Pakize Suda

Estetiğe karşı kadınlar

1 Nisan 2006
Neden bazı kadınlar estetik ameliyatlara, daha doğrusu güzellik çabası içerisinde olmaya şiddetle karşıdırlar? Hayır, kendilerinin olmasın öyle bir çabası, tamam... Ama olana "zenci" muamelesi yapılıyor adeta. Bu tuhaf.

Estetikli midir, öyleyse çiz üstünü!

Tamam, artık güzelliğinden başka bir şey düşünemez olanların ruh sağlığından endişe etmek lazım hakikaten ama nasıl göründüğüne önem veren herkese karşı "şiddet ve celál" içinde olanlara da bir bakmak lazım galiba.

Ben baktım biraz etrafımdakilere...

Değişik neticeler çıktı.

1. Bulundukları konum ve çevreleri itibarıyla karşı çıkmak zorundalar.

Yoksa o çevreden aforoz edilirler.

Mesela "entelektüeller" uğraşmazlar öyle şeylerle!

2. O kadar çirkinler ki, onları güzelleştirecek ne yöntem var ne de bunu becerebilecek bir doktor anasından doğmuş.

3. Henüz 30 yaşındalar, onun için rahatça ahkám kesiyorlar.

20 sene sonra aynı fikirde olurlar mı, bilinmez.

4. Aslında saldıracak birilerini arıyorlar. E, "estetikli kadınlar" fena malzeme değil bu iş için.

Dernekleri mi var zavallıcıkların, uğraşanı protesto etsin?

5. Estetik ameliyata, botoksa ve benzeri şeylere karşı çıkmak insanı kafadan "akıllı, kendine güvenen, ayağı yere basan kadın" yapıyor.

6. Zaten her şeye muhalifler.

Onlara pırıl pırıl gökyüzünü gösterip "Bugün hava açık" deseniz, ona da itiraz ederler.

7. Aslında her türlü müdahaleyi yaptırıyor ancak inkár ediyorlar.

En iyi inkár yolu ise "olaya temelden karşı çıkmak"tır kanaatlerince.

8. Aslında en istedikleri şey genç ve güzel görünmek.

Ama olmuyor işte.

Bir nevi "kedi-ciğer-mundar" mevzuu yani.

Fokun bakışı

Biliyorum bize deli gözüyle bakıyorlar.

Hayvanları sevenlere, onlar için üzülenlere.

Hatta cinsellikle ilişkilendirenler var.

Kadınsanız artık ununuzu eleyip eleğinizi duvara astığınız için hayvanlara sarmış olduğunuzu;

Erkekseniz fazladan kadınlık hormonuna sahip olduğunuzu düşünüyorlar.

Anlayamıyorlar.

Hayvan dediğiniz öldürmek için vardır onlara göre.

Zaten ağaçlar da kesilmek için.

Denizler deseniz "çöpünüze amade."

Bugünlerde Kanada’da fokları öldürüyorlar.

Yağı ve derisi için.

Demek insanoğlu her yerde aynı.

Salı günü Radikal’deki fotoğrafı gördünüz mü bilmiyorum.

Fokun bakışını...

Şaşkın, korkmuş...

Adam elindeki sopayı kaldırmış indirmek üzere.

Fok "Ben sana ne yaptım?" der gibi bakıyor.

Artık unutmam ben o bakışı...

Gözünüzün içine öyle bakan bir canlıya o sopayı indirebilmek...

Onlar insansa bize neyiz?

Ankara’da köpekleri öldüren belediyeciler mesela... Aynı türden olmamız imkánsız.

Aynı türden canlılar birbirinden bu kadar farklı yaratılmış olabilir mi?

Ama kendime de kızmıyor değilim.

Üzülmekten ve ulaşabildiğim kedi köpeği besleyip hasta olanları tedavi ettirmekten başka yaptığım bir şey yok.

İnsanoğlunun fokların yağını ne yaptığını merak etmemişim mesela bugüne kadar. Ki o şey neyse hayatımdan uzak tutayım.

Öldürülmelerini önleyemem gerçi.

Ama "işbirlikçi" olmam hiç değilse.

MIŞ MUŞ

Tuba Ünsal boşanmış.A, evli miydi o?

