15 Temmuz 2007
TÜRK Edebiyatı’nın prensi Tuna Kiremitçi, İclal Aydın’la evliliğinin edebiyat dünyasını, boşanmasının ise magazin dünyasını kızdırdığını ifade etmiş Vatan’daki köşesinde. Bu iddia üzerinde biraz durmak isterim doğrusu. Anlamadığım birkaç nokta var çünkü. Hani yüksek sesle düşünüp sorular sorarsam belki anlarım umuduyla...
Edebiyat dünyası, Tuna Kiremitçi’nin İclal Aydın’la evlenmesine neden kızsın?
Her şeyden önce böyle bir gelenek var da bizim haberimiz mi yok?
Yani daha önce de mensuplarının evliliklerini onayladığı ya da onaylamadığı olmuş mu edebiyat dünyasının?
Ne yani, dışarıdan kız almak yasak mı o dünyada?
Hem Tuna Kiremtçi kendisinin edebiyat dünyasının içinde (ifadesinden bu anlaşılıyor), İclal Aydın’ınsa dışında olduğuna nasıl karar verdi acaba?
Neye göre?
İclal Aydın’a hakaret ettiğinin farkında mıdır Tuna Kiremitçi?
Geri döndüğü ilk eşinin gönlünü almanın yollarından biri olabilir mi bu saygısızlık?
Ha, Tuna Kiremitçi belki de edebiyat dünyasının, İclal Aydın’la evlenmesine değil de iki "birinci" arasına bir "ikinci" sıkıştırmasına kızdığını anlatmak istiyordur.
Fakat benim bildiğim edebiyat dünyası, yazarların gönül işleriyle ilgilenmez. Ne bu, ne öteki türlüsüyle. Dolayısıyla kimseye kızmaz. Kızsa Názım Hikmet’e kızardı.
Ha, bakın şu olabilir ama:
Tuna Kiremitçi dergilere sevgilisiyle ya da karısıyla artistik pozlar veren ilk yazar olduğundan edebiyat dünyası ve de okur dünyası bir şaşkınlık geçirmiştir.
Diyeceğim, edebiyat dünyasıyla arasında bir sorun varsa, sebebini bir daha düşünmesi iyi olur Tuna Kiremitçi’nin.
Gelelim magazin dünyasının "kızgınlığı"na...
Magazin dünyası, iki popüler insanın boşanmasına kızmaz, tam tersine iş çıktı diye bayram eder.
Nitekim az işlememiştir konuyu.
* * *
Aynı yazıda, arkadaşlarının kendisine neden köşe yazdığını sorduklarını da ifade ediyor Tuna Kiremitçi. Bunun doğru cevabı, "Pakize Suda’yla, Seda Sayan’la dalaşmak için" olabilir mi acaba?
Bakın edebiyat dünyası bu gibi şeylere de takmış olabilir. Bu da ilk oluyor çünkü. Daha önce misal, Orhan Pamuk’un Seda Sayan’a laf soktuğunu duydunuz mu hiç?
Bana gelince...
Nasıl olduğunu anlamadan Tuna Kiremitçi’yle aramızda bir husumet oluştu. Oysa gazetede İclal Aydın’ın "İki gamzeli edebiyatçıyız" dediğini okuyunca bunu tiye alan bir yazı yazmıştım sadece. Onlar da iki köşeci olarak takdir ederler ki duymazdan gelinecek bir söz değildi.
Yoksa ikisinin de ne şahsına ne yazarlığına bir laf etmiştim.
Fakat Tuna Kiremitçi’nin içine işlemiş olmalı ki söz konusu yazısında bana da dokundurmuş.
Ne yapalım... Karşılıklı dokunduracağız artık.
Edebiyat dünyasına benden söylemesi, Tuna Kiremitçi’den hayır beklemesin bundan böyle.
O, bizden biri oldu.
MIŞ-MUŞ
Evde patron kadınmış.Bu iyi haber. Bir de kötü haberim var kızlar, Türkiye’de değil, ABD’de.
Erdoğan, Baykal için "Yaşı 70 oldu ama hálá etik yok" demiş.Etik yaşta değil baştadır!
ÖSS’de 27 birinci çıkmış.Biraz güzellik yarışmaları gibi olmuş; sempati güzeli, şampuan güzeli derken taçsız kız bırakmazlar ya hani...
Yazının Devamını Oku 14 Temmuz 2007
Okuyacağınız yazının bir girişi, gelişmesi, sonucu yoktur. Mesajı... Hem var hem yoktur. Ana baba ve bir çocuk.
