Pakize Suda

Bacaktan teşhis

15 Nisan 2006
Masanın üstünde duran gazete, fotoğraftaki kadının tam belinden ikiye katlanmış. Gördüğüm, mini etekli bir çift bacak. Fakat hayret!

Yüzünü göremediğim kadının kim olduğunu çıkarıyorum...

Eda Taşpınar!

Bacaklarını kendi bacağım gibi iyi bellemişim.

Hatta kendi bacağımı tanıyamayabilirim. Eda Taşpınar’ınki kadar haşır neşir olmuşluğum yok zira kendiminkilerle.

Ki ben de vücuduna yabancı kadınlardan değilim. Sahne icabı giymiş olduğum yırtmaçlı tuvaletler nedeniyle bacaklarımı aynada olsun, fotoğraflarda olsun görmüşlüğüm çoktur.

Fakat işte buna rağmen Eda Taşpınar’ın bacakları daha tanıdık geliyor. Demek kaç milyon kere görmek durumunda kaldıysam...

Şu bahsettiğim hadiseden sonra kendimi sınava tabi tuttum. Acaba, başkalarını da şusundan busundan teşhis edebiliyor muyum diye.

Evet ediyorum.

Giyim tarzı falan tamam da, inanmayacaksınız, ayak ikinci parmağından teşhis ettiğim oldu.

Fakat bunda kabiliyetimin yanı sıra, kendime "sınav sorusu" yaptığım, "cemiyet hayatının tanınmış simaları"nın sağlamış olduğu kolaylığın etkisi de var.

Mesela şu ayak parmağından teşhis olayında... "Hangi ayakkabı bana zincir vuracakmış şaşarım!" diyerek adeta bir kaldırımdan öteki kaldırıma doğru uzanan ikinci parmağa rağmen açık ayakkabı giymekte ısrar etmese hanımefendi... Nasıl çıkaracağım kendisini?

Fakat mevzu bu değil.

Mevzu benim bu noktaya nasıl geldiğim.

Ki vallahi o parlak sosyete dergilerini takip ediyor değilim. Küçümsediğimden değil, vakitsizlikten.

Sırf günlük gazetelerdeki köşelere göz atarken "uzman" olup çıkmışım.

Hayır, faydası olan bir şey olsa... Kendime ya da başkalarına...

"Nedir uzmanlık alanınız?"

Bacaktan teşhis!

Çok lazım!

Hırsızın, uğursuzun teşhisinde faydalansınlar benden diyeceğim ama adama Eda Taşpınar’ın elbiselerini giydirip bir sene boyunca gazeteye basacaklar, ancak öyle!

İstanbul lalesiyle buluşuyor!

’İstanbul lalesiyle buluşuyor." Buluştu hakikaten. Fakat "demirden siyah lalelerle."

Bilmiyorum denk geldiniz mi, ben Aşiyan civarında rastladım demirden siyah lalelere.

Deniz kıyısıyla cadde üzerindeki yeşil bant... Ara ara geçitlerle kesilen adacıklar halinde... İşte oralara lale ekilmiş hakikaten.

Nasıl güzel, renk renk...

Görür görmez sevinç çığlığı atası geliyor insanın.

Fakat işte hemen ardından küfür etmeniz işten değil.

O güzelim minik minik lale bahçelerinin her birinin etrafını demir korkulukla çevirmişler.

Gerçi dediğim gibi lale desenli ama demir korkuluk işte netice olarak.

Ne maksatla yaptılar acaba?

Kimse basmasın, koparmasın diye desem ikisine de mani olacak yükseklikte değil. İyi ki de değil, daha da beter olurdu, o başka.

Fakat bu da nasıl bir görüntü kirliliği, görmeniz lazım.

Hele bazı açılardan bakınca hepsi üst üste biniyor ki zannedersiniz demirciler çarşısındayız!

Başka yerde rastlamadım henüz ama büyük ihtimalle işe oradan başlanmıştır ve devam edilecektir.

Bir zamanlar belediyelerin parası yoktu, daha iyiydi.

Tüm zevksizliklerini şehrin orasında burasında sergileme imkánı bulamıyorlardı hiç olmazsa.

Evet, İstanbul lalesiyle buluşuyor!

Buluşuyor da... "Lale devri çocukları" kıtlığında buluşma bu kadar oluyor.

MIŞ MUŞ

Çevre Bakanı Pepe "720 bin tehlikeli atık nereye gidiyor?" diye sormuş.