Psikologlar, dayak yediği halde ilişkisini sürdüren kadınların durumunu "Ayrılık korkusu" olarak değerlendirmişler.Bakın bu hiç aklımıza gelmemişti!

ABD Genelkurmay Başkanı "ABD ve Türkiye birbiri için hayati" demiş.Ama "ekmekle su" gibi değil "klozet" gibi daha ziyade.

Okullarda şiddet sürerken, bir öğretmen çocuklardan oluşan bir sokak çetesi tarafından bıçaklanmış.Çetecilerin de "mektepli"si ve "alaylı"sı var artık.
Yazının Devamını Oku

Bitiremeyenler

30 Mart 2006
"ÖLÜM Allah’ın emri, ayrılık olmasaydı."<br><br>İyi olurdu vallahi. Ama ayrılık da var işte.

Gerçi burada sözü edilen ayrılık, birbirine sevdalı iki kişinin bir sebeple ayrı düşmesi herhalde.

Bizim konumuzsa, kadın ya da erkek, bir tarafın ilişkiden "kesin dönüş" yaptığı haller.

İlişkilerin başlaması genellikle eşzamanlı oluyor da bitişi pek öyle olmuyor. Sonra işte gelsin baskınlar, hadise çıkarmalar, dayaklar falan.

Son günlerde iki örneğini gördük.

İlişkiyi bitiren, hatta yenisine başlayan iki erkek ve bitiremeyen iki kadın. Ve neticede gazetelere yansıyan, hepinizin malumu olduğunu sandığım olaylar.

Dikkat ettim, bitiremeyen taraf kadın oluyor daha ziyade.

Daha doğrusu erkeğin bitiremeyeni gerçekten "tedavilik" oluyor. Onlar zaten tabancayı çekip kadının kapısına dayanıyorlar.

Ama kadınların illa "hastalıklı" olması gerekmiyor ilişkinin bittiğini kabul etmemesi için.

Yani her kadının başına gelebilir. Bir gün bir bakmışsınız hiç olmadığınız kadar "asabi"siniz.

Kadınların aşka daha fazla inanıyor olmasından mıdır artık...

Daha çok aşk filmi seyretmelerine yoruyorum ben bunu. Aşk filmleri de çoğunlukla mutlu sonla biter ya... Ayrılıkla bitecekse de bu bir tarafın ölümüyle olur ancak.

Yani kadınlarda ilişkinin "Pazara kadar değil mezara kadar" süreceği kanaati oluşmuş bulunuyor. Bir yandan herkesin kendi aşkını "bambaşka" zannetme durumu da var. Herkesin aşkı biter bizimki bitmez!

***

Genlerle ilgili bir durum da olabilir. En akıllımızın bile genlerine "Bir yastıkta kocama şartı" kazınmış adeta. Sohbetlerde dalgamızı geçsek de, kendimize bile itiraf edemesek de arzumuz budur!

Bir de galiba kalbi kazanılmaya çalışılırken, yani ilişkinin ilk günlerinde çok fazla iltifat görüyor kadınlar.

"Erkekler sevdiğini söyleyemez" derler ya... Ben pek katılmıyorum bu tespite. Tam tersine BAZI erkekler gereğinden fazla konuşuyor.

İltifatlar, vaatler, pohpohlamalar gırla gidiyor. Yürekten değil işkembeden gelince böyle bir bolluk, bereket oluyor galiba.

E, kadının sonra "irtifa kaybı"nı kabul etmesi zor oluyor tabii.

Sinirleri bozuluyor.

Netice olarak kadınların ilişkiyi bitirmekte zorlanması normaldir.

Ha, yaptıkları beyhude çabadır, o başka.

Onlar da bilirler bunu zaten. O saatten sonra gidenin geri dönmeyeceğini, dönse de o ilişkiden hayır gelmeyeceğini...

Ama ne yapacaksınız ki "öfke baldan tatlıdır".

Dayak olayına gelince...

Bütün dayakları "Kadının, erkekten şiddet görmesi" başlığı altında toplayamazsınız.

Siz kadınları da pek öyle yabana atmayın. Baskınlara giderken ellerinde gülle gitmiyorlar.

Şöyle söyleyeyim, iki boksörün DÖVÜŞMEK için ringe çıkması gibi durumlar olabiliyor.

Ama "Erkek, cinsiyet farklılığından gelen dengesizliği göz önüne alıp maçı reddetmeli" derseniz, size katılıyorum.

