10 Eylül 2006
YİNE "oluşum mevsimi" geldi.<br><br>"Sağ"ımız "sol"umuz oluşmaya çalışıyor. Fakat oluşamıyorlar bir türlü.
Bir oluşsalar...
Kimbilir memlekete ne faydaları dokunacak!
Temas üstüne temas...
Diyalog üstüne diyalog...
Toplantılar... Gizlisi, açığı...
Fakat nafile.
Gerçi oluştukları da olmadı değil.
Fakat malzemeden çalan müteahhidin binası gibi bakmışsınız içine girmeden çökmüş.
Bir oluşsalar şöyle adam gibi...
Ama kolay değil tabii.
"Benim konumum ne olacak" meselesi var ki...
Kocaman.
Aşılacak gibi değil.
Bir aşsalar...
Kimbilir her birinin ne idealleri var. Ceplerinde memleketin menfaatine ne formüller, ne planlar, ne fikirler...
Fakat kolay değil işte.
Önce iyice bir oluşmak gerekiyor.
Neyse ki kimsenin yıldığı yok.
Kimse "Artık biz oluşamayız" demiyor.
"Oluşma yaşımız geçti" diyen de yok.
Oluşmaya çalışıyorlar.
O, ona haber yolluyor...
Öteki berikinden randevu istiyor...
Biri diğeriyle buluşuyor...
Biriyle ötekinin arasında birtakım adamlar mekik dokuyor...
Netice yok gerçi...
Ama oluşamasalar da yolunda ölecekler.
"Bugüne kadar hiç mi oluşan olmadı?" diyeceksiniz.
Oldu elbet.
Nasıl oldu benim de aklım ermiyor ama...
Galiba hafiften faşo bir lider gerekiyor.
"Dediğim dedik, öttürdüğüm düdük!"
(Bakınız eski oluşumlar.)
Yoksa diyalog trafiğiyle bir yere varılmıyor.
Cüce oluşumlar çıkıyor ortaya...
Balon daha şişirilirken patlıyor.
Ama Allah’tan umut kesilmez.
Kesmiyor nitekim kimse.
Ya halkın naftalinleyip kaldırdıklarının peşine düşülüyor.
Ya dört bir yandan destek verilse ayakta duramayanların...
Ya da soyadı pek değerli bulunuyor bazılarının...
Oluşmaya çalışılıyor.
Şimdi yine oluşma mevsimi işte.
"Sağ"ımız "sol"umuz oluşum çabası içerisinde.
O, onla kucaklaşıyor...
Öteki berikiyle buluşuyor...
Ah bir oluşsalar...
Bu, henüz kendini kurtaramamış, kıçına bir yer oluşturmaya çalışanların elinden memleket ne güzel günler görecek kimbilir!
MIŞ-MUŞ
Pınar Altuğ, "Sadece dört erkekle oldum" demiş.
Üzülmesin, önünde uzun bir gelecek var.
Ayrılık kadın kalbine zararlıymış, erkeğe değil.
Uzun lafın kısası.
Mehmetçiğin Lübnan’daki yerini İtalyanlar kapmış.
Savaş "kapalı gişe".
Yazının Devamını Oku 9 Eylül 2006
Size geçenlerde İstanbul’da yapılan bir kongreden bahsetmiştim... Uluslararası Dermatoloji Derneği tarafından tertiplenen hani... "Botoks" dersem hatırlarsınız belki. Hah işte o mesele!..
Bilmiyorum gidip dinleyeniniz oldu mu, ben gittim ıcığını cıcığını sorup öğrendim.
Aslında deri kanserinden yaşam tarzının yaşlanmayla ilişkisine, lazerden liposakşına kadar çok konu vardı kongrede ama bir zamanlar bütün katı yağların "Sana" olarak anılması gibi, cilde yapılan her türlü müdahalenin de "botoks" olarak adlandırılması durumu da var gibi. Bu konulardan bahsederken her şeye "botoks" deyip geçiyoruz.
Söyleşi yaptığım, botoksu kozmetikte ilk kullanan; biri göz, diğeri cilt doktoru Carruthers çiftine de söyledim aynı şeyi. Bütün dünyada böyleymiş meğer. "Botoksun çok işe yarayan bir yöntem olduğu" şeklinde izah ediyorlar bunun nedenini.
