Pakize Suda

Aklı onda kalmasın

19 Ağustos 2006
Aslında tehlikeyi sezdiniz mi sıkmak yerine rahat bırakacaksınız. Böyle pat diye girmiş bulunduğum konu; yine, yeni, yeniden kadın-erkek ilişkisi.

Karı-koca ya da sevgili olun fark etmez... Bir gün hayat arkadaşınızın bir başkasına meylettiğini fark ettiniz diyelim. Gerçi olmaz öyle şey de, varsayalım oldu! Mesela arkadaş grubunuzdan bir tazeye, işyerinden bir arkadaşına... Yani gözünüzün önünde yatağını değiştirmiş dere misali başka birine doğru akıyor sizinki...

Otomatikman işin daha ileri gitmesini önleyici çalışmalara başlıyoruz hepimiz. Göz hapsi, dırdır, baskı, tehdit, şu bu...

Aslında hiçbirini yapmayacaksınız.

Hatta ittireceksiniz arkasından.

Öyle elinizle gerdeğe sokmak değil tabii. Fakat fırsat vereceksiniz ki, iyice yakınlaşsınlar birbirlerine. Olan olsun bir an önce.

Uzadıkça karşıdaki kıymete binecektir zira.

Kaçan balık büyük olacaktır.

Aklı onda kalacaktır.

Kedinin erişemediği ete mundar demesinin bu işlerde hiç geçerliliği yoktur. Burada tam tersine, erişemedikçe "et" değer kazanacaktır.

Bırakacaksınız erişsin.

Alsın hevesini.

"Heves almak." Evet artık ilişkilerin vücuda geliş nedeni budur daha ziyade. Maalesef.

Alsın hevesini, dönsün kürkçü dükkánına.

Ha, siz dükkánın kapısına kilit vurmuş olursunuz, onu bilemem.

Ama bırakın fos çıksın bir an önce. Fos çıkmıyorsa, o olması gerekendir demek ki, zaten geç bile kalmıştır, yapacak bir şey yoktur.

AKP’nin iktidar oluşunu da çok isabetli bulmuştum aynı sebepten. Bir şey umut, özlem, heves olarak kaldıkça büyüyüp duruyor insanın gözünde.

"Olmayacak şey" demeyin bu tavsiyem için.

Sizin dünyadan haberiniz yok galiba. "Olmayacak şey" kalmadı, özellikle bu hususta. Karı-kocalar internetten "üçüncü" arıyorlar, siz daha nerelerdesiniz!

Hisse senetleri gürültü yapıyor

Zenginlerin boşanması da tantanalı oluyor.

Evlenmeleri gibi tıpkı.

Gürültülü.

Cümlemiz, gelinliğin kumaşının nereden geldiğinden, kaça mal olduğundan tutun da düğün yemeğinin mönüsüne kadar nasıl haberdar oluyorsak boşanmaları da hepimizin gözü önünde cereyan ediyor.

İşte Cem Hakko’yla Bettina Hakko!

Yakınların şahitliğinde imzalar atılıyor yine.

Tek fark, imza töreni Çırağan Sarayı’nda değil. Ki olmayacağından değil, akıl edemediler sadece. Yakında bunu da gerçekleştiren çıkar, merak etmeyin.

"Boşanma törenimizde sizleri de aramızda görmekten..."

Aslında hakikaten olmayacak şey değil. Hatta belki de insanın daha çok ihtiyacı var böyle zamanda eşe dosta, gülmeye, eğlenmeye. Bakmışsınız takı törenindeki gibi malların paylaşımı için mikrofonu eline almış yakınlardan biri...

"Ex-damattan ex-geline şirket hisselerinin yarısı!"

Netice olarak, boşanmalar da evlenmeler gibi. Görgülülerinki sessiz sedasız oluyor, ötekilerinki gürültülü. Yani zengin fakir diye ayırmamak lazım aslında. Fakat teflon tavayla ütünün birbirine vurulmasından, daha büyük bir ses çıkması gerekirken, fizik kurallarına inat, hisse senetleri daha çok gürültü yapıyor.

MIŞ MUŞ

İngiltere’deki 9 milyon bekár, "aşk" için yılda 85 milyar YTL ayırıyormuş.

