5 Ağustos 2006
Bazen özel hayatımızda da üst üste gelir ya... Aksilikler, hastalıklar, kazalar, belalar... Şu sıralar ne içeriden ne de dışarıdan iyi haber aldığımız var. Savaş, terör, ölümler... Böyle zamanlar için bir reçetem var benim. İlaç niyetine, hayvanlara ya da çocuklara veriyorum dikkatimi.
Farkında değiller ya hiçbir şeyin... Size de unutturuyorlar. Hiç olmazsa bir süre. Temelli unutmak değil zaten isteğimiz. Dedim ya... İlaç niyetine. Güçlenip yeniden ayağa dikilebilmek için.
Size de tavsiye ederim.
Yeni yeni yürümeye başlayan bir bebeğe yoğunlaşın mesela. Sizde yoksa akraba, eş dost, konu komşu, birinden birinde vardır mutlaka.
Üstünde durmaya çalıştığı kalburabastıya benzer ayaklarına bakın... Bezelye tanesi gibi dizilmiş parmaklarının ucunda yükselmesine... Ve dokunmaması gereken bir şeye uzanırken dönüp size attığı gülücüğe... Tavlama gülücüğüdür bu. Kızmanızı önlemek için, en sahtesinden.
Ama sakın insan denen yaratığın daha doğuştan ne politikacı olduğunu falan düşünmeyin. Amacınızdan sapmış olursunuz. Amacınızın ne olduğunu biliyorsunuz: Masumiyete sığınmak.
Sonra alın kucağınıza... Bırakın kafanıza bir şaplak indirsin, burnunuzu sıksın, ağzınızın içine elini sokup dilinizi yakalamaya çalışsın, gözlüğünüzü alıp yere atsın. Bunlar da aslında her gün birilerinin size yaptığı ve ömür boyu başınıza gelecek şeylerin temsilidir.
Ama sakın böyle düşünmeyin. Dedim ya, amacınızdan sapmış olursunuz.
Bizde var çok şükür bir bebek. 11 aylık. "Stres topu" gibi elden ele geziyor.
En hakiki, öz top model
Fakat hayata kaldığımız yerden devam edeceğiz sevgili okurlar. Ve hayatta çok önemli şeyler oluyor. Top model mevzuu var mesela!
Bizim kızlar, nereden akıllarına geldiyse "top model" yarışına girdiler.
"Hakiki top model kimdir?"
Gerçi kendilerinin ne olduğunu tam olarak saptayamadan emekliliği geldi çoğunun. Hatta aralarında modelliği çoktan bırakmış olanlar da var.
Fakat herhalde gelecek kuşaklar için çalışıyorlar ki, bu iyi bir şey. Model adaylarının önüne bir tarif koymak.
Lakin işte tarifte anlaşamıyorlar.
Kendi kendilerinin etkisinde kalıyorlar mesela tarife çalışırken...
"Top modelin sağ bacak üst baldırında bir doğum lekesi bulunacak."
Ki elli sene sonra bile "Benden sonra ’top model’ gelmedi" diyebilsinler.
Sonra tarif dediğiniz kısa olur. Bunlar tekerleğin icadından başlıyorlar ki bütün adaylar yarı yolda takılıp kalsın.
Hem her iş erbabında olması gereken özellikler farklıdır. Terzinin sesinin güzel olması şart mıdır misal? Fakat bizimkilere bakarsanız mantı açabilen "top model" daha bir top oluyor!
Dikkat ettim, bir tek "lojistik destek" konusuna girmediler. Göğüslere "silikon ikmali" mesela.
Fakat malum yarışmada, yarışmacılara tavsiye edildiğine göre belki de Anayasa’nın ilk maddesi gibi değişmez, olmazsa olmaz bir şey bu da! Tartışmaya gerek kalmadı!
Netice olarak hálá aydınlanamadık. Var mıdır bir "top model"imiz, yoksa Allah esirgesin "top model"siz miyiz, hálá bilmiyoruz!
MIŞ MUŞ
"Ölümlü kaza"da AB’den öndeymişiz.Tuttuğumuz işi yarım bırakmayız!
Erdoğan yine karikatüre kızmış.Karikatür eskiden güldürür, düşündürürdü; Erdoğan sayesinde bir özelliği daha oldu: Kızdırmak!
Yaşlı baba düşük riskini artırıyormuş.Viagra bir tek zevahiri kurtarıyor anlaşılan.
Beyaz "Bir gün mandıra bile açabilirim" demiş.Yıllarca "insan"ı gözlemleyip büyük ve küçükbaş hayvanlar hakkında bilgi sahibi oldu demek!