Yani kozmetikte kullanılışı demek istiyorum. Yoksa 70’li yılların başında maymunların şaşılığını gidermede deneniyormuş. Zaten bu dünyada fare ya da maymunsanız kurtuluşunuz yok, direkt deneme tahtasısınız.
1983 yılında, karı-koca doktorlardan göz doktoru olan Jean Carruthers, göz çevresinde spazmı olan hastasına uygulama yaptığı günlerde, hasta sitemle çıkagelmiş bir gün.
"Geçen defa neden kaşlarımın ortasına iğne yapmadınız?"
Şaşırmış doktor.
"Her defasında çatık kaş ifadem yok oluyordu" diye devam etmiş hasta. Evet, botoksun kozmetikte kullanılışı bu hasta sayesinde olmuş. Doktorun keşfi değil yani. Sonrası "Yürü ya botoks!" şeklinde özetlenebilir.
HER DERDE DEVA
Gelelim nerelerde kullanıldığına...
Vücudun içine de dışına da enjekte edilebiliyor botoks. Ve neredeyse deva olmadığı dert yok gibi.
Terleme
Spazmatik ses kısıklığı
Tiklerin yok edilmesi (Ecevit’i hatırlayın)
Kadınlarda mesane spazmı
Erkeklerde prostat (Henüz Türkiye’de uygulanmıyor. Çin’e veya Tayvan’a gideceksiniz bu iş için.)
Boyun ağrıları, baş ağrısı, ensede sertlik...
Hepsine birebir botoks. İlk zamanlar, iyileşmenin kasın gevşemesinden kaynaklandığını düşünüyorlarmış ama sonradan botoksun ağrı algılamasında da değişiklik yaptığını keşfetmişler.
Şişmanlık
Midenin ağzına endoskopik olarak enjekte ediliyor ve midenin hemen boşalması geciktiriliyor. Kelepçeden daha kolay bir yöntem.
Astım
Yılda bir kez ilacı içine çekecek hasta. Fakat bu henüz üstünde çalışılan bir konu, uygulamaya geçilmemiş.
Yemek borusu spazmı
Depresyon
Bu çok yeni. Nasıl etki yaptığı da bilinmiyor. Ama iyi geliyor işte. Bu da hastaların tesadüfen keşfettiği bir durum. Mesela kaşını kaldırtmaya gelmiş hasta, depresyonundan kurtulup gitmiş. Neye niyet neye kısmet.
Şaşılık
Gözü hareket ettiren kasların eşit olarak çalışmasını sağlıyor.
Cerrahi müdahalede şaşılığın geri dönmesi ihtimali var, botoks ise daha etkili. Fakat şaşılık konusunda bilgili bir doktorun yapması gerekiyor. Yani kırışıklıklarınız için gitmişken "şaşılığımı da düzelttireyim" diyemezsiniz.
Multiple Sklerosis
Hastanın daha kontrollü ve daha rahat hareket etmesini sağlıyor botoks.
Kaş kaldırma, göz ve dudak çevresi kırışıklıklarını yok etme.
Burun kaldırma
Burnun orta bölümünü aşağı indiren bir kas var, ona üç ünite botoks verildiğinde burnun ucu 5 derece kalkıyor. Ama koskoca kemikli burnunuza bir şey yapamıyor maalesef.
Göğüs dikleştirme
Yok, hemen heyecanlanmayın, bir iğneyle "memeler havaya" bir durum gerçekleşmiyor. Sadece göğsün altındaki ve üstündeki kaslara uygulanmak suretiyle kişinin dik durması sağlanıyor. E duruş düzelince, göğüsler de dikleşiyor tabii biraz.
Evet, ömrünüz yettikçe botoks yaptırabiliyorsunuz. Kas, "yetti gari" demiyor.
Sadece inceliyor biraz ama önemli değil. İlacı kestiğinizde altı ayla bir sene arasında eski haline dönüyor.
Bu aynı zamanda şu demek: Yanlış bir kasa verildi ilaç, bir doktor hatası oldu, doz fazla geldi falan... Altı ayla bir sene sonra sorun ortadan kalkıyor. Yani botoksun sebep olduğu kalıcı hiçbir problemle karşılaşılmamış bugüne kadar.
