9 Ekim 2006
Sevişmek... Aslına bakarsanız insanoğlunun en özel eylemi.<br><br>Gerçi iki kişilik eylem olduğundan misal defi hacet kadar özel sayılmayabilir. Ama yine de özel işte.
"Sevgiliniz var mı?" diye sorulduğunda bile ne diyor sanatçılar... "Özele girmeyelim."
Fakat nasıl olmuşsa olmuş, en özel durum kurallara bağlanmış.
Kimin kiminle sevişeceğine sevişecek kişilerden ziyade, üçüncü şahıslar karar veriyor.
Birileri uygun görürse sevişiyorsunuz, görmezse...
Cinayetler işleniyor...
Töreler devreye giriyor...
Mahkemelere koşuluyor...
İcabında polis kapıya dayanıyor...
Hatta kadını hastaneye götürüp baktıkları bile oluyor ki "kayıt dışı" bir sevişme olmuş mu.
Hiçbir şey yapmazsak öyle bir ayıplıyoruz ki...
Trabzon’da iki sevgili intihar etti, duymuşsunuzdur. Birer mektup bırakıp, beraberce hayatlarına son verdiler. İşin içinden çıkamadılar zira.
Erkek, toplumun, yasaların işaret ettiği kadınla değil de gönlünün istediği başka bir kadınla sevişmişti.
Kadınsa "sahiplendirilmiş" bir erkekle.
Ölüp gittiler netice olarak.
"İki ahlaksız" olarak görülmektense bir nevi "Leyla ile Mecnun" olarak anılmayı seçtiler.
Keşke biraz bekleselerdi. Aşk geçerdi nasıl olsa. Fakat konumuz bu değil şimdi.
Konumuz, "Ne olacak bu aşk meşk halleri?"
İnsanoğlunun cinsel hayatı zapturapta alınamıyor aslında. Fakat alınmaya çalışılıyor dünya kurulalı beri. İnat ve ısrarla.
Bir yandan da erkekle kadının yegáne hali "sevişmek" midir?
Beraberliklerin "e hali", "de hali" falan da yok mudur?
Kurulmuş bir ortak hayat, beraberce büyütülmek üzere dünyaya getirilmiş çocuklar, verilmiş sözler, sorumluluklar da yok mudur?
Evdeki kadını 2 yaşındaki çocukla baş başa bırakıp "Senin miadın doldu, hadi bana eyvallah" diyebilmenin hiçbir baskısı olmamalı mıdır bir erkeğin üzerinde?
Şu köşede 8,5 senedir, bir o kadının bir bu kadının yanından, erkeğin bir yanından bir karşısından baka baka bir hal oldum olaya...
Fakat işin içinden çıkamadım sevgili okurlar. Çıkan varsa bana da anlatsın.
Kadınlar álem
Bir kafede oturuyorum... Star’daki programa gitmeden önce biriyle kısa bir görüşme yapmam gerekiyor, bekliyorum.
Erken bir saat, kimsecikler yok.
Bir erkek geliyor.
30-35 yaşlarında, iyi giyimli.
Gülümseyerek selam veriyor. Tanıdığı için değil, nezaketen.
O da bekliyor kanaatimce.
Evet, birkaç dakika sonra 28-30 yaşlarında çok hoş, o da iyi giyimli bir kadın giriyor içeriye.
İkisine de "iyi giyimli" derken, şunu demek istiyorum: Karşıdakinin eğitimli, iş-güç sahibi ve görgülü olduklarını düşündüren bir giyim tarzları var.
Ve şov başlıyor.
Ne şovu?
Elbet kadının sahne şovu!
Bazen "şuh kadın" da oluyor mu bilmem ama bugün "şirin kız" rolünde!
Nasıl anlatayım...
Bardağı tutuşundan mı başlayayım, konuşurken yaptığı el kol hareketlerinden mi, erkeği dinlerken yüzüne yerleştirdiği ifadeden mi...
Her an, vücudunun her santimetrekaresiyle erkeğe "Bak ne kadar sevimliyim" diyor.
Fakat işin acı tarafı, erkek oralı değil.
Ya mönüyü inceliyor, ya dışarıya bakıyor, ya da anlattığına kaptırıyor kendisini.
Kadın ha bire taca atmış oluyor topu.
Ama yılmıyor.
Hatta dozu artırıyor.
