22 Ekim 2006
BİLDİĞİMİZ tersidir aslında.<br><br>Yani sorun varsa çözüm de vardır. Ama bana göre bir konu hariç.
Evlilik.
Ya da beraberlik.
Ben konuşa konuşa sorunu çözen bir çifte rastlamadım henüz.
Ha, konuşa konuşa içinde çocukların da olduğu "Aile A.Ş."nin gidişatına dair birtakım kararlar alınabilir...
Ama "kadınla erkeğin arasındaki sorunların çözülmesi" denince...
Konuşmak çare değil.
Ama konuşuyorlar çiftler son devirde.
Hatta artık sırf konuşuyorlar.
Fakat nafile.
Konuşa konuşa sevgi yeniden oluşmuyor.
Güven yeniden tesis edilmiyor.
Cinsellik canlanmıyor.
Konuşa konuşa sorunlar bir yere gitmiyor.
Hatta büyüdüğü de oluyor.
O güne kadar ortaya çıkmamış yeni sorunlara doğru yol alınıyor taraflar çözüldükçe.
Uzmanlar tersini savunuyor gerçi...
"Açık açık konuşun her şeyi" diyorlar.
"Nerede sorun varsa... Yatak odasında mı?.."
Fakat bana göre artık bir kez dile getirildi mi sorunlar... Kurşun gibi gidip karşı tarafı vurmuş demektir.
Bakın kimse kendinden şikáyetçi birine sarılmaz artık. Ne şefkatle, ne şehvetle.
Çok beğenildiğini bilmektir biraz da insanı karşı tarafa bağlayan. Hatta áşık eden.
Karşılıklı hatalar, ihmaller konuşulmaya başlandı mı vazo çatlar.
Kusurunu bilenden uzaklaşma eğilimi vardır insanoğlunda.
* * *
"Sorunların üstü örtülmeli mi yani?" diyeceksiniz.
Örtülmemeli elbet.
Ama başka bir yol bulunmalı.
Belki de kendi kendine konuşmalı iki taraf da.
Sık sık yapmalı bunu.
Kendini gözden geçirmeli, ötekinin hatalarını gözüne sokmadan önce.
Ama bana sorarsanız her şey boşunadır.
Sorun varsa çözüm yoktur.
Belki sorun da yoktur aslında.
Aradaki çekim bitmiştir, size sorun varmış gibi gelir.
Onun için boştur konuşmak.
Sevginiz, aşkınız, ilişkiniz konuşa konuşa mı başlamıştı?
Konuşmaya geldiyse sıra, bitmiş demektir.
Ha, konuşmalar bir sonraki ilişkinizde işinize yarayabilir belki. Ama mevcut ilişkinizi kurtarmaz, inanın.
Siz uzmanları dinleyin yine isterseniz...
Ama adam ne demiş hani... "Bana damdan düşeni getirin!"
Birçok defa damdan düşmüş biri söylüyor size bunu.
MIŞ-MUŞ
Okullarda kız çeteleri varmış.
"Haydi kızlar okula!" dediysek bu kadar da değil!
Erdoğan’da GİZLİ şeker varmış.
E, adamcağız muhafazakár tabii...
AKP Bingöl Milletvekili Feyzi Berdibek, malum balyozu makam odasında saklayacakmış.
Üstüne "Utanç abidesi" yazacaksa saklasın!
Yazının Devamını Oku 21 Ekim 2006
Ne güzel!<br><br>Eskinin çocukları gibi sabahı zor etmişlerdir... Yeni ayakkabılarını giymek için bayram sabahını yüreği ağzında bekleyen çocuklar gibi.
Birbirlerini aradılar mı acaba?
"Şekerim yarın erkenden gidiyoruz, ona göre!"
Belki de yalnız gitmeyi tercih etmişlerdir. Herkesten önce, en iyisini seçmek üzere.
Saçmalıyorum.
Domates mi bu? Sona çürükleri kalacak!
Hem her üründen birer tane olacak hali yok; herkese yetecek kadar olmasa da üçer beşer tane vardır herhalde.
Fakat üç beş tane de az değil. Ya pişti olurlarsa şimdi!
Neticede girip çıktıkları yerler aynı.
Aman, benim de düşündüğüm şeye bak!
Ayol karşımdakiler tepeden tırnağa tecrübe!
