Pakize Suda

Sofrada hoşaf yok

24 Eylül 2006
TAMAM, artık saat var... Çalar saat. Uyandırma servisleri de...<br><br>Tamam, hastalar, çocuklar var... Tamam artık sokakları "sokak" olmayan sitelerde oturuyoruz daha çok...

Ama...

Ama davulu seviyordum ben.

Sizi ikna edecek hiçbir gerekçem yok. Katılıyorum da size üstelik. Ama ne bileyim işte...

Çocukluğumuzdan bir parça daha bitti, gitti. İyiydi, kötüydü bir kenara... Kötüydü hatta, bütün çocukluğum davulcudan korkarak geçti zira. Gecenin karanlığından, hırsızdan uğursuzdan korkmayan birini neden "kahraman" olarak değil de "canavar" olarak değerlendirdiğimi bilmiyorum.

Neyse... Şimdiyse "Davulumu istiyorum" kampanyası başlatacağım neredeyse.

Fakat hangi birinin kampanyasına önayak olacağım... Ne kaldı ki bir zamanların ramazanlarından?

Hoşaf da yok artık mesela. Ki pilavla hoşaf ikilisi iftarların, sahurların vazgeçilmeziydi. Kola var şimdi hoşafın yerine. Hoşafı bilen gençse var mı bilmiyorum.

* * *

Çok şey değişti.

O zamanlar iftar yemeği henüz koyu takım elbiseli adamların hesap kitap alanı içerisinde değildi...

"Dinci" diye bir sözcük de yoktu dilimizde. Sözlüklerde vardı belki ama kullanmak gerekmediğinden orada duruyordu.

"Daha dindar" olanlar vardı o zamanlar sadece. Dualarını üzerimizden eksik etmeyen büyükler. Dizlerine oturtup torunlarına sureler ezberleten...

Ramazan sapsade gelirdi o günlerde. İlkokul Hayat Bilgisi kitaplarındaki hikáyeler tadında. Sıcak, birleştirici, rahatlatıcı...

"Vatanı herkesten daha çok seviyor olma"nın kavgası her zaman vardı belki ama "Ben daha Müslümanım" diyeni duymazdık pek. Oruç tutmayana sille tokat girişen de olmazdı haliyle.

"Din" bazı evlerden tamamen çıkıp bazı evlerde şekil değiştirerek yoğunlaşmamıştı henüz.

"Cumaya gitmek" "Cumaya gitmek"ti sadece. "Cuma çıkışı" için gidilmezdi camiye.

"İbadet de kabahat de gizli" diye bir söz vardı. Belki de bu sebepten ramazan "gösteriş ayı" değildi.

Meyhanelerin bile iftar mönüsü sunduğu günler de değildi.

* * *

Oruçlu olmayanın bile hiç olmazsa akşam yemeğini iftar saatinde ev ahalisiyle beraber yediği "sahici saygılı" günlerdi o günler.

Yemekler, altı iyice kısılmış ocağın üstünde beklerken sofra başındakilerin kulağının en yakın camiden gelecek ezan sesinde olduğu günlerdi. Biz çocukların burnunu cama dayamış şerefelerin yanmasını beklediğimiz...

Şimdi mikrodalga da ısınıyor yemekler.

"Falanca yer için iftar vakti" diye alt yazı geçiyor ekrandan.

Zaten sofrada hoşaf da yok.

Evin babası da yok. Bilmem nerede zorunlu iftar yemeğinde.

Varsın davul da olmayıversin!

MIŞ-MUŞ

Kadınlar lezbiyen ilişkide daha fazla orgazm oluyorlarmış.

Bir nevi "40 kişiyiz, birbirimizi biliriz" durumu.

Maganda turist, hamile eşini döve döve öldürmüş.

Artık bizim buraların havasından suyundan mıdır...

Yaz başında tangayla yakalanan Sibel Can, Hülya Avşar’ın üstsüz yakalanmasıyla ilgili "Sezonu ben açtım, Hülya kapadı" demiş.

Kış sezonu garibim, açanı kapayanı yok!
Yazının Devamını Oku

İsim, ayakkabı gibi

23 Eylül 2006
"Çok duyarlı gibi görünse de endişe nedir bilmez. Girdiği her ortamda sözünü dinletmeyi sever. Güleryüzlü ve konuşkandır. Mantığa dayalı ilişkileri tercih eder." Kim?

Ben.

Numeroloji yöntemiyle ismimi yorumlayınca bu çıktı.