Adeta bir "şirinlik muskası."
Bense terbiyesizliği ele aldım, göz ucuyla da olsa tamamen onları izliyorum.
Neyse ki beklediğim geliyor, kendi işime dalıyorum.
Fakat bir şey kaçırdığımı zannetmiyorum. Zira bir tek adamın omzuna konup cik cik etmediği kalmıştı, onu da yapmamıştır herhalde.
Yaptı mı acaba?
Yok canım, ne kadar dalmış olursam olayım fark ederdim.
Fakat eminim bir gün onu da yapar.
MIŞ MUŞ
Erdoğan, Tony Blair’e "Good morning Tony" demiş.
Arkadan "This is a book" da demiş olabilir.
Star TV’de sabah programı yapan Safiye Soyman’la Faik Öztürk, kendilerini Ahu Tuğba-Meriç Erkan ikilisiyle kıyaslayanlara "Onlar ticari amaçlı görüntü, biz ise aile" demişler.
"Aile"nin her gün televizyonda boy göstermesinin nedeni ise "tamamen duygusal!"
Şebnem Schaeffer "Keşke bakire olmasaydım" demiş.
Biri bu kıza bekáretin mesela boy kısalığı gibi kalıcı bir özellik olmadığını söylemeli.
Araştırmalara göre hamsi çok değişmiş.
Boyunda posunda bir değişiklik görmediğimize göre karakter olarak değişti zahir!
Yazının Devamını Oku 8 Ekim 2006
KASABA esnafından biri olmalıydı kocam.<br><br>Akşam güneşi batmadan dükkánı kapatıp eve gelmeliydi. Evimiz bahçeli olmalıydı. Yaz akşamları sulayıp serin serin oturmalıydık.
Ben orta boylu, tıknazca, ev hanımı olmalıydım.
Cinsiyeti önemli değil, eli ayağı düzgün iki çocuğumuz olmalıydı.
Derslerine yardım edecek kadar eğitimim olmamalıydı ama ara sıra "Dersinizi bitirdiniz mi?" diye sormalıydım.
Daha çok üstleri başlarıyla, yedikleri içtikleriyle, öksürükleri aksırıklarıyla ilgilenmeliydim.
Yavaştan yavaştan çeyizlerini düzmeliydim.
Her ayın 15’i kabul günüm olmalıydı. Ellerime sağlık kekler, poğaçalar yapmalıydım. İnce belli bardaklarda çaylar ikram etmeliydim.
Sabahları hırkamı omzuma alıp komşuya kahve içmeye geçmeliydim.
Patlıcan biber kızartmalı, reçel kaynatmalıydım.
Akşamları özene bezene sofrayı kurmalıydım.
Kocam ajansı dinlerken ben lafa girmeliydim, o, "Sus hanım bi dakka!" demeliydi. Böyle dese de beni çok sevmeliydi.
O uyuklamalıydı, ben bulaşıkları yıkamalıydım, çocuklar ders çalışmalıydı.
Bazen akşam oturmasına komşular gelmeliydi. Öyle harem-selamlık değil ama kadın-erkek ayrı oturmalıydık.
Erkekler memleketi kurtarırken biz bütün kasabayı dilimizden geçirmeliydik.
Herkes birbirinin eşine "Falanca Bey", "Filanca Hanım" diye hitap etmeliydi.
Yanlışlıkla bacağımız, göğsümüz biraz açılıverse yüzümüz kızarmalı, hemen toparlanmalıydık.
Kocam kırk yılda bir, bir tek atmalı, neşelenip bir hicaz şarkı mırıldanmalıydı.
Şehvetten uzak, şefkate yakın bir cinsel hayatımız olmalıydı.
Gözümüzü birbirimizde açmış olmalıydık, öyle de sürüp gitmeliydi.
Zaten etrafımızda evli barklı komşularımızdan başka kadın olmadığından... Dükkánda çelimsiz çıraktan gayrı öyle sekreter falan çalışmadığından... Ortalıkta gidilecek bar mar bulunmadığından... Mankenler bizim kasabaya uğramadığından...
Ve kocam efendi bir adam olduğundan beni aldatmamalıydı.
* * *
Tamam abarttım biraz. Belki de böyle bir aile yapısı örneği kalmamıştır artık.