MIŞ-MUŞ

Bir turizm şirketi "Çılgın Türkler Oradaydı, Ya Siz?" sloganıyla, Kurtuluş Savaşı’nın geçtiği yerlere tur düzenliyormuş.

Kimdi o bizi zekáda sondan ikinci sıraya koyan?

*

Boşanmada çocuğun görüşü de sorulacakmış.

Zaten var olan iki taraflı "dolduruş"un dozu daha da artacak demek.
Yazının Devamını Oku

Bahar olmasa yorgunluğu var

28 Mart 2006
BUGÜN kalemi elime alasım yok.<br><br>Bahardandır herhalde. Başıma vurduğu için çalışmak istemediğimden midir artık...

Yoksa "bahar yorgunluğu" denen şey midir...

Gerçi henüz yüzünü tam olarak görmüş değiliz.

Fakat şartlanmışız demek.

"Mart ayı bahar ayıdır."

Kar yağsa vız geliyor. Ve işte kendisi olmasa yorgunluğu geliyor.

Aslında insanoğlu çok gariban.

Gelen vuruyor giden vuruyor.

Şöyle söyleyeyim, vücudumuzun bir doğa hadisesinden etkilenmediği gün yok.

Hiç olmazsa ayda bir, dolunayda geçici olarak deliriyoruz.

Bahar geliyor yoruluyoruz,

Kış geliyor bunalıma giriyoruz

"Ay büyürken uyuyamıyoruz" falan.

Bir tek gün kendimiz değiliz.

Bugün boşaltım organlarınız fazladan bir çalışma içerisinde diyelim... Bilin ki bunun katiyen sizinle bir ilgisi yoktur. Mutlaka güneş bilmem nereden çıkıp bilmem nereye girmiştir falan...

* * *

Aslında iyi bir şey.

Daima bir mazeretiniz oluyor.

Delirmek, esmek gürlemek, tembellik etmek, saldırmak, uyumak, ağlayıp sızlamak, nazlanmak, bunalıma girmek vs. için.

Gerçi karşınızdaki "Sana dolunay da bize değil mi?" diyebilir mesela.

Fakat bu işlerle uğraşanlar bunun da cevabını peşin peşin vermiş bulunuyorlar.

"Doğadaki hadiselerin her insan üzerindeki etkisi farklıdır!"

Fakat bir tek baharda hepimiz yekvücut oluyoruz adeta!

Ben daha bahar gelince plazalara koşmak isteyen birine rastlamadım bugüne kadar. Herkes kırlara koşmak istiyor.

Ama nerdeee... Sizi bilmem, benim okulla gidilen pikniklerden beri koşmuşluğum yok.

"Haşlanmış yumurta"lı ve "kuru köfte"li piknikler...

Baharın hakkı verilirdi hakikaten.

Tamam, şu küresel ısınma denen şey yüzünden mevsimler arasındaki farkın kalkacağı günlere doğru yol almaya başladık falan da... Biraz da biz aynılaştırmadık mı zaman içerisinde?

Seraları icat ettik mesela.

Domatesin bir mevsimi olduğunu kim hatırlıyor?

Turşu kuran, salça yapan kaç kişi kaldı kış yaklaşırken?

Erişte kesen, tarhana seren?

Kaldırılan, kurulan sobalar mı var?

Yazdan yaza gitmek mi kaldı memlekete? 9 YTL’ye götürüyor artık uçaklar.

Bütün mevsimlere aynı muameleyi yapa yapa... Birbirinin aynısı oldular sonunda.

Ama işte genlerimize işlemiş birtakım şeyler var galiba. Şükür ki.

Şu "bahar yorgunluğu" mesela...

Otomatikman çöküyor insanın üstüne.

MIŞ-MUŞ

300 bin binaya af geliyormuş.

Büyüklerimizi "affetmenin büyüklüğü"nden hiçbir zaman mahrum etmeyiniz; derhal 300 bin bina daha hazır ediniz!

Bild Gazetesi 100 çifti Antalya’da "aşk tatili"ne göndererek Alman nüfusunun artışına katkıda bulunmayı hedefliyormuş.