Efendim mesele sizin de bildiğiniz gibi şu:
Dünyaca ünlü giyim kuşam mağazası Harvey Nichols İstanbul’a geldi. Kanyon’a. Ve ilk dört günde, hatırlı müşterilerinin; duşlu, kuaför dükkánı donanımlı dev soyunma odalarında, lüks restoranlardan gelmiş yemekleri yerken elbise denedikleri mağazada, tam üç bin adet ürün satıldı.
"Şu Çılgın Türkler" diye bunlara demek lazım aslında.
Ya da "Görgüsüzler alışverişte!" diyeceğim ama o da değil. Her birinin bu ve buna benzer nice mağazayı kendi ülkelerinde defalarca talan etmişliği var.
Nedir o zaman bu hücumun sebebi?
Mağaza, bohçacı misali birkaç gün içerisinde toparlanıp gidecek mi acaba?
Bunu mu haber aldı bizimkiler?
Fakat gitse ne olacak, iğne deliğinde dükkán açsa gider bulurlar, eskiden yaptıkları gibi.
Ne bileyim, anlamadım.
Boş zamanınızda ağlayın
Halkımızın bir kısmının, duşlu, kuaför dükkánı donanımlı dev soyunma odalarında yiye içe, yata kalka, yıkana tarana elbise denediği esnada, Ankara’da birtakım adamlar balyozla bir otomobilin camını kırmaya çalışıyorlardı.
Bu otomobil, bu ülkenin başbakanının zırhlı makam otomobiliydi.
Ve içinde başbakan baygın yatmaktaydı.
Bu yazıyı burada kesiyorum.
Hadisenin üstüne söylenecek bir şey yok zira.
Sözün bittiği yer vardır hani, oradayız artık.
Yapabileceğimiz tek şey, her boş kaldığımızda bu memleket için ağlamaktır.
Fotoğrafsız tatil olmaz!
Fakat ağlarken, Konya Bakkallar ve Kuruyemişçiler Odası Başkanının hamamda, bir tazeye kese yaptırdığı sırada çektirmiş olduğu fotoğrafa bakmayın sakın!
Gülmeniz gelebilir.
Benim geldi.
Lök gibi yatmaktayken rehavetten kaymış gözleriyle, üstelik baş aşağı objektife bakması...
Kestim sakladım fotoğrafı.
Oda’nın paralarıyla tatile gitmiş Başkan.
Ben Oda’nın paralarından ziyade (Bu tür çürümüşlüklere alıştık artık) fotoğraf hadisesinin peşindeyim.
Genel olarak "her türlü eylem sırasında fotoğraf çektirme merakı"mıza takmış bulunuyorum.
Fakat belki de iyi bir şey bu merak. Yani hayırlara vesile oluyor.
Öyle ya, biri keselenirken, öteki "aile dostu"nu çaydan geçirirken fotoğraf çektirmeyi akıl etmeselerdi, yaptıkları yanlarına kalacaktı.
Fakat bir şeye dikkat ettim, bu iş illa ki tatilde oluyor. Yani birinin fotoğraf çektirmek suretiyle yakayı ele vermesi için önce tatile çıkması gerekiyor.
Aylarca kamuoyunu meşgul eden tecavüz olayını hatırlayın... Hani erkeğin tecavüz ederken bir yandan da fotoğraf çektiği ve neticede kendi kazdığı kuyuya düştüğü olayı... O da bir tatil beldesinde gerçekleşmişti.
En son bir genel müdürün "yasak aşkı"yla yakalandığı için görevinden istifa ettiği vardı gazetelerde. Yakalanma yine bir tatil beldesinde olmuş.
Buradan hareketle suçlu olduğundan şüphe duyulan kişiler bir şekilde tatile yönlendirilebilirler bakın!
Adam her ne halt karıştırıyorsa, bir bakmışsınız fotoğraflar elinizde!
Susuz deniz olur, fotoğrafsız tatil olmaz!
İsterse cinayet işleniyor olsun o anda, fark etmez!
MIŞ MUŞ
Evrim teorisine göre 3006’da erkekler daha büyük penise sahip olacaklarmış.Çözüldük-lerinde penislerini çağa uymuş olarak bulacaklarını bilseler kendini dondurtan çok olur.