Yazının Devamını Oku 3 Ağustos 2006
ÖLÜM de doğum gibi gerçek. Ama acı gerçek.
Ve insanın gidişi, gelişi gibi muhteşem olmuyor. O "son durum" çok acıklı, çok yürek paralayıcı. Özellikle o melun hastalıksa sebep.
Babamı gördüm, sonra başka sevdiklerimi... Duygu Asena’nın son fotoğrafını... Ölümü iki kere acı yapıyor o "son durum".
Hiç şahit olmak istemem bu yüzden.
Biraz bencillikten, kendimi daha çok üzmemek için...
Biraz gerçeklerden kaçan bir yanım olduğundan...
Biraz kimseyi "son durumu"yla hatırlamak istemediğimden... Başka fotoğraflara izin vermiyor çünkü sonradan, en üste gelip oturuyor o "son durum". Gözünüzü kapattığınızda düşüncelerinize bir tek o eşlik ediyor artık. En çok da eğer çok yakını değilsem gitmek üzere olanın, başucuna koşmaktan çekinirim. İstemeyebilir ki, çok var böylesi.
Onun için beni pek göremezsiniz hastane kapılarında demeç verirken.
Duygu Asena’yı da bir kez ziyaret ettim ameliyatından sonra, o kadar.
Ama samimi üzgünüm.
Arkadaşım değildi. Tanışırdık sadece. Ama karşılaştığımızda hakikaten gördüğüme sevinirdim (içi boşaltılmamışından).
Severdim Duygu Asena’yı.
Beğenirdim.
O yumuşacık haline, en büyük kavgaları yaparken sesini hiç yükseltmemesine imrenirdim.
Mücadele ederken kadınlığından taviz vermemesine bayılırdım. İkisinin bir arada olmasına nadir rastlanır çünkü. Belki de "feminist" deyince birçok kişinin aklına "erkek düşmanı" gelişinin nedeni budur.
Duygu Asena’yı beylik cümlelerle uzun uzun anlatacak değilim şimdi. Kim olduğunu, neler becerdiğini bilmeyen yok zaten. Sadece şunu söyleyeceğim; biz, yani Duygu Asena’dan sonra eline kalem alan kadınlar, onun sayesinde hazıra konduk.
Ve şimdi Duygu Asena adına basına sitem edeceğim biraz.
Gerçi uğurlarken kusur etmedi kimse. Birbirinden etkileyici başlıklarla, dokunaklı yazılarla üstüne düşeni yaptı herkes.
Ama şimdi birbirinden parlak sözcüklerle öve öve bitiremedikleri Duygu Asena’yı hastalanmadan önce kapışsalardı keşke!
Piyasada mantar gibi biten "manitacı kızlar"a yer açmak için kenara itmek yerine...
Keşke "moda", "demode" diye ayırmasalardı gazetecileri de.
Evet, ben bir dönem Duygu Asena’nın çok üzüldüğünü düşünüyorum.
Bu camia da vefasız aslında.
Bakmayın siz yazılıp çizilenlere... Onlar, cami avlusunda, imamın "Nasıl bilirdiniz?" sorusuna usulden "İyi bilirdik" diye hep bir ağızdan bağırmanın ötesinde şeyler değil.
Ve vefasızlık ne yazık ki ne ilk ne de son durum.
MIŞ-MUŞ
Gıda mühendisleri, "Ben piştim" diyen yumurta üretmişler.
Şimdi "Kuş gribi değilim" diyen tavuk rica ediyoruz.
*
Hülya Avşar, boşanmasına rağmen eski eşiyle görüşmesini eleştiren pedagoglar için, "Bu pedagoglar çağdışı kalmış" demiş.
Fakat "Erkektir, yapar" demek çağdaşlık oluyor!
*
Hakan Peker, "Bir tek kendimi beğeniyorum" demiş.
Hepimiz gibi ama farkı, o bir itirafçı.
Yazının Devamını Oku 1 Ağustos 2006
GAZETEYE yazmak aslında suya yazmak gibi.<br><br>İsterseniz dünyayı yerinden oynatacak laflar edin... Bir roman cümlesi gibi yıllarca anıldığını duydunuz mu hiç bir köşe yazısından bir satırın? Hadi bundan vazgeçtim, üç gün akılda kalsa...
Bırakın silinip gitmesini, güme de gidiyor çoğu zaman. Yani bir günlük saltanatı bile olmuyor. Sizin çok önemli bir laf ettiğiniz gün, tesadüf bu ya, bir kısım okurun gazete okumaya vakit bulamadığı güne denk geliyor. Kimi tatile çıkmış oluyor, kimi misal dişi ağrıdığı için gözü gazete falan görmüyor...