Ve "yan etki" diyebileceğimiz herhangi bir etkisi de yokmuş. 1983 yılından beri 250 defa uygulama yaptıkları hastaları varmış. Güvenilirliği test edilmiş yani.
Doz önemli. Bütün ilaçlarda olduğu gibi. Aspirin’in de bir kutusunu birden yutamazsınız. Botoks, gramın milyarda biri kadar enjekte ediliyor. Öyle bazılarının "zehir bu" diye korkuttuğuna bakmayın yani. Bütün ilaçlar zehir. Dediğim gibi, doz önemli.
Gelelim dilimize doladığımız "şaşkın bakışlar"ın nedenine. Uygulamayı yapan doktorun tekniği ve estetik görüşü olacak bir kere. Herkesi iyi değerlendirecek. Herkeste aynı noktaya değil, kişiye özel olacak uygulama.
Fakat kolay uygulanıyor gibi görünmesi bilir bilmez herkesin eline iğneyi almasına neden oluyor ki şaşkın bakışların nedeni budur.
Bir de "ucuz"a meyil etmeyeceksiniz. Botoks pahalı bir ilaç zira. Size ucuz olarak sunulan şey botoks olmayabilir. Aman dikkat!
TERZİ SÖKÜĞÜNÜ DİKER Mİ?
Evet, diker.
Gözümle gördüm.
Karı-koca Carrutherslar kendilerine de botoks uygulamışlar.
"Gözümle gördüm" dediğime bakmayın, kendileri söylediler aslında. Başarılı bir uygulamada karşıdaki asla çakmazmış durumu. Carrutherslar’ınki başarılı bir uygulama tabii ki. Onlarınki biraz da mecburiyetten olmuş. 80’li yıllarda botoks için hastayı mumla arıyorlarmış, mecburen kendilerine uygulamışlar bir sürü şeyi. Aslında botoksta sistem tersine çalışıyor. Diğer ilaçlarda önce laboratuvar çalışması yapılırken, botoksta hasta üzerinde uygulama yapıldığı sırada yeni bir faydası ortaya çıkıyor ilacın. Yani hasta ve doktor bilgilendiriyor firmayı.
BİR ELİN NESİ VAR?
Yok, bunu "gelin birlik olalım" anlamında söylemiyorum. Alastair Carruthers’ın iki eline bakınca "Bu bir elinizin nesi var?" diye sorası geliyor insanın. Damarlı, buruşuk. Aslında yaşına göre normal bir durum, öteki elini sormalı esas, "genç" elini.
Sordum nitekim.
Bir eline IPR denen cihazla ışık enerjisi uygulanmış. Lazere benzeyen, değişik dalga boylarında, epilasyonda da kullanılan bir cihazmış bu. Emniyetli bir şekilde cildin yapısını düzeltiyormuş.
Neden tek eline yaptırdığını da anlamışsınızdır. Hastalarına farkı göstermek için.
Yazının Devamını Oku 7 Eylül 2006
BİR fıkra vardır...<br><br>Osmanlı döneminde adamın birinin habire kapısı çalınıyormuş. "Yüce hünkárımız falanca yere sefere çıkıyor, oğlunuzu askere almaya geldik."
Birinci oğul, ikinci oğul, üçüncü oğul... Giden gelmiyormuş.
Osmanlı’da sefer çok biliyorsunuz, fakat adamda kala kala tek oğul kalmış. Yine bir gün kapısı çalınmış. Adam hışımla açmış kapıyı, "Bana bakın! demiş, "Söyleyin yüce hünkárınıza, benim ’şeyime’ güvenip oraya buraya sataşmasın!"
Artık benim de fıkradaki adam gibi bağırasım geliyor. Hele Başbakan, "Askerlik yan gelip yatılacak yer değildir" dedikten sonra...
Yan gelip yatılacak yer değildir elbet ama sağ salim dönüp gelinmesi neredeyse mucize olan bir yer de değildir herhalde.
Tamam, bu memlekette düğüne, maça yolladığınız çocuğunuzun bile bir kurşuna hedef olması riski vardır da bir günde yedi şehit biraz fazla olmuyor mu?
Bir durup bakmak gerekmiyor mu?
Kimse "Mücadele ediyoruz" demesin! "Daha dün bir bugün iki" olur da anlarım ama 25 sene oldu!
"Bir yerde hata mı yapıyoruz" demez mi insan?