Deniz Akkaya, Seray Sever için "Kaybedenler kulübünün üyesi"; Seray Sever Deniz Akkaya için "Onun beynine estetik yapılsa daha iyi olur" demiş.Kim demiş "aşık atışması" tarihe karıştı diye? Sazları eksik sadece.
Petek Dinçöz "Gözüm döndü mü benden korkun" demiş.Arkanda "Pazar Keyfi" varken gözün dönmese de korkan çoktur senden Petek’cim!
Yazının Devamını Oku 19 Ekim 2006
BAKIN size bunu ilk defa söylüyorum. İçimde bir "yazar" var benim.
Edebi eserler vücuda getirmek isteyen...
Fakat çıkamıyor oradan bir türlü.
Adeta hapsolmuş.
Bir çatlak bulsa akacak, akacak...
Fakat çatlak yok.
Bu çatlaksızlık benim yeteneksizliğime tekabül ediyor arkadaşlar.
Hakikaten bazen kabıma sığamıyorum.
Fakat körolası kap ne sağlammış ki taşacak yer yok!
Kabıma razı, oturup duruyorum mecburen. Ve ilk defa sağlamlığın her zaman da iyi bir şey olmadığını görüyorum.
Mesela bir gün öyle şiirsel bir tren yazısı kaleme almak istiyorum ki... Yani olursa bu kadar olsun!
Okuyanın o anda boğazına bir düğüm otursun, fakat kendisi oturmasın, derhal bir trene atlamak için kalksın sokağa fırlasın!
* * *
Şu anda da aynı durumdayım.
Bu defa akide şekeri üstüne çok şiirsel bir yazı döktürmek istiyorum.
"Nereden çıktı akide şekeri?" diyeceksiniz.
Kalbimin derinliklerinden.
O derinliklerde bir sürü şey var.
Bir zamanlar çok sevdiğim ama şartların değişmesiyle unuttuğum, ihmal ettiğim, bir kenara ittiğim bir sürü şey.
Bir gün bir fotoğraf, bir haber, bir rastgeliş, onu kalbimin derinliklerinden alıp aklıma getiriyor.
Akide şekerine de Türkiye Seyahat Acentaları Birliği’nin aydan aya yayınladığı dergide rastladım. Eylül sayısında, "İki asırdır değişmeyen tat, Hacı Bekir" başlığıyla çıktı karşıma.
İçim sızladı. Tatlı tatlı ama. Sandığın dibinden çocukluk ayakkabımı ya da bebeğimi bulmuş gibi oldum.
Sizi bilmem, ben epeydir ilişkimi kesmişim meğer akide şekeriyle.
Neden?
Önce "ihanet"ten, sonra "rivayet"ten.
İnsanoğlu "yeni"nin cazibesine çok çabuk kapılıyor. Şeker her gün yepyeni kılıklarla çıkarken karşımıza, kim takardı artık akide şekerini?
Rivayet dediğimse artık rivayet olmaktan çıkıp bir gerçeğe dönüştü ki neredeyse her türlü tatlının üstüne "Şeker öldürür" yazılacak.
Fakat ne olursa olsun, kendi hesabıma bugünden itibaren akide şekerinin itibarını iade etmiş bulunuyorum.
"Kürkçü dükkánına dönüş" mü dersiniz artık...
İlk iş olarak Ali Muhiddin Hacı Bekir’in torunlarından kim varsa işin başında, bulup tebrik edeceğim. 270 yıl bu... Bir Avrupa ülkesinde olsa neyse. Fakat "maymun iştahlılar"ın memleketi burası... Hem üreten hem tüketen açısından. Fakat her şeye rağmen 270 yıl! Milletçe sıraya girip tebrik etsek yeridir.
* * *
Akıbetinin limonata gibi olmasını dilerim neticede. Limonata en moda mekánların en gözde içeceği olarak yeniden karşımızda biliyorsunuz. Gerçi içine nane, şu bu katmak suretiyle kızlığını bozdular ama olsun!
Ve bir bilgi... Edebiyat olmadı tarih katayım bari.
Akide şekeri 15. yüzyıldan beri bilinen ve sarayda yeniçerilerin maaş almasından önce dağıtılan bir tatlıymış. Yeniçeriler eğer şekerleri geri göndermezlerse akidelerine (bağlılıklarına) devam ettiklerini, eğer geri gönderirlerse padişahtan veya maaşlarından memnun olmayarak akidelerinin bozulduğunu sembolik olarak belli ederlermiş.