Aslında Doğu’daki illerimizden birine göndermek, etkili sonuç için daha uygun olabilir.
Yazının Devamını Oku

Şaşmak lazım

26 Mart 2006
KİMBİLİR şu fotoğrafı kaç kez görmüşüzdür gazetelerde: Bir deniz kenarında, kuma ya da şezlonga uzanmış güneşlenen bikinili iki güzel kız.

Veya denizde şakalaşan.

Altında, "Doğu’da kış, Antalya’da yaz".

Kaç kez görmüşüzdür sahi?

Kendimizi bildiğimizden beri, her sene.

Demek her zaman Antalya’ya Türkiye’nin öteki yerlerinden önce geliyor yaz.

Ezberimiz bu yani.

Ama değilmiş gibi...

Sanki ilk defa oluyormuş gibi...

Her seferinde şaşıyoruz aradaki farka.

İyi yapıyoruz.

Şaşmak iyidir.

Şaşmadınız mı hayatın tadı tuzu kalmadı demektir.

Güneşin her gün yeniden doğuşuna...

Kirazın çıkışına...

Karpuzun kırmızılığına şaşmak lazım.

Kanıksadınız mı sırf káğıt üstünde yaşıyorsunuz demektir.

Zaten daha kaç defa şaşacaksınız kirazın çıkışına?

Bahar kaç defa gelecek?

* * *

Sevdiklerimize de şaşmak lazım.

Annenizin karnıyarığı nasıl bu kadar güzel yapabildiğine şaşabilirsiniz mesela...

Karınızın saçlarının güzelliğine...

Ağabeyinizin ne çok fıkra bildiğine...

Sıradan sayılabilecek şeylere yani.

Öyle dünyanın en mükemmel insanı olup, çok şahane işler yapmaları şart değil.

Sanki hiç beklemediğiniz bir şeymiş gibi bebeğinizin ilk dişini gördüğünüzde nasıl şaştıysanız öyle şaşın mesela kocanızın ellerinin biçimine.

Her gördüğünüzde değil tabii... Deli derler. Ara sıra.

Kendiniz için yapın bunu.

Babanızın nasıl olup da bu kadar bilgili ya da ne bileyim kuvvetli olduğuna şaştığınız çocukluk günlerinizi hatırlayın.

Ne kadar mutluydunuz...

Yine olabilirsiniz.

Şaşılacak bir şey bulup çıkarın.

Mutlaka.

"Sen yapabiliyor musun?" diyeceksiniz.

Ne gezer...

Zaten bu yazıyı da kendimi motive etmek için yazmış bulunuyorum.

MIŞ-MUŞ

Eksiksiz aşk için bir yıl gerekiyormuş.

Tamamladığınızda da bitiyor zaten.

Parasızlık, sevişme isteğini azaltıyormuş.

Bu işi de "Bir gün zengin olursam" diye başlayan hayalleriniz arasına katacaksınız.

Hükümetin her fırsatta medyayı suçlama ádetine Milli Eğitim Bakanı Çelik de uymuş, okullardaki şiddet eylemlerinde artış varmış gibi gösterilmek istendiğini belirterek medyayı suçlamış.

"Fiks mönü"den sonra "fiks suçlu".

Baykal, "AKP masonik parti" demiş.

Şu sıralar "masonluk battı" deniyor ya, acaba arada AKP de gider mi diye umutlanıyor insan.
Yazının Devamını Oku

Kocanızın bir sevgilisi olacak!

25 Mart 2006
Defalarca yazıldı çizildi; okuduk, duyduk, gördük, yaşadık... Artık hepimiz biliyoruz ki evli çiftler bir süre sonra hakikaten "akraba gibi" oluyorlar. (Ay tamam, istisnalar vardır mutlaka!) Yakın akraba.

Kardeş, ana, baba, hala, dayı neyse, o.

Ne hissedersiniz halanıza, amcanıza?

Sever, sayarsınız...

Özlersiniz...

Başına bir felaket gelmesini istemezsiniz...

Görmekten mutlu olursunuz...

Ama...

Görünce nabzınızda bir artış olur mu?

Sabahlara kadar mesajlaşır mısınız kendileriyle?

Şarkılardan fal tutar mısınız?

Dokunduğunuzda titrer misiniz?

Onlarla buluşabilmek için günlük programınızda bin türlü ayarlama yapar mısınız? Gözlerinizi kapatıp son buluşmanızı düşünür müsünüz yeniden, yeniden?

