi restoranların tuvaletlerindeki bu sensör bolluğunun sebebi nedir?

"Maksat teknoloji olsun" değildir herhalde.

Rahatlık desem, insan daha çok yoruluyor.

Hijyen içindir herhalde. Fakat alışık olmadığımızdan bünyelerimiz şaşıracak diye korkuyorum. Neyse ki masaya döndüğümüzde suya uzaktan, adeta sensöre gösterir gibi gösterilmiş yeşilliklerden yapılmış salatalar bizi bekliyor da...

Yazmayacak konuşacaksınız!

Kadın mizahçı yokmuş!

Geçenlerde yine bir yerlerde konuşuluyordu. Ne zaman konu mizahtan açılsa, laf dönüyor dolaşıyor, Türkiye’de kadın mizahçı olmadığına geliyor.

Gazete köşelerini tutan kadın mizahçıları yok sayıyorlar.

Bazı okurlar istediği kadar o kadınlara "Size çok gülüyoruz" diye mektuplar yazsınlar... Fakat bu, kadına düşmanlıktan değil, "yazı"ya düşmanlıktan daha çok.

Neredeyse herkesin, hiç olmazsa "Nasıl zayıfladım" diye kitap yazdığı bir ülkede yine de yazma işi öyle pek önemsenmiyor. Belki de işte herkesin bir şekilde bir şeyler karalayabilmesinden dolayı çok sıradan bir iş olarak görülüyor.

Mizahçı sayılabilmek için yazmayacak, konuşacaksınız. "Stand-up"çı olacaksınız yani. İllaki.

"Söz uçar yazı kalır" diye bilirdik, fakat tersiymiş meğer.

MIŞ MUŞ

34 beden giyen mankenler için anoreksiya ve bulimiya koruma derneği suç duyurusunda bulunmuş.

Oh, bütün 38 üstü bedenlerin canına değsin!

Kürşad Tüzmen "DNA’larımda devlet adamlığı geni var" demiş.

Bakın bunu öğrendiğimiz iyi oldu; bundan sonra ötekilerden de mal beyanının yanında DNA raporu da isteriz.

Seray Sever menajerinin ofisini basmış.

Korkarım daha basacağı çok yer var sırada.
Yazının Devamını Oku

Büyüklük takıntısı

23 Şubat 2006
"KEDİ nankördür!<br><br>"Böyle yaygın bir inanış var.<br><br>Hayvan sevmeyenleri anlıyorum. Onların her hayvan için söyleyecek bir şeyleri var zaten.

"Kedi nankördür", "Tavşan uğursuzdur"... Ceylanlar da "içten pazarlıklı" olabilir mesela!

Allah bilir kuşların gripli çıkmasına da sevinmişlerdir. Çünkü en hayvansevmez biri bile bir minik serçeye ilgisiz kalamaz. Grip meselesi çıkınca "Sen sağ ben selamet" demiş, rahatlamış olabilirler.

Diyeceğim, hayvan sevmeyenler bir tarafa, hayvan sevip de kedi sevmeyenleri anlayamıyorum ki sayıları az değil.

Gerekçeleri işte kedinin "nankör" oluşu.

Efendim, neymiş, sahibinin ölüsünü yiyen kedi varmış!

Ne zaman, nerede, kimi yediler tam olarak belli değil ama kendimi bildim bileli böyle bir efsane dolaşıyor. Ona bakarsanız dağın başına düşen bir uçaktan kurtulan yolcuların da birbirini yediği söylenir durur yıllardır.

***

Bir de gel deyince gelmiyor, git deyince gitmiyormuş kediler.

Evet doğru.

Fakat belki de sırf bu sebepten sevmek lazım kedileri.

Her insanın bir kırılma noktası var, kedilerin yok demek. Yemeğini verene bile yaltaklanmıyor. Sadece teşekkür için ayaklarınıza sürtünüyor yemeğe başlamadan önce, o kadar.

Belki de köpekten daha akıllıdır kedi. İnsanın aslında pek de güvenilir bir yaratık olmadığının farkındadır, onun için ne olur ne olmaz diye araya mesafe koyuyordur.

Fakat biz ona kızıyoruz işte!

Emrimize amade değil diye.

Kedi sevmeyen ya da şöyle söyleyeyim, aslında hayvan sevmeyip sırf köpek sevenler karakterleriyle ilgili önemli bir ipucu veriyorlar gibime geliyor. Ben beceremem ama işin uzmanı iyi bir tahlil yapabilir. Eve gelince önce takılarınızı mı yoksa pantolonunuzu mu çıkardığınızdan kim olduğunuz anlaşılabiliyorsa, bu, haydi haydi yapılabilir.

Ben de biraz anlatmaya çalışayım.