Çocuk bir yaşında var, yok. Annesinin kucağında.
Baba çocuğa komut veriyor...
"Öpücük yolla!"
Yolluyor çocuk.
"Göz kırp!"
Kırpıyor çocuk.
"Bıktım yap!"
Çocuk tişörtünün yakasını sallıyor.
Sonra baştan... "Öpücük yolla!", "Göz kırp!", "Bıktım yap!".
Sonra bir daha, bir daha, bir daha... Ne baba doyuyor ne çocuk itiraz ediyor.
Dayanamayıp çıkıyorum bulunduğumuz yerden.
*
Bir erkek, bir kadın.
Orta yaşlarda ikisi de.
Kahve içip sohbet ediyorlar.
Hareketlerinde bir tedirginlik, cümlelerinde resmiyet var. Yeni tanışmışlar belli ki.
Fakat nasıl her konuda anlaşıyorlar...
Memleketle ilgili mühim meseleler konuşuyorlar meselá... Hep aynı fikirdeler.
Aynı fikirde oldukça keyifle sandalyeye biraz daha yerleşiyorlar. Gözlerinde "öteki yarımı buldum" ifadesi.
Bir zaman sonra tekrar rastlayabilsem keşke onlara!
*
Üç kadın.
60-65 yaşlarında.
Üçünün de bacakları şiş. Ayakları da. Burnu az açık, arkası bantlı bej rengi ayakkabıları iki numara küçük duruyor.
Etekleri, bluzları, çantaları da birbirine benziyor.
Ortak bir ahbaplarını ziyaretten dönüyorlar.
Biz, orada bulunanlar, hiçbirini tanımıyoruz.
Ama artık o ziyaretinden dönülen kadın hakkında her şeyi biliyoruz.
Oğlunun ortağından ayrıldığını...
Geliniyle arasının limoni olduğunu...
Hangi semtte evini kaça satıp, şimdi oturduklarını kaça aldıklarını...
O gün, o üç kadına, neler ikram ettiğini...
*
Bir erkek, bir kadın
Kadın 40’lı yaşların başında, erkek sonunda gibi.
Balık yiyorlar.
Araları iyi.
Birbirlerinin ağzına çatalla bir şeyler uzatıyorlar. Aşkla olmasa da şefkatle.
Sakinler.
Az konuşuyorlar.
Sonra birden çok konuşmaya başlıyorlar.
Ama yine sakin.
Adam yerinden kalkıyor, sandalyesini özenle, yavaşça, masaya doğru iterek yerleştiriyor ve gidiyor. Sakin sakin.
Bir daha da gelmiyor.
Kadın önce şaşkın, etrafına bakıyor, "Ne dedim ben şimdi" der gibi.
Sonra adamın orayı terk etmesi dünyanın en normal durumuymuş gibi yemeğine devam ediyor.
Bense bir halden ötekine nasıl bu kadar çabuk geçtiklerini düşünüyorum.
Benimkisi merak
Nadir de olsa çok uzun yıllar komada kalıp uyanan hastalar oluyor. Okuyoruz, duyuyoruz.
Türkiye’de birinin başına gelseydi böyle bir şey...
Ya da "Uyuyan Prenses" gerçek, hem de Türk olsaydı.
Yıllar önce yattığı uykudan bu günlerde uyansaydı.
Uykuya daldığı günlerde fidan gibi delikanlı olan Bülent Ersoy’un evlendiğini öğrenecekti meselá.
İlk duyduğunda bunun normal olduğunu düşünecekti elbet. Hatta Ersoy’un bu iş için geç kalmış olduğunu.
Fakat "damat" değil de "gelin" olduğunu öğrenince...
Veya yıllardan beri "solcu" denince ilk akla gelen isimlerden olan, Cumhuriyet Gazetesi yazarı İlhan Selçuk’un, MHP’yi desteklediğini, hatta onlara oy vermekten çekinmeyeceğini söylediğini duyunca.
Ne düşünürdü acaba?
Bizler zaman içerisinde yavaş yavaş bu noktaya geldiğimizden bir şey düşünecek halde değiliz.
Yanlış anlamayın, ne Bülent Ersoy’a, ne İlhan Selçuk’a bir dediğim var. Kimseyi eleştirmiyor, kınamıyor, ayıplamıyorum. Özellikle İlhan Selçuk konusu beni aşar.