Kalp kalbe karşıymış, biz de size onu soracaktık.

Sibel Tüzün Rumları fethetmiş.

Eyvah! Güzellik yarışmalarında da daima bizim güzel öteki güzellerin gönlünü fetheder, lakin başarı o kadarla kalır.

İtalya’da 43 bin oy çöpten çıkmış. İtalyanlar uzaktan akrabamız olur!
Yazının Devamını Oku

Çocuk paylaşımı!

13 Nisan 2006
"ANA-baba olabilmek için sınavdan geçmek gerekse keşke" desem saçmalamış mı olurum? Kimsenin elinden üreme hakkı alınamaz tabii. Fakat "bir insan yetiştirmek" gibi dünyanın en büyük sorumluluğunu yüklenmek için ehliyet gerekmemesi sizce de tuhaf değil mi?

Çocuğun hangi okula gideceği, alt tarafı matematiği hangi öğretmenden öğreneceği bile bunca önemliyken...

Peki çocuklar çok zarar gördüğünde ana-babanın karşısına çıkacak bir kanun da mı yok?

Zararı sadece fiziksel şiddet mi verir?

Şu Tuğba Altıntop’la Rafet El Roman’ın durumu size de "Yeter artık!" dedirtmiyor mu?

Ben hakikaten müdahale etmek istiyorum. Sarsmak istiyorum ikisini de.

Nasıl bir aşk-nefret ilişkisiymiş bu ki zaman da çare olamadı.

Hangi duyguysa insanı karşı tarafla bu kadar didişmeye iten, yıllar geçtikçe yok olur hani... Unutur, yumuşar, törpülenirsiniz.

Fakat bu ikisine, özellikle Rafet El Roman’a işlemiyor.

Çocuklarını çok sevdiklerinden de şüpheliyim artık.

Sırf onlar değil, çocukları paylaşamayan bütün ana-babalar...

Kendilerini seviyorlar daha çok.

Öyle güçlü ki egoları, öyle önemli ki galip gelmek... Çocuklarını düşünemeyecek kadar.

Yani bana öyle geliyor ki, mesele "Çocuğumun benim yanımda büyümesi daha doğru" ya da "Ben daha çok seviyorum" değil. Hoş, bunlar da saçmalığın dik álásı ama esas mesele karşıdakini yenmek. İntikam almak.

"Yok, bu mücadele çok sevgiden" derseniz, "Keşke ana-babalar az sevseler çocuklarını" diyesi geliyor insanın. Böyle marazi sevginin çocuğa bir faydası yok zira.

* * *

Ana-baba olmanın iki aşaması var bana göre.

Birincisi biyolojik ve çok önemli değil. Yani üreme sisteminizde bir problem yoksa, ki onun da her türlüsü aşılıyor artık, ana-baba olabilirsiniz.

Kadınla erkeğin esas ana-baba olduğu bir nokta var ki bırakın çocuğun bugününü düşünmeyi, kırk sene sonra gözünde oluşacak yaşı bile göz önünde bulundurmayı gerektiriyor.

Bu konuda Hülya Avşar’ı alnından öpmek lazım. Gerçi zaman zaman fazla abartıyor ama yine de...

Mesela adım gibi biliyorum ki Zehra’nın bugün için olmasa bile önündeki yıllar boyunca bir kardeş sevgisi, sıcaklığı, desteği yaşayacağı düşüncesiyle için için seviniyordur Feraye’nin hamileliğine.

Bırakın Zehra’yı doğacak bebekten uzak tutmayı, onu sevdirmek için elinden geleni yapacağına eminim. Tanırım Hülya’yı.

* * *

"Pişti"
programında Reha Muhtar’ın, Rafet’le Tuğba’ya, çocukları pay etmelerini önermesine ise ne diyeyim bilemiyorum.

Ha, aslında çocuklara "Evlilikte edinilen mal" gözüyle bakan ana-babalar için malı (!) eşit olarak ikiye bölmek mantıklı tabii.

Sevgili Reha Muhtar, çocuklar yine güme gitmiş oluyor, bunu ne yapacağız?

Hatta sürmekte olan durumdan daha beter bu dediğiniz.

Aldıkları yaraya rağmen "Annemle babam bize sahip çıkmak için yarıştılar" diye düşünmeleri ihtimali varken, çocukların paylaşılması halinde, bir tarafta kalan, öteki tarafın kendisini değil de kardeşini tercih ettiğini düşünmez mi ömrünce?