Evlendiğiniz kadın üç defa üst üste pilavın demini tutturamazsa boşamaya kalkarsınız.
Şehitlik kolay elde edilen bir makam değilmiş!
Başbakanım, aynı ülkeden mi söz ediyoruz?
Bizim buralarda pek kolay oldu da... Neredeyse her gence nasip olacak!
Ben hükümet mensubu olsam vicdan azabından gitmiştim. Çoktan hem de. "Benim beceriksizliğimden ölüyor bu çocuklar" düşüncesini atamazdım kafamdan.
Fakat o koltuklara oturunca bir aymazlık geliyor demek insana.
Hayır bir de her vesileyle orduya laf etmezler mi...
Ayol ordu da olmasa ne yapacaktık?
25 senede hangi hükümet ne yaptı bu konuda?
Askerlik değil ama hükümet yan gelip yatma yeri belli ki.
Bırakın fındıkla çayın fiyatını da ordu versin, olsun bitsin!
MIŞ-MUŞ
Gülben Ergen, Hülya Avşar oynadı diye, bebek bezi reklamında oynamayı kabul etmemiş.
Kızcağız, Hülya Avşar’ın yaptığını yapmayı hiç sevmez!
Kenan İmirzalıoğlu, "Atatürk’le karşılaşsam, ’Atam üzümden gidiyoruz, rakıyı içiyoruz ama izinden gidemiyoruz’ derdim" demiş.
Biz yine iyiyiz, üzümden bile gidemeyenler var bu devirde.
Tuğba Altıntop kızlarını yine görememiş.
Artık görse de tanıyamayacak korkarım.
İzmir’de bir adam, eşini öldürüp buzdolabında saklamış.
Öldürmeye kıymış, bozulmasına dayanamamış!
Yazının Devamını Oku 5 Eylül 2006
HİKÁYE bildik...<br><br>Bir erkek, iki kadın. Kadınlardan biri "esas kadın", ötekisi... Esasında ötekisi "esas kadın" ama bu tanımlamalar yapılırken gönüllere değil de belediye kayıtlarına bakıldığından...
Neyse... Üçlü bir "aşk hikáyesi" işte.
Aslında birinin aşkın ne olduğunu iyice bir anlatması lazım bize. Geldik gidiyoruz, bir türlü tam olarak öğrenemedik.
Özellikle üçlü hikáyelerde aşk var mıdır hakikaten, kiminki aşktır... Karşıdakinin yollarına gül dökmek tamam da mayın döşemek de mi aşk oluyor mesela?
İstenmemeye rağmen vazgeçmemek aşk mıdır?
Veya "erkeği elinden kaçırmak istemeyen kadın"la, "erkeği tam olarak eline geçiremeyen kadın"ın "hırs savaşı" mıdır aşk?
Öğrenemedik.
"Aşk" deyip geçiyoruz netice olarak.
* * *
En son yazar Muzaffer Buyrukçu’nun ölümüyle ortaya çıktı yine bu bildik hikáye.
Meğer ömrü boyunca iki kadın arasında gidip gelmiş Buyrukçu. Birine giderken gönlünün, ötekine giderken vicdanının sesini dinleyerek.
"Eş" inatçı çıkmış. Ya da siz inatçı yerine "áşık", "sabırlı" falan da diyebilirsiniz. Gitmemiş bir türlü Buyrukçu’nun hayatından. Hem de karşısında kadın resmi dursa ters çevirecek kadar boğarak kalmış.
Ama "sevgili"yle Buyrukçu da inatçı çıkmışlar.
Üç hayat kararmış özet olarak.
Ölüm gelmiş sonunda. Önce "sevgili"yi almış. Bir hafta önce de işte Muzaffer Buyrukçu’yu aldı götürdü. Geriye "eş" kaldı. 86 yaşında, Alzheimer hastası, 76 yaşındaki hasta kocasını bakıcıdan kıskanan, Buyrukçu’nun cesediyle evde dört gün yaşayan, "Uyuyor zannettim, üzerini örttüm" diyen "eş".
Hatta belki de kocasının hayatına elleriyle son veren... Bakalım, Adli Tıp Raporu ne diyecek.