Ya da gündemde aslında birkaç gün içerisinde unutulacak bir "balon bomba" bulunuyor, o önemli lafların önüne geçen.
Hadi, herkes okudu diyelim, nedir bir gazetenin tirajı, o da ayrı konu.
Uzun lafın kısası, önemli bulduğum bazı yazılar için üzülüyorum, "Yeteri kadar kişiye ulaşamadıysa" düşüncesiyle...
El ilanı gibi bastırıp kapıların altından atmayı düşündüğüm oluyor.
İki gün önce yine aynı şey oldu. Ahmet Altan’ın Hürriyet Pazar’daki yazısını okuduğumda...
Bir de günlerden pazar ya, mesela pazar gezmesi yüzünden atlayan olmuştur belki, gazeteleri okumayı akşama bırakıp sonra yorgun argın uyuyakalan...
İşte bu ihtimale karşı, içinizde kaçıran bir kişi bile varsa ona da ulaşması arzusuyla, Ahmet Altan’ın beni çarpan yazısından bazı bölümleri bu köşeye almayı, klasik bir deyişle borç bildim.
***
"Hep merak ederim, eğer ’savaş ilan edenlerin ve savaş kışkırtıcılığı yapanların çocukları cephenin en ön mevzilerindeki ilk birlikte yer alacaklar’ diyen bir kural olsaydı, tarih bu kadar çok savaşa şahit olur muydu?
Yarın sabah yapılacak ilk saldırıda ölecek ilk askerin kendi oğlu olduğunu bilerek kaç siyasetçi, kaç general savaş kararı verecek, kaç gazeteci ’hadi çocukları cepheye gönderelim’ diye bağıracaktı.
.....
Her savaşta ilk ölen bir çocuk var.
O ’başkasının’ çocuğu olduğu zaman mı savaştan rahatça söz ediliyor?
.....
Ölü bir çocuk, ölü bir çocuktur.
Üniformasının rengi ne fark eder?
Hepsi ölürken aynı acıyı, aynı korkuyu, aynı dehşeti, aynı koyu yalnızlığı hissediyor.
Hepsi aynı kan kokusunu duyuyor.
Ah, biliyorum, şan şöhret isteğinin, zafer arzusunun, servet beklentisinin kutsal isimleri var, ’vatan için’ diyorsunuz, ’din için’ diyorsunuz, ’ırk için’ diyorsunuz.
Ama çocuklar ölüyor.
Kimin tanrısı ’çocukların ölümünden’ bu kadar memnun oluyor?
Böyle bir tanrı var mı?
Hangi kutsal kitapta ’çocukları öldürün’ yazıyor?
.....
Bir tek çocuğun hayatını kurtarabileceğimi bilsem, vatanımdan, bayrağımdan, dinimden, ırkımdan vazgeçerim.
Bir Kürt çocuğunu bir Türk çocuğundan, bir Yahudi çocuğunu bir Arap çocuğundan, bir Amerikalı çocuğu bir Iraklı çocuktan ayırt etmem.
Hiçbir çocuğun ölümü sevindirmez beni."
***
Ne güzel ifade etmiş gönlümüzden geçenleri!
Fakat ne yazık ki bir işe yaramayacak. Ne Yılmaz Erdoğan’ın güvercinin kanadına yazdıkları, ne Ahmet Altan’ınki... Sadece biz, yani zaten onlar gibi düşünenler "Tabii ya!" diyeceğiz, "Evet evet, çok doğru!"
Ötekilere vız gelecek.
İnsanoğlu ikiye ayrılıyor zira. Kimsenin sarsmasına gerek olmayan, kendiliğinden "adam"larla, sonsuza kadar sarssanız "adam olmayacaklar".
Birinin diğerine dönüşmesi mümkün değil.
Nitekim şu yazılanlara kıs kıs gülüyorlardır şimdi ikinci gruba dahil "savaşseverler".
Ama bu yüzden yazmayacak, söylemeyecek, bağırmayacak değiliz elbet. Umut etmeden, mucizelere inanmadan yaşanmaz hem. Onun için kim bu konuda "seslenme"ye kalkarsa ağzına sağlık.
MIŞ-MUŞ
Kız öğrenciler kendilerini şişman gösteren pilili etekten şikáyetçiymişler.
Biz eteğin boyuyla uğraşmaktan modeline gelememiştik, "aşama" diye ben buna derim!
*
Pınar Altuğ, "Artık özgür bir kadınım" demiş.
Fakat Pınar’ın "esaret"ten özgürlüğe geçişi her zaman muhteşem oluyor; daima öperek uyandıran bir prens var ortada.