Birbirlerinden kopuk büyümeleri de cabası.

Beyaz ne güzel söyledi... "Üç çocuk olsa nasıl pay edeceklerdi?"

Dördüncüyü yapıp, iki iki paylaşırlardı herhalde!

MIŞ-MUŞ

ABD, Ay’a mermi saplayacakmış.

Aslında bu işi biz daha iyi beceririz.

Kadınlar 15 dakikada bir vücutlarını düşünüyorlarmış.

Son zamanlarda dillerden düşmeyen "Düşünceyle çağırma" hadisesini deniyoruz; bakalım düşüne düşüne Deniz Akkaya olabilecek miyiz?
Yazının Devamını Oku

Ölürsem kabrime tapuyu sürt!

11 Nisan 2006
BİR, iki, üç, dört, beş, altı, yedi...<br><br>Daha gidiyor... Gazetedeki, çoğu tam sayfa konut reklamlarını sayıyorum.

Haftada birkaç defa da emlak ilavesi çıkıyor...

Yani habire konut yapılıyor.

Hepsi de İstanbul’da.

Öyle sayılır yani... En azından bulundukları yerlerin yakınından geçen yollarda, üzerinde "İstanbul" yazan yön gösterici tabelalar var.

Neyse... Zaten yakında İstanbul’un güneyde Burdur’a, doğuda Sivas’a dayanmasına az bir şey kaldı.

Belki de İstanbul’a göçü önlemenin yolu budur!

Adam, diyelim Kars’tan gelip İstanbul’a yerleştiğini zannederken aslında Eskişehir’e gelip oturacak!

* * *

Diyeceğim, Türkiye konuta doyacak!

Doyacak da...

Hangi Türkiye?

Bir "Öteki Türkiye" mensupları var biliyorsunuz, bir de "Beyaz Türkler". Bir de arada benim de içinde bulunduğum bir grup var ki henüz adı konmadı. Ya da kondu da ben duymadım.

Şöyle tarif edeyim, karşıdan tipine bakınca "Beyaz Türk"müş gibi görünen ancak cebi itibarıyla "Öteki Türkiye"ye daha yakın kişiler oluyoruz.

Uzatmayayım, merak ettiğim, gazetelerde çarşaf çarşaf yer alan konutlar kim için yapılıyor?

"Öteki Türkiye" için desem...

Bilmiyorum orada bir konut açığı olduğu kanaatinde misiniz...

Ben kirada oturanına rastlamadım pek...

Kimsenin konutuna ihtiyaçları yok ayrıca. Kendi konutlarını kendileri yapıyorlar. Üstelik büyüyebilir konutlar. Her oğul evlendiğinde ya yukarı ya yana doğru büyüyor. Var mı sizde böyle esnek teknoloji?

* * *

"Binalar bitince işte böyle olacak"
diyen fotoğraflara ve dökülen dile bakınca daha ziyade "Beyaz Türkler"i "ev"lendirmek üzere yola çıkılmış gibi bir durum var.

Fakat onların 1300 daireli sitede, bir apartman katında ne işi var diye de bir soru geliyor insanın aklına... Üstelik onca yol gittikten sonra...

Ha, tersi makul bakın...

Yeşillikler içerisinde, en yakın komşunun bir kilometre ötede olduğu çiftlik evi misali bir ev, şehir merkezinde ise gerektiğinde kalınacak bir apartman dairesi. Böylesi olabilir.

Netice olarak, bu konutların "Ara Yerdeki Türkler" için yapıldığı kanaatindeyim.

Fakat "Ara Yerdeki Türkler"in yabancı dil bilenleri için.

Evet, canına yandığım, burada da yabancı dil şartı var!

Önce projenin adına diliniz dönecek bir kere!

Sonra eş, dost "Nasıl bir şey senin şu yeni ev?" diye sorduğu zaman apışıp kalmamak için şunları ezberleyeceksiniz:

Loft, In Theraphy, Lokasyon, Maisonette...

Ya da küçük bir káğıda yazıp, çıkarıp bakar mısınız artık...

* * *

Bazılarında 240 ay vade falan deniyor.

Bilmiyorum ev sahibi olduğunu görmeye ömrü vefa eder mi insanın.

Ama "Hiç olmazsa yolunda ölürüm" derseniz...