Bir dahaki buluşmada neler diyeceğinizin hazırlığını yapar mısınız?

Kendinizi bir türlü çok güzel bulmadığınız olur mu buluşmaya giderken?

Gıcıklık olsun diye "Evet" demeyin.

Hiçbirini yapmazsınız.

Ne onlar için, ne de işte artık akrabanız olan eşiniz için.

*

Evet, yeni bir şey değil bu söylediklerim. Fakat şu yeni olabilir:

Kaç senelik evli olunursa olunsun, bir gün eşle sevgililik durumuna dönmek mümkündür!

Fakat "Bir sabah kalktığınızda bir bakmışsınız ki" şeklinde değil.

Kadınlar, size söylüyorum bunu!

"Sihirli değnek" yok yani.

Ama illá işin içine değnek katmak istiyorsanız, bir süre günde 40 değnek yemiş gibi olacağınızı söyleyebilirim. Uzatmayayım, kocanızın bir sevgilisi olacak!

Evet maalesef.

Tatlıdan önce tuzlunun yenmesi gibi bir nevi.

Önce haberiniz olmayacak tabii. Fakat sonra ya ağzı gevşek dostlarınız ya hissikablelvukunuz ya da ceza indirimi umuduyla itirafçı olan kocanız sayesinde öteki kadınla gıyaben tanışacaksınız.

Bu, sizin zilin sesini duymanız anlamına geliyor.

Yarışma başlıyor!

Şimdi bir kadın için uygulaması adeta imkánsız ama mutlu sona ulaşmak için şart olan şeyleri sıralıyorum:

Kocanızı kısıtlamayacak, takip etmeyeceksiniz.

Baskı yapmayacak, hesap sormayacak, ağlayıp sızlamayacaksınız.

Dırdır etmeyeceksiniz.

Kısaca hiç tınmayacaksınız.

Maksat şu:

Bir: Adamı, ezberini bozmak suretiyle şaşkına çevirmek.

İki: Karşı tarafla ilişkisini "kaçamak" olmaktan çıkarmak.

Hatta bırakın istediği zaman sevgilisinde kalsın, beraber seyahatlere çıksınlar falan...

Bunlar size yol, su, elektrik olarak geri dönecektir.

Bakın, çoğu erkek için cazip olan şey, kadının kişiliği, kaşı gözü, şusu busundan ziyade "kaçamak" yapıyor olmasıdır.

Sizin yapacağınız şey onların ilişkisini meşrulaştırmak suretiyle sıradanlaştırmak!

*

Bu arada zaman da size yardımcı olacaktır elbet.

Ve "o kadın" da...

Hiç şüpheniz olmasın.

Evet, sevgili konumundaki kadın zaman içerisinde "eş"e dönüşecektir. Bu iki kere ikinin dört etmesi gibi bir şeydir.

Önce hafiften dırdıra başlayacak...

Bunalıma girecek...

Evlenmek için baskı yapacak...

Çocuk isteyecek...

Kocanızı uçan kuştan ama en çok sizden kıskanacaktır.

Sizden beter "beklentiler" ve "şikáyetler" içerisine girecektir.

Ve kocanız sizinle gizlice görüşmeye, belki çocuklarını bile gizli gizli görmeye başlayacaktır. Bu sefer karşı tarafa yalanlar söyleyerek.

İbre tersine dönecektir yani.

İşte tam bu noktada kocanızın sevgilisi oldunuz demektir!

Artık kaçamaklarının suç ortağı sizsiniz! E zaten mevcut avantajlarınız da var. Bozulması zor kurulu düzen, çocuklar falan... Bir bakmışsınız flört ediyorsunuz kocanızla!

O kadın sayesinde.

Nasıl?

Mantıklı değil mi?

Veya hiç örneğini görmediniz mi?

Şöyle bir düşünün bakalım...

*

Varsa kocanızın da bir ikinci kadını, siz de deneyin derim.

Ama kocanıza da durup bir bakın bu arada. Değer mi, değmez mi...

"Hayatta mesai harcanacak daha iyi, daha önemli şeyler var" derseniz alnınızdan öperim sizi.

Fakat hormonlar devredeyken biraz zor mu oluyordur nedir...

MIŞ MUŞ

Türkiye’nin ormanları rehabilitasyona girmiş.