* * *
Bütün bunları Pazar-Sabah’ta Şebnem İyinam’ın kaleminden okurken ağladım. Ne kadar bildik olursa olsun bu hikáye çarptı beni. Belki daha çok yaşanırken, kısım kısım şahit olduğumuz olayların bu defa tamamını aynı anda görmek etkiledi, belki bu kadar acıklısını duymamıştım daha önce... Bilmiyorum.
Ha, belki de artık bu hikáyeler hakikaten "hikaye" olduğundandır. Son yıllarda böyle sürüp gitmiyor üçlü aşk hikáyeleri. Ya para hallediyor meseleyi ya da zaten ikinci kadınlara duyulan aşklar mezara kadar değil pazara kadar oluyor.
Fakat kararmış hayatlara bakınca "eksik olsun aşk, şimdiki kuşak akıllı" demek geliyor insanın içinden.
MIŞ-MUŞ
Vücut kilo vermeye direniyormuş.
O halde vücudumuz vücudumuza teslim!
CHP gecekondulara iç çamaşırı yardımı yapacakmış.
Fukaralığın "Kıçımızda donumuz yok" şeklindeki mecazi tarifini sahi sandılar demek.
2100’e kadar ısı, 4 derece artacakmış.
31 Ağustos 2006’da elektrik sobası yakmamızın nedeni ise ısının sıçramak için hız kazanmak amacıyla geri geri gitmesidir!
Yazının Devamını Oku 3 Eylül 2006
YENİ Şafak Gazetesi yazarı Fatma Barbarosoğlu, "Bazı İslamcı erkekler, Sibel Can gibi eş istiyorlar" dedi ve kıyamet koptu. Ben bunu konunun öneminden ziyade kıyamet koparacak yer aramamıza yoruyorum. Konu kıtlığından mıdır artık...
Ya da şöyle söyleyeyim, benim için erkeklerin Sibel Can gibi eş istiyor olmaları yeni bir haber değil.
"Ama bunlar İslamcı erkekler" diyeceksiniz.
Kadın söz konusu olduğunda erkekleri sınıflandırmak abesle iştigal sayılacağından "fark etmez" diyeceğim ben de size.
İslamcı, laik, Beyaz Türk, entelektüel, cahil, simitçi, profesör... Sınıf tek!
Ha, illaki ayırmak gerekirse "Sibel Can’ı açık açık beğenenler" ile "için için beğenenler" şeklinde sınıflandırılabilirler.
Ya da "Sibel Can’ı beğenenler" ile "Petek Dinçöz’ü beğenenler" şeklinde.
Yanlış anlamayın, katiyen ayıplamıyorum. Bir insanın, eşinin "sadece güzel" değil ama "güzel de" olmasını istemesinde ne gariplik var?
"Ben kadının çirkin, cilvesiz, paçalı don giyenini severim" diyen erkeğe bir bakmak lazım esas, bir derdi mi var diye.
"Muhafazakár" ne demektir hem...
"Muhafazakár erkek" tanımı içerisinde "Sibel Can gibi eş istememek" de mi vardır da aksi olay oluyor?
Hem size bir şey diyeyim mi, ben esas muhafazakár denen kadınla erkeğin, dört duvar arasında bazı hususlarda tavan yaptıklarını düşünüyorum.
Muhafazakárların bol olduğu Fatih’te metrekareye on beş tane kadın iç çamaşırı satan dükkán düşmesinden ve bu dükkánlardaki iç çamaşırlarının yanında Sibel Can’ın tangasının haşema gibi kalmasından mı bu kanaati edindim, bilmiyorum.
Muhafazakárlık da bir yere kadar. Eşinizle yatak odasında yalnız kalmışsınız, "Mümkünse fanilanızı çıkarmayınız, fazlaca da fingirdemeyiniz, ben muhafazakárım malumunuz" diyeceksiniz...
Ya da muhafazakár olduğunuzdan Sibel Can’dan ziyade rahmetli Safiye Ayla’yı andıran eş arayacaksınız kendinize...
Olacak iş mi?
Muhafazakár olalım olmayalım biz kadınlar da uğraşırız hayatımızdaki erkeğin görünüşüyle. Sakal bıraktırırız, bıyığını kestiririz, saçını kazıtırız falan filan...
Fakat netice olarak memlekete mesele lazımmış demek.
MIŞ-MUŞ
Şimdi de boyalı kapkaç başlamış.