Toruna torbaya vasiyet edersiniz artık...

"Ölürsem kabrime tapuyu sürt!"

Aslında galiba kimse için değil bu binalar. "Menkul değerler"in içine girilip oturulduğu nerede görülmüş?

Hem herhalde bir araştırması, şusu busu yapılmıştır. Bunca firmanın durduğu yerde bu yatırımlara girişecek hali yok.

Benimki otobana ters yönden giren Temel’in, karşıdan gelen arabalara bakıp "Salaklar, hepsi ters yolda!" demesi gibi oldu biraz.

MIŞ-MUŞ

Gülben Ergen, "Çocuk için elimizden geleni yapıyoruz" demiş.

Başarılı olursanız "Elinize sağlık" deriz biz de!

İstanbul Güneşli’de birinci sınıfa giden 7 yaşındaki Rus kızını, üst sınıftaki erkek öğrenciler "Türk değil" diye dövmüşler.

10 sene sonra "Rus diye" seve seve bir hal olurlar, o başka!
Yazının Devamını Oku

Kan parası gibi TUHAF bir ülke burası...

9 Nisan 2006
Başınıza bir felaket mi geldiğini yoksa devlet kuşu mu konduğunu kestiremezsiniz. Beklemeniz lazım.

Ki "Bakalım n’olucak".

Basketbol antrenörü olan sevgilisinin başkasıyla nişanlandığını duyunca "Bu nişan ne ayak?" diye hesap sormak üzere çiftin yemek yediği mekána giden, ancak kime niyet kime kısmet, kendisi şiddete maruz kalan hemcinsim mesela...

Bir yandan hálá sürdüğünü zannettiği ilişkisinin karşı tarafça bitirilmiş olduğuna...

Bir yandan kaba kuvvetle karşılaştığına...

Öte yandan gazetelere düştüğüne...

Yanmaktayken kendisini haftalık bir dergiye fotomodel misali poz verirken buldu.

Fakat tabii ben "yanmak" falan diyorum ama bu "gazetelere düşme" hadisesinin kişide üzüntü yaratması "annemin margarini" zamanından kalma bir hal.

Artık üzülecek bir yanı yok böyle şeylerin. İşte bu bahsettiğim örnekte olduğu gibi gazetelere düşmenin hemen arkasından dergilere çıkılıyor ki bu ötekinden çok farklı bir durum. Yani dergilere çıkmak iyi bir şey oluyor.

Şöyle izah edeyim... Futbol maçında çelme taktılar düştünüz ama karşılığında bir penaltı aldınız. Onun gibi.

Ya da "kan parası" gibi bir nevi.

* * *

Şimdi sırada kim var bakalım...

Kim yapacak sıçramayı...

Fuhuş iddiasıyla gözaltına alınıp sonra bırakılan bir grup kadının her biri adaydır bana göre.

Hakikaten büyük haksızlığa uğradılar.

İddialar doğru bile olsa kimin ne hakkı vardı teşhire?

Bari bellerine kadar kuma gömüp taşlasaydınız!

Bir de, "Biz namuslu kişileri deşifre etmeyiniz" demezler mi!...

"Özrü kabahatinden büyük."

Neyse, konuya dönelim... Şimdi bu bir grup kadın, televizyon stüdyolarında uğradıkları haksızlığı anlatıyorlar.

Büyük ihtimalle anlatmaya da devam edecekler. Fakat bu sefer fotoğraf stüdyosunda.

"Sayın S.U. şimdi de şu siyah kombinezonu giyin... E, sonra ne olmuştu?"

"Valla ben evde eşofmanla oturuyordum ki kapı çalındı... Ay kapak olucam ama di mi?"

Böyle şeyler.

Şerden hayır çıkarmakta üstümüze yok diyebiliriz kısaca.

Ama ne kadar süre?

Bir haftalık derginin ömrü kadar.

Sonra gelsin sıradaki!

MIŞ-MUŞ

Hülya Avşar, "Ben de aldatmak istedim ama Türk kadını ve anne olmam engelledi" demiş.

"Türk kadını aldatmaz!" Neredeyse Atatürk gibi vallahi; her sözü veciz!

Audrey Hepburn tüm zamanların en güzel 100 kadını listesinde en baştaymış.

Listede Banu Alkan yoksa çok şaşarım.

Erdoğan, "Unakıtan istifa edecekti, ben engelledim" demiş.