Ama, acaba diyorum... Buna benzer bir hayat tarzı beni daha mutlu eder miydi?
Kendim de dahil uçuk kaçık insanlardan gına geldi. "Normal"liği özlüyorum.
Özgürlüğün tadını çıkaralım derken suyunu çıkardık galiba.
Herkes çok zeki, çok akıllı, çok bilgili, çok şu çok bu. Ve de çok mutsuz. Prozac’lar leblebi misali.
Çokbilmişliğin kimseye bir faydası yok galiba.
1. Not: Pakize Suda/Hürriyet/Fi tarihi
2. Not: Yazarınız yine aynı modda olduğundan yazıyı arşivden çıkarma ihtiyacı duymuştur.
3. Not: Çok şükür, yazarımızın her hususta kalem oynatmış olduğu koskoca bir arşivi vardır!
MIŞ-MUŞ
İngiltere’de yapılan bir araştırmada parayla saadetin olabileceği ortaya çıkmış.
Birçok hanım kızımız bunu araştırma yapmadan anlamıştır ve gereğini yapmaktadır.
Kadınlar, güldüren erkekleri beğeniyormuş.
Fakat genellikle ağlatanlarla evleniyorlar.
Türkiye’de görev yapan Kanadalı öğretmen çocuk pornocusu çıkmış.
Atalarımızın lafına uyup hırsıza anahtar teslim etmişiz.
Yazının Devamını Oku 5 Ekim 2006
ECEVİT’in ABD gezisini hatırlarsınız...<br><br>Başkan’la buluşmasındaki duruşu milletçe gururumuzu yaralamıştı. Ayakta duruyordu galiba... Pozu şimdi tam hatırlamıyorum ama pek bir önem verdiğimiz "meydan okuma" hali yoktu netice olarak. Son seçimde oylarının neredeyse tamamını kaybetmesinde bunun da payı olabilir bakın!
Oysa Ecevit "en halktan" başbakanımızdı. Kasketini takıp otobüse binen, bisküvisini bakkaldan kendi alan... Fakat halkın psikolojisini şeyttirememiş demek!
Biz "pabuç bırakmayan" adam severiz.
Gerektiğinde "posta koyan"... Hatta gerekmediğinde bile.
Erdoğan, bu açıdan Ecevit’ten daha çok "halkı tanıyan biri" olarak çıkıyor karşımıza.
Ki oturuşunu görmüşsünüzdür Bush’un karşısında. Başkan’ın iki ayağı yere basarken bizimkinin bir bacağı ötekinin üzerinde ve üstte olan bacağın ayağı Bush’a doğru uzanmış...
Bu oturuş bizim içindir.
Oradan bize, yani seçmene selam etmektedir Erdoğan.
Fotoğrafın altına "Erdoğan, Oval Ofis’te gayet rahat bir tavır sergiledi" yazdırmayı başarmıştır nitekim.
Tamamdır bu iş.
Bu fotoğraf seçim gezilerinde orada burada karşınıza çıkacaktır. Görürsünüz.
Keşke iki de tokat atıp gelseydi.
Vallahi.
İddia ediyorum, artık en az on sene kimse tutamazdı Erdoğan’ı!
* * *
Aslında aldığımız terbiye tam aksi yönde.
Çocuğa daha çişini söyleyemediği çağlarında öğretmeye başlarız "efendi" olması gerektiğini...
Bacak bacak üstüne atmak...
Ayakları karşıdakinin ağzına doğru uzatmak...
Sesli gülmek...
Efendiliği bozar.
Budur öğretilen.
Gerçi sokakta dayak yiyen değil, dayak atan taraf olması da öğretilir çocuğa.
Zaten çocukların tepe sersemi olup içeriyle dışarıyı birbirine karıştırdığı çoktur.
Başbakan’dan da beklenen bu!
Misal, pamuk üreticilerinin karşısında Bush’un karşısında oturduğu gibi otursa, kimse "Rahat bir tavır sergiledi" demez. "Erdoğan’ın pamuk üreticileri karşısındaki tavrı saygısızlık olarak nitelendirildi" denebilir daha ziyade.
Aslında Başbakan’ımızın içeriyle dışarıyı birbirinden ayırdığı yok pek. Orada eli ayağı durmasa, burada dili durmuyor falan.
Fakat memnunuz kendisinden.