Biz akıllıyız, işi tecavüz yoluyla bedavaya getiriyoruz!

Mersin’de gökten prezervatif yağmış.

Bu iş, yerden hazır nazır kadın-erkek fışkıran İstanbul’da yapılacaktı esas.

Türkler yatçılıkta, bir de çocuğa dayakta lidermiş.

Çocuğu dövdükten sonra yata atlayıp gidiyorlar demek!

Üç gezegenimiz daha olmuş.

Fazla gezegen göz çıkarmaz!

Yapımcı Fatih Aksoy "Pınar bir devrimcidir" demiş.

Doğru. Hatta "Seri devrimci!"
Yazının Devamını Oku

Kurtuluş Savaşı

17 Ağustos 2006
"KAYMAK gibiyim çok şükür!" Böyle bir şey demiş Sibel Can, sahneden, selülit konusunda.

Evet konser esnasında, iki şarkı arasında.

Artık seyircilerden biri "Selülitten ne haber?" mi dedi...

Olur olur. Sorar yani seyirci. Zaten esasına bakarsanız daha ziyade birtakım tespitlerde bulunmak için gidiliyor konserlere. Her kimse sahnedeki, zayıflamış mı, memelerde yeni bir durum var mı, botoks vaziyetleri nedir...

Göremedikleri yerleri de soruyorlar işte, "Selülit var mı?"

Ertesi gün bunlar konuşuluyor. Zaten gazetelerin yazdığı da bu. Yoksa konser nasıldı bilmiyoruz.

Eleştirmek için söylemiyorum. Hak vermiyor da değilim. Konserin nesini yazacaklar...

"Şarkıları sırasıyla bir söyledi ki yani olursa bu kadar olur" diyecek halleri yok. Onun için ya fermuar patlayacak, ya yanlışlıkla(!) bir yer görünecek, bunlar olmazsa işte "Kaymak gibiyim" falan denilecek...

Hiçbiri yoksa bir bakıyorsunuz bir önceki konserden bu yana 10 yaş verilmiş! Haliyle bu konuşulacak tabii. Dünyanın tersine dönmesi gibi bir şey varken ortada, artık bunun üstüne şarkıların nasıl okunduğunun falan bir önemi kalır mı?

Diyeceğim, gidişat normaldir!

***

Fakat bu selülit mevzuu, bilmem farkında mısınız aldı başını gidiyor.

Adeta "yüz kızartıcı suçlar" kapsamında.

Sibel Can’ın da selüliti olmamasını "Çok şükür alnım ak yüzüm pak" der gibi ifade etmesi bundan.

Yakında plajlarda selülitlilere ayrı bölüm tahsis edilirse şaşırmam. "Aslında denize, havuza falan girmeye hakları da yok ama hadi yine insanlık bizde kalsın" kabilinden...

Kadın kısmının hakikaten derdi bitmiyor. İşte şimdi de selülitsiz olmak durumunda.

Yarın bu hallolsa başka bir şey çıkacak.

Annelerimizin selülit diye bir sorunu yoktu mesela. Bilmiyorum o zaman nasıl olmak durumundaydı kadınlar... İlla ki beyaz belki de. Akça pakça.

Her zaman "yeni moda" bir sorunumuz var yani.

Hayır, hayat kaçıyor bir yandan ona yanıyorum. Ve siz tam "arzu edilir" vücuda sahip olduğunuza kanaat getirdiğinizde erkekler için bu dünyada olup olmadığınızın bile bir manası kalmayacak kızlar! Yıllar geçiveriyor.

Ve siz bütün güzel yılları "Kurtuluş Savaşı"yla geçirdiğinizle kalacaksınız, benden söylemesi!

"Yağlarınızdan kurtulun", "Fazla kilolarınızdan kurtulun", "Kırışıklıklarınızdan kurtulun", "Çillerinizden kurtulun", "Selülitlerinizden kurtulun"...

Ne bu be!

MIŞ-MUŞ

Almanlar Sivaslı Cindy’yi gerçeği ile karıştırmış.

Esas, gerçeğinin peşinden Sivaslı Cindy diye koşuyorlar mı, ona bakacaksınız.