Eksik olmasınlar, hayatımıza renk kattılar!
Erdoğan, orman yangınlarıyla ilgili "Mücadelede zafiyet yok" demiş.
Sadece ormanlar inatçı çıktı, illaki yanacaklar.
Devlet Bakanı Şahin, memurun standardının yükseldiğini anlatmış.
Aferin memura! İyi saklıyorlar vallahi!
Yazının Devamını Oku 2 Eylül 2006
Bir koşu İngiltere’ye gidip şu Leicester Üniversitesi’ne bir bakmak istiyorum. Ne menem insanlar görev yapmaktadır... En son, dudağı birbirine benzeyen çiftlerin evliliklerinin daha uzun ve mutlu olduğunu bulmuşlar.
Dünya hakikaten bu gibi adamların üzerinde duruyor. Bir sabah kalkıp hiç lüzumu yokmuş gibi görünen konularda araştırma yapan... Mesela şimdi kim bilir evlilik müessesesine ne büyük katkısı olacaktır bu araştırmanın! İnternetten eşleşmeye kalkanlar dudak kalınlıklarını da bildirirler artık.
Aslında erkek milletinin dikkat etmediği şey değil dudaklar. Araştırmada da çıkmış zaten. Fakat "Benimkine denk mi?"den ziyade, "İnce mi kalın mı" diye bakıyorlarmış ki kalın dudaklılarla sevişip ince dudaklılarla evleniyorlarmış.
Bakın, erkeğin dünyanın her yerinde aynı yaradılışa sahip olduğunu ortaya koyması açısından da çok önemli bir araştırma. Netice olarak kadın, bütün dünyada, orasına burasına bakılmak suretiyle ikiye ayrılıyor. "Erkeğin yatağının kadını" ve "erkeğin evinin kadını" şeklinde.
Ve zihniyet hep aynı.
"Kimse benim karıma bakmasın, ben bütün kadınlara bakayım."
Dünyanın öbür ucuna kaçsak çaresi yok demek.
Gözünüzü seveyim yenilemeyin!
Leicester Üniversitesi akıl edemedi henüz, ama bir gün "yenileme" hususunda bir araştırma yaparsa eminim "en yenilemesever millet" çıkarız.
Yok, eş kadrosunu yenilemekten bahsetmiyorum, mekánı yenilemek benim dediğim.
Değişiklik iyi bir şey tabii. Fakat her zaman gerekmiyor. Bir örnekle daha iyi anlatacağım galiba.
İstanbul’un eski bir semtinde üç katlı ahşap bir bina düşünün. Az ötesinden tren geçen... Karşısında başka ahşap evler... Aralarında daracık Arnavut kaldırımlı sokak... Sokağın üstünü boydan boya örten asma...
Ünlü bir balıkçı burası. Ünü daha ziyade bu sıraladığım özelliklerinden geliyor. Yoksa balıkla deniz börülcesi her yerde var. Ama burada asmanın altında yiyorsunuz balığı.
Şehirden bunalanların sığınağı bir nevi. Başka bir diyara gelmiş gibi oluyor insan.
Ayağınızın altında tavuklar, kediler geziyor. Bildiğiniz sokak işte. En eskisinden, en orijinalinden.
Fakat önce tavuklar yok oldu. Sonra masaların bir ucunun dayandığı komşu ahşap ev. "Daha çok masa" için herhalde. Oraya kestim ben gitmeyi. Duyduğuma göre en son binanın içindeki çini karoları söküp yerine seramik döşemişler. Karşısına geçip "Oh pırıl pırıl oldu" diyorlardır...
Ve korkarım Arnavut kaldırımının yerine asfalt dökmesi için belediyeyi sıkıştırıyorlardır.
Gayet iyi niyetle yapıyorlar bütün bunları. Bilmiyorlar, farkında değiller bindikleri dalı kestiklerinin. Orayı sevmemizin nedenlerini bir bir yok ediyorlar. Sıradan olma yolunda hızla ilerliyorlar.
Ne yazık!
Türkiye’nin her yerinde böyle bir sürü örnek vardır, eminim. Biri onlara değişimin bazen hiç lüzumu olmadığını anlatmalı. Ya da müşteri yavaş yavaş ayağını kestiğinde kendiliklerinden anlayacaklar ama iş işten geçmiş olacak.