Görürsünüz seçimde. Değil mi ki "gayet rahat tavırlar" sergiledi...
MIŞ-MUŞ
"Ben çalıntıyım" diye bağıran cep telefonu çıkmış.
Yetmez! Yanına iki tane de "Şahidim" diyenden lazım.
36 yaşındaki öğretmen, 13 yaşındaki öğrencisiyle kaçmış.
"Eti sizin" demeyecektik!
Bir işadamı, eşine, 4. evlilik yıldönümlerinde 360 bin Euro’luk otomobil hediye etmiş.
Adam marjinal! Halbuki bu yıl işadamlarının "aldatma" yılıydı.
Yazının Devamını Oku 3 Ekim 2006
ASLINDA hiçbir ilişki bitmiyor. Yani görünen o ki...
Yoksa neden biri evlenmiş, öteki başkasıyla beraber iki kişi hálá habire atışsınlar?
Mahkemelik oluncaya kadar?
Anladınız kim olduklarını. Ama önemli değil, genel bir durumdan söz ediyorum daha çok.
Evet, bitmiyor ilişkiler.
Bitmiyor dediysem "aşk sürüyor" anlamında değil.
Alt etme yarışı sürüyor.
Ki bu yarış bir ilişkinin neredeyse ana temasıdır.
Beraberliğin ilk gününde başlar, işte ayrıldıktan sonra bile sürer.
* * *
İlişkide taraflar birbirinin hasmıdır aslında.
Vallahi.
Ne yapsınlar "eşyanın tabiatı" böyle.
Her konuda birbirini bir alt etme çabasıdır gider.
"Sen beni, benim seni sevdiğimden daha çok seveceksin!"
Yani...
"Sen daha çok sürüneceksin benden!"
"Hayır, sen benden daha çok sürüneceksin!"
Kimsenin amacı, hırsı, gayreti daha çok sevmek değildir.
Daha çok sevilmek üzerinedir savaş.
Kendini daha çok sevdiren yenmiş olacaktır ötekini.
Taraflar birbirini "kul köle" yapmaya çalışır habire.
Ve nitekim bir taraf bunu başarır.
Fakat ayrılık gelip çattığında genellikle "kul köle" olan değildir yıkılan taraf.
Ötekidir ağlayan sızlayan, mahvolan.
O düne kadar kendisi için ölüp biten adam/kadın nasıl olup da vazgeçmiştir yanmaktan?!
Bir türlü kabul edemez.
Ayrılmayı kendi istese bile.
Çoğu zaman yeni bir ilişki bile soğutamaz yüreği.
Sürer gider hesaplaşma.
* * *
Bu hesaplaşmalarda görürsünüz ki taraflar beraberlikleri boyunca yemeyip içmeyip delil biriktirmişlerdir.
Karşı tarafın ne işe yaramaz biri olduğuna dair.
"Bunların hiç mi iyi günü olmamış" diye düşünür insan.
Bütün o sarılmalar, öpüşüp koklaşmalar... Habire aşklarının büyüklüğünü anlatmalar falan...
Meğer o sırada ileride kusulmak üzere safra toplanırmış!
Zor iş vesselam şu ilişki denen şey.
Her aşaması...
Ayrılıyorsunuz, bitmiyor.
Çok mu bilmişlik tasladım.
Ama doğru vallahi.
Test etmesi de kolay üstelik.
MIŞ-MUŞ
İlk kadın uzay turisti, "Uzay yanık kurabiye kokuyor" demiş.
E, olacak o kadar; oralara bir yere dantelli yatak örtüsü sermeye falan kalkmadığına şükredin.
Erdoğan, "Artık tank sesi olmaz" demiş.
İnşallah! Fakat bir gün "keşke" dedirtmeyin de millete!
Nezle virüsü evde bir gün yaşıyormuş.
Fakat buna karşılık "insan canlısı". 7 gün bağrına basıyor!
Yazının Devamını Oku 1 Ekim 2006
KÜLTÜR ve Turizm Bakanlığı’nın, "her ilin anımsanabileceği söz ya da deyimlerle anılmasına ilişkin genelge"si üzerine Burdur’da 45 slogan üretilmiş. Bunların arasından valinin önerdiği "BURadaDUR" sloganı toplantıya katılan 33 kişiden 22’sinin oyuyla kabul edilmiş. Bakanlıktan kimin aklına geldiyse artık bu hoş ama boş icraat...