*

Sağın umudu CHP’ymiş.

Sağımıza sarmısak, solumuza soğan asmamız gerekecek galiba.
Yazının Devamını Oku

Sormak isterim...

15 Ağustos 2006
HÜRRİYET Pazar’da Türkiye araştırmasını görmüşsünüzdür.<br><br>Siyasi ve sosyal kodlarımızı ortaya koyan araştırmayı... Aslında ortaya çıkan tablo tek cümleyle özetlenebilirdi:

"Türkiye panayır yeri gibi."

Hem Anıtkabir’e hem hacca gitmek istiyormuşuz mesela...

Gerçi bu bilmediğimiz şey değildi. Her gün içkinin dibine vurup kandillerde içmeyenlerden biliyorduk mesela.

Bir de kafasını örten ancak altına göbeğini açıkta bırakan, açıkta kalmayan yerlerini ise sıkıca saran pantolonlar giyen ve Tarkan’ın konserinde çığlıkla beraber göbek atan kızlardan...

Belki de iyi bir şey.

Her şeyden biraz biraz olması.

Bu sayede Türkiye uç noktalara kaymıyor belki de.

Bir o yana bir bu yana yatarak fakat yine de ortadan bir yerden gidiyoruz.

Zaten araştırmadan anlaşıldığına göre yaşlandıkça duruluyoruz. "Hareket"li partilere gençlikte oy veriliyor. Yaş ilerledikçe tıpkı hayatımızdaki her türlü aktivitenin yavaşlaması gibi oylarımız da ağırbaşlı partilere kayıyor.

DYP mesela... En fazla oyu 55 yaş üstünden alıyormuş.

***

Benim en çok AKP’yi, daha ziyade ev kadınlarının desteklemesi ilgimi çekti doğrusu.

Sormak isterim kendilerine, ne buluyorlar acaba AKP’de?

Yanlış anlamayın, "AKP de desteklenecek parti mi?" gibisinden değil.

Ben sevgilime bile sorarım "Bende ne buldun?" diye. Hani varlığından haberdar olmadığım bir meziyetim kalmasın, hepsini bileyim diye.

İşte aynı nedenle ev kadınlarına da sormak isterim.

İnsan evi süpürürken, kabağı oyarken başka gözle mi bakıyordur nedir...

Süpürge değil ama kabağın içini ben de oyuyorum gerçi. Fakat iki yazı bir dizi arasında aceleye geldiğinden midir bilmem AKP’yi şeyttiremedim pek.

Hayır benim korkum, şimdi bu ev kadınlarının teveccühünü duyunca, ister misiniz kadınların tamamını eve tıkmaya kalksınlar?

Zaten gönülleri meyilli...

MIŞ-MUŞ

Sosyete, sınırlı sayıdaki marka çantalar için kuyruğa girmiş.

Ömürlerinde hiç kuyruğa girmemiş olmalarından iyidir yine de.

*

Rumelihisarı’na cami yapılacakmış.

İstanbul’un cami açığı bir türlü kapanamadı!

*

Kaya Çilingiroğlu, "Benim bundan sonra Hülya’yla işim olmaz" demiş.

Cilveleşmeleri sürüyor.

*

Demet Akalın, Ajda’dan geçer not almış.

Eli bol öğretmen!
Yazının Devamını Oku

El ele...

13 Ağustos 2006
ESKİDEN çarşı iznine çıkan askerler el ele dolaşırlardı. Teneffüslerde el ele gezen kızlar vardı okulda.

Gelebilecek tehlikelere karşı güç birliği miydi artık...

"Gay"lik, "lezbiyenlik" falan da pek bilinmediğinden o günlerde, çekinmezlerdi.

Kadınla erkeğin el ele tutuşması daha çok dikkati çekerdi.

Demek dostluk ifadesi olarak görülüyordu el ele tutuşmak... Ki kadınla erkeğin dosttan ziyade ateşle barut olabileceği düşünüldüğünden, el ele tutuşmaları artık patlamaya az bir şey kaldığının bir habercisi sayılıyordu.