Akıl yaşta değil
Değil hakikaten.
Başta.
Nitekim geçen gün Pınar Altuğ’un "erkek arkadaşı" Yağmur Atacan gayet çarpıcı bir biçimde gösterdi.
"Pınar Altuğ devrimci mi?" sorusuna verdiği cevabı duymuşsunuzdur.
"Devrim ne? Devrimcilik o kadar küçümsenecek bir şey mi? Bu ilişki global anlamda devrimcilik demekse boşuna zaman kaybediyoruz."
Bilmiyorum siz böyle akıl mamulü ifade duydunuz mu daha önce. Gerçi ben ne dediğini tam olarak anlamadım ama "Siz yaşıma bakmayın" demek istiyor galiba.
MIŞ MUŞ
Kadınlar erkeklerden üç kat fazla konuşuyormuş.
Kadınların da karşısında "şıp" diye anlayanlar olsa...
On kişiden ikisi ofis aşkıyaşıyormuş.
Siz yine benimki sekizin içindedir diye avutun kendinizi.
Kadınlar saç yaptırmaya ömürlerinin toplam 2.5 yılını harcıyorlarmış.
Aralıksız 2.5 yıl bile vız gelir.
Yazının Devamını Oku 31 Ağustos 2006
"INTERNATIONAL Society for Dermatologic Surgery." Yukarıdaki cümleyi "Sosyetenin botoks halleri" şeklinde çevirebiliriz. Gördüğünüz gibi "lisan" yaptım tatilde!
Şaka bir yana, İstanbul’da bir kongre yapılıyor. Uluslararası Dermatolojik Cerrahi Derneği Dünya Kongresi. Türkiye Dermotolojik Cerrahi Derneği de işin içinde tabii. Bugün başladı, 2 Eylül Cumartesi günü bitecek. Yeri, Ritz Carlton Oteli.
"Bize ne, doktor muyuz?" demeyin.
Artık bu mesele hepimizin meselesi!
Netice olarak böbrek hastalıklarından bahsetmiyoruz, yaşlılık hepimizin başında. Ve genç görünmek bu kadar kolay hale gelmişken tepmek zor. En karşı olanların bile derinde bir yerde bu işlere akıllarının yattığına ve zamanı gelince bu yolları deneyeceklerine inanıyorum ben.
Zaten hepimizin meselesi olduğundan bu sene ilk defa halka açık bir bölümü de var kongrenin. Yarın 16.30-18.00 arasında. Ama 100 Euro giriş ücreti ödeyeceksiniz. E, boru değil, botoksun mucidi konuşacak. Bir başka deyişle "Şaşkın bakışların yaratıcısı!"
İlk ağızdan öğreneceksiniz, botoks hakikaten böyle şaşkın mı yapar adamı, yoksa bilir bilmez herkesin eline iğne almasından mıdır... Hani neredeyse "Botoksçu geldi hanım!" diye kapı kapı gezenler var.
E, rekabet de var tabii. "Bakın biz aynı fiyata iki misli ilaç enjekte ediyoruz" gibisinden...
Ayrıca yaptıranların da rekabeti var. "Benim botoksum falancanınkinden bol olsun" diye doktoru sıkıştıran vardır, eminim.
***
Ben esas botoksu diline dolayanların gidip dinlemesini istiyorum ki bir daha "botoksla şişmiş yüzler" gibi yanlış ifadeler kullanmasınlar, botoksun bir dolgu maddesi olmadığını öğrensinler.
"Ne önemi var" demeyin. Bir konu hakkında yazmaya kalkıyorsanız neyin ne olduğunu iyice öğreneceksiniz. "Bu işlere yabancıyım" imajı başka türlü de yaratılabilir, illa ki isteniyorsa.
Bakalım... İleride bir gün insanların ne bildiğine nasıl göründüğünden daha çok önem verilirse, kimse ihtiyaç duymayabilir botoksa falan. Biz görmeyiz gerçi...
Genç görünmek isteyenlere karşı neredeyse dernek kurmaya kalkışacak olanlar esas bu "Gergin ol canımı ye!" zihniyetine karşı mücadele verseler bari.
***
Netice olarak botoks, lazer, yağ enjeksiyonu gibi konularda gerçek bir bilgiye sahip olmak istiyorsanız dünyaca ünlü uzmanlar ayağınıza gelmiş bulunuyor.