Onların sevdiği, köpeğin kendisi değil aslında.

Çelikten, konuşan köpek yapılsa... On dakikada bir "En büyük sensin, ey sahibim!", "Bir emrin var mı, öl de öleyim!" falan diyen... Onu daha çok severler.

Anlatabildim mi aslında neye ihtiyaçları olduğunu?

Hem kedi yeterince büyük değil. Nihayetinde iki karış boyu, bir karış yüksekliği var hayvancığın. Zaten bu "Kedi sevmem, köpek severim" diyenler köpeğin de büyüğünü severler. Hatta en büyük cinsi neyse, o, hormonlarla falan daha da azmanlaştırılsa, cip kadar olsa mesela, iyice makbul!

Terrier falan sevmezler öyle...

Bunu erkekler yapıyor daha ziyade. Ne diyeceksiniz... Büyüklük takıntıları olduğunu biliyoruz zaten.

Her şeyleri büyük olacak!

Bütün meselenin bu olduğunu düşünüyorum.

MIŞ-MUŞ

Bir yetişkini bir saatte öldürebilen zehirli örümcek Türkiye'deymiş.

Neticede, hiç uğraşmayın arkadaşlar, o sebepten olmasa bu sebepten gidiciyiz!

Erkeklerde seksin altın çağı 50'lermiş.

Kör olmayasıcalar ha bire küllerinden doğuyorlar.
Yazının Devamını Oku

Fırfırlı etek

21 Şubat 2006
AYAĞI yere basan, gücünün farkında ve bu gücü ortaya koyan, sosyal sorumluluk sahibi! Kim bu?

Bu yılın kadını.

"Kadının duruşu her yıl değişir mi?"

"Geçen yıl nasıldı?"
gibi sorular gelebilir aklınıza...

Evet değişir.

Geçen yıl uçarı bir prenses, ondan önceki yılsa ürkek, kararsız lakin romantikti.

Uzatmayayım, bu yıl karşıdan kadının elbisesine baktınız mı gücünün farkında olduğunun farkına varacaksınız!

Bu yılın modası rengárenk fırfırlı etekler bu manaya geliyor.

Rüya tabiri gibi bir nevi.

Fırfırlı etek, ayağı yere basan kadın demek oluyor.

Geçen seneki eteğinizi giyerseniz, ayaklar havada!

Aslında modacılar neden roman yazmazlar... Bir fırfırlı eteği bile bunca manalandırabildikten sonra...

Sekiz yıllık köşe yazıcılığı tecrübeme rağmen bende bu yetenek sıfır mesela.

O eteği gösterip, çok değil, bir paragraflık yazı isteyecekler... Dünyanın son gününe kadar da süre verecekler... Katiyen aklıma kadının ayağının yere bastığı yorumunu yapmak gelmez.

Bakar bakar, "Fırfırlı etek" derim.

Biraz daha bakarsam bir de "Etekler fırfırlı" derim belki.

O kadar.

***

Kadının fırfırlı etek üstünden kendini ifade edişinden sonra bir kadının Allah'la arasında nasıl bağ oluştuğunun hikáyesine geçiyorum.

Binbir badire atlatmış, eski İSKİ Genel Müdürü Ergun Göknel'i biliyorsunuz... Göknel'in halen evli olduğu son eşi hidayete ermiş.

Bu konuda bir de kitap yazmış.

"Ve Tanrı Kek Yaptı."

Bir sabah uyanıp gerçekleri fark ettiğini söylüyor Müjgan Göknel kendisiyle yapılan röportajda.

Ne mutlu!

Siz hálá uyanıp o gün ne giyeceğinizle ne yiyeceğinizi düşünün!

Fakat yine de öyle "pat" diye olmamış her şey. O sabaha kadar öyle mucizeler yaşamış ki kendi ifadesine göre...

Mesela...

"İkinci evliliğimde bir kolye almak istedim. Eşim almadı. 'Bana o kolyeyi Allah alır' dedim. Milli Piyango bileti aldım, para çıktı ve o kolyeyi aldım."

Ne diyeyim...

Allah hidayeti nasip ederken akıl fikir de versin insanlara.

MIŞ-MUŞ

Yeni "Sağlık Kentleri" projesini açıklayan Erdoğan, "Dışarıdan doktor getirelim" demiş.

Bir şanssızlığımız, dışarıdan başbakan getiremiyoruz işte!

*

Sosyete, cep telefonuna Swarovsky taş koydurmak için sıradaymış.

"Mezar taşlarına da taş konuluyor" deseniz ölmek için sıraya girerler.

*

İbrahim Tatlıses, "20 kadın var ortada dönen" demiş.