Fakat patlama beklendiği biçimde değil de "öd patlaması" şeklinde gerçekleşirdi daha çok. Kuytu köşelerde el ele tutuşurken babamıza yakalanacağız diye ödümüz patlardı.

Oysa el ele tutuşmak, içinde seks olmayan yegáne temasıdır kadınla erkeğin. Gözlerinizle bile sevişebilirsiniz. Ama eller... Evet ileri aşamalarda üzerine çok iş düşen eller, tutuşmalarda çok masumdur.

"Şehvet" değil "sevgi" yüklüdür daha çok.

Uzatmayayım, şimdi pek rastlamıyorum hemcinslerin el ele tutuşmasına. İşte o zamanlardan sonra ilk defa Erdoğan ile Kral’ı gördüm el ele.

Artık neyin ifadesiyse...

Çarşıda askerlerin dayanışması gibi midir?..

Aslında hakikaten sırf el ele tutuşmak değil, bir kenara çekilip birbirlerinin omuzuna yatıp ağlasalar yeridir.

Baksanıza birileri Ortadoğu’nun yeni haritasını çiziyor. Hayır, harita mühendislerinin oyalanması olsa yapılan... Çizsinler dursunlar, "Irak büyük kaçtı, Suriye yana kaydı, ...". Düzeltsinler habire!

Fakat neticede o "haritalar"da canlı kalmayacak belki. İşte bunu bildiklerinden hiç olmazsa el ele tutuşmuş olabilirler. Üstüne hesapların yapıldığı bölgenin iki yöneticisidirler netice olarak...

Ya da yemeği çok kaçırdı Kral.

"Ay patlıyorum!" derken bir an Erdoğan’ın elini tuttu!

Hani ani fiziksel bir sıkıntımız olduğunda en yakınımızdakine tutunuruz ya refleks olarak...

Evet, evet bence de bu daha kuvvetli ihtimal.

Mönüyü okumak bile gaz yaptı bende zira. Kral da boğazına kadar şişmiş olabilir.

Her resmi ziyarete damgasını vuran bir hadise, bir ortak karar, heyetten enteresan biri olur... Azerbaycan Cumhurbaşkanı geldiğinde, karısının beyaz tayyörüydü mesela damgayı vuran.

Bu seferki damga da bu oldu!

Kral’ın uçaktan inip sofraya oturması, o sofradan kalkıp öteki sofraya oturması, sonra başka bir sofraya, bir sofraya daha...

MIŞ-MUŞ

Müzmin bekárlar erken ölüyormuş.

"Rahat batıyor" diye ben buna derim.

Bir altın firması, kadınlar için altın ayakkabı üretmiş.

Görgüsüzlükte sınır tanımayanları altın suyuna da batıracaklarmış, haberiniz olsun.

Rakılar arasında raf savaşı çıkmış.

Şu savaş denen illetten kaçış yok. Şöyle demeliydi şair: "Rakı şişesinde balık olsam savaş var."
Yazının Devamını Oku

İstanbul Kazı Festivali

12 Ağustos 2006
Her şeye iyi tarafından bakacaksınız.<br><br>Benim daima yaptığım budur! Şu günlerde mesela... İstanbul’un kazılmış yerinin kazılmamış yerinden fazla oluşuna da öyle bakıyorum!

Mesela...

Başka bir dünya kenti daha var mıdır, habire deşilmekte olan ve muhtemelen dünyanın son gününe kadar deşilecek olan? Altyapısı, kaldırımı, şusu busu durmuş oturmuş yığınla şehir var dünyada. Fakat İstanbul bu açıdan tek.

Yani "İstanbul bir butik şehirdir" diyebiliriz!

Mesela...

Bir başka sevindirici husus da belediyemizin, bizlere yaşadığımız şehri daha "derinlemesine" tanıma imkánı sunmasıdır. Adım başı çukur açmak suretiyle İstanbul’un dibini görme fırsatı vermekteler cümlemize.

"Dur yolcu, bastığın yeri tanı!"

Tanımayan kalmasın diye bu işi aralıksız sürdürüyorlar eksik olmasınlar!

Hakikaten teşekkürü bir borç biliriz!

Mesela...

Kötü müdür yani yetkililerimizin bizim için canla başla çalışmaları?