Bir haftalık dergide, ismimizin kaderimizi ve karakterimizi belirlediğine dair bir yazı vardı geçenlerde. Bir de işte A’dan Z’ye her harfin sayısal karşılığını vermişler. Neticede isminizin 1’den 9’a kadar hangi rakama tekabül ettiğini buluyorsunuz. Ve karşılığında da karakterinizi. Yeryüzünde dokuz çeşit karakter var anlayacağınız.

Benimki yukarıdaki.

"Yalan olursa bu kadar olur" demeyeceğim zira koskoca Alman pedagog konuyu araştırmış etmiş, oturup bir de kitap yazmış. "İsim Kaderdir".

Olsa olsa annemler bana yanlış isim koymuş olabilirler! Çünkü beni bir tanıyana tahlil ettirseniz "Endişeden müteşekkil birisidir. Bugüne kadar mantığa dayalı tek bir ilişkisi olmamıştır." diyecektir size.

Bir tek "Girdiği her ortamda kendini dinletmeyi sever." uyuyor ki onun da dozu tutmuyor. Benimki fazla kaçmış biraz; dinlemeyen olursa zor kullanır, yine başarılı olamazsam mekánı terk ederim!

*

Gerçi ismimden memnunum. Özellikle çocukluğumda çok faydasını gördüm.

Neden derseniz, annem bana küçük yaşta kaybettiği annesinin ismini koymuş. Anneannemin yüzü suyu hürmetine dayağın eşiğinden döndüğüm çok olmuştur.

Ne dayağı demeyin, bizim çocukluğumuzda henüz dayak cennetten çıkmaydı. Annemin vurduğu yerde gül biterdi, kızını dövmeyen dizini döverdi vs.

Üstelik ben dayak nedir bilinmese icat ettirecek bir çocuktum. Yani getirsinler çocuğa sevgi ve anlayışla yaklaşılması gerektiği tezini savunan en iddialı eğitimciyi, ters yüz edip göndereyim. O derece. Fakat işte anneannemin sayesinde yırttım.

Ablam da Hz. Muhammed’in eşinin ismini taşıdığından... Gerçi o zaman uslu çocuktu Allah için.

Belki bizden ağzı yandığından kardeşime sıradan bir isim takmış annem. Ki gerektiği zaman... Fakat bu seferde eli alışık olmadığından kardeşim de kazasız belasız atlattı çocukluk günlerini.

*

Fakat isim önemli hakikaten. İnsanın kaderini belirler mi belirlemez mi bilmem ama ilk anda karşı tarafta bir intiba oluşturduğu kesin. İlk intibayla son intibanın birbirini tutması için bir süre beklemeli hiç olmazsa ki çocuğun kişiliği ortaya çıksın biraz.

Zaten neredeyse ilkokula kadar çocuklar isimlerinden habersiz oluyorlar. Kimse ağzına almadığından... Abduş, Ebuş, civciv, tombiş, ördek, maviş, bebiş... Bunlardır çocuğun ismi. E, altında bezle yalpalaya yalpalaya giden bir karış çocuğun arkasından "Abdullah!" diye seslenmenin alemi yok tabii.

Diyeceğim beklenebilir biraz.

Hatta çocuğun kendisine sorulabilir. Zavallı insanoğlunun kendisiyle ilgili seçtiği pek bir şey yok zaten. Ne anasını babasını ne boyunu posunu, ne sesini, ne rengini seçebiliyor. Bir tek "Kahvenizi nasıl alırsınız?" diye soruluyor ki onda da önüne doğrusunun geldiği pek görülmüş şey değil.

Fakat hálá eski sistemde devam etmekte ısrarlıysanız bir şey diyemem tabii. Ama ismin ayakkabı gibi olduğunu söyleyebilirim son olarak. İnsana büyük ya da küçük geleni vardır. Cuk oturması için illa kendisinin giyip bir bakması lazımdır.

İki adam ve samimiyet

Adamlardan biri çıktı anlattı.

Adam gibi.

"Evet andropoz da olabilir" bile dedi.

Artık söylenecek söz kaldı mı?

Kurcalamanın alemi?

Hiç mecburiyeti de yoktu üstelik.

Ama adam akıllı.

Daha da önemlisi SAMİMİ.

Öteki adam...

O da çıktı anlattı.

Yanına eşini ve "çaydan geçirdiği aile dostunu" da alarak hem.

Ama olmadı.

SAMİMİ değildi çünkü.

Bir de korumak istediği diğer adam gibi özel hayatının mahremiyeti, duyguları falan değildi. Konumunun derdindeydi.