Benimkisi bir merak sadece.
Bizi alıştıra alıştıra gerçekleşen durumların, bu durumlarla birdenbire karşılaşanlar üzerinde ne gibi etki yapacağını merak ediyorum.
Gördükleri karşısında, yeniden, bu sefer ölmeye yatmayı mı ister yoksa "Uyurken aklım uçmuş benim, hatlar birbirine karışmış belli ki" diye mi düşünür...
Hayat çok monotonmuş gibi geliyor, "öf hep aynı şey!" falan diyoruz ama... Şu iki olay bile hayatın aslında ne sürprizlerle dolu olduğunu anlamamıza yetiyor. Sadece beş, on sene uyuyacaksınız.
MIŞ MUŞ
Kök hücreyle meme büyütülmüş.Bir zamanlar Neşe’nin kepek sorunu vardı, artık meme sorunu var.
İbrahim Tatlıses "Kadın bakanı olmak isterim" demiş. Kadından sorunlu Bakan.
Güneş Sistemi’nin sırrı eylülde çözülecekmiş.Bugüne kadar bildiklerimiz söylentiden ibaret miydi?
Yazının Devamını Oku 12 Temmuz 2007
BİR araştırma yapılmış... Türklerin diğer milletlere göre, güne daha mutlu başladıkları çıkmış ortaya.
Fakat göstermiyoruz demek. Bu yaşıma geldim, sabah sabah yüzünden mutluluk okunan birine rastlamadım zira henüz.
Hatta günün hiçbir vaktinde görmedim diyebilirim.
Hani bu ülkeye yolu düşen, hakkımızda pek de bilgi sahibi olmayan biri, başımıza az önce bir felaket geldi zannedebilir.
Gerçi yabancılara karşı güler yüzlüyüzdür Allah için. Misafirperverlik var ya serde... E, araştırmayı yapan şirket de uluslararası bir şirketmiş zaten. Denekler gülümsedikçe, mutlu olduğumuz sonucunu çıkardılar demek.
* * *
Bizim derdimiz birbirimizledir.
Sabah olup da adımımızı sokağa attığımızda önümüze ilk gelene sinir olmakla başlarız güne.
Hayvansal bir içgüdü müdür artık...
Köpekler yaşadıkları yerin dört bir yanına "koku" bırakmak suretiyle bir nevi "kurtarılmış bölge" oluştururlar hani... Bizimkisi de o hesap olabilir.
Fark, bizim hákimiyet alanını biraz geniş tutmamız. Yaşadığımız şehrin hatta Türkiye’nin tamamı şeklinde. Bu durumda karşımıza çıkana "Senin en işin var burada!" ifadesiyle bakışımız normaldir!
* * *
Gelelim araştırmanın diğer sonuçlarına.
Türkler, İngilizler ve ABD’lilerden daha geç kalktıkları halde evden daha erken çıkıyorlarmış.
E, normaldir!
Hatta iyice araştırsalar, Türklerin yataktan kalkmalarıyla evden çıkmaları arasında geçen sürenin bir dünya rekoru oluşturabileceğini de görürler.
Erkeklerden bahsediyorum daha ziyade. Onların da haftada bir yıkanıp, haftada bir tıraş olup, haftada bir gömlek değiştiren, adeta ortada "haftalık dergi" gibi dolaşanlardan. Zaten araştırma şirketi de Mustafa Koç’u seçmemiştir herhalde Türkiye’nin durumuna bakmak için.
Diyeceğim, tıraş olmak, duş almak, diş fırçalamak falan olmayınca, yataktan doğrulmakla akşamdan sandalyenin üstüne bırakılmış pantolonla gömleği giyip kapıdan çıkmak arasında geçen süre ne ise, o.
Sabahları karşınızdakinin yüzüne bakarak en son hangi tarafına yattığını anlayabilirsiniz mesela. Yanağında yastığın izi duruyordur.
Ha, bu tipler kahvaltıyı da haftada bir pazar günleri yaparlar. Öteki günler aç kaldıklarından değil. Şöyle söyleyeyim, özel, resmi, büyük, küçük herhangi bir işyerinin kapısına dikilin bir sabah, elinde poğaça paketi olmayan birinin içeri girdiğini görürseniz bana haber verin.
Bir de Türklerin sabah ilk iş olarak telefona sarıldıkları çıkmış araştırmadan.
Bu da doğrudur.
Ben de zaten ne zamandır "Her Türk cep telefonuyla doğar" diyecektim, bu vesileyle demiş olayım.