Hadi her ilin, ünlü nesi varsa onun vurgulandığı bir amblemi olmasını anlarım, fakat bu slogan işi niçin gerekti sahiden?
Turistlere mi ezberletilecektir?..
Bakanın çorabına adını yazdırması gibi bir şey bu da.
Ha, memur sınavları yeni bir soru kazanmış olabilir:
"Batman’ın sloganı nedir?"
Cevap: "Kim öle kim kala"
Mesela yani...
* * *
Maksat Yozgatlıya Edirne’yi, Artvinliye Manisa’yı belletmek desem...
Aslında iyi olur.
Bir zamanlar TRT’de bir yarışma vardı...
Yarışmacıdan, torbadan çektiği bir ilin boş Türkiye haritası üzerinde yerini işaretlemesi istenirdi. Bakardınız, Gümüşhane’yi Urfa’nın oralarda bir yerde arıyor yarışmacı.
Bu açıdan iyi olur hakikaten.
Fakat bu slogan işi buna da yaramıyor maalesef.
BURadaDUR!
İyi de nerede?
Sonra durup ne görecek?
O da belli değil.
İl sakinlerinin uyuzunu kaşımasından başka bir işe yaramıyor. "Çok güzel sloganımız var" deyip oturacaklar.
Oysa Kültür Bakanlığı, bunun yerine yapımcıları her ilde bir dizi film çekmeye teşvik etse...
Tanınmak şöyle dursun, abad olur orası. Hatırlayınız Asmalı Konak, İkinci Bahar... Ürgüp ile Samatya’ya tur düzenleniyordu.
* * *
Fakat bir yanda da böyle komikliklere ihtiyacımız var. 81 defa güleceğiz.
En çok Ankara’dan çıkacak sloganları merak ediyorum şimdi.
"ANKARA/Karıyı boşaya, sekreteri ala" olabilir mesela. Dönemin ruhuna uygun olarak...
Ya da bakmışsınız Ayşe Arman’ı çekemeyenler Antalya’da birleşmiş.
ANTİALYA
Ne bileyim, böyle şeyler çıkabilir.
Bakana uyuyor deyip durdunuz, uyumadığı zamanlar da var işte demek ki bu işi icat etti! Gerçi üzerinde düşünüldüğünden ziyade rüyada görüldüğü intibaını yaratıyor insanda ama...
MIŞ-MUŞ
Rafet El Roman, Tuğba Altıntop için "Çocuklarını istiyorsa Almanya’ya yerleşsin" demiş.
Tuğba’nın bunu ciddiye alması halinde bir kenarda bekleyen "B Planı" vardır mutlaka.
Bülent Ersoy’un 15 bin dolarlık yüzüğü dikkat çekmiş.
E, parasını çıkardı işte!
Rahşan Ecevit, "Yabancıya toprak satmayın, nişan yüzüğümü vereyim" demiş.
Hanımefendi sizinki bir saksı toprağı zor kurtarır, esas Bülent Ersoy’u ikna etmek lazım!
Yazının Devamını Oku 30 Eylül 2006
Sizi bilmem, ben bitmişim arkadaşlar! Artık hiçbir şey beni şaşırtmıyor, üzmüyor. İçim sızlamıyor kolay kolay.
Tüm bunların eşiği yükselmiş bende.
"Felaket" diyebilmem için bir şeye, boyutlarının ne olması gerekiyor bilmiyorum. Hangi aralık bu hale geldim...
Ama benim suçum değil, bunu biliyorum. Yüksek dozda verile verile birtakım şeyler, bünyem bağışıklık kazandı.
Bir de en önemlisi tabii, klasik deyişle "Devir değişti."
Evet evet, esas neden bu.
Tarifler değişti hayatımızda. Ahlaksızlığın tarifi mesela.
Uzatmayayım, "Yaprak Dökümü"nü bilmeyeniniz yoktur. Reşat Nuri’nin ünlü eserini. Romanı okumayan yıllar önce TRT’de yayınlanan diziyi hatırlar hiç olmazsa. O zaman dizi furyası da yoktu ki yerine başkasını tercih edelim.
Ne kadar etkilenmiştim ailenin dramından... Babayla beraber nasıl yıkılmıştım... Boğazımda nasıl düğümle seyretmiştim yaprakların sahiden bir bir dökülüşünü...