Ordumuzu öpüp başımıza koymalıyız bu arada. Bir gün olsun maaşını geri gönderen oldu mu?
Hep akide, hep akide!
"1960’lar, 12 Eylül’ler?" diyeceksiniz.
Ben maaştan bahsediyorum.
MIŞ-MUŞ
ABD, Avustralya, Kanada ve İngiltere’de kadınlara nasıl kur yapıldığını öğreten "cazibe seminerleri" büyük ilgi görüyormuş.
Tabii onların "Taşıma suyla değirmen dönmez" ya da "Sokma akılla yedi adım gidilir" demiş ataları yok.
Tuz Gölü’nün yarısı kurumuş.
İyi olmuş, doktorlar tuzu yarıya indirin diyor zaten!
Yazının Devamını Oku 17 Ekim 2006
ÇOCUĞUNUZ var mı? Ama öyle bir yaşta olmalı ki mutluluğun burnunuzun dibinde olduğunu gösterebilmeli size. Bir yaşında olmalı mesela.
Yoksa çocukların ileriki yaşlarda zaman zaman insanı nasıl canından bezdirdiğini hepimiz biliriz. Bizim de bezdirdiğimiz çok oldu zamanında.
Nil Tunçali bir mail göndermiş. 13 aylık kız çocuğu olan bir okurum kendisi.
"Sıkıntılı günlerin yaşandığı ülkemizde pozitif düşünceye ihtiyaç olduğunu düşünerek sizinle aşağıdaki yazımı paylaşmak istedim" diyor.
Ben de sizinle paylaşmak istedim.
* * *
Kızım 13 aylık. Evin içinde pıtır pıtır yürüyor. Düşüyor, kalkıyor, yine düşüyor, hiç bıkmadan deniyor.
Onu seyretmekten çok büyük bir keyif alıyoruz.
Kendi başına yürüdüğü için çok mutlu oluyor. Sevinç çığlıkları atarak yanımdan geçiyor. Canı isterse duruyor, sarılıyor, kendini sevdiriyor.
Mutlu olması için büyük olaylar olmasına gerek yok. Kendi başardıkları onu mutlu etmeye yetiyor.
Ne güzel!
Keşke hep böyle kalsa.
Ama zaman geçtikçe, büyüdükçe mutlu olmak için gerekli olan nedenler artacak.
Hangimiz yürüyebildiğimiz için hálá sevinç çığlıkları atıyoruz ki?
Bu mutluluğu hissedebilmek için önce uzun bir süre yürüme yeteneğimizi kaybetmemiz lazım ki...
Bir yaşında yemeği avuçlarıyla yiyebilir insan...
Zevkle domates sosunu ağzına yüzüne bulaştırabilir.
Keyifle yemek yerken ne etrafın nasıl battığı önemlidir, ne de ellerin yapış yapış olması...
Bayılıyorum kızımı keyifle yemek yerken seyretmeye.
Yemek, kaşığın üzerinde durmamakta ısrar mı ediyor, sorun değil! Hemen kaşık bırakılır ve ellere geçilir. Hem de zevkle kendi başına yemenin verdiği mutlulukla.
Bir yaşında olmak ne güzel!
Yolda hiç tanımadığın birisine gülümseyebilirsin... Kim ne düşünür, ne der endişesi olmadan gidip birisine saçını okşatabilirsin... Elindeki oyuncağı tanımadığın birisine uzatıp sana baktı, güldü diye mutlu olabilirsin...
Çoraplarını kendi giymeye çalışıyor kızım. Giymese bile parmaklarına geçirmeyi başarınca çok seviniyor.
Ayakkabılarını yine ayak parmaklarına takıyor ve gülümsüyor.
Onu seyretmek müthiş!
Nelerden mutlu olduğunu görmek insana yaşama sevinci veriyor.
Onu mutlu etmek için odadan kısa süreliğine çıkıp tekrar girmek yetiyor. Alkışlıyor sevinçle...
"Annem geldi yine" diye.
Mutlu oluyor dişlerini fırçalıyor diye...
Banyo yapıyor diye...
Yemek yiyor diye...
Yürüyor diye...