MIŞ-MUŞ
Barış Akarsu’nun heykeli dikilecekmiş.
Milletçe vakitsiz ölüm eksikliği çekiyormuşuz meğer.
Antalya’da kepenek giyen Ağar, "Millet ciddiyet arıyor, şovmenliğe gerek yok" demiş.
Ben ne diyeyim, haber-yorum burada.
Lerzan Mutlu da bikiniyle objektiflere yakalanmış.
Şu "yakalanma" fiilinin yeni tarifi artık sözlüklerde yer almalı.
Yazının Devamını Oku 10 Temmuz 2007
ARTIK çok iyi biliyoruz ki çok az kişinin bir partisi var.<br><br>Klasik ama en doğru benzetmeyle futbol takımı gibi vazgeçilmez olan... Ya da ne bileyim aile geleneği olmuş, dededen beri süregelen bir particilik durumu...
Yok artık.
Aksi halde bir seçimde birinci, öteki seçimde baraj altı olur mu bir parti?
Her seçim öncesi "seçim" yapıyoruz hakikaten.
Katalogdan ürün seçer gibi...
Neler var bakıyoruz.
Sağdan soldan akıl alıyoruz. O akıl aldıklarımız iyi pazarlamacıysa eğer "E, hadi bari" biz de o partiye oy vermeye niyetleniyoruz.
Bu durumda afişler, gazete ilanları, kampanyalar önemli oluyor.
Olmalı yani.
Madem herkes ha bire saf değiştiriyor...
Fakat gelin görün ki deterjan reklamında harikalar yaratan reklamcılar siyasi partiler söz konusu olduğunda adeta kabızlaşıyor.
Bakıyorsunuz bir tane "çarpıcı" iş çıkartan yok.
Ellerindeki ürüne inanmadıklarından mıdır artık...
Yapılanlar "yasak savma" kabilinden şeyler.
CHP’ninkine bakıyorum mesela...
"Her alanda eşitlik sağlanacak
Kadınlarımız kazanacak."
Ya da
"Devleti soydurtmayacağız
Ülkeyi böldürtmeyeceğiz."
İyi.
Kimsenin "eşitlik sağlanmasın" veya "devlet soyulsun" dediği yok.
Fakat sorarım size "Heyecan var mı heyecan?"
* * *
DP’ninkine gelince...
Bir anlasam yorum yapacağım.
"İşçi, Çiftçi, Köylü, Sanayici, Memur, Esnaf, Kentli, Emekli, Asker, İşsiz Babası, Eğitimci, Polis, Aile Babası, İşadamı, Devlet Adamı, Millet Adamı, Demokrat Parti Genel Başkanı, Türkiye’nin Yeni Lideri Mehmet."
Kim kimin nesi?
Mehmet Ağar "İşçi", "İşadamı", "İşsiz Babası" mı yoksa, "işçi"nin, "işadamı"nın "işsiz babası"nın lideri mi?
"Ne önemi var?" diyeceksiniz.
İşte ben de tam bunu diyorum, "önemsiz".
Fakat "çiftçi", "köylü", "esnaf" falan deyince "Demokrat Parti" ruhu canlanmış hakikaten. İnsan kendisini 50 yıl geriye gitmiş hissediyor!
AKP’nin kampanyasına bir şey demiyorum.
Dünyanın en zor işi, iktidar partisini pazarlamaktır herhalde.
Beş senedir mal meydandadır zira.
Ne dense boştur.
Bu açıdan bakınca AKP ne yapsın, bir şeyler geveliyor işte. "Türkiye’yi dünyanın parlayan yıldızı yaptık."
"Kayan yıldız olmasın da" diyesi geliyor insanın.
Size bir şey diyeyim mi, dalga geçtik falan ama yine en iyisi GP’ninki.
"Barajı aştık. Mazot 1 YTL olacak."
Hiç değilse üstüne espri yapılabiliyor.
Fakat hariçten gazel okumak kolay tabii. Kampanyaları hazırlayanlara hak vermiyor değilim. Yine de bir şeyler yapmışlar. Ben olsam partilere bakar, bakar, bakar "Alaska’da vantilatör sattırmak daha kolay" der, çeker giderim.
MIŞ-MUŞ
Enrico Masias’la 31 yıl sonra düet yapan Ajda Pekkan, "Salaklığımdan bu adamı kaçırdım" demiş.Ben esas 31 yıl sonra sadece bir yaş almış olan Ajda’yı görünce, Enrico Masias ne dedi, onu merak ediyorum.