Samimi olsaydı onu bile kurtarabilirdi belki. Daha önce bakanlar gördük... Dürüstçe ortaya çıkan...

Samimiyet önemli.

Düşündüğünüz hiçbir durum içinden çıkılamaz değil, eğer samimiyseniz.

Bu konuya girmişken...

"Eş" durumundaki kadının, kocası ve kocasının sevgilisi olduğu söylenen kadınla basın toplantısında yer almasını "İslami kesimde kadının kocaya mutlak itaati" şeklinde değerlendirenler oldu.

Ben böyle düşünmüyorum.

Sadece, kadınları, "onurunu koruyanlar"la "kocasının karısı" konumunu koruyanlar ve bu uğurda her şeyi yapanlar olarak ikiye ayırıyorum.

Bir kadının bu iki gruptan hangisinde yer alacağı "İslami kesim"den olup olmamasıyla ilgili değil, inanın.

MIŞ MUŞ

Pınar Altuğ "Yılın annesi olmak istiyorum" demiş.E, olmayacak iş değil, bir "oğlu" da var hazır!..

Hülya Avşar "iki veya üç sene içinde mutlaka herhangi bir partide sosyal şeylerle ilgileneceğim" demiş.Bakarsınız "Sosyal Şeyler Bakanlığı"nın kurulmasına öncü, hatta bu bakanlığın şeyi yani bakanı bile olur!

Andropozdaki erkek daha çok aldatıyormuş.Andropoz erkeğin keyifli dönemi anlayacağınız, menopozla karıştırmayın!
Yazının Devamını Oku

’İkinci kadın’ patlaması

21 Eylül 2006
ANİDEN bir patlama oldu sanki... "İkinci kadın" patlaması. Herkesin bir süredir "ikinci kadın"ı varmış meğer. Artık birbirlerinden cesaret aldıklarından mıdır, bir bir çıkıyorlar ortaya. Çoğu da 60’ına merdiven dayamış.

Erkek kısmı bir yaşa gelince dünyanın ölümlü olduğunu fark ediyor galiba. Çok da uzun olmadığını düşündüğü kalan ömrünü iyi değerlendirmek istiyor.

"Değerlendirmek"ten anladığı da "kendime daha fazla zaman ayırayım, balık tutayım, kitap okuyayım" değil de "genç biriyle sevişeyim" oluyor daha ziyade.

E, fena bir şey değil tabii... Değil de sevişmekle kalsalar... Yani erkeğe kalsa sırf sevişecek ama yeni ve genç partner ilk zamanlar, "erkeği her fırsatta ’film gibi’ sevişmelerin içine çekecek, sevişilmediği zamanlarda ise çeşitli hoşluklar, şirinlikler sergileyecek bir yaratık" intibaını verse de bir süre sonra o da etiyle kemiğiyle bir "kadın"a dönüşüyor.

Bu bir.

İkincisi, eski eş ve ondan olma çocuklar bir savaş başlatıyorlar ki aslında ülke savaşa girse erkek adam yerine konulup askere çağrılacak yaşı geçmiş, lakin kendini bir savaşın içerisinde buluyor işte. Düşman da canı ciğeri çocuklarıyla, çocuklarının annesi. Zor bir savaş yani.

Üçüncüsü, mal mülk, para pul durumları.

Geride bıraktıklarını doyurmak, bir kısmını kendine ayırmak, yeni geleni donatmak zorunda erkek. Yani "ömrünün sonbaharında elimi eteğimi işten güçten çekeyim" derken, tersine işini genişletmek zorunda bile kalabilir erkek bu dönemde.

Dördüncüsü, bakmışsınız genç sevgili zaten bütün kadınlarda var olan "yavrulama" arzusuyla yanıp tutuşuyor. Hatta bir sürprizi var: Hamile!

Hadi bakalım!

60 yaşında başlayan bir "çocuk büyütme süreci". Çocuğun istikbalini düşünmeler falan. Neticede torun yaşında bir çocuk ile evlat yaşında bir eşin maskarası olmak da var.

Uzatmayayım, 50-55 yaşından sonra kendi hayatını yaşamak isteyen erkekleri "daha fazla kişinin hayatını yaşama" durumu bekliyor. Daha çok sorumluluk, daha az özgürlük.

Oysa ilk evliliğinde kalsa... Çocuklar büyümüş, evlenmiş gitmiş; eş deseniz, kendini ya torun torbaya ya dernek çalışmalarına vermiş... Yani adam daha rahat edecek aslında, otursa oturduğu yerde...