Şimdi "İyi halt ettiniz" desek Başbakan’ın jargonuna uyar ama bir başbakana hitap jargonuna uymaz; en iyisi demeyelim.

Turistler temiz otobüslerde taşınacakmış.

Bir başka deyişle "Eski, dökük, pis otobüsler Türk vatandaşının hizmetinde!"
Yazının Devamını Oku

Tekamül bize nasip oldu!

8 Nisan 2006
"Sevgili hanımlar!" diye başlıyor sokaktan gelen bir kadın sesi... Epeydir...

Fakat gerisine kulağımı tıkamışım bugüne kadar.

Yeni fark ettim.

Demek kendimi "hanım" hissetmediğimden...

Dün ilk defa devamına dikkat ettim. Pikelerin falan kenarına piko yapıldığını anlatıyordu uzun uzun.

Evet, "seyyar pikocu."

İstanbul’u sevmemin bir nedeni de bu.

Her an sokaktan "bir şeyci" geçiyor. Hurdacı, terlikçi, nayloncu falan değil sırf. Hiç akla gelmeyen şeyler...

"Halı kenarı halledicisi" mesela.

Gerçi onlar kendilerini böyle tanımlamıyorlardır herhalde ama ben bir ad vereyim dedim, bunu buldum.

Püskül yıkamaktan bıkanların halılarını püskülsüz hale getiriyorlar. Yaptıkları bu.

Fakat konumuz İstanbul’un sokak esnafı değil.

Konumuz, benim kendimi "hanım" olarak görmeyişim.

Mesele piko yapılacak bir metre kumaşımın olmaması değil sadece. Kadını "hanım" yapan hiçbir şeyle ilgimin olmadığını görüyorum.

Çocukluğumda da hiç "kız çocuk" olmadım zaten.

Benim gibi çok kişi var.

Bunun çalışan kadın olmakla da bir ilgisi yok. Ne çalışan "hanım" kadınlar var bildiğim...

Sahi neyiz biz?

Cilve yapmaz, etek giymeyiz...

Elimizde bir kurabiye tarifimiz yoktur...

Oje sürmeyiz, erkek parası yemeyiz...

Oturup kalkmamızda bir kadın zarafeti yoktur... Konuşma tarzımızda da.

Başımıza buyruğuzdur, ömrümüzün hiçbir döneminde kimse bizi zapturapta alamamıştır...

Bu hususlara bakınca "hanım" olmadığımız kesin.

E, tam "erkek gibi" de sayılmayız.

Bakmayın son yıllarda futbolla pek ilgiliymiş gibi göründüğümüze...

Hálá çoğumuz gırgır geçmeye, şamata yapmaya gidiyoruz maçlara. En son, takımı için en yakınının ölüm haberini almış gibi ağlayan kız da artist çıktı zaten.

E, kimleri yatağa attığımızı falan da anlatmıyoruz birbirimize...

Bizim ne yapıp yapmadığımız bir yana, "erkek" muamelesi de görmüyoruz.

Hálá işyerinde şurada burada tacize uğruyoruz...

Hálá yollarda arabamız sıkıştırılıyor...

Hálá bir sürü davranışımız toplum tarafından -erkeğe yapıldığı gibi- hoş görülmüyor...

Sahi biz neyiz?

Bu çağ ne idiği belirsiz bir cins yarattı. Dünya erkekle kadın arası bir cinse, hatta "tek cins"e doğru gidiyor belki de.

İlk tekámül hadisesi de bize nasip oldu!

Para

Hangi taşı kaldırsanız altından "para" çıkıyor.

Bilmiyorum eline taş, sopa, silah alanların ne kadarı "bir ideal" peşinde...

Ya da illáki iktidar olmak isteyenlerin...

Ellerinde Türkiye için en iyisini gerçekleştirmek üzere hazırlanmış projeleri mi var?

"Elimdeki projeyi uygulama fırsatı bulamadım" üzüntüsü müdür kaybeden politikacılarınki?

Aniden falanca hocacı olanlar...

Bilmemne tarikatına girenler...

Ne kadarının kafası, gönlü aniden yatar olmuştur?

Manken kızlar fuhuş yaptıkları iddiasıyla gözaltına alındılar. Televizyonun ünlü ettiği kızlarla beraber.

O kızların, o kameralı evlere girişinin "bir yuva kurmak" gibi masumane ve hayırlı bir nedene dayandığını düşünenler vardı...