Yazının Devamını Oku 30 Temmuz 2006
ERKEĞİN kadını evlenme vaadiyle kandırdığını çok duymuştuk da tersi ilk defa oluyor. Bir kadın, bir erkeği evlenme vaadiyle kandırmış!
Bu konudaki "kandırma" malumunuz, bekáretin evlenmeden bozulması anlamına gelir daha çok. Fakat erkeğin bozulacak bir yeri olmadığından, kadın da ne yapsın, eylemi adamdan para sızdırmak suretiyle gerçekleştirmiş.
Artık ne dediyse...
"Gelinlik alıcam" mı dedi...
Gerçi 135 bin YTL’ye bir stadyum dolusu gelin gelinliklendirilirdi...
Her neyse işte, adam, 135 bin YTL’yi vermiş. Hem de kadını hiç görmeden. İnternette tanışmış, çetleşmişler, o kadar.
Evet, geçtiğimiz hafta gazetelerde okuduğunuz bir haberden bahsediyorum. Erciyes Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Dekanı’nın başına gelenlerden.
Aslında "başına gelen" demek yanlış. İnsanın başına beklenmedik şey gelir. Oysa çet arkadaşlığı yaparken nelerle karşılaşıldığını duyuyoruz. Canından olan var. Dekan bunları bilmiyor olamaz. Bilmese bile tahmin edebilir. "Yalan dolan için internet kadar mümbit toprak yok!"
Yani dekan için kısaca "aranmış" denilebilir.
* * *
Gelelim işin bizi ilgilendiren tarafına.
Mağdur beyefendi mahalle bakkalı olsa, aranmış, aranmamış önemli değil. Fakat "dekan" deyince...
Bilmiyorum, ben bazı makamları çok büyütüyorum galiba gözümde. O makamlara gelinceye kadar, insanların birtakım akıl sınavlarından geçtiğini düşünüyorum.
Bu hadiseye "Adamcağız herkesi kendi gibi dürüst zannetmiş" şeklinde bir yorum getirebilirsiniz. Fakat bu devirde cümle álemi dürüst bellemek akıllı adam harcı mıdır bilmiyorum.
Sonra internetten evlenecek kız bakmak... Yine oradan evlenecek erkek arayan kadını adam yerine koymak... Ben bu işlere hastalıklı bir durum olarak bakıyorum, kimsenin gücüne gitmesin.
* * *
O 135 bin YTL’yi kadına anasının ak sütü gibi helal etmek lazım aslında. Koskoca dekandır kandırabildiği. Üstelik hayatta her şeyin bir bedeli vardır. Bu paranın da dekan için neyin bedeli olduğunu ise ben söylemeyeyim, siz tahmin edin.
Ayrıca kadın bana sempatik de geldi bir yandan.
Neden derseniz 135 bin YTL’yi alıp butiklere falan koşmak yerine 8 bilgisayar, 1 cep bilgisayarı, kamera, 2 dijital fotoğraf makinesi, data bank, 2 webcam, e olacak o kadar bir de pırlanta yüzük almış.
Aslında kadın, dekan için evlilik açısından biçilmiş kaftan sayılabilirdi. Bu gidişle ömür boyu dolandırılması olası kocasını zekásı ve tecrübesiyle başka dolandırıcılardan korurdu!
MIŞ-MUŞ
Telefonu dinlenen ancak hakkında takipsizlik kararı verilenlere, 15 gün içinde "Sizi dinledik" bildirimi yapılması uygulaması başlamış.
Kamera şakası gibi demek! Sadece sonunda el sallatmak yok ama onun yerine ahizeye üfletirler belki!
Suudi Kralı 17 uçakla geliyormuş.
Birden "toptan dul" kalma ihtimaline karşı karılarını ayrı ayrı uçuracak zahir!
Yapılan araştırmaya göre 178 ülke içinde dünyanın en mutlu ülkesi Danimarka, en mutsuz ülkesi Burundi’ymiş.
Liste elinize geçer de Türkiye’yi bulmak isterseniz, aramaya yukarıdan başlamak çok zamanınızı alır, haberiniz olsun!
Yazının Devamını Oku 29 Temmuz 2006
Vallahi benim cüretim değil başlık. Bir kitabın adı. 1995 yılında Doğan Kitap basmış. Yazarı Carmen Thomas, çeviren Leman Çalışkan.
Komşusu kardeşime vermiş, kardeşim bana iletti; dört koldan "Size bir faydamız olur mu acaba?" gayreti içerisindeyiz gördüğünüz gibi.
Ne faydası derseniz...