Fakat rahat batıyor demek.

Ya da hadi romantik olalım biraz, aşk "çat kapı" geliveriyor.

Bakın geçen gün de yazdım, "Artık evli olmak istemiyorum" diyenlere ya da Saros’a yerleşmek isteyenlere sözüm yok. Fakat genç sevgiliyle yola devam etmek isteyenler hayatlarının en yorucu dönemini yaşayacaklarını bilsinler. Benden söylemesi.

MIŞ-MUŞ

Yeni Zelanda meclisi iki seks skandalıyla sarsılmış.

Adamlar "çaydan geçiyorduk" demeyi akıl edemediler demek!

İlk kadın uzay turisti yola çıkmış.

Aynı zamanda uzay da dünyanın kaç bucak olduğunu görecek.

İlk penis naklinin gerçekleştirildiği hasta, "Alışamadım" diyerek yeni penisini kestirmiş.

E, "el şeyiyle gerdeğe girmek" herkese göre değildir.
Yazının Devamını Oku

’Biz’ ve ’onlar’ halvet olduk

19 Eylül 2006
DOĞRUSUNU isterseniz, içime su serpildi!<br><br>"Biz"den biriyle "onlar"dan birini öyle sarmaş dolaş görünce... "Oh!" dedim. "Çok şükür ayrımız gayrımız yokmuş!"

Hele erkeğin kadını kucağına aldığı fotoğraf... Artık kim "biz", "onlar" diye ayrımcılık yaparsa o fotoğrafı dayamak lazım gözüne!

Hangi konudan bahsettiğimi anlamışsınızdır. Pazar günü bizim gazetenin baş sayfasındaydı Adnan Şahin’le sevgilisinin aşk haberi.

Kimdir Adnan Şahin?

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı BELBİM’in Genel Müdürü. Yani bazılarının tabiriyle "onlar"dan biri.

Sevgilisine gelince... O da yine bazılarının tabiriyle "biz"den oluyor. Başı açık zira.

Fakat aşk buna da kadir işte! "Biz", "siz" demeden iki gönül bir olmuş!

* * *

Şaka bir yana...

Bilmiyorum dikkatinizi çekti mi, eşi başörtülü erkeklerin bir sevgilisi olacaksa illa ki başı açık oluyor kadının.

"İnançlı" erkeklerin neredeyse tamamının eşinin örtülü olması tesadüf değildir herhalde. Özellikle arzu edilen bir durum olmalı.

Peki "sevgili" deyince durum neden değişiyor acaba?

"Sevgili" gelip geçici desem, değil; o kesimde genellikle imam nikáhı kıyılıp "ikinci eş" yapılıyor sevgililer.

Adeta içkinin evde haram, dışarıda helal olması gibi bir durum.

Her neyse... Vardır herhalde bir sebebi, sosyolojik, psikolojik, dini bir izahı... Bakarsınız biri anlatır.

* * *

Ben esas, insanlar gizli saklı bir iş yaparken kalkıp neden fotoğraf çektirirler, onu merak ediyorum.

Bu fotoğraf çektirmek denen şey baş edilemez, bastırılamaz bir dürtü müdür?

Gerçi toplum olarak en büyük düşkünlüğümüzün bu olduğunu bilmiyor değilim. Önüne geçip poz vermediğimiz bir nesne, boynuna kolumuzu atıp beraberce gülümsemediğimiz bir tanışımız yoktur.

Fakat bir halt karıştırırken... Bu yeni merakımız demek. Belki de aşklarını safha safha belgelemek istiyorlar.

İleride bakacaklar...

"Bu, aşkımızın birbirimizin kucağına çıkmadan duramadığımız evresi!"

Bakmışsınız fotoğrafın birinde aralarında boş sandalye duruyor. Bu da "Aşkımızın gerileme devri!"

Şahin’
le sevgilisi herkesten farklı olarak "aşklarının didiklenme devri"ni yaşayacaklar bir de. Artık bu devir için bir araya gelip nasıl bir poz verirler gazetecilere bilmem.

MIŞ-MUŞ

Şebnem Schaefer’in ayrıldığı sevgilisi, "Şebnem artık bakire raporunu gösteremez" demiş.

Nihayet kızımızın mürüvvetini mi gördük nedir?

10 yılda 60 bin Türk-Rus evliliği olmuş.

Fakat artık Bulgar moda!

Mazhar Alanson, 56 yaşında baba oluyormuş.

Bizim için mahzuru yok da çocuğa sormalı bir...