Şimdi yeniden dizi film haline getirildi "Yaprak Dökümü." Günümüze uyarlanmış haliyle Kanal D’de yayınlanıyor.
Ve bu vesileyle anlıyorum ki başta da söylediğim gibi ben bitmişim!
Eski ben değilim.
Dershaneyi ekip iki arkadaşıyla kafede buluşması bir çocuğun ya da evden kız arkadaşıma diye çıkıp partiye gitmesi dünyanın sonu değil artık benim için.
Genç kızların, sevgililerini "babişko"larıyla tanıştırdığı bu devirde Ali Rıza Bey’le birlik olamıyorum artık.
Öyle şerbetlenmişim ki yalana dolana, üçkáğıda ve öyle felaketler görmüşüm ki öteki dizilerde... Yaprakların dökülmesi için daha şiddetli fırtına lazım.
Hatta belki de artık hiçbir fırtına yaprakları dökemez!
Fakat bu bir yandan da iyi bir gelişme. Tamam, Ali Rıza Bey gibi adamların kalmaması, hepimizin "kayış gibi" olmamız kötü ama kızımızın, erkek arkadaşıyla evlenmeden sevişti diye, geneleve düşmesi daha kötü değil miydi sizce de?
Diyeceğim, Reşat Nuri bugün yaşasaydı, yüreğimizi titretmek için daha değişik bir "Yaprak Dökümü" kaleme alırdı herhalde.
Ya da şöyle söyleyeyim, eski eserleri günümüze uyarlamak yerine "dönem filmi" olarak çekmek daha akıllıca bir iş galiba.
Bari onurumuz kurtulsun
Bu konular hakikaten çok sıktı gerçi ama ortalık yıkılırken kayıtsız kalınamıyor yine de.
Aldatmanın da mevsimi mi vardır nedir... Bu ara aldatan aldatana, boşanıp da sevgilisini alan alana.
Aslında mevsimle ilgisi var hakikaten.
Ama hangi mevsimle?
"İnsanoğlunun sonbaharı"yla galiba.
Daha çok "kadınların sonbaharı" tabii. Erkeklerin "sonbaharı" yok, "ikinci baharı" var!
Sahiden 50 yaşına gelmiş kadının terk edilmek kaderi oldu adeta.
Bunun bir tek nedeni var.
Erkek "taze et" istiyor.
Evet, bu kadar net. Ve bu kadar hayvani.
Gerisi fasa fiso. Boş laf.
"Erkeğin eti taze mi?" diyeceksiniz.
Değil elbet.
Ama alıcı buluyor.
"Doğanın adaletsizliği" mi desem...
"Tıbbın gayreti" mi...
Yoksa genç kızların "hoşgörüsü" mü...
Her yaşlı erkeğin bir genç alıcısı var.
O halde ne yapmalı?
Bunu hayatın bir numaralı gerçeği olarak kabul etmeli önce.
Sonra...
50 yaşına gelmeden, 45’te falan erkeği terk etmeli. Ortada hiç sorun yokken, bıçakla keser gibi kesmeli ilişkiyi.
"Bir ihtimale karşı çok abartılı tedbir" demeyin. İhtimal çok yüksek.
Ama "Ben ağlamayı sızlamayı, yıkılmayı, kahrolmayı severim" derseniz, sizin bileceğiniz iş.
Ha, sizinki "vejetaryen"se zaten yalvar yakar olup peşinizi bırakmayacaktır. Test etmiş olursunuz.
Bakın, yabana atmayın bu önerimi!
Adamlar gidiyor, onurumuzu kurtaralım hiç olmazsa!
MIŞ MUŞ
Sertab Erener holding olma yolundaymış.
Ufak tefek olmanın acısını çıkarıyor olabilir.
Almanya’da bir gölde yaşayan kuğu, plastik gezinti kuğusuna aşık olmuş.
E, insanoğlunun da durumu pek farklı değil; fakat bizde iki taraf da "plastik."
18 yıllık eşinden ayrılan AKP milletvekili, 17 gün sonra sekreteriyle evlenmiş.
E, 17 gün durmuş adamcağız; her sene için bir gün saygı "duruşu" yapmış bir nevi!