Sağlık sektöründen umudumuzu kestiğimizden midir artık, yoksa "doktorların üstünden fazla yükü alma" iyi niyetimizden midir, "kendi başımızın çaresine bakma" havasına girdiğimiz şu devirde, hakikaten işinize yarayabilir kitaptan aktaracaklarım. Fakat mideniz kaldırabilirse tabii. Değil uygulamayı, okumayı bile.
Mesanemizin bir çeşit "Ev eczanesi" olduğunu belirtiyor yazar. Ve diyor ki, "İdrardan yararlanma konusunda benim asıl inancım doğada hiçbir zaman süprüntü (atılacak şey) üretilmediğidir. Her şey bir dolaşım içinde geçer."
Yazarın, idrarın faydaları konusunda bir radyo programı yaptığını ve zaten kitabın da yarısından fazlasının dinleyicilerin tecrübelerini aktardıkları mektuplardan oluştuğunu belirteyim ve lafı uzatmadan "Çişteki Mucize"den alıntılara geçeyim.
*
HAKİKATEN MUCİZE
1747 yılının "Büyük Mükemmel Dünya Lügati"nden Johann Heinrick Zedler’in idrar hakkında yazdıkları:
Saç dökülmesine karşı: Patates unu ile kükürt tozu bekletilmiş idrar ile karıştırılır. Bu karışım merhem gibi başa sürülür.
Kulak iltihabında: Çocuk idrarı henüz sıcakken kulağa akıtılırsa nemli ve cerahatlı noktaları kurutur.
Boğaz iltihabına karşı: İçine bir tutam safran katılmış insan idrarı ile gargara yapmak iyi gelir.
Ellerin ve dizlerin titremesinde insanın idrarını yapar yapmaz el ve dizlerini bununla ovması ve yıkaması faydalıdır.
Vücutta su toplanmaya başlarsa, insan uzunca bir zaman sabah aç karnına kendi ilk idrarından biraz içmelidir. Bunun sarılıkta da yararı olur.
Kadınların cinsel organlarındaki yanma ve kaşıntıları sıcak idrar ile yıkamak faydalıdır.
Arı sokmasına karşı hemen idrarla ıslatmak birebir gelir.
*
TECRÜBEYLE SABİT
Çeyrek saat, kendi idrarımla ıslatılmış, burun için delik açılmış bir bezi yüzümde tutmak harika bir etki yapıyor. Cilt dinleniyor, siyah noktacıklar yok olup temizleniyor.
30 yıl önce bir makina tezgáhında elime matkap yağı bulaştı. Her iki elimin üzerinde siğiller oluştu. Çok korkunçtu. Kimseye el uzatamıyordum. Doktorlar onları kazımak istiyorlardı ama yara izi kalacaktı. Büyük ağabeyim bir tavsiyede bulundu.
Yatmadan önce iki eline işe!
Hoş değildi ama yaptım. Kalktıktan sonra saf sabunla ellerimi yıkamalıydım. Bunu da yaptım.
Sonuç: Dört hafta sonra ellerimin üstü pırıl pırıl, tertemiz, çocuk poposu gibi olmuştu.
Uzun süre bir çiftlikte çalıştım. Çiftlik sahibi kadının ayağında herhalde beş yıllık açık bir yarası vardı. Merhemlerle tedavi etmeye çalışıyordu. Geceden kalma sabah idrarının faydalı olacağını işittim. Yaranın üzerinden tüm pomat artıklarını temizledim, temiz bir keten parçasını hastanın idrarına batırdım, yaranın üzerine koyup bağladım. Bunu 14 gün her sabah tekrarladım. İnanmayacaksınız belki, yara tamamen iyileşti.
Daha böyle onlarcası. Üstelik sırf hastalık konusunda da değil.
*
HER DERDE DEVA
Meslekten badana ve boyacı olarak size bir yöntemden söz edeceğim. Emülsiyon boyaları inceltmek için biz sık sık idrar kullanırdık. Normal su fazla kireçlidir ve istenmeyen reaksiyonlara neden olur. En azından fazla etkili değildir, ayrıca idrar renk tonunu yumuşatır.
Gizli mürekkep olarak idrarı kullandığım için biliyorum. Káğıdın sıcak bir radyatör üzerine bırakılması, yazının okunmasına yeter. Bütün gizli yazılar böyle hazırlanabilir.
Deterjan yerine fayansları ovmak için kendi idrarımı kullanıyorum. Yerler reklamlardaki gibi parlıyor.
Donarak tıkanmış olan arabamın anahtar deliğini kendi idrarımı kullanarak açtım.
*
OT, ÇÖP DERKEN...
Nasıl?
İlginç değil mi?