Avrupa’nın bazı yerlerinde "sıska manken yasağı" başlamış.

Bize sökmez! Derhal "kaçak sıska manken" işine gireriz.
Yazının Devamını Oku

Kısa kısa

17 Eylül 2006
GAZETENİN ara sayfasına sıkışmış şu küçücük haber manşetlikti benim için:<br><br>"Kalsiyum, kemiği güçlendirmiyor" Buyurun, buradan yakın!

Dana önce de benzer yıkılmalar yaşadık gerçi... Mesela, ben ıspanakta demir olmadığını öğrendiğimde çok sarsılmıştım hakikaten. Adeta "annen senin gerçek annen değil" demişler gibi olmuştum.

Bu kalsiyum da ona denk bir sarsıntıya neden oldu.

Ne diyeyim...

O foşurdatıp foşurdatıp içtiğimiz tabletlerin, kemiğimize olmasa başka bir yerlerimize faydası olmuştur inşallah! Kimse "kevgir gibi, ağızdan aldık mesaneden attık" demesin, artık o kadarına dayanamam.

***

35 yıllık eşinden boşanmak üzere olan bir armatör beyefendi, arkadaşlarına demiş ki "Elektriğim bitti, artık evli bir adam olmak istemiyorum".

Fakat bu gerekçeyle ne yakınlarını ne de mahkemeyi ikna edebilir boşanmaya.

"Bu mudur?" der karısı...

Mahkeme başka nedenler ister...

İlla çok önemli şeyler olacak. Evliliğin temelini sarsacak şeyler. Kadının iffetsizliği, dayak, şiddetli geçimsizlik.

Fakat bunlar kadar önemli değil midir, "artık evli bir kadın ya da adam olmayı istememek"?

Hakkı yok mudur insanın, artık kimseye hiçbir konuda hesap vermeden yaşamak istemeye?

Armatörün bir de genç sevgilisi varmış. Belki de sırf racona uymak için edindi sevgiliyi, kim bilir...

***

Eski mankenlerden Emel Yıldırım Acar, 7 aydır hazırladığı, kendi çizdiği modellerin tanıtıldığı bir defileyle, bu defa modacı olarak adım attı moda dünyasına.

Görmüşsünüzdür gazetelerde... Kıyafetlerin hepsi çok hoş, çok şık. Yıldırım Mayruk’tan da tam not almış zaten kreasyon.

Buraya kadar sorun yok.

Fakat bizim gazetedeki haberde geçen bir cümle sizin de dikkatinizi çekti mi bilmiyorum.

"Modacı Yıldırım Mayruk’un bile ayakta alkışladığı defileden sonra davetliler birbirine ’Acaba yurtdışında başka bir modacıya mı çizdirdi’ diye sordu."

Sormuşlardır hakikaten.

Sorarız yani biz.

Ne ilk ne de sondur bu birinin yeteneğine, zekásına, birikimine "inanmama" hali.

Her başarının arkasında başka "başaran" ararız.

Her iş için gökten donanımlı birtakım yaratıklar indirilmiştir. O işleri onlar kotarabilirler ancak. Ötekiler ise sıradan insanlardır, ne zaman nerede öğrenmişlerdir ki bu işleri!

Aslında şunu demek isteriz: "Ay n’olur o olmasın bu başarının sahibi, dayanamam!"

MIŞ-MUŞ

Erkekler, kadınlardan zeki çıkmış.

Araştırma şirketine rüşvet vermiş olabilirler.

*

Cem Davran, "Karım aldatırsa döver kapıya koyarım" demiş.

Fakat gayet medeni biri olduğundan öldürme yok görüyorsunuz!
Yazının Devamını Oku

Rüzgárgülü

16 Eylül 2006
İstanbul dışındaki okuru pek ilgilendirmiyor ama... İstanbul’un bir Kanyon’u var malûm...

Açıkhava alışveriş merkezi.

Hakkında epey şey yazıldı çizildi. Mimarisinin şahane olduğu söylendi mesela. Ben anlamam pek ama şahaneliği şuradan geliyor herhalde: Hangi açıdan bakarsanız bakın, kıvrıla kıvrıla giden bir beton kuşak görüyorsunuz. Bu iyi bir şey demek! Dedim ya pek anlamam. Ben daha ziyade bir alışveriş merkezinde ilk bakışta dükkánları görmek isterim. Nerede ne var... Fakat burada mümkün değil. Döne, kıvrıla dibine geleceksiniz ki dükkánın...

Neyse, konumuz bu değil.