Yanık merhemi sürecekler zahir.

Murat Taşdemir "Banu Alkan için hiç ağlamadım" demiş.

E, haklı... Ağlanacak durumda olan kendisi çünkü.

İbrahim Tatlıses Marmaris’te inşaat işçilerine getirilen türkü söyleme yasağı için "Türkülerini kısık sesle söylesinler" demiş.

İyi olur. Yanık yanık bağırma kontenjanı çoktan doldu.

Baykal "Asker taciz edildi" demiş. "Komutanım, n’olur bi darbe" diyecek neredeyse.

Avukat Ayten Ünal "kızlık soyadıyla nüfus cüzdanı çıkartan ilk kadın" olmuş.

Her an "kızlık soyadına temelli dönen kadın" olabilir.
Yazının Devamını Oku

Bizim aktörler

23 Mart 2006
EŞCİNSEL iki kovboyun aşkını anlatan bir film vizyona giriyor.<br><br>"Brokeback Dağı" Üç dalda Oscar almış.

Özel hayatlarında büyük ihtimalle "aslanlar gibi erkek" olan iki aktör Heath Ledger ve Jake Gyllenhall rol icabı eşcinsel olmuşlar.

Bizim aktörlere sormuşlar hemen...

"Bir eşcinseli oynar mısınız?"

Türkiye şartlarında bunun "normal" sayılmayacağı bu sorudan belli. Neden kimseye "deli"yi ya da ne bileyim "hırsız"ı oynar mısın diye sormuyorlar?

Neyse...

On oyuncudan beşi "Hayır" demiş.

Mahsun Kırmızıgül’le Alişan mesela...

"Hayatta oynamam" demişler.

Seyircinin gözünde erkekliklerine halel gelir korkusuyla herhalde.

Gerçi seyirci Aliye vakasında sınıfı geçti sayılır, ama yine de güven olmaz diye düşünüyorlar belli ki.

* * *

Oktay Kaynarca da "Oynamam" diyenlerden.

"Türkiye böyle bir filme hazır değil."

Gerekçesi bu.

Türkiye birçok şeye ne zaman hazır olacak peki?

Terfi süresi gibi belirli bir zaman geçecek ve otomatikman hazır hale gelecek değil herhalde.

Mesele eğitimse, birkaç cesur film de bir eğitim değil midir?

Ha, Türkiye’yi boy boy Polat Alemdar’ların sarmasına benzer bir riskten söz ediliyorsa...

Evet doğru.

Gençler karakterleri izlemekle yetinmiyor, alıp üstlerine giyiyorlar. Bir filmle tespih satışları patladı memlekette. Bakmışsınız eşcinsellik de patlamış!

Belki de onun için, yani önlem olarak filmlerde Kaynarca’nın ifadesiyle "karikatürize edilerek veriliyor" eşcinsellik.

Hakikaten, hep kırmızı pantolon giydirilip bol bol "Ayol" dedirtilir eşcinsellere. Ve hep yan roller verilir.

"Bakın özenilecek bir şey yok, komik olursunuz sadece; ayrıca hep kenarda kalırsınız" demek istiyorlar artık...

Aslında benim iyi bir önerim var. Gençlerdeki bu ona buna özenme eğilimini yok etmek için...

"Rol modeli"ne boğacaksınız çocukları!

Öyle çok ve çeşitli "kahraman" çıkaracaksınız ki karşısına, hangisini taklit edeceğini şaşırıp "kendisi" olacak.

Vallahi dalga geçmiyorum.

* * *

Gelelim Kadir İnanır’ın dediğine...

"Bana bu soruyu sormamış olun."

Arkadaşlar bunu "Oynamam" olarak değerlendirmişler. Oysa ben tam tersini düşünüyorum.

"Ben Türkiye’nin en iyi aktörlerinden biriyim, elbet oynarım. Üstelik eşcinsellik de insanoğlunun gerçeklerinden biridir. Bana bu soruyu sormanız abes."

Bence bunu demek istemiştir Kadir İnanır.

Ben de bu konuda diyeceğimi demiş olduğumu düşünerek satırlarıma son veriyorum.

Elbet "Oynarım" diyen Tamer Karadağlı, Hakan Ural, Behzat Uygur, M.Ali Nuroğlu ve Levent Ulukut’u kutlayarak.