Yazının Devamını Oku 28 Eylül 2006
Nezih Gürsoy
"Kızlık zarı ile ilgili soruyu soran cahil kızımızı ironi ile pataklamak yerine işin bilimsel yanından bahsetmenizi tercih ederdim. Siz de ben de çok iyi biliyoruz ki kızlık zarı diye bir şey yoktur. Bu, vücudun evrimleştirdiği bir koruma mekanizmasıdır. Bunu önyargılı bu insanlara anlatmak zaten zor, bir de ironiye başvurup iyice küstürmemek gerek derim. Yine de siz bilirsiniz."
Bir: Kızımız kızlık zarıyla ilgili soru sormuyor "İyi ki zar var bir de olmasaydı kızların hali nice olurdu" gibi bir yorum yapıyordu.
İki: Benim işim ironi.
Üç: Affınıza sığınarak sizden bir sonraki okur mektubuna cevabımda aynı konuyla ilgili bir ironi daha yapacağım.
*
Nur Çapurbaş
"Kızlık zarının, yeni doğan kız bebeklerin belli bir yaşa kadar her türlü enfeksiyon ve mikroplara karşı rahmin ve karın boşluğunun korunması için mevcut olduğunu okumuştum. Ama toplum bunu böyle bilmiyor tabii, namus ölçeği olarak kabul ediyor."
Eski Türk filmlerinde kızlığı bozulan kızların "kirletilmiş" olarak değerlendirilmelerinin nedeni bu olabilir bakın!
İçeri mikrop falan kaçınca kız kirlenmiş oluyor tabii haliyle!
*
Neslihan K.
"Eksik olsun aşk" başlıklı yazınızı okudum. İnsan inanamıyor, nasıl olur da bir erkeğe bu kadar bağlanıp onu başkaları ile paylaştığını bilerek aslında hiç senin olmamış bir kişiyi sahiplenerek yaşamak, bir ömrü o erkeğin uğrunda harcamak, sadece, çocukluğumuzdan bu yana ’bir erkek vardır o da evlendiğindir’ felsefesinin enpoze edildiği biz Türk kadınlarına hastır herhalde.
Umarım bir gün gerçekten hislerimize yenik düşmeden hayatımızın tam hakimi erkekler değil de biz oluruz."
Ben de umarım!
Ama umduğumu bulamam.
Umduğumuzu değil bulduğumuzu yiyeceğiz şekerim!
Fakat bu misafir kısmı için söylenmişti di mi?
O halde "uma uma döndük muma" desem?
Neslihan’cım bazen öyle manásız geliyor ki bu mevzular...
Anlamışsındır, bugün o bazı günlerden biri işte. Neyse sen pek güzel şeyler söylemişsin zaten. Bana laf kalmamış.
*
Y.N.
"Ben de bir itirafta bulunmak istiyorum, aşk acısı yaşadım. Hem de evliyken. Çok zayıf bir anımda yakaladı beni. Önce bir dost gibi ilgilendi, teselli etti, güzel sözler de tabii... Ben o kadar saf değildim, kanmazdım ama oldu bir kere. İki yıl sürdü.
Seks yoktu aramızda. Mail, SMS falan, birkaç kez de görüştük. Çok uzak oturmasına rağmen 500 km.’den beni görmeye geldi, her erkek gibi tutamayacağı sözler verdi, ’boşanacağım, evliliğim bitti, karımı artık sevmiyorum’ falan.
Ben ona boşanmam demiştim ama neden bilmiyorum, belki de oyun oynamak istedim, ne kadar ileri gidecekti merak ettim.
Sonra bir gün ’Eşimden ayrılıyorum’ dedim, ağlayarak ’Sana yalvarıyorum, kocana geri dön’ dedi.
Demek hepsi palavraydı. O da benimle oynamıştı.
Adam tutup onu dövdürsem mi diye düşünüyorum, biraz da o acı çeksin. Kalbi kırık bir kadın yaralı bir ayıya benzer, kendini vuranı öldürünceye kadar saldırır."
"Gel beraber harcayalım adamı" diyeceğim ama senin de maşallahın var yani!
Son cümlen kadın kısmının "filmin sonu"ndaki genel durumunu pek güzel özetliyor fakat kadınların mevzua "Benim yediğim haltlar halttan sayılmaz" gibi bir yaklaşımı da var galiba, ne dersin?
Netice olarak kimsenin kimseye alınacak gücenecek hali yok sizin meselede.