İlk açıldığı günlerde "püfür püfür" çarşının İstanbul’un iklimine uygun olup olmadığı çok tartışıldı. Boranda karda ne olacağı... Kış bekleniyordu ne olacağını görmek için.

Fakat ben umutluydum doğrusu. Bizim akıl ettiğimizi dünyaca ünlü mimarlar, koskoca holding sahipleri mi akıl edemeyeceklerdi.

Tüm ayrıntıları iyice düşünüp, çıkabilecek sorunlar için her türlü önlemi almış olmalıydılar. Hani güneşi o duvardan bu duvara yansıta yansıta en ücra köşelere kadar gün ışığını taşıyan "akıllı bina"lar var... Okuyoruz, duyuyoruz. Burada da rüzgárın yönü falan hesaplanmış, kasırga çıksa koridorda gezinenlerin haberi olmayacağı durum yaratılmıştır diye düşünüyordum. O kıvrımlar tesadüfen çıkmamıştı herhalde ortaya.

Ama, lakin, fakat...

Lafı hiç uzatmadan neticeyi söyleyeyim.

Geçen hafta kış bir-iki günlüğüne uğradığında benim de Kanyon’a gideceğim tuttu. Şöyle söyleyeyim o gün o koridorlarda yürümedim, uçtum adeta. Rüzgárın beni götürdüğü yere savruldum. Artık hangi dükkánın önüne koyduysa...

Ve dükkánlarda terleyip koridorlarda donduğum için yarım saatte saydım tam 16 defa ceketimi giyip çıkarmam icap etti. Çantayı, paketleri bırak soyun, çantayı, paketleri bırak giyin, çantayı, paketleri bırak...

Eve geldiğimde hem sersem, hem yorgundum. Diyeceksiniz ki, "Nişantaşı’nda sokakların üstü örtülü mü?"

Hayır ama aynı şey değil.

İnsan alışveriş merkezinde sokakta olmak istemiyor.

Hem kurander denen şey en ağır kış şartlarında sokağın ortasında olmaktan daha beter çarpıyor insanı. Kışın koridorlar ısıtılacakmış! Sorun soğuk değil ki, rüzgár. Hava ilk bozduğunda bir gidin. Göreceksiniz bir sopanız eksiktir ki o da olsa adeta birer "rüzgárgülü"sünüz.

Hapisten çıktı

Ben Zuhal Olcay’ı çok beğenirim.

Sahiden.

Oyunculuğunu, şarkıcılığını...

Yüzündeki o kimselere benzemeyen ifadeyi... Asil, hüzünlü, gizemli, filozofça.

Hayatı çözmüş, hazmetmiş, insanları anlamış, yerli yerine koymuş, kendisini de sabitlemiştir sanki. Yıkılmaz kale gibidir artık.

Fakat bir şey söyledi geçenlerde... Sevgilisiyle ilgili... "Bir ilişki yaşıyorum, 1.90 boyunda, benden genç ve bir o kadar da yakışıklı birisi var."

Şimdi bunu mankenlerden biri söyleseydi, tamamdı. Fakat Zuhal Olcay... Nasıl anlatsam, yumruk yemiş gibi oldum.

Sonra baktım birçok kişi yadırgamış benim gibi. Kimse beklemiyormuş meğer Zuhal Olcay’dan, sevgilisini anlatırken önce ve hatta sadece boyunu bosunu, gençliğini vurgulamasını. Bir yerlere "gönderme" yaptığını düşünenler var. Ben de aynı şeyi düşündüm ne yalan söyleyeyim.

Fakat çabuk toparlandım ben. Belki sevdiğim birini koruma içgüdüsüyle.

Şimdi diyorum ki, Zuhal Olcay da bir kadındır. O da hepimiz gibi beğenilmediğini zannetmiş, üzülmüş, kırılmış, öfkelenmiş, biriktirmiş, taşmıştır. Çok da iyi etmiştir. Sağlık işaretidir bunlar. "Gönderme"yse de "gönderme"dir!

Kendisi de zaman zaman şikáyet ediyor zaten yanlış tanınmaktan. Evet biz onu "hayatın dışına" hapsettik galiba yıllarca. Ama o en sonunda o duvarların aslında hiç olmadığını gösterdi bize.

MIŞ MUŞ

İki çocuk, kadının ömrünü uzatıyormuş.Bir elin nesi var iki elin sesi var!

Mesut Yılmaz "Erkan Mumcu’ya kırgınım, birçok ismi partide toplardım; bu, partiye 5-10 puan kazandırırdı" demiş.Parti adına kırgın yani! Aklınıza başka bir şey gelmesin!