Ha, başın içinde dişe gelir bir beyin yoktur, o ayrı mevzu.

Mesela...

Hadi çok sinirleniyorsunuz bu kazılara diyelim. Fakat şunu da düşündünüz mü hiç: Yokluk olmasa, varlığın kıymeti bilinmez; iki metre kazılmamış yer sizi Allah’a şükretmeye yönelteceğinden hayırlara vesile olmuş demektir!

Mesela...

Böyle kazarken kazarken görevlilerin çanağa çömleğe rastlamaları ihtimali her zaman mevcuttur. E, patlamış lağım borusu için yola çıkmışken aniden bir arkeolojik kazı gerçekleştirmiş olmak fena mıdır?

Tekrar ediyorum, her şeye iyi tarafından bakacaksınız!

İstanbul’un altının üstüne çıkarılmış olması karşısında şaşkınlık geçiren bir yabancı misafiriniz falan varsa ona da görmüş olduğu çukurların "İstanbul Kazı Festivali" çerçevesinde gerçekleştirildiğini söyleyin mesela, olsun bitsin!

Ne bilecek... Neyin festivali olur, neyin olmaz...

Kadınlarınki büyüyor

erkeklerinki küçülüyor


Hepimiz biliyoruz...

Erkek "eş kadrosu"nu değiştirirken, gençleştirip güzelleştiriyor da aynı zamanda.

Hadi güzellik izafidir diyelim... Eşini yaşça daha büyük bir kadın için terk edeni duydunuz mu hiç?

Varsa da genel durum hakkında kanaatimizi etkileyecek sayıda değildir herhalde.

İşin içinde aldatma olması da şart değil. Bir erkeğin sırasıyla hayatına giren kadınlara bakın bir...

Erkek adeta sabitliyor kendisini. Yanından kadınlar geçiyor bir bir... Her biri bir öncekinden daha genç, daha "manken."

Kadının erkeklerine dikkat ettiniz mi peki?

Onlar gittikçe yaşlanıp göbekleniyorlar.

Aynı yaşta bir karı-koca boşandı diyelim. Asla kendileriyle aynı yaşta olmuyor yeni eşleri. Erkeğinki mutlaka küçük, kadınınki mutlaka büyük oluyor.

Değişmez kural gibi neredeyse.

Ne adaletsizlik!

İlişkiler görüntü üzerine kurulmaz elbet. İnsana seçim yaptıran başka kriterler vardır mutlaka.

Vardır da...

Hep mi tesadüf oluyor bu dediğim şey? Kadınlarınki artık sadece bir "razı oluş"tan başka bir şey değil gibi sanki, ne dersiniz?

Hani "Hiç yoktan iyidir" gibisinden...

Şu sıralar gözümüzün önünde olan evlenmelere, boşanmalara, yeni eşlere, sevgililere bakıyorum da yine...

MIŞ MUŞ

Æ Sondaj yapan bir inşaat firması Taksim-Levent metro tünelini delmiş.

"Metro bulduk!" diye bağrışmışlardır da belki!

Æ Savaşçı ırkların sırrı genlerindeymiş.

Bu gen hadisesi de "Her derde deva ebegümeci" gibi "Her suça sebep."

Æ 3.5 aylık hamile Gülben Ergen "Su içerken bile doktora soruyorum" demiş.

Allah Allah! Çocuk aklını babasından alsa bari!

Æ Zayıflatan ve seks yaptıran çikolata üretilmiş.

Hem çikolata hem zayıflık hem seks! Allah verdi üç göz!
Yazının Devamını Oku

Düştüğüme sevindim

10 Ağustos 2006
6 Nisan 2006 tarihli köşe yazımın başlığı "Kalkmak Düşmekten Zor".<br><br>Demek o günlerde bir düşme hadisesi yaşamışım. 6 Ağustos 2006.

Ben yine yerdeyim.

Aslında dört ay benim için bayağı uzun bir süre. Daha sık düşmelere alışkın bu vücut. Hatta son günlerde "Allah Allah! Epeydir düşmedim!" diye şaşıyordum.

Beklediğim oldu, düştüm. Hem bu sefer seyirci rekoru da kırdım.