Baykal, "Erdoğan Avarel, ben de Red Kit’im" demiş.Ah keşke! Kitapta kalırdınız hiç olmazsa.
Yazının Devamını Oku 9 Temmuz 2007
İnsan en çok kendine yabancıymış.<br><br>Sahiden de... Karşımızdakinin kendini tarifi, bakarsınız sizin izlenimlerinize hiç uymaz.
Fiziken de aynı...
Konuşurken, gülerken yüzünüzün aldığı şekilden, mimiklerinizden, arkadan nasıl göründüğünüzden bir tek sizin haberiniz yoktur.
Gözünüzü kapatıp, tanıdıklarınızı geçirin aklınızdan bir bir... Yürürken, otururken, yemek yerken, hatta uyurken... Her hali, her açıdan gözünüzün önündedir.
Kendinizi düşünün bir de...
Bir tek ön cephe!
Aynada her sabah ne görüyorsanız, o.
Sesimize de yabancıyızdır.
Arkadaşlarınızla sohbet ederken basın teybin düğmesine... Dinleyin sonra. Tanıdık seslerin arasında bir yabancı ses gelecektir kulağınıza.
Ben bile her gün televizyonlardayım, kendimi göre göre, sesimi duya duya bir hal oldum, hala her seferinde "Bu kim?!" diye irkiliyorum.
***
Konuyu derinleştirip felsefe yapacağımı zannetmeyin. Tam tersi iyice "aşağı" inip lafı popoya getireceğim.
Kadınlar arkadan nasıl göründüklerini önemsemeye başlamışlar.
Arka deyince tabii, başrol poponun oluyor haliyle.
Neden "haliyle"?
Arka cephede en çok reytingi o alıyor çünkü.
Seyredilme oranı en yüksek bölge!
İşte bunu bildiğinden kadınlar, popo bakımına başlamışlar.
Gerçi epeydir takviyeli külotlar, kaldıran külotlu çoraplarla falan bakımı yapılmış olmasa da bakılası hale getiriliyordu popolar. Fakat yaz gelip de bikiniler giyilince kışlık poponuza aşina olanların "A, bu o mu!" demesi kaçınılmazdı.
Şimdi işte, çıplakken de dik, üstüne bir de diri ve pürüzsüz görünmesine çalışılıyormuş.
Güzellik salonlarının en yeni hizmeti buymuş.
Şöyle anlatılıyor yapılan iş:
"Kremler ve masajlar aracılığıyla vücudunuzun o bölgesini sıkıştırarak, kaldırarak, renklendirerek, nemlendirerek, gözeneklerini, tüylerini ve sivilcelerini temizleyerek plajlarda herkesin gözünü alacak biçimde cilalama!"
Ondan sonra plajlarda güvenle gezebiliyorsunuz.
"Güven" dedimse "kendinize güvenmek" anlamında. Yoksa popo fetişisti erkeğin bol olduğu plajlarda cilalı poponuzla ne kadar güvende olursunuz bilmem.
Ne diyeyim...
Ömür biter kadının derdi bitmez.
Lakin biraz da kendi aranır, o da ayrı mevzu.
Yazının Devamını Oku 8 Temmuz 2007
KAHRETSİN!<br><br>Yine atlamışım işte! Ben bunu hep yapıyorum.
Kendimi dünyaya kapatıyorum... Sonra bir bakıyorum ki...
Mesela Barış Akarsu adında bir genç adam Türkiye’nin ikinci Barış Manço’su olmuş, benim haberim yok.
Yaptığı müziğin, rol aldığı dizinin illaki beni yakalamış olması şart değil. Bilmem, tanımam lazımdı. Eline kalem alıp ortaya çıkmış biriyim madem...
Kimse bilmese ben bilmeliydim.
Oysa tersine bir ben kalmışım.
On gündür yerin dibindeyim. Bir girdim, bir daha çıkamıyorum. Gazeteler, televizyon izin vermiyor.
Hangisini açsam Barış Akarsu’nun ne mükemmel, ne büyük, ne başarılı, ne iyi, ne eşi benzeri bulunmayan biri olduğunu öğreniyorum.
Ve ben bu insanı kaçırdım, düşünebiliyor musunuz?
Kıyısından da olsa, bir medya mensubu olarak üstelik.
Kendimi asla affetmeyeceğim!