Ne güzel bir yaşında olmak!
Ne kadar kolay mutlu olmak!
* * *
Not: Sevgili Nil, yazında bazı düzeltmeler yaparak biraz daha edebi bir hava kattım aklım sıra. Bana olan güvenine güvenerek.
MIŞ-MUŞ
İstanbul organ bağışında son sıradaymış.
İstanbul iki kişiye yetecek organ mı bırakıyor insanda...
Şebnem Schaeffer, "Bakire raporu ehliyet değil, Türkiye’de de geçerli" demiş.
Korkarım bu kızcağızın yakında bir raporu daha olacak.
Estetiğin yerine yüz sutyeni çıkmış.
Eve gelip sutyeni çıkarınca hatlar aşağı!
Yazının Devamını Oku 15 Ekim 2006
ORHAN Pamuk, Nobel’i aldı, hepimizi iki arada bir derede bıraktı. Bir yanımız gülüp oynamaya niyetlenirken öbür yanımız "Ama..." deyip duruyor.
Gazeteler bile haberi duyururken nasıl başlık atmaları gerektiği üzerinde epey düşünmüşler belli ki.
Kişisel fikirler, halkın nabzı, göz ardı edilmeyecek başarı derken orta yol bulunmuş sonunda.
"Nobel Bir Türk’ün" demiş Hürriyet.
Çok da iyi etmiş.
Yani "neticeye bakalım".
Sabah, ne şiş yansın ne kebap diye düşünmüş galiba, Orhan Pamuk’un ödülü aldıktan sonra duygularını ifade ederken söylediklerinin arasından bir cümleyi taşımış başlığa...
"İlk kızımı aradım."
Radikal... "Gururumuz."
Yani "fazla kurcalamayın, tadını çıkarın".
* * *
Bu konudaki yorumlardan bıkmış olabilirsiniz. Fakat ben de illaki fikrimi beyan edeceğim. Bırakın Nobel’i, en kıytırığından bile olsa öyle zırt pırt ödül vermiyorlar Türkiye’ye.
Tarihi bir olay bu. Ve benim de elimde bir kalem bulunduğu yıllara denk geldi ne mutlu ki.
Yıllar sonra sallanan sandalyemde oturmuş pencereden dışarıyı seyrederken, "Orhan Pamuk Nobel"i aldığında bir köşem vardı, lakin nedense bu konuda tek kelam etmemiştim" diye düşünüp pişmanlık duymak istemem.
Fikrime gelince...
Mutluyum, gururluyum hakikaten.
Orhan Pamuk bu ödülü bileğinin hakkıyla mı, yoksa "dilinin" hakkıyla mı aldı, onu bilmiyorum. Orhan Pamuk kendisi de bilmiyordur herhalde. Bir tek ödülü verenler biliyor, siyasi yanı var mı yok mu... Gerisi tahmin.
Aslında biz daha ziyade ödül alamadığımız zamanlarda işin içine siyasetin karıştığını iddia ederiz.
Eurovision yarışmalarını düşünün...
Dereceye giremediğimiz zaman siyaset vardır, birinci olduğumuzda yoktur!
İlk defa tersi oluyor.
Bir yazarımız en büyük edebiyat ödülünü aldı ve biz işin içine siyaset karıştığını ileri sürüyoruz.
Ne diyeyim... "Aşama" mıdır bu?..
Sapıttık mı yoksa?..
* * *
Bakın sevinmek isteyip de sevinemeyenlere şunu hatırlatmak isterim:
Bütün dünya, Nobel Edebiyat Ödülü’nü bir Türk’ün aldığını konuşuyor.
Hep istemez miydiniz böyle bir başarı?
Ha, siz illaki dünya çapında futbolcu çıkarmak istiyorsunuz, anladım!
Fakat ne yapacaksınız, olmuyor.
Ne kadar zorlasak da... Bize edebiyat alanında yetenek verilmiş. Bununla idare edeceksiniz artık!
Biliyorum kesmez sizi ama...
Arkadaşlar!
Zamanında Názım Hikmet’in kıymetini bilemedik, bari Orhan Pamuk’u atlamayalım gözünüzü seveyim. Arpa boyu yol almadı mı bu ülke Názım Hikmet’ten beri?