Siz de görmüşsünüzdür, televizyon programında oldu bu seferki. "Deniz Akkaya ile Top Model Yarışması"nda konuk jüri üyesiyken, Akkaya’yla catwalk yürüyüşü yaptığım esnada. Görmeyen olduysa diye ertesi gün anahaber bülteninde de gösterildi. Bunu da kaçıran olması ihtimaline karşı gazetelere de basıldı. E, hálá habersizseniz...

Sanıyorum bu sonuncusuyla düşmediğim yer kalmamış oluyor. Ev, sokak, kulis, sahne, çarşı, yürüyen yürümeyen merdivenler... İşte en son televizyon stüdyosu.

"Çocuk düşe kalka büyür" diyen beni görseydi, "Ve ölene kadar düşüp kalkar" diye devam ederdi herhalde.

***

Fakat inanmayacaksınız, ilk defa düştüğüme sevindim. Vallahi.

Çünkü tam yerine denk geldi.

Programın ruhuna ve gidişatına göre tam orada düşmem çok iyi olurdu ve ben düştüm.

Bilerek olmadı ama isabet oldu yani.

Yarışmaları izliyorsunuz... Ve herhalde farkındasınız, aslında amaç memlekete hakikaten bir popstar, dansöz, top model, şu bu armağan etmek değil.

Amaç, sizi televizyonun karşısına oturtmak.

Fakat bu aynı anda bütün televizyon programlarının amacı olduğundan hepsinde sansasyon, sululuk, saçmalık, kavga gürültü gırla gidiyor. "Başka türlü oturmaz mıyız televizyonun karşısına?" diye soracak olursanız, oturmadığınızın belgeleri var televizyoncuların elinde.

Uzatmayayım, orada, hakikaten memleketin acilen bir top modele ihtiyacı varmış ve biz jüri üyeleri olarak bu meseleye ciddiyetle sarılmazsak Türkiye çıkmaza girecekmiş gibi oturacak halim yoktu. Bir hoşluk olsun diye Deniz Akkaya’yla manken yürüyüşüne kalktım. Ve az önce adayları beğenmeyip eleştirirken, modellik hususunda atıp tutarken, daha yürümeyi bile beceremiyor olmam hoşluğun aranıp da bulunamayan parçasıydı.

Onun için isabet oldu diyorum düşüşüm.

Fakat ciddi basınımız pek ciddiye aldı bunu. Gazetelerden biri, "Pakize Suda, Deniz Akkaya gibi yürüyemedi" demiş.

Teveccüh göstermişler!

Demek benden Türkiye’nin en iyi mankeninin performansını bekliyorlardı.

Bir başka gazetede, bir televizyon eleştirmeni de Deniz Akkaya’yla, Okan Bayülgen’le ilgili karşılıklı yaptığımız espriye ve düşüşüm üzerinden programın reytingine takılmış. Fakat ben kendisine takılamadım. Çalıştığı gazetenin televizyon kanalında benzer bir yarışma programı başlıyormuş da zira yakında... Demek kurumu adına "savaş"a başladı arkadaş. Yaptığı da bu tür savaşların her zamanki uyduruk hamlelerinden biri.

Durum budur sevgili okurlarım!

MIŞ-MUŞ

Pınar Altuğ’un çelişkili açıklamaları kafa karıştırmış.

Halbuki kızcağız kafamız karışmasın diye sık sık prova yaptırıyor, daha ne yapsın!

*

Hülya Avşar, "Ali Bey artık hayatımda" demiş.

Yani hepimizin hayatında!
Yazının Devamını Oku

Gürültü ayrımcılığı

8 Ağustos 2006
İSTANBUL’un nur topu gibi bir "gürültü sorunu" oldu. Aslında zaten vardı da bu değişik biraz.

"Eğlence gürültüsü" bu.

Ve İstanbullunun bu gürültü karşısında çıkardığı gürültü de büyük.

Mesela, "motorlu araç gürültüsü"ne kimse bir şey demedi bugüne kadar.

"Adı üstünde, motorun bir sesi olacak elbet, yapacak bir şey yok" diyeceksiniz. Fakat ben araçlardan çıkan ekstra seslerden söz ediyorum.