Bu arada naçizane bir "fetva" vermek istiyorum. Bu işlemlerin dinen bir sakıncası yok. Nereden biliyorsun derseniz, birincisi, söz konusu kongrenin açılış ve kapanış organizasyonlarının sponsoru AKP’li Büyükşehir ve Eminönü Belediyeleri.
İkincisi, duyduğuma göre yüzüne müdahale yaptıran "dinci"lerin sayısı "laik"lerinkini geçmiş.
MIŞ-MUŞ
Pınar Altuğ "Yağmur erkek arkadaşım" demiş.
Belirtmesinde yarar var tabii, bilmeyen yanlış anlayabilir.
*
TV izlemeyenin hafızası daha güçlüymüş.
Bir magazin programındaki iki ünlünün aşk trafiği kapasiteyi dolduruyor zaten.
*
Finlandiya’da Dünya Cep Telefonu Fırlatma Şampiyonası yapılmış.
Bizde yapılsa yapılsa En Uzun Konuşma Şampiyonası yapılır.
Yazının Devamını Oku 20 Ağustos 2006
"BU mu olmalıdır yani gündem" diye diye, beğenmeye beğenmeye, netice olarak herkes en az bir kere yazmış bulunuyor Pınar’ı. Bu durumda kendisini nasıl hissediyordur acaba kahramanımız?
"Önemli" herhalde.
Önemli ama hakikaten.
Son devrimcilerden!
Zaten bir Atatürk kadına hak ettiği değeri vermişti, bir de işte Pınar çıktı!
Gerçi kendisi farkında değil.
"Devrim" deseniz kulağına, "Genç mi bari?" diye sorabilir.
Kim genç mi?
Devrim diye biri!
***
Neyse artık açtığı kapıdan gireceğiz tabii.
Ayağımıza gelmiş devrimi tepecek halimiz yok!
Sahip çıkacağız devrime!
Ben şimdiden bir sevgili edindim, ikinciye bakıyorum.
Devrimde en az üç kişi olacaksınız biliyorsunuz.
İki erkek bir kadın.
İşte bu ikinciye bakıyorum ki devrimde benim de bir tuzum olsun!
***
Fakat tabiat ana mı desem, kromozomlar mı, her neyse kendisini bir ayar etmesi lazım.
Neden derseniz, mevcut kadın-erkek nüfusunda, kadının, iki, üç erkek temin etmesi zor oluyor. Piyasaya erkek nüfuz sürülmesi lazım ki kadın kısmı rahatça devrimini yapabilsin!
Aslında devrim işini Pınar’a bırakmamızın nedeni de bu!
Hammadde teminini beceremedik!
Pınar ne yaptı ne ettiyse... Hammaddenin iyice ham oluşuna falan bakmadı, ondan belki.
Hem yılmadı kızcağız.
Çünkü devrim dediğiniz öyle bir kerede olmaz!
Bir kere herkes yapabilir.
Ama bu, devrim olmaz.
"Aldatma"yla "devrim"i karıştırmayın lütfen!
Devrim sayılması için arka arkaya şey edeceksiniz ki toplumun kafasına dank etsin, işte içlerinden biri de çıksın "Bu devrimdir" desin!
***
Şimdi ne olacak...
Devrimlerin bir neticeye varmış olması için toplum tarafından benimsenmesi şart. Atatürk şapkayı bir tek kendi takmakla kalsaydı misal...
Benimseyeceksiniz!
Kızcağız kaç senedir uğraşıyor bakın sizin için!
Helak oldu devrim yapmaktan!
MIŞ-MUŞ
Denizlerimiz can çekişiyormuş.
Yaralı at misali kurtarılmasına az kaldı, merak etmeyin!
*
Depremde binalarının çökeceği kesin olan Zeytinburnu sakini "Buralardaki binalar aslan gibi" demiş.
E, aksi bir şey söylememiş, yıkılan bina adamı aslandan beter paramparça etmez mi?!
*
İstanbul’da yapıların yüzde 80’i ruhsatsızmış.
Peki ruhsatlı binayla ruhsatsız bina arasındaki farkı bilin bakalım! Ben söyleyeyim, rüşvetin verildiği makamlar farklıdır.
Yazının Devamını Oku