Her ne kadar edebiyat konusunda yetenekliyiz dediysem de bu "model"lerden pek sık çıkmıyor. Cüppeli Ahmet’lerin sayısı daha çok. Ona göre!
MIŞ-MUŞ
* Hücredeki kadın hamile kalmış.
E, normaldir... Benim bildiğim "alet"lerden bir tek kesici olanların girmesi yasak hücreye.
* Urfa’ya Oxford geliyormuş.
İbo öğrencisi olamadı ama hocası olabilir bakın! "Her konunun Ana Bilim Dalı Başkanı".
* Seray Sever, "Kendimi büyük bir aşkla seviyorum" demiş.
"Allah mesut etsin" diyeceğim ama beddua gibi olacak. "Ömür boyu yalnız kalasın" gibi bir şey.
Yazının Devamını Oku 14 Ekim 2006
Bütün mesele bu! Kadınla erkeğin ayrı düşmesinin, bir türlü sulh olamamasının nedeni bu!
Kadınlar felsefe seviyor.
Fakat öyle "Klasik Yunan Felsefesi’ni merak etmek" şeklinde değil.
Kendileri filozof kadınların.
İlgilendikleri konu ise tek.
"İlişkimiz n’olucek?"
Habire ilişkinin felsefesi yapılıyor.
Erkekle mütemadiyen bu konu hakkında konuşmak, konuşmak, konuşmak isteniyor.
Fakat ne yazık ki erkeğin felsefeyle uzaktan yakından bir ilgisi yok.
O, matematikçi daha ziyade.
"İki kere iki dört!"
O kadar.
Yanımdan cep telefonuyla konuşmakta olan kadınlar geçiyor.
Belli ki karşı tarafta eş ya da sevgili konumundaki erkek var. Ve belli ki ilişki kafada evrilmiş çevrilmiş yine ve erkek aranmış.
Nasıl büyük laflar...
Kitap yazmalılar.
Zaten yazıyorlar da. "İlişki" üzerine yazmayan kadın kalmadı neredeyse.
Erkekler de yazıyor ama tek tük.
Çok meraklısı olduklarından değil zaten, bu konular "tuttuğu için" daha ziyade.
Neyse...
Dediğim gibi, nasıl büyük laflar...
Ben erkeği merak ediyorum o sırada esas...
Kimbilir kaçıncı defa dinliyor ilişkilerinin enine boyuna değerlendirmesini.
Büyük ihtimalle ayaklarını masaya uzatmış burnunu karıştırıyordur.
Ya da gazetenin spor sayfasına göz atıyor olabilir.
Bazen de akşamları Tintin’i gezdirirken yakındaki eğlence yerlerinden çıkmış, rahatça konuşabilmek için bizim sokağa sapmış çiftler görüyorum.
Konuşmak dediysem, kadın anlatıyor.
İçeride ne olduysa artık...
İlişkiyi derhal masaya yatırmak icap etmiş belli ki!
Erkeğin yüzünde bıkkın bir ifade...
Ah! Ne olurdu erkekler de sevseydi şu felsefeyi!
Karşılıklı doya doya felsefeleşirdik ne güzel!
Fakat işin tamamı bize düşüyor maalesef.
Karşı taraf kapı duvar!
Her anne melek değil
Evet, bazen böyle düşündüğüm oluyor.
En son Asena’nın annesini görünce...
Tamam kırgınlıklar, kızgınlıklar olabilir ama bir anne çıkıp "Sevgilisini de aldatmıştı zaten" gibi bir laf edebilir mi? O sevgilinin bu konulara nasıl yaklaştığı belliyken?
Kızının canını yeterince yakamadığı için takviye kuvvet mi istiyor yoksa?
Biz böyle bellemedik "anne"yi.
"Anne" bu olmamalı.
Bazı ana-babalar ekmedikleri tarlanın ürün vermesini bekliyorlar.
Kimse kimseyi durduğu yerde sevmez. Öyle Türk filmlerindeki gibi yıllarca görmediği ana-babasına aniden kanı kaynamaz kimsenin.
Çocukla ana-baba arasındaki sevgiyi oluşturan, geliştiren şey temastır biraz da.
Belki bunun içindir insan yavrusunun öteki canlılar gibi doğar doğmaz yürüyememesi.
Kucak kucağa, koyun koyuna geçmesi ilk yılların, göbek bağından daha güçlü, ömür boyu sürecek bir bağın oluşması içindir belki.