Ve onların etrafında dönen erkekler topluluğu... Güneş sistemi gibi adeta!
Yazının Devamını Oku

Daldan dala

19 Şubat 2006
YUMURTAAKITAN<br><br>"BU memlekette en kolay ne yetişir?" derseniz, "Teorisyen" derim.<br><br>Çok yetenekli olduğumuzdan değil, toprağın verimli olmasından... Mesela, şimdi gelin de kuş gribiyle Unakıtan’ın oğlunun piyasaya yumurta akıtıyor olması arasında bir bağlantı kurmayın!

5 yıldır likit yumurta üretiyormuş meğer.

Demek bir türlü istediği patlama gerçekleşmeyince...

Neyse günahını almayalım. "Kuş gribi tesadüfen Hızır gibi yetişti" diyelim.

Fakat benim gibi gelenekçi tipler için likit yumurta, korku filmi gibi bir şey. Bünyem bu kadar gelişmeyi kaldırmıyor. Hani, kuş gribini tercih ederim desem yalan olmaz.

Hem bunun likitinden rafadan yumurta elde etme şansımız var mı?

Yok.

"Rafadan"ı olmayan yumurtaya yumurta mı derim ben!

BUZ KURBANI!

"Küçük Hilal buz kurbanı."

Gazetenin başlığı bu.

Annesi, 2.5 yaşındaki Hilal’i evde yalnız bırakıp komşulara aşure dağıtmaya çıkmış. Döndüğünde Hilal ortada yokmuş. Kardaki ayak izleri, ilçenin suyu buz tutmuş çayının kenarında bitiyormuş. İzlerin bittiği yerde buzun kırık olduğunu görünce Hilal’in çaya düştüğünü anlamışlar.

Şimdi Hilal "buz kurbanı" mı oluyor?

Yani 2.5 yaşında çocuğun buz tutmamış çaya düşme ihtimali yoktu öyle mi?

Şöyle söyleyeyim, Hilal dışarı çıkmayıp onun yerine sobanın üstünde kaynamakta olan suyu devirip haşlansaydı "kaynar su kurbanı" olacaktı değil mi? Çok sık kullanılan bu ifade bile yanlış bence.

Ölüm raporu mu yazıyoruz?

Aslında gazeteci olacaklara sınav sorusu olarak sorulabilir... "Bu haberde Hilal kimin, neyin kurbanıdır?"

"Aşure kurbanı"
cevabı bile bundan iyidir.

HIRSIZ-POLİS

Ben ki bu işlerin içindeyim.

Yani dizi filmlere kendimi kaptırmam. Başka gözle seyrederim.

Sırf içinde olduğum için değil... Sıradan bir seyirci olarak da oyuncuları sokakta çevirecek, misal Aliye’nin kocasına "Çocukları neden kaçırıyorsun annelerinden" diye hesap soracak biri değilim takdir edersiniz ki.

Düzeltiyorum, "değilim" değil "değildim".

Artık yapabilirim.

Çünkü Hırsız-Polis’teki tüm karakterlerin gerçekten yaşadığını düşünüyorum.

Bin yıldır tanıdığım Erol Günaydın’ı görsem boynuna atılıp "Diliniz açılmış çok şükür" diyebilirim.

Veya Polis Teşkilatı’na mektup yazıp Çınar gibi bir mensupları olduğu için kutlamaya kalkabilirim.

Uğur Yücel... "Ne güzel oynuyor" falan değil, hakikaten "Aksak"tır artık benim gözümde.

Büyük konuşmuşum. Kurtlar Vadisi’ni seyretmekle yetinmeyip ertesi gün her sahnesini birbirine anlatanlarla dalga geçerdim. Şimdi aynısını kardeşimle yapıyoruz.

"O anda Aksak’ın bakışına dikkat ettin mi?" falan gibi şeyler...

Hele müziği, hele müziği... Çalın ağlayayım.

Bu diziyi kaldırmaya kalkarlarsa, vallahi Kanal D’nin kapısına dayanırım!

MIŞ-MUŞ

Gamze Özçelik’i ilaçla uyutup tecavüz etmek ve bu görüntüleri internette yayınlamakla suçlanan Gökhan Demirkol, "Fantezi yaptık" demiş.

Hesapta olmayan "Mapusane fantezisi" de müesseseden bir hediye.

El yapımı, çelik, altın, platin ve safirden cep telefonu satışı Türkiye’de 300’ü geçmiş.

Şimdi sıra geldi o telefonlarla altın değerinde konuşmalar yapmaya...

"Naber lan, nerdesin?" gibi.

"Evde kürtaj" hapı geliyormuş.

Muayenehanede cinsel ilişki, evde kürtaj... Belki de dünyanın sonu geldi.
Yazının Devamını Oku