"E, basın da Barış’a sağlığında hak ettiği değeri vermedi, onun için tanımıyor olabilirsin" falan deyip teselli etmeye kalkmayın beni!
Tanıyan nasıl tanıdı o zaman?
Hastanenin bahçesindeki, internetin başındaki binlerce insan?
Onların evine özel tanıtım broşürü mü gitmişti?
* * *
Türkiye ikiye ayrıldı.
Zamanında, Barış’ın müziği ve insanlığıyla tanışmış olanlar ve bundan habersiz olan ben!
Buna ikiye ayrılmak denmez tabii, saçmalıyorum.
Doğrusu, benim bir nevi "ayrık otu" oluşum.
Ben Tarkan’da takılıp kalmışım arkadaşlar...
Meğer Türkiye’nin başka ilahı varmış artık. Hatta neredeyse Atatürk kıvamına gelmiş Barış Akarsu.
Ölüm acı.
Genç ölümler daha acı.
Pisi pisine, kazaya kurban gitmek daha da acı.
Kim olursa olsun giden... Adı sanı bilinsin, bilinmesin.
Ben de ağladım elbet Barış’ın ölümüne. Çok üzüldüm.
Fakat ne kadar üzülürsem üzüleyim, hep bir suçluluk duygusu içindeyim.
Sanki geri kalıyorum herkesten.
28 yaşında, hayatının baharında bir adamın ölümüne üzülüyorum çünkü. Hani bu ülkede sık sık yaşadığımız ölümlere üzüldüğüm gibi. Onlar kadar.
Oysa açıyorum gazeteleri... Daha fazla üzülmem gerektiğini görüyorum. Herkes öyle yapıyor çünkü.
Onun için sizden rica ediyorum, beni sık sık bilgilendirin!
Kaybının Türkiye’yi derinden sarsacağı kişiler konusunda...
Zamanında farkına varayım, kıymetlerini bileyim.
"Her ölüm büyük kayıptır" demeyin!
Tamam ölenin yakınları için öyledir de, ben "Türkiye için büyük kayıp" olacaklardan söz ediyorum. Ölümü neredeyse "ulusal yas ilanı" gerektirecek olanlardan.
Ben bir salak yazarınızım zira.
Sahiden, ayırt edemiyorum, anlayamıyorum, fark edemiyorum. Sonra böyle eksik kalıyorum. Kimi kaybettiğimizden habersiz... Sadece genç bir ölüme yanıyorum. O da az geliyor işte!
Rica ediyorum, önceden gösterin bana.
MIŞ-MUŞ
Seda Sayan da bikiniyle yakalanmış.
E, ötekilerden nesi eksik?
Erkekler de kadınlar kadar çok konuşuyormuş.
Şimdi topumuza bir "dinleyen cins" lazım.
Yazının Devamını Oku 7 Temmuz 2007
Balçiçek Pamir’in Erol Evgin’le yaptığı söyleşiyi (2 Temmuz Pazartesi/Sabah) okudum da... Erol Evgin efendiliğin kitabını yazmış adamdır hakikaten. "Nerede o eski İstanbul beyefendileri" diye hayıflandığınızda dönüp Erol Evgin’e bakın, yüreğinize su serpilsin.
Aynı şekilde, 50 yaşına gelmiş ve kocasını bir "taze"ye kaptıracağı günü endişeyle bekleyen kadınlar da Erol Evgin’e bakarak rahatlayabilirler.
34 yıl olmuş Erol Evgin evleneli. Hálá eşiyle mutlu mesut oturuyor. Demek böylesi de olabiliyor.
Bir yandan da iş ve sanat hayatını birarada, hem de "idare eder" değil, "başarılı" bir şekilde götürüyor oluşu var.
Bütün bunlardan, Erol Evgin’i tanımayan biri, sinameki bir tip olduğu sonucunu çıkarabilir.
Değil oysa.
Gayet eğlenceli, renkli, sosyal biri kendisi.
Böyle hepsinin biraraya gelmesine insan hayret ediyor doğrusu. Pek sık rastlamıyoruz zira. Çoğunluğun bir tarafından bir tarafı aksıyor mutlaka. Bu açıdan bakınca, benim için esas "uzaylı", Erol Evgin’dir.
*
Fakat bir laf etmiş sözkonusu söyleşide... Evliliklerden bahsederken...
"Neco karısına ve kızlarına geri dönecek"
Hoppalaaa!
Neco kızlarını da mı terk etmişti?