Asıl nedenin "fiyatı artırmak" olabileceği ihtimali de geliyor mu şimdi aklınıza?

Banu Alkan habire tokat yiyor.

Ve tokattan daha ağır sözler işitiyor.

Hálá "Çok seviyor da onun için" diyen kaldı mı acaba?

Siz hiç demediniz elbet. "Televizyon stüdyosu konuğu" türünden hemcinslerimden bahsediyorum.

Hepimiz para kazanmayı istiyoruz tabii.

Kimin tercihi olabilir sürünmek?

Ama "ne pahasına olursa olsun" diyenlerin sayısı hiç bu kadar artmamıştı galiba.

MIŞ MUŞ

ÆUzayda alkol bulutu görülmüş.Bu da doğanın AKP’ye bir oyunu; gökten alkol yağacak!

ÆTuba Ünsal’la Yalın Londra’da yine çay içmişler.Vuslata çok var... Yemeğe geçmediler daha!

ÆDemi Moore, son iki yılda estetik ameliyatlara 38 bin Euro harcamış.Siz hálá dengeli beslenin, hayata olumlu bakın falan... Belki bir faydası olur.
Yazının Devamını Oku

Kalkmak düşmekten zor

6 Nisan 2006
KENDİNDEN gayet emin yürürken aniden yere kapaklanmak... Kaldırıma yüzükoyun uzanmak...<br><br>İnsanın karizmasını böyle çizen başka ne vardır? Hele bir de "düşme"ye uygun bir giyim kuşam içerisinde değilseniz...

Rahatlık açısından demiyorum. Pek havalı bir gününüzdeyseniz yani...

Daha da derin oluyor "karizmanın çiziği".

Aslında esas mesele düşmekten ziyade kalkmak!

Kalkmak düşmekten daha dramatik oluyor.

Sık sık düşen insanlar bu kalkış durumunu evde prova etmeliler aslında.

Mesela birdenbire hiçbir şey olmamış gibi ayağa mı dikilmeli?

Bu esnada yüze nasıl bir ifade verilmeli?

"Düşen ben değildim" gibi bir şey nasıl olur mesela?

Hemen doğrulmak yerine ters dönmüş hamamböceği gibi yerde bir süre debelenmek izleyenlerde nasıl bir etki yaratır?

Etraftan koşup gelenlere herkesin başına gelebileceğine dair kısa bir konuşma yapılmalı mı?

Sonra...

Yerden estetik bir şekilde kalkmanın, düşüş esnasındaki komik ve acınılası halini izleyenlere unutturmaya bir faydası olur mu?

Yani bir telafi durumu söz konusu mudur?

Falan filan.

* * *

Anlamışsınızdır...

Düştüm.

Alışkanlığım, adetim ve yeteneğim olduğu üzere...

Bir süredir "Dur bakalım, epeydir düştüğüm yok" diye şaşkınlık içerisindeydim.

Nihayet performansımda bir düşüş olmadığı çıktı ortaya!

Düştüm.

Yattığım yerden ilk iş kardeşimi aradım.

Kardeşim, kim bilir kaçıncı kez benden aldığı düşme haberini "N’aber" tarzında, sıradan bir sohbetin başlangıcı olarak aldı ve "İyi. Ben de şimdi geldim eve valla, n’olsun" gibi bir şeyler söyledi.

Baktım olmayacak ağlamaya başladım ve "Her yerim kırıldı" dedim.

Hakikaten öyle gibiydi. Tahminimce iki bacağım ve bir kolum kırılmıştı.

On beş dakika sonra kardeşimle röntgen sırası bekliyorduk.

Neticede hiçbir yerim kırılmamış, hatta çatlamamıştı bile maalesef.

Maalesef dememin nedeni, kardeşimin karşısında "yalancının mumu röntgene kadar" durumuna düşmemden. Bilmiyorum bir dahaki sefere koşar gelir mi...

Fakat vallahi "kırıldı" derken abartmıyordum. Her zamanki gibi olaya en kötü ihtimal üzerinden giriş yapmışım, o kadar!

* * *

Yine de sol kolum askıda şu anda. Omzum zedelenmiş.

O kadar tecrübeye rağmen düşme anında kendimi sağ omzumun üstüne atmayı becerememişim ki ne güzel on beş gün işten kaytaracaktım!