Bu sana ders olsun, her gördüğün deliğin ucu ne kadar ileri gidecek diye merak etme, merak kediyi öldürüyor gördüğün gibi.
MIŞ-MUŞ
Alerji yapmayan kedi satışa çıkmış.
Bakarsınız yarın "light"ı da çıkmış! Tövbe tövbe!
*
Hülya Avşar, Kaya Çilingiroğlu’nun bebeğinin altını değiştirmiş.
"Devrimci" diye ben Hülya’ya derim!
*
Sosyetik kadınlar yabancı hizmetçileri işten çıkarıyormuş.
Kadın evden çıkmadan bavuluna bi baksınlar derim, kocaları içinde olabilir.
Yazının Devamını Oku 26 Eylül 2006
SAHİ "manken" nedir? Yani bir mankenin var olma nedeni nedir?
"Örnek" midir mesela manken?
Yeryüzündeki mahlukata, insan kısmının kadın cinsini tanıtan örnek!
"İşte kadın budur!"
Fakat yanıltmış olmuyor muyuz?.. Çünkü her türlü çabaya rağmen hálá "manken gibi" kadın oranı çok düşük. Yani bu, misal üç bacaklı kediyi "Kedi budur" diye takdim etmek oluyor bir nevi.
Erkek kısmınaysa bu "Kadın budur" sunumu, onlar bu duruma inanmış görünüyorlar sahiden.
Fakat memnun olup olmadıklarını tam olarak bilmiyoruz. Gerçi bazı erkekler için yanlarında "Beden Kitle Endeksi 18’in üstünde kadın" taşımak statüye halel getiriyor ama hakikaten aradıkları bir deri bir kemik kadın mıdır belli değil.
* * *
Konunun bir ilgilisi, "Mankenin işi elbiseyi iyi taşımaktır" demiş.
Biz de böyle biliyoruz zaten.
Fakat bu arada hangi elbiseyi diye de sormak lazım, bu da ayrı konu. Üzerlerindeki kumaş miktarına bakıyorum da bazen, Anadolu kadını en çıplak olduğu zaman bile (misal, kocasıyla sevişeceği zaman) daha giyiniktir herhalde.
Neyse uzatmayayım, dünyanın başında yeni bir sorun var:
"Mankenler kaç beden olmalı?"
"0" mı, "34" mü, "36" mı?
Şöyle de ifade edilebilir:
Bir mankenin, her halükárda, bacaklarının arasından geçmesi gereken araç, binek arabası mı olmalı, yük kamyonu mu?
Budur sorun!
İspanya’da, İngiltere’de, İsrail’de falan çok zayıf mankenlere yasak getirildiğini duymuşsunuzdur. Bu konudaki birlik beraberlik çığ gibi büyüyor!
Fakat bu durum sizi ne kadar ilgilendiriyor bilmiyorum tabii.
Beden kitle endeksini kalça nahiyesinin otomatikman yükselttiği kadınlar topluluğunun bir ferdi olarak, hayatta hiçbir zaman giyemeyeceğiniz, giyebilseniz de "köyün delisi" gibi görünmeyi göze alamadığınızdan tercih etmeyeceğiniz, zaten hiçbir hazır giyim mağazasında karşınıza çıkmayacak olan o elbise bozuntularını kaç gramlık mankenin taşıyacak olması sizi ne kadar ilgilendiriyor hakikaten?
Fakat böyle "osuruktan tayyare" mevzular da lazım bazen.
Ayrıca bu konu, mankenlere özenip sağlığını kaybeden genç kızlar açısından bir önem de taşımıyor değil.
Duydunuz kızlar!
"İki çıtayı çakmışlar, karı diye satmışlar" devri kapanıyor.
Yiyin biraz!
MIŞ-MUŞ
Bülent Ersoy, 10 bin YTL’ye cep telefonu almış.
Fevkaladenin fevkinde bir telefondur herhalde.
Kuşların atası dört kanatlıymış.
Eski nesil işte! Tedbiri elden bırakmayıp iki de yedek bulunduruyorlardı demek!
Erdoğan, "Denktaş’ın yaşına saygımdan konuşmuyorum" demiş.
E, o yaşta adamın "alıp gideceği anası" da olmadığından, ne desin tabii...
Yazının Devamını Oku