Bunu Neco’nun eşi Oya söyleseydi anlardım. Boşanmak zorunda kalan çoğu kadın yapar bunu çünkü. Erkeğin, kendisini terk etmekle, çocukları da terk etmiş sayılacağına inandırırlar, hem çocukları, hem erkeği. Ellerini güçlendirmek için yaparlar bunu.
"Babanız bizi terk etti"
Hayır, babalar çocuklarını terk etmez aslında. Fakat kadın bilerek, isteyerek öyle bir ortam yaratır ki, çocuklar da babalarıyla boşanmış gibi olurlar hakikaten.
Birtakım aklı başında insanlara dikkat ediyorum, babalarının onları başka kadın için terk ettiğini söylüyorlar çocukluklarından söz ederken. Öyle belletilmiş onlara, bir daha da sorgulamamışlar belli ki.
Ha, sahiden terk edip giden yok mudur? Arkasına bakmayan?
Vardır ama az.
Ve o azın çoğu da artık kadının hırsıyla baş edemeyip pes edenlerdir.
Tamam, erkekler için daha kolaydır ikinci hayata başlamak, hatta bu açıdan bakınca "çocuk kadınındır" da diyorum ama bu, babaların çocuklarını terk ettiği anlamına gelmez.
Neco’yla kızları arasında olan şey, kızların anneleri adına babalarına kırgınlık duymalarıdır en fazla. O da gelip geçicidir.
Ha, bir de kız çocukları áşıktır ya babalarına... Anneleriyle bile paylaşamazlar hani zaman zaman... Olsa olsa böyle bir şeydir.
Özetle, Neco kızlarını terk etmemiştir ki geri dönsün!
Hem Neco’nun kızları yaşları itibarıyla da "terk edilmiş" olamazlar.
07.07.07
Benim de hiç değilse yazı günüme denk düştü.
Vardır bir anlamı elbet. Şans her bir tarafıma gülecek midir artık... Yoksa eşekler ayağa mı kalkacaktır...
Boru değil!
Dünyanın her yerinden binlerce çift, bugün nikáhlanabilmek için aylardır uğraşıyor.
Neymiş, Musevilik, Hıristiyanlık, Müslümanlık 7 rakamını uğurlu sayıyormuş!
Bunu anladık da, peki dünyanın geçen sene 06.06.06 için koşuşturması neydi?
Hem de üç tane 6’nın yan yana gelmesi şeytanla ilişkilendirildiği halde?
Bana göre en doğru gerekçe biz Türklerinki. Nikáh kuyruğunda bekleyenlere sormuşlar, akılda kalacağı için bu tarihi istiyorlarmış.
Makûl geldi bana. Çünkü kadınlar, erkeğe her şeyi belletmeyi başardılar, bir tek evlilik yıldönümünü ezberletemediler. Bunu ana-babalarından bilen kızlar demek bir de bu yolu denemeye karar verdiler.
Aslında onlar da biliyorlar ki, erkek kısmının evlilik tarihini aklında tutamayışı tarihin zorluğundan değildir. Zorluktan olsa tuttuğu takımın futbolcularının doğum tarihlerini de hatırlayamaz. Halbuki sorun, bakın, sırf futbolcuların değil, masörünkini bile söyleyecektir.
Peki bu da değilse nedir 666, 777 ısrarı?
Ne bileyim...
Belki de ele güne karşı telefon numarası gibi kullanacaklar evlilik tarihini. Hani zikrettiklerinde karşı tarafın kolayca aklında kalsın... Çabucak ezberlesin cümle álem...
"Bizim evlilik tarihimizin elálemin hafızasında işi ne?" diyeceksiniz.
Haklısınız.
E, peki nedir o zaman?
Hoşluk.
Evet, maksat hoşluk olsun.
Ki işte bunu bütün kalbimle destekliyorum.
Zira evlilik, hoşluk takviyesi ister hakikaten. Yoksa tek başına... I-ıh. Ne kadar hoşluk yaparsanız, o kadar iyi.
Nitekim bir turizm şirketi sahibi geçtiğimiz günlerde üç nikáh iki düğün yaptı evlenirken. Biri uçakta, öteki harabelerde, beriki Kızıldeniz’de falan...
Bazılarının 30 yıl sonra tekrar gelinlik giyip nikáh tazelemesi, davet vermesi falan nedendir zannediyorsunuz? Birbirlerine doyamadıklarından değil, tam tersine... Hoşluk yardıma çağırılır.