Sonradan oluşmuyor o bağ.
Oluşsa ne evlat "Annemi reddettim" diyebilir ne de ana kameralara çocuğunu çekiştirebilir.
Yirmi yıl, otuz yıl yok olacaksın, sonra ortaya çıkıp "annelik" maskesiyle vicdan yapacaksın!
Nasıl olsa toplum için akan sular duruyor ya "anne" deyince...
Hakikaten evlat aşkıyla yandıklarını bilsek...
Fakat ne tesadüftür ki hep parayı, şöhreti bulanların ana-babalarının aklına geliyor ana-baba oldukları.
Sokaklarda sürünenlerinki sonsuza kadar yok ortada.
Ben "Bütün anneler melektir" diyemem.
Dersem, bir kaza sonucu bütün yetilerini kaybetmiş kızını yıllarca uğraşarak hayata döndüren anneye haksızlık etmiş olurum.
Bakın, az önce 12 yaşındaki öz oğlunu aşk yaşadığı kayınbiraderi ile birlikte öldüren "anne"yi okudum.
"Annelik", "sihirli değnek" değildir.
Aniden melek yapmaz kimseyi.
İnsan neyse odur
MIŞ MUŞ
Türk kadını menopozu bilmiyormuş.
Nereden bilecek, 40’ı aşan kadın mı var Türkiye’de?
Cansu Dere "Sadece bir kez evlenmek istiyorum" demiş.
Yanlış yüzyıldasın be güzelim!
Jennifer Lopez’in JLO markalı iç çamaşırları Gaziantep’te üretiliyormuş.
Bakmışsınız "fıstıklı don"!
Yazının Devamını Oku 12 Ekim 2006
ŞARKILARA, türkülere bakarsanız büyük sevdalar yaşanır Doğu’da. Düşünün şöyle bir o yörenin türkülerini...
Hemen hepsinde yanan, kavrulan erkekler vardır.
Bizim, buralarda hiçbir erkekten duyamayacağımız "damardan" ilanı aşk sözleri...
Fakat kıyısından köşesinden biz de faydalanırız neyse ki. Onların o buram buram aşk, özlem kokan şarkılarını, türkülerini kıtkelám sevgililerimizin bize söylediğini farz edip hislendiğimiz çok olmuştur.
Oraların müziğinden hiç hoşlanmayanların bile ömründe hiç olmazsa bir kere, mesela çok aşık olduğu bir dönemde, o şarkıları dinleyip iç çekmişliği vardır.
Bilmem dikkatinizi çekti mi, zalimdir o şarkılarda kadınlar...
Vicdansızdır...
Ya erkeğin aşkına karşılık vermemişlerdir, ya bırakıp gitmişlerdir, ya başka yar bulmuşlardır falan... Ve erkek almıştır sazı eline...
Sürünmekte, yanmakta, ölüp gitmektedir artık.
Söz konusu şarkıların, türkülerin, bütün kadınların içinin yağlarını eriten bir yanı vardır yani. Bizim yapamadığımızı hiç olmazsa oralardaki hemcinslerimizin beceriyor olması fena mıdır?
***
Fakat...
Bilmiyorum gerçekte o özgürce seven, sevilen; erkeği peşinde süründüren kadınları gören var mı?
Ha bire öldürülen kadınları görüyoruz daha ziyade.
Erkeklerin elindeyse saz yerine silah.
Öldürülüyor kadınlar.
Sevdi diye... Sevmedi diye...
Ayrılmak istedi diye...
Evlenmek istedi diye...
Evlenmek istemedi diye...
Doğurdu diye... Doğuramadı diye...
Oğlan değil kız doğurdu diye...
"O türküler yalan!" diye bağırmak geliyor insanın içinden. "Hadi be! Hayatlar sevdalarla değil, cehaletle, vahşetle örülü" diye...
"Gözünü kırpmadan kardeşini, karısını, kızını, annesini öldürebilen adamın yüreğinde sevda ne gezer" diye bağırmak...
Hadi töre denen illeti bir yana bırakalım, kim dövüyor kadını en çok?
Sahi, bu ne yaman çelişkidir?
Bundan sonra kimse türküler yakmasın sözde sevdiğinin kaşına gözüne!