Ama aynı zamanda ilginç, harika, inanılmaz falan.
Ot, çöp derken çiş de varmış demek!
Farkında değilmişiz. İnsan burnunun dibindeki güzellikleri göremezmiş ya...
Fakat idrarın bir tek eline oklavayı alıp hamur açamadığı kalmışken neden bu kitap yayımlandığı günlerde gereken ilgiyi oluşturamadı acaba?
Yazarın önsözde belirttiği gibi "Tiksinti" yüzünden olabilir mi?
Ama iyidir tabii temkinli olmak. Neticede kitaptakiler birilerinin anlatmaları daha ziyade. Ne kadar doğrudur?
Gerçi bilimsel açıklamalar da var. Ve en taze tecrübe olarak ben de bir şey anlatayım; bana bu kitabı ileten, kardeşimin komşusu birkaç gün önce kaynar suyla haşlanan ellerinde denemiş idrarı... Sonuç: Yanık falan yok ortada.
Ama siz yine de temkinli olmaya devam edin. Doktorunuza sorun, şu idrar denen şey neyin nesidir.
Son olarak şunu söylemekisterim, bu kitap elime geçtikten sonra sifonu çekerken vicdan azabına benzer bir şey duyuyorum. Hanideğerbilmez biri olduğuma dair bir his. Klozet yerine kavanoz mukullanmalı ne...
MIŞ MUŞ
Kuş gribinin aşısı bulunmuş.Olsun! Kene yetişti geldi çok şükür!
Fatih Aksoy "Sosyal içerikli kadın istemem" demiş.Bütün erkeklerin hislerine tercüman olmuş.
Günde bir kadeh alkol ömrü uzatıyormuş.Bu vesileyle ben de bir bilgimi ileteyim sizlere alkolle ilgili...Birincisi vücuda yarar,İkincisi, makbul karar,Üçüncüsü, dimağı yorar,Dördüncüsü, belá ararBeşincisi vurur,kırar,Altıncısı, hakim hesap sorar.
Yazının Devamını Oku 27 Temmuz 2006
DOĞRUSU bir bilim adamı olmak isterdim. Farklı coğrafyaları birbiriyle karşılaştırmak, yaşanılan toprakların insanların kaderini, fiziki yapılarını, hatta ömür sürelerini nasıl etkilediğini araştırmak...
Ortadoğu’yla Orta Amerika mesela... Birinin akla daima savaşı, ötekinin káinat güzeli kızları getirmesinin, bilinen nedenlerinin ötesine geçebilmeyi, daha derinlere inebilmeyi isterdim.
Mesela ırkın, genetik yapının dışında nedenleri de var mıdır Porto Rikolu, Venezüellalı, Jamaikalı kızların hep "en güzel" olmalarının?
Mesela bir kadın her an bir bombanın patlayacak olması korkusuyla yaşamıyorsa... Ya da daima tepesinde ya babasının, ya kocasının, ya geleneklerin, ya yönetimin, hatta hepsinin yumruğu inmek üzere beklemiyorsa daha mı güzeldir bütün kadınlardan?
Ne bileyim, yarından endişesi olmayınca daha dik yürür belki...
Ağlamaktan çok güldüyse doğduğundan beri, dudakları daha biçimli.
Korkuyla bakmıyorsa etrafa, gözleri daha parlak...
Güvendeyse omuzları daha geride olur belki.
Olamaz mı?
***
Gerçi tarihinde savaş olmayan ülke yok gibi. İnsanoğlunun eksikliğini çekmediği tek şey bu belki de (çok lazımmış gibi). Komşularıyla olmasa kendi içinde savaşmışlığı var neredeyse her ülkenin.
Ayrıca Ortadoğu’dan da ne güzel kadınların çıktığını biliyoruz. İnsana "Kaş göz, gerisi söz" dedirten.
Ama ne bileyim işte bu Orta Amerika güzelleri bir başka oluyor. Sebebi her neyse.
Öyle "hanım hanımcık" güzellik değil. İnsanda "ailenin kızı" hissi uyandırmıyorlar yani.
Çarşıdan aldığınız biblodan ziyade bir deniz kıyısında gezinirken rastladığınız, hayran olup eve getirdiğiniz deniz kabuğuna benziyorlar.
Vahşi bir güzellik onlarınki.
Bütün uzuvları özgürce almış başını gitmiş.
İki metre bacaklar, kocaman ağız, koca koca gözler...
Parklarda, bahçelerde budanmış, bakılmış edilmiş ağaçlar da güzeldir elbet. Ama karşınıza doğa harikası bir ağaç çıkar bazen... Her bir dalı bir sanat eseri. Uzun uzun seyreder, fotoğrafını çeker, eşe dosta gösterirsiniz. İşte o ağaçlar gibi oraların kızları.