Ve "Sen bana i... mi demek istedin lan!" diye muhabirin boynuna sarılan çıkmadığı için şükrederek..

MIŞ-MUŞ

50 yaşındaki erkeklerin cinsel hayatı 30-40 yaşındakilerden daha aktifmiş.

Allah son gürlüğü veriyor demek.

Bülent Ersoy, kendisi için "Askerlik yaptı" diyenlere "Cumhurbaşkanımızın eşi kadar kadınım" demiş.

Hınzır öyle bir örnek vermiş ki "Fazlası var, eksiği yok" dedirtiyor.
Yazının Devamını Oku

Namus bekçileri

21 Mart 2006
OLAYI gazetelerden duymuşsunuzdur... Üçü kız altı öğrenci okul içerisinde cinsel ilişkiye girdikleri gerekçesiyle Hava Harp Okulu’ndan atıldılar. Okulun kurallarını bilemem.

Zaten beni ilgilendiren yanı bundan çok "ihbar" denilen hadise.

Olayın nerede geçtiğinin de önemi yok.

"Namus bekçileri"nden her yerde bol miktarda var. Okulda, işyerinde, mahallede, apartmanda...

Tüm kadınların namusu bunlardan soruluyor.

Sanki birisi aldı bütün kadınları getirdi, bunlara emanet etti!

"Aman dikkat edin, üzerlerine erkek sinek konmasın!"

Fakat devamında şu da var: "Ama siz istediğiniz gibi konabilirsiniz."

Bütün mesele de bu zaten.

Konamayınca kıyamet kopuyor.

Sonra işte gelsin ihbar mektupları, ihbar telefonları!

Komutana, amire, müdüre, eşe... Karşıdaki kimden en fazla zarar görecekse artık...

***

Fakat ihbar ederken "Ellere var da bize yok mu, dedim lakin işe yaramadı, ben de sinirimden ihbar ediyorum" diyecek hali yok kimsenin.

Onun yerine "namus ve şeref"ten girip "onur ve ahlák"tan çıkılıyor.

Nitekim başta sözünü ettiğim olayda da okulun şanına sürülen lekeden, havacıların ahlákından falan dem vuruluyor ihbar mektubunda.

Sanki okulun şanı bugüne kadar kimsenin sevişmemiş olmasından geliyordu.

Ya da bilmiyorum iki genç sevişti diye bundan böyle havacılara ahláksız gözüyle bakar mısınız...

Bakın "Okulda cinsel ilişkiye girmekle pek iyi yapmışlar" demiyorum ama ihbar edenin, kızlardan birinin eski sevgilisi olduğunu duyunca şu yazıyı yazmak geldi içimden. Tıpkı gencin, kız başkasına yar olunca aklına okulun namusunun gelmesi gibi.

***

"Namus bekçileri"nin cinsiyeti illa ki erkek olacak diye bir kural yok. Kadın "namus bekçisi" de var.

"Onların derdi ne?" diyeceksiniz.

Muhtelif.

"Bende vakit geç lakin bu kadının hálá piyasası var" çekememezliği mesela.

Veya "Benim beğendiğimi o kaptı" siniri...

Ya da "Ben hiç beğenilen kadın olmadım, o da olmasın" düşüncesi...

Ve illa ki, tüm kadınları kendi ilişkisi için potansiyel tehlike olarak görmekten gelen daimi "kımılla mücadele" hali.

***

Sonunda kimse zarar görmese, hadi istedikleri yere mektup yazsınlar... Hobidir der, geçeriz. Fakat işte okulun namusunu kurtaralım derken altı çocuğun hayatı söndü.

Tekrar ediyorum "Bırakalım çocuklar teneffüslerde falan sevişsinler" demiyorum ama "cinsel ilişki"yi ha bire namus, ahlák, ayıp, günah gibi kavramlarla anınca ileride eşleriyle bile ilişkiye giremiyor bu çocuklar. Kasılıp kalıyorlar.

Gerçek bir sevişme yaşayan kaç çift vardır Türkiye’de çok merak ediyorum. Tabii 20 sene bunun ahláksızlık olduğuna inandırdığınız kızı bir gün aniden bu senin kocan diye bir adamın koynuna koyarsanız ne olacak...

MIŞ-MUŞ

Kadınlar da aldatıyormuş.