Üç gün sonra analar ağıt yakacaksa eğer...
Kandırmasınlar bizi!
MIŞ-MUŞ
Türkiye’de bir kadın 64 yaşında ilk çocuğunu doğurmuş.
Azimle "şey eden" taşı delermiş!
*
Hamdi Alkan bir filmdeki rolü için 15 kilo almış.
"Hamdi Bey, 15 kilo almanız gerekiyor" dedikleri an hayatının en mutlu anıdır herhalde... Kendini incecik hissetmiştir.
*
Japonların ekonomi gurusu "Türkiye 10 yıl sonra Japonya gibi olur" demiş.
Ah beyefendi, bizi daha önce ne gurular beğendi ama...
Yazının Devamını Oku 10 Ekim 2006
"BİR stilin bile yok!" dedi kardeşim.<br><br>Hakkaten yav! "Stilim stilsizlik" desem yutturabilir miyim acaba?
Fakat ben ne söylesem boş.
Zira insanlar kendi karar veremiyor buna. Birileri kapıyı çalıp stilinizin geldiğini haber veriyor.
"Sizin stiliniz de stilsizlik" diyebilirlerdi bana da.
Bu bile olmayınca stil de olmuyor haliyle!
Kardeşim haklı yani.
Hayır, bundan böyle orada burada ahkám keserken "Stilin kadar konuş!" derlerse... Ona yanıyorum.
Çünkü esas kalabalıkların karşısında lazım insana bu stil. Yoksa evde tek başına otururken kimseye bir faydası yok. Sıcak tutmaz, ekmeğin üstüne sürülmez, koyna alınıp yatılmaz falan filan. Yani stilinizin faydasını görmeniz için insan içine karışacaksınız.
Fakat neyse ki stili olmayan çok insan var.
Daha doğrusu stili olan sadece 37 kişi var Türkiye’de.
Bir jean firması, bakmış etmiş, 37 stil sahibi kadın ve erkeği tespit etmiş; şimdi onların dünyaca ünlü bir fotoğrafçı tarafından İstanbul fonu önünde çekilmiş fotoğraflarından oluşan bir kitap hazırlatıyormuş.
37 kişinin içerisinde kimler var... Eda Taşpınar, Ertekin, Teoman, Athena Gökhan, Cemil İpekçi, Nil Karaibrahimgil, Sinan Çetin ve eşi, Ali Taran ve oğlu.
Hakikaten baktığınızda stil nedir bilmeyen bir adamın bile bir başkalık bulduğu kişiler hepsi. Bana da "yap bir liste" deseler aynı isimleri bulur çıkarırdım.
Fakat biraz daha uzun tutardım listeyi.
Firma nekes davranmış biraz.
Bakın, yanlış anlamayın, kendim için bir şey istiyorsam namerdim!
Benim mücadelem Ciguli için.
Evet, Ciguli.
Vallahi şaka yapmıyorum.
Nedir kriter?
"Duruş" değil herhalde. Öyle olsa "Eda Taşpınar nerede duruyor?" diye sorarlar adama.
"Eşi benzeri olmamak"sa, var mıdır Ciguli’nin benzeri?
"Bir renkte, bir aksesuvarda, bir saç biçiminde ısrar"sa, Ciguli’nin şapkasının nesi var?
Bilmiyorum gerçi fotoğraflar nasıl çekildi, yani herkese firmanın birer pantolonunu mu giydirdiler... Yok muydu Ciguli’ye göre bir pantolonları?
Bence kitabın ikinci, üçüncü ciltleri hazırlanmalı.
Bırakın Ciguli gibi kaç kişinin atlanmış olmasını, "Türkiye’nin stil sahipleri", "Türkiye’nin gölleri" gibi sabit kalmayacaktır. Arkadan habire taze stil sahipleri gelecektir. "Türkiye’nin vilayetleri" bile 67’de kalmazken...
MIŞ-MUŞ
* 74 yaşındaki Liz Taylor, 9’uncu kez evleniyormuş.
Damat sağlık memuru falan olsa bari.
* Meclis yaşlanıyormuş.
Fakat eşleri bir bir gençleşeceğe benziyor.
* Mustafa Denizli, 20’lik sevgilisiyle gazetecilere yakalanmış.
Sen de mi Mustafa?!
Yazının Devamını Oku