Neyse ki uzaklar bize. Gelip gittikleri yok. Ukraynalı güzellerden sonra bir de bunları kaldıramazdı bizim "evlilik kurumu".
***
Son noktayı koyduktan sonra her zamanki gibi yazıyı baştan sona bir okudum da... Sanki erkek elinden çıkmış. Adeta aklımı başımdan almış Káinat Güzeli!
Tövbe tövbe!
Bu saatten sonra olacak şey değil gerçi... Hayır ama bana ne di mi Orta Amerikalı güzellerden?
MIŞ-MUŞ
Mutluluğun yaşı 57’ymiş.
"Teselli ikramiyesi" ya da "Züğürt tesellisi" gibi bir nevi.
*
Uzayda seks, dünyadakinden daha ıslak ve sıcak olacakmış.
Seks-ıslak-sıcak; Eda Taşpınar duymasın, Nurettin’iyle bikinilerini alır koşar vallahi.
Yazının Devamını Oku 25 Temmuz 2006
ÜNLÜ olmak zor.<br><br>İnsanın ağzından çıkan sonradan başına dert oluyor. Gerçi dert hepimizin başında, "Bülbülün çektiği dili belasıdır" demişler hatta. Fakat ünlülerin söylediği, başkalarından farklı olarak kayda geçiyor.
E, onlar da insan netice olarak, herkes gibi bir dedikleri bir dediklerini tutmayabilir, onlar da fikirlerinden cayabilirler, tükürdüklerini yalayabilirler falan. Oluyor nitekim.
Gerçi pek öyle hafızası kuvvetli toplum değiliz. E, basınımızın da kimse için arşivi karıştırıp "Bakın eskiden ne demişti" diye çıkartıp önümüze koyma ádeti yok pek.
Belki buna güvenerek aklına geleni söylemekte bir beis görmüyor ünlü insanlar.
Ama... Bir dedikleriyle öteki dediklerinin arası az olunca fena yakalanıyorlar.
Bunun en çarpıcı örneğine "ünlüler" takımının "sanatçılar" sınıfına dahil olanlarının, aşk meşk konusunda yaptıkları açıklamalarda rastlıyoruz.
Çağla Şikel mesela...
Biten ilişkisiyle ilgili "Öteki ayrılıklar virgüldü, bu sefer noktayı koydum" deyip de on beş gün sonra bilmem kaçıncı defa barışınca sevgilisiyle, bütün gazeteler bunu yüzüne vurdu kızcağızın.
Halbuki "Dar muhitte bir Çağla" olsaydı kendisi, bir tek en yakın arkadaşı bilecekti noktayı virgülü.
***
"Hayatımın erkeği."
"Çok özel bir ilişki yaşıyoruz."
"Yani böyle bir aşk görülmemiştir, olursa bu kadar olur."
"Aşkımız ömrümüzün değil dünyanın sonuna kadar sürecek."
Genellikle aşkın ilk günlerinde insanın çenesi düşer hakikaten.
Kimse sormasa da habire anlatmak, büyüklüğü konusunda illaki ölçü vermek istersiniz.
Kimsenin kimseye "Tahmini ne kadar sürer senin bu aşkın?" diye bir soru tevcih ettiği duyulmamıştır fakat buna karşılık durduğu yerde aşkının ömür boyu süreceğini beyan etmeyen bir áşığa da rastlanmamıştır.
Sıradan insanlar için sorun yok.
Coşsunlar coşabildikleri kadar. Bol keseden dağıtsınlar.
En fazla ne olur, veda günü geldiğinde eskimiş sevgili sitem dolu bir konuşma yapar, mevzu kapanır, biter gider. Söyledikleriniz sevgilinizin hafızasındadır bir tek.
Ama ünlüyseniz...
Daha altı ay önce "aşkımdan ölüyorum" dediyseniz...
Şimdi yine aşkınızdan ölüyorsanız... Ama başkası için.
"Sen daha önce ölmemiş miydin?!" diye soracak "70 milyon kişi" vardır.
İnandırıcılığınızı kaybedersiniz.
Bırakın 70 milyonu, yeni sevgilinizin elinde eskilere ait belgeler vardır. Ona yepyeni şeyler söylemeniz lazımdır, çok yaratıcı olmanız...
Zordur yani...
Bu konunun nereden aklıma geldiğini merak eden varsa... Pazar Sabah’ta Şebnem İyinam’ın Reha Muhtar’la yaptığı söyleşiyi okudum. Reha Muhtar’ın son "aşkı" ile ilgili aslında nasıl da bir şeycikler söyleyemediğini... Haklı tabii. Ne desin adamcağız...