MIŞ MUŞ
Aldatılan kadın tüfekle kahve basmış.
Körle yattık şaşı kalktık.
Ağar "İşyerinde cinsel taciz bitecek" demiş.
Gitti erkek seçmenin oyları!
Mağara adamı diyetiyle diyabeti önlemek mümkünmüş.
E, üç adet ızgara köfte için ava çıkılacaksa her gün, insan yemekten içmekten tamamen vazgeçebilir hatta.
Yazının Devamını Oku 3 Temmuz 2007
ŞU sıralar eskilerin "Ağustosun yarısı yaz yarısı kış" sözüne bel bağladım ki bir yaz áşığı olarak en kabul etmek istemediğim tespitti. Şimdiyse doğruluğuna duacıyım diyebilirim. Kış gelsin ve uzun sürsün.
Mart kapıdan baktırsın, kazma kürek yaktırsın falan...
Nisan yağmurlarından başımızı alamayalım...
Türklerin hava durumu sohbetleri ünlüdür biliyorsunuz. İki kişi bir araya geldik mi ilk iş havadan söz ederiz. Olağanüstü bir durum olması da gerekmez. Mevsim normalleri yeter. Yazsa sıcaktan, kışsa soğuktan açarız lafı.
Yani "havadan sudan" konuşmayı mecazi anlamından çıkarmışızdır.
Bu yıl küresel ısınma hayırlara vesile oldu, kendimizi geliştirmeyi kısmet etti bize!
Konunun sınırlarını genişlettik.
Herkes birbirine döktüğü ter miktarı hakkında bilgi veriyor falan...
Efsaneler bile yarattık.
Mesela, Akhisar’da kadının biri, vücudundaki suyun buharlaşması sonucu 28 kiloya inmiş!
Urfa’da bir vatandaş eriyen asfalta karışmış, çevredekiler itfaiyeye haber vermişler! (Sahi hangi merciden yardım istenir böyle durumda?)
Böyle şeyler.
* * *
Aslında bir "acil eylem planı" lazım. Deprem gibi.
Bakın sahiden depremi beklerken bu çıktı geldi. Afrika asıllı sıcak!
Depremden de beter üstelik.
Deprem ya olur ya olmaz, bununsa her sene olacağı garanti.
Deprem geldi mi üç-beş saniye sürüyor, buysa en az üç ay. Hatta bundan böyle bizi hiç terk etmeyeceğini söyleyenler de var. Bir tek sıcaklarla yaşamaya alışmamızı söyleyip duran Işıkara’mız yok.
Belki deprem çantasının (var mı hálá) yanına bir çanta daha ilave etmemiz lazım. Bir adet pilli vantilatör, birkaç yelpaze, mini buzluk, şıpıdık terlik... Belki bir de kese.
Fakat çantayı alıp nereye kaçacaksınız? En yakın serinlik Sibirya’da.
Dedim size depremden beter diye.
* * *
Ne yapılabilir kurtulmak için diye düşünüyorum da...
Telkin işe yarar mı mesela?
Kendi kendimize "Aslında çok sıcak değil" diye tekrarlamanın bir faydası olur mu mesela?
Ya da "The Secret"ta önerildiği üzere soğuğu çağırsak gelir mi?
Hep beraber istesek...
Yağmur duası da bir nevi böyle bir şey herhalde.
Şu satırları kaleme aldığım sırada hava gayet iyi aslında. Fakat bu, hız almak için önce biraz geri gitmek gibi bir şey. 60 dereceyle geri döneceği söyleniyor zira.
Haritalar değişecek diyorlar...
Coğrafya hocamın sağsa kulakları çınlasın, ezbere harita çizdirirdi bize. Çoğu yerde çuvallardım. Şimdi karşıma çıksın isterim hocam... "Öngörüydü benimkisi, kıymetimi bilemediniz" demek için.
Fakat bu sıcaklar hiç değilse Afrikalıları anlamamıza yardımcı oldu. Neden yüzlerini gözlerini boyayıp, sabahtan akşama çığlık atıp dans ettiklerini biliyoruz artık. Gölgede 50 derecenin insanı getirdiği son nokta budur!
Tamtam ithali başlasın!
MIŞ-MUŞ
1 çikolata 4 öpücüklük zevk veriyormuş.
Bu da öpüşecek adam bulamayanların tesellisi!
Ağar, "DP’nin baraj sorunu yok" demiş.
"Barajı yıktık!"
Yazının Devamını Oku