Tuba Ünsal, Yalın’a "Sensiz kelek karpuz gibiyim" diye şiir yazmış.Sırf Yalın’sızkense problem yok!
Yazının Devamını Oku

Cevap veriyorum

14 Eylül 2006
Gönül

"18 yaşında bir genç kızım. Üç senedir biriyle tanışıyorum ve birbirimizi sevdiğimizi düşünüyordum. Ta ki bugüne kadar.

Ben aslında herkese inanan bir insan değilimdir. Şüpheci ve kuşkucuyumdur. Fakat sevdiğim erkeğe bu zamana kadar kimseye güvenmediğim kadar güvendim. Ama üç senedir sevdiğim, güvendiğim adam bana ihanet etti. Bunu kendisine sorduğumdaysa sadece
’Ben şerefsiz değilim. Kimseyi aldatmadım, aldatmam da. Beni üç senedir tanıyamamışsın, bundan sonra da tanıyamazsın’ dedi ve çekti gitti.

Deliller onun apaçık beni aldattığını gösteriyor ama söyledikleri kafamı karıştırıyor.

Kafam allak bullak oldu. Güvenim sarsıldı. Bu olaydan şunu çıkarttım: Kimseye güvenme!

Ne yapacağımı, kendimi nasıl sakinleştireceğimi bilmiyorum. Bana yardım ederseniz sevinirim."

Sevgilinin yaptığı şeyi yapmayan bir tek Adem’i biliyorum ben. O da pek sadık olduğundan değil, etrafta Havva’dan başkası olmadığındandı herhalde. Yani diyeceğim ’Elle gelen düğün bayram" deyip zamanın geçmesini bekleyeceksin. Beylik lafların en doğrusudur zamanın ilaç olması durumu.

Fakat bu arada adamcağız doğru da söylüyor olabilir. Senin delil dediklerin paranoyadan ibaret olmasın? Kuşkucu biri olduğunu kendin söylüyorsun. Hakikaten "şerefli" birini kaçırıyor olmayasın?

Olayın iç yüzünü bilmediğimden sana daha fazla yardım edemem Gönül’cüm. Durumu kendin bir daha, bir daha gözden geçir.

***

Umut

"25 yaşındayım. Genç bir mühendisim. Her gün sizin yazılarınızı okuyarak güne başlıyorum ve nasıl motive oluyorum anlatamam. Ama yine de ne yalan söyleyeyim hayvanlar hakkında yazdığınız hiçbir yazıyı okumuyorum.

Size neden yazıyorum, hayatımda üç kadına hayranım. Biri Sezen Aksu, diğeri siz. Nasıl bir zeká ile donanmışsınız, inanın bir erkek olarak kıskanıyorum."

Bak Umut’cum!

Hayatında hayran olduğun üç kadından ikisi sıkı hayvanseverse... Ve sen onların zekásına hayran olduğunu söylüyorsan... Bu durumda "bu zeki kadınların bir bildiği var" deyip hayvanları seveceksin!

Tamam mı?

***

190.000 İşsiz Öğretmenin Sesi

"Sayın Pakize Suda

Artık sesimizi duyun. 190.000 öğretmen adayı işsiz güçsüz sokaklarda dolaşıyor. Hükümetin eğitim politikalarına artık bir ses çıkarın lütfen. Artık siz de bir yazı yazın bizim için. Yaş 25 olmuş, baba eline bakıyoruz. Bu yaştan sonra ne iş öğreneceğiz. 190.000 işsiz öğretmen sizden yardım bekliyor."

190.000 öğretmen işsiz ha?!

Öğretmen kıtlığından yeni sınıf açılamadığı için sınıf mevcudu 40-45 kişi olan okullar neyin nesidir peki?

Öğretmen atanmadığı için boş geçen dersler!

Ben böyle saçma sapan bir durumu Afrika’daki bir ülkeye bile yakıştıramadığım için "Benim aklımın ermediği bir husus var herhalde" diyebileceğim ancak.

***

Ezgi

"Ben 16 yaşında bir hemcinsiniz olarak kızların
’zar meselesi’ ile ilgili bir şeyler söylemek istiyorum.

......

Erkekler bekáret konusunda sapıtmış durumda, haklısınız ama şöyle de bir şey var:
’Allah kızlara güvenseydi zar koymazdı." Koymasına rağmen bu haldeyiz. Ya koymasaydı diye düşünüyor insan."