Bir ara gazeteye "Ben aslında solağım" demeyi de düşünmedim değil ama yapamadım işte!

MIŞ-MUŞ

Peynir seks hayatını renklendiriyormuş.

Bak sen! Hiç de renk vermiyor kerata!

Genç yaşta cinselliğe özenmenin nedeni kendi dışında herkesin seksi denediğini sanmakmış.

Yaşlı erkeklerin durumu da aynı.

Kahkaha en iyi ilaçmış.

Aynı zamanda "pirzola" biliyorsunuz... Gıda ve sağlık tamam, bir de ev kirası yerine geçti mi...
Yazının Devamını Oku

Korku filmi gibi

4 Nisan 2006
HANİ bazı filmlerde bazı sahneler vardır...<br><br>Üstüne gelen silahlı adamlardan veya kendisini ezmeye çalışan arabadan ya da ne bileyim işte kurgulanmış birtakım yaratıklardan kaçacak yeri kalmamıştır kahramanın... Kaçmış kaçmış nihayet gelip bir duvara dayanmıştır...

Durumumuz bu.

Köşeye sıkıştık.

Bunaldığımızda kaçacağımız, kaçıp nefes alabileceğimiz yerler yok oluyor.

Etrafımız duvara dönüşüyor.

Mecazi anlamda değil...

Gerçek duvar.

Betondan.

Ege ve Akdeniz’deki koylar bir bir imara açılıyor.

Yani Kuşadası’ndaki, Antalya’daki gibi koca koca oteller dikilecek o güzelim yerlere.

İş ortasında gözümüzü kapatıp olmayı düşlediğimiz yerler yok oluyor.

Gidemesek de hiç olmazsa hayallerimizde bizi bekleyen yerler...

***

"Herhalde buradan kalkıp ağaçların altına piknik yapmaya gidecek değildin, şimdi ne güzel, yapılacak otellerde kalırsın işte!" diyenler çıkacaktır, oraları imara açan zihniyet yalnız değildir elbet.

İyi de bu binalar kuş yuvası misali ağaçların tepesine kondurulmayacak herhalde.

O koylarda tek ağaç kalmayacak.

Kuşadası’nda nasıl tek zeytin ağacı kalmadıysa...

Gidip nereye bakacaksınız otelin penceresinden?

Sağdaki soldaki öteki otellere mi?

Hem akşama kadar havuz başında yatıp, akşam açık büfeden tabağı doldurmaksa maksat... Bir de animatörler eşliğinde hoplayıp zıplamaksa, bu otellerin o koylarda olmasıyla Konya Ovası’nda olması arasında hiç fark yok.

Gidin oraya yapın otellerinizi!

***

Fakat bu yakan, yıkan, kesen, bozguncu zihniyetin bir iyi tarafı(!) var ki elde kalanlara şükrettiriyorlar insanı.

Mesela İstanbul’da, şehir dışındaki boş arazilere kurmayı akıl ettiler yeni yerleşim yerlerini.

Maazallah misal Ayasofya Camii’ni, Dolmabahçe Sarayı’nı yıkıp yerine site dikebilirlerdi.

Bu şimdilik böyle tabii.Bugün başımızda ağacı sevmeyenler var, yarın bakarsınız tarihi sevmeyenler gelir, o da olur.

MIŞ-MUŞ

İzmir’de erkeklerin yüzde 34’ü kadınlardan şiddet görüyormuş.

Kızlar, çok sıkışırsanız İzmir’e yerleşirsiniz!

*

Okullarda öğrencilerin elinden düşürmediği "Kelebek", bıçak sayılmamış.

Ondan gelen ölümü de ölüm saymazlar bakarsınız!

*

"Şu Çılgın Türkler", yayınevi sahibine vergi rekortmenliği getirmiş.

Türkiye’de kitap satışından vergi rekortmenliği ha?! Biri beni çimdiklesin!

*

Tarım Bakanı Eker, Diyarbakır’da çocuklara 5 YTL karşılığında taş ve molotof attırıldığını söylemiş.

E, hükümet çözümü buldu sayılır, çocuklara 10 YTL verip durdururlar olayları!
Yazının Devamını Oku

Artist milletiz

2 Nisan 2006
ASLINDA bir birinciliğimiz var.<br><br>Ama o konuda bir araştırma yapmak kimsenin aklına gelmedi henüz. Yapılsa...