Mesela, alarm denen şeyden.

Bazen sırayla, bazen koro halinde, neredeyse her gece ve adeta en sinir sesi hangimiz çıkaracağız yarışı içerisinde ötüp durmakta bütün arabalar.

Üzerlerine bir kedinin zıplaması yetiyor. Hatta yanından biraz hızlı geçseniz rüzgárınız káfi. Zebaha kadar alarm!

Sonra sırf daha fazla gürültü çıkarsın diye bilmem neresiyle oynanan motorlar, arabalar var. Bunu yapanların nasıl bir tatmin yaşadığını siz çözebildiniz mi bilmiyorum.

Daima "Ben buradayım" deme arzusu içerisinde olan insanoğlunun bunu ifade etmek için bulduğu yollardan biridir belki.

Sonra korna var. Milletçe pek düşkün olduğumuz. Hani arabada olmadığımız zamanlarda bile elimizin altında olacak, sokakta yürürken, kafede otururken, evde televizyon seyrederken öttürebileceğimiz seyyar kornalar yapılsa... Eminim çok tutar.

Bir de "cıs-tak, cıs-tak" hadisesi var ki Sorti’yi, Reina’yı, New-Yorker’ı arabaya koydular gezdiriyorlar zannedersiniz. Yanınızdan gelip geçmeleri birkaç saniye gerçi fakat yaydıkları ses bilmiyorum kaç milyon desibel.

Ama dediğim gibi... Kimsenin bu hususta şikáyette bulunduğunu, ya da yetkililerin kendiliğinden önlem almaya kalktığını duymadık.

Lakin müzik sesine duyarlı çıktık!

Ben mesela... Taksiye bindiğimde ilk işim müziği kapattırmak oluyor. "Karşı binadan evine müzik kaçan biri" olsaydım ben de aynı tepkiyi verirdim herhalde.

Hak vermiyor değilim yani. Gerçi benimki senelerin verdiği mesleki bıkkınlık. Fakat demek insanlar müzik hususunda eve paket servisi istemiyorlar.

Olabilir elbet.

Ama işte aynı insanların neden öteki gürültülere aynı şiddetle karşı çıkmadığını merak ediyorum doğrusu.

Galiba "iyi gürültü"yü sevmiyoruz biz.

Mesela, evde parti veren üst kat komşusunun kapısına dayananı çok duydum da karı-koca bağıra çağıra kavga edip dövüşen komşusundan şikáyetçi olana rastlamadım pek. Sus pus olup dinleriz daha ziyade ki tek kelimesini kaçırmayalım. Tıpkı sokakta dövüşenleri seyredip sevişenlere "Hop hop!" diye ikaz etmemiz gibi.

Ayrımcılık yapıyoruz bir nevi.

Gürültü ayrımcılığı!

MIŞ-MUŞ

Nil Karaibrahimgil, "Derdim kadınlara güç vermek" demiş.

Bize esas maddi güç lazım, tek taşımızı kendimiz alıcaz ya!

*

Rahmi Koç, "İşi gücü olmadan sahillerde mayoyla yatanlara imrenirim" demiş.

E haklı adamcağız, tekneyle dünya turuna çıkmak zor iş tabii!



İstanbul’da bir karakolun karşı sokağında uyuşturucu satılıyormuş.

E, herkesin kendini "emniyette" hissetmeye hakkı var tabii.
Yazının Devamını Oku

Alışmışız öldürmelere

6 Ağustos 2006
TÖRE cinayetlerine karşıyız.<br><br>"Vahşet", "cehalet", "insanlık dışı", şu bu... Peki o halde şu Şerefcan olayındaki tavrımız nedir?

"Şerefcan kim?" demezsiniz herhalde.

Cumhurbaşkanı’nın adını bir çırpıda çıkaramayanlar bile biliyor onu.

Hatta kendi çocuklarımız hakkında o kadar bilgi sahibi değiliz. Erkeklere söylüyorum, çocuğunuzun gerçek babası olup olmadığınızı tam olarak bilmemenize rağmen Şerefcan’ın kimin çocuğu olduğundan adınız gibi emin olmuş bulunuyorsunuz!