Ezgi’cim Allah kızlara güvenmediği için koyduysa bu zarı, bazı kızların zarı ancak doğumda yırtıldığına göre demek Allah bazı kızlara güveniyor! Ya da kıyak geçti onlara. Öyle mi?

MIŞ-MUŞ

Erdoğan, aydınları kendi kimliklerine, kendi kültürlerine sahip çıkmaya davet etmiş.

Aydınların da elinde Erdoğan için ne davetiyeler var ama...

*

Kültür ve Turizm Bakanı Koç, Bakü’deki İslam Konferansı Teşkilatı toplantısında da uyumuş.

Ne yani, yatak yadırgar gibi koltuk mu yadırgayacaktı!
Yazının Devamını Oku

Yer gök pembe

12 Eylül 2006
İLKOKUL çağlarında veya daha küçük kız çocuğu olanlar! İçinizde, çocuğuna, üzerinde Barbie’nin ya da Sindy’nin resmi olmayan çanta, beslenme çantası, matara, defter, cetvel, kalem, silgi aldırmaya muvaffak olan var mı?

Ya da pembeden başka üst baş, çarşaf, pike, yastık, şu bu konusunda çocuğunu razı eden?

Varsa razı olmuş bir çocuk, tanımak isterim hakikaten.

Fakat bilmiyorum belki de "normal" olmayan o çocuktur; kapıp doktora götürülmesi gereken... Öyle ya 100 çocuktan 99’u kafayı yemiş olamaz.

Her neyse... Ben artık kendi hesabıma pembe görmek istemiyorum. Barbie’nin o gülen suratını da.

"Sana ne çoluk çocuğun çantasından, şusundan busundan, çocuğun da yok üstelik" diyeceksiniz.

Fakat kaçmak mümkün mü?

Görmemek, rastlamamak?

Siz bu aralar çarşıya çıkmadınız mı?

Bir kırtasiyeciye de mi yolunuz düşmedi?

Yer gök pembe!

Tabii ki üstü Barbie’lisinden.

Bir şeyin üstünde de tavşan resmi olsun!

Bir arkadaşım anlattı, okul önlüğü Barbie’li değil diye ağlıyormuş çocuğun biri, okul kıyafetleri satan mağazanın birinde.

Yine "Sana ne?" diyeceksiniz.

Ben çocuklar için üzülüyorum arkadaşlar!

Takılıp kaldılar Barbie’ye, bir sürü şey kaçırıyorlar.

Hayvanları sevmeyecekler diye korkuyorum mesela. Bari Barbie’nin üstünden girilse konuya. Ne bileyim, saç fırçasından tutun da bileziğe kadar bir insanın nesi olabilecekse her şeyi var, bir de kedisi olsa mesela. Köpeği, tavşanı...

Sonra renkleri kaçırıyorlar.

Yeşili, sarıyı, maviyi...

Korkarım pembe değil diye ağacı sevmiyorlardır.

Bizim kuşak pembe bağımlısı değildi de ne oldu gerçi. Orman bırakmadık.

Ama ne bileyim işte, pedagog değilim fakat yine de bir çocuğun tek bir renge, en çok da bir kahramana böylesine bağlanmasında bir tuhaflık, ilerisi için mahzurlu bir durum varmış gibi geliyor.

Hepsi fizik olarak Barbie’ye benzemek istiyor mesela. İsveçli olsak problem değil fakat Barbie’den ziyade Heidi’ye benzediğimizden... Bakın 15’ine gelenin derhal saçlarını sarartmasının nedeni bu olabilir, Barbie epeydir var öyle değil mi?

Netice olarak "Yöneticimiz uyuyor mu?" diye bağırılacak bir sorun değil belki ama ana-babaların "A bu Barbie de çok oldu!" demesinde fayda olduğunu düşünüyorum.

MIŞ-MUŞ

Şimdi de "deli bal" hastalığında artış varmış.

Bunların da kendi aralarında bir "nöbet değişimi" durumu var galiba.

*

Spermlerini sildiği ve 35 yıldır sakladığı peçeteyi sergileyen ressam Bedri Baykam’a teşhircilik suçundan soruşturma açılmış.

Halbuki "bilime hizmet ödülü" verilmeliydi. O olmasaydı, "Bir spermin 35 yıl sonraki hali"nden haberimiz olmayacaktı.

*

Yeşim Salkım, Pınar Altuğ konusunda "Kadının bir ağırlığı olmalı" demiş.

Yeşim Salkım evlendikten sonra Diyanet İşleri gibi oldu. Her konuda bir fetvası var.
Yazının Devamını Oku