"Dünyanın fotoğraf çektirmeye en meraklı milleti" olduğumuz çıkacak ortaya.

Tabii ki iyi bir şey.

"An"ları ölümsüzleştirmek.

Yıllar sonra çıkarıp bakmak, kaybettiklerimize, özlediklerimize kavuşmuş gibi olmak...

Benim dediğim, hepimizin artist bir tarafı var.

Diyelim elde fotoğraf makinesi geziyoruz.

"Tam fotoğraflık" denen cinsten bir görüntü çıkıyor karşımıza...

Düğmeye basıyoruz elbet.

Fakat hemen değil.

Karımız, kocamız, sevgilimiz, kızımız, oğlumuz... Artık yanımızda kim varsa, onlar görüntüye dahil olduktan sonra.

Avcının, avının üstüne bir ayağını koyup zafer anını ölümsüzleştirmesi gibi bir nevi. Yani önüne kimsenin dikilmediği bir su kenarı, ağaç, anıt, çeşme, vs. fotoğrafı çekmiş değiliz bugüne kadar.

Siz niyetlenseniz yakınlarınız izin vermez.

Albümlerinize bir bakın, şöyle fotoğraflar vardır mutlaka:

Siz tarihi bir binayı çekmeye kalkmışken, misal nişanlınız koşup gelmiş kafasını uzatıvermiştir.

İlla ki o da çıkacaktır.

Çıkmıştır nitekim.

Fotoğrafın sağ alt köşesinde bir kafa!

Diyeceksiniz ki, "Olsun! Sanat fotoğrafı çekiyor değiliz".

Elbet.

Ben de yapmayalım böyle şeyler demiyorum zaten, "Artist milletiz" diyorum.

***

Dünyanın öteki ülkelerindeki insanların albümlerini karıştırmak istiyorum.

Mesela, aynı köşede "bir otururken, bir ayakta, sonra tekrar otururken ama bu defa sağ bacak sol bacağın üstüne atılmış, sonra tekrar ayakta ama bu defa kollar kavuşturulmuş" şekilde bir nevi "seri fotoğraf" çektiren var mıdır?

Ya da ne bileyim, gözleri şaşı yaparken, amuda kalkarken, nanik yaparken, çocuğun pipisini gösterirken, soğan doğrarken çekilmiş fotoğraflar?

***

Beni en çok şaşırtansa hemcinslerimin fotoğrafları.

Ev kadını...

Banka memuresi...

Üniversite öğrencisi...

Her kimse... Ünlü falan değil ama. Sıradan biri.

Bir vesileyle gazetede fotoğrafları yayımlanıyor. Başlarına bir şey gelmiş; taciz, gasp, kapkaç, şu bu...

Şöyle söyleyeyim, herkesin böyle felaket günleri için çektirip kenara koyduğu bir fotoğrafı var zahir.

"Misafir odası."

"Gezmelik ayakkabı"
falan gibi gazetelere düşme ihtimaline karşı çektirilmiş "artistik fotoğraf".

Başka bir yerde kullanılması mümkün değil çünkü. Öyle evrak üstüne falan yapıştırılmaz yani ki aslında hepsi vesikalık.

Fakat tapunun üstüne yapıştırsanız, tapu memuru içip içip kapıya dayanabilir. Öyle civelek fotoğraflar.

Olsa olsa "kapak kızı" yarışmasına gönderilebilir.

Bilmiyorum var mı hálá öyle yarışmalar...

Varsa bile tesadüfen hepsi mi yarışmaya katıldı bu felaketzedelerin?

Bir dikkat edin üçüncü sayfa haberlerindeki kadın fotoğraflarına...

Her kadının içinde kalmış artist olma hevesini göreceksiniz.

MIŞ-MUŞ

Dünya jet-set’inin hastalığı olan lüksoreksia, yani aşırı lüks merakı Türkiye’ye sıçramış.

Neyse ki ilacı var. Günde üç kere tok karnına Dolce&Gabbana.

*

Omega-3’ün kalp hastalıkları ve kanseri önlemediğinin anlaşılmasından sonra makul miktarda alkolün sanıldığı gibi kalp ve damar hastalıklarına faydası olmadığı ortaya çıkmış.

Bilim med-cezir misali.

*

Katar Emiri’nin oğlunun düğününde selamlıktan hareme naklen yayın yapılmış.

Aman bir tahrik durumu olmamıştır inşallah!
Yazının Devamını Oku