İşte 4 ay önce kaybolup birkaç gün önce bulunmasıyla Türkiye’yi hiç de sevmediği (!) türden bir hikáyenin içine düşüren Şerefcan’ın, annesiyle nüfus káğıdındaki babası arasındaki mesele karşısındaki tavrımızdan bahsediyorum. Bir kocanın karısına sahip çıkmasına verdiğimiz tepkiden.

Yaz rehaveti olmasa üstümüzde, kapısında toplaşıp bağıracağız Tuncay Engin’in... "Vur onu!"

Bilmiyorum siz Yıldız Engin’i bir güzel benzetmek istemeyen, kocası Tuncay Engin için de karısını affetti diye ağzına geleni söylemeyen birine rastladınız mı?

Adeta bir hayal kırıklığı yaşıyoruz.

Bir koca, kendisiyle ayrı olduğu bir dönemde, başka bir erkekle bir beraberlik yaşadı diye karısını cezalandırmadı.

Alışmak...

Hakikaten alışmışız öldürmelere.

Onaylamadığı bir şeye de alışıyor demek insan.

Bir tek bizim gazete Tuncay Engin’in, karısına sahip çıkmakla aslında topluma güzel bir mesaj vermiş olduğunun altını çizdi.

Sokaktaki adamdan medya-plazadaki adama kadar kimse töre cinayetlerine karşı değilmiş meğer. Hiç atıp tutmayalım. İtiraf edelim, hiç olmazsa bir yaralama beklerdik!

Hakiki başarı

YAZAR Metin Kaçan tutuklanmış. 11 yıl önceki tecavüz suçunun kesinleşen hapis cezası nedeniyle.

Tecavüzün mazereti olmaz elbet. Hani insan 40 yıl dağ başında kadınsız kalsa kabul edilebilir bir şey değil.

Fakat sevgili sıkıntısının çekilmediği ortamlarda yaşayan erkeklerin tecavüzü, nefretin yanında hayret de uyandırıyor.

Neyse konumuz bu değil.

Metin Kaçan’ın, filmi de çekilen "Ağır Roman"ı İstanbul Devlet Opera ve Balesi tarafından, bale eseri olarak sahneleniyordu bir süredir.

Şimdi de ABD’ye gidiyormuş. Aynı ekip orada oynayacakmış eseri.

İnsan hayatında üzüntülerle sevinçler "iki ters bir yüz örgü" misali galiba.

Evet 24 ve 26 Ağustos günleri Hollywood’da sahnelenecekmiş Ağır Roman. "East Side Story" adı altında. Hem de öyle Türk Günü’nde falan değil. Özel bir davetle gidiliyormuş. 50 kişilik kadronun yanında 22 de Amerikalı figüran rol alacakmış. 700 kişi başvurmuş 22 kişi için. Bu vaziyet dünyanın her yerinde aynı demek.

"İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nin duyuru panosu musun sen?" diyeceksiniz.

E, olsaydım hayırlı bir hizmet olurdu, lakin değilim. Fakat Cumhuriyet tarihinde bir ilkin gerçekleşeceğini duyunca gururumsu bir hal oluştu bende.

Bir de şu var:

"Popçularımız yurtdışına gezmeye giderken bile neredeyse İstiklal Marşı’yla uğurlanıyorken ve de otelin banyosunda duş alırken şarkı mırıldansalar oraları büyülemiş oluyorlarken", bir yandan da böyle hakiki başarılar var. Ve benim adaletsizliğe hiç tahammülüm yok. Onun içindir bu satırlar.

MIŞ-MUŞ

En çok seks yapan üçüncü ülke Türkiye’ymiş.

Hemen sevinmeyin! Kaliteyi tutturamayınca hiç olmazsa sürümü artırma çabası olabilir bu!

Ankara-Malatya seferini yapan THY uçağında kene bulunmuş.

Ne var bunda? Yürüyerek mi gitseydi yani Ankara’dan Malatya’ya?

İstiklal Caddesi’ne ses yasağı geliyormuş.

Zaten kesilen ağaçlar ve zevksizlik timsali taşlarla görüntü de gitmişti; sen sağ ben selamet.
Yazının Devamını Oku