MIŞ-MUŞ
Tuğba Özay, "Dünyada elde edemeyeceğim erkek yok" demiş.
Geçenlerde "Hakiki top model"i tarif ediyordu; bu da var demek!
*
Bir araştırma şirketinin yaptığı ankette AKP’nin oylarında geçen yıla oranla düşüş olduğu ortaya çıkmış.
Bakmışsınız Başbakan şirketi mahkemeye vermiş!
*
MHP’li eski milletvekili "Ölürüm Türkiyem" şarkısını söylerken ölmüş.
Adamcağız yalancı çıkmadı hiç olmazsa.
Yazının Devamını Oku 23 Temmuz 2006
NEYSE... Bizim suçumuz değilmiş! Aziz Nesin’e hak verenlerdenseniz... Hani yüzde 60’ımızın aptal olduğunu ifade etmişti... Etrafımıza bakıp "Adam haklıymış hakikaten" diyorsanız, hatta bazen Aziz Nesin’in aslında iyimser olduğunu düşünüyorsanız...
Pek de bozmayın moralinizi.
Aptal doğduk aptal öleceğiz diye bir şey yok!
Neticede vücudumuza yeterli miktarda çinkoyla demir aldık mı bakmışsınız cin gibiyiz!
Evet, Türkler, çinkoyla demir yönünden fakir tahılla beslendiklerinden, başta zeká geriliği olmak üzere çeşitli sağlık sorunlarıyla karşı karşıyaymış.
Yine gele gele beslenmeye geldik ki gelmeseydik şaşardım. Misal önünüzde gitmekte olan araç hatalı sollama yaptı diyelim. Ya da eşinizi "işbaşında" yakaladınız. Bilin ki suçlusu yanlış ya da eksik beslenmedir.
Tabii birdenbire "elma yemedi de ondan" denilmez ama zincirin halkaları sizi beslenmeye götürecektir, emin olun!
* * *
Gelelim yine aptallık konusuna.
Siz ne düşünürsünüz bilmem ama aslında millet olarak aptallıktan çok "karşıdakini aptal yerine koyma" hususunda bir nicelik arz ettiğimiz kanaatindeyim.
Açın önünüze bir gazeteyi... Her sayfada en az üç tane aptal yerine koymaya dayalı haber bulursunuz. Kurumlar kişileri, kişiler kurumları, kişilerle kişiler birbirini aptal yerine koymuştur.
Tartışmalarda biraz da laf olsun diye söylenen "Sen beni aptal mı sanıyorsun?" şeklindeki klişe soru aslında çok doğru bir tespitin ifadesidir.
Evet herkes birbirine aptal muamelesi yapmaktadır!
Bu muamelenin göstergesi olan televizyon programları bile vardır.
Bütün kış seyrettik. Bir sarışın, eski ama halá seksi yıldızımızın, adı "Sıradaki gelsin" olması gereken programda, huzurlarınızda yaşadığı aşkların kurgu falan değil "sahici aşk" olduğu iddia edildi mesela.
Halá da ediliyor. Sırası geçen áşıkların itirafına rağmen.
Yani ısrarcılar da aynı zamanda. "Yemedik" diyorsunuz, "Yersin, yersin" diyorlar.
Hayır, madem her şey sahiciydi... Allah’ın müebbet seksapel bahşettiği bu yıldızımız, her katıldığı televizyon programında, koltuğa oturur oturmaz "Çok güzel bakıyorsun bana" dediği gibi bir güzel cümle kuramaz mıydı o kendini paralayan "áşıklar"dan birine? İlaç için?
* * *
Bakın ben bile şu anda sanki hiç bilinmeyen, kimsenin aklına hayaline gelmeyecek bir konuya parmak basıyormuşum gibi yapmak suretiyle sizi aptal yerine koymaya kalkıyorum.
İçimize işlemiş. Böyle geçiniyoruz.
MIŞ-MUŞ
Bodrum’da birçok belediyecinin rüşvet zengini olduğu ortaya çıkmış.
Biz onları "bina zenginliği"nden biliyorduk zaten.
Petek Dinçöz, "Petek Bebek" ismiyle bebek üretecekmiş.
Bir yandan da "doğal üretim" sürüyor. Ortalık habire elbise değiştiren "bebekler"le dolu.
Doktorlar İstanbul’a mecburi hizmetle gelecekmiş.
Düne kadar İstanbul’da yaşayandan ek vergi alınması düşünülüyordu; hangisidir İstanbul?
Yazının Devamını Oku