E, körle yatan şaşı kalkar.

*

Merkez Bankası Başkan Vekilliği’ne vekáleten atanan Başçı’nın eşi AKP’nin danışmanıymış.

Demek danıştılar, o da eşini tavsiye etti!
Yazının Devamını Oku

Kırk kere söyledik oldu

19 Mart 2006
BU Çinlilerden korkulur hakikaten.<br><br>İntikam hususunda da piyasanın lideri olmuş durumdalar. Çin’de bir kadın, kendisinden ayrılmak isteyen kocasının oturduğu binayı havaya uçurmuş.

Bu konuda Türk kadını olarak en fazla ne yaptık bugüne kadar diye düşünüyorum, "Bir devlet memuru olan kocadan, boşanmak için yüksek miktarda tazminat almak; bu sayede adamın servetinin kaynağına dikkatleri çekmek ve netice olarak kocanın, yeni karısının koynu yerine hapse girmesini sağlamak"tan başka bir şey gelmiyor aklıma.

Çinli’nin yaptığının yanında masumane sayılır. Can kaybı yok neticede.

Aslında Çinli, Türk, şu, bu, kadınlar her zaman erkeklerden daha yaratıcı olmuşlardır.

Silahı çekip vuran kadın pek azdır.

Erkeklerin tepkisi "ani", kadınlarınki planlı programlıdır.

İğne oyası inceliğinde planlar...

Mesela hiçbir şey yapmadan ara sıra konuşmak suretiyle -ama üzerinde düşünülmüş sözler- sabık kocanın hayatını mahvedebilir kadın kısmı. Adam neticede kimseye yar olamayacak hale getirilir.

...diyerek başka konuya geçiyorum.

* * *

Bir şeyi kırk kere söyleyince olurmuş!

Oldu nitekim.

Türkiye, hakikaten en fazla haber programlarının seyredildiği ülke oldu.

Milletçe yıllardır beyanımız buydu biliyorsunuz. Haber programlarından ve belgesellerden başka bir şey seyretmiyorduk.

Fakat reytingler "Yalan!" diyordu.

Aslında şu da olabilir:

Halkımız, misal, on beş kişinin kameralarla donatılmış bir eve kapatılmasını belgesel zannediyordu!

Düşünecek olursanız, neden olmasın?

Belgesellerin esası biraz da bu değil midir?

Neler olup bittiğini gözlemlemek.

Olay illa ormanda geçecek diye bir kural var mı?

Ha aslanın karacayı, ha on beş kişinin birbirini yemesini seyretmişsiniz!

Veya kendi hayatını tehlikeye atma pahasına sürüden ayrılıp, kaybolan yavrusunu bulmaya çalışan ceylanla, döve döve evden kaçırttığı gelinini, evin yemeği, bulaşığı üstüne kalınca, televizyon stüdyosundan ağlaya sızlaya geri çağıran kayınvalide arasında ne fark vardır?

Hepsi bir nevi belgesel sayılabilir!

Memleketimden insan belgeseli!

Fakat işte bu sefer RTÜK’ün yaptırdığı araştırmadan, izleyicinin, kanalların "Bu belgeseldir" diye ilan ettiği hakiki belgeselleri, kadın programlarından, evlilik yarışmalarından daha çok seyrettiği çıktı ortaya.

Hele haber programları... Birinci.

Fakat haberleri düşününce içine bir kurt da düşmüyor değil insanın.

"Hülya Avşar Feraye Tanyolaç’ın hamileliği hakkında ne dedi"...

"Kurtlar Vadisi’nin Polat’ı Necati Şaşmaz’ın ceketindeki tuğra ne anlama geliyor"...

"Büyü nasıl bozulur"...

Halkımızdaki ani "haber" düşkünlüğünün gözlerde oluşturduğu yaşlar akmadan donuyor.

MIŞ-MUŞ

150 yıl ömür hayal değilmiş.

Ama "hayalsiz yaşanmaz" diyorsanız 151’i hedefleyeceksiniz!

Günde 10 saat televizyon seyrediyormuşuz.

Bize "seyirci" değil "televizyon altı sehpası" denir.

Muhafazakarlık araştırmasında "herkes herkesten rahatsız" çıkmış.

Komşu komşunun külüne gıcık!
Yazının Devamını Oku