2 Temmuz 2007
Son konuşmaların birinde, bir vesileyle "Erkeklik bunu gerektirir" demiş, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül. Ayaklananlar olmuş bu laf üzerine.
"Kadınların aşağılandığı" gerekçesiyle.
"Daha önceleri neredeydiniz?" diye sormak isterim doğrusu.
Abdullah Gül’ün lafına gelinceye kadar neler duyduk, neler okuduk...
Mesela...
Karı gibi gülme!
***
Erkek sözü
***
Eksik etek
***
Kaşık düşmanı
***
Avrat ağızlı
***
Kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etme!
***
Ağustosta ekilen darıdan, kocasından sonra kalkan karıdan hayır gelmez.
***
Kadının yüzünün karası, erkeğin elinin kınası.
***
Kadının şamdanı altın olsa mumu dikecek erkektir.
***
Karının iyisi ele girmez, kötüsü yere girmez.
***
Avrat malı, kapı mandalı.
***
Avrat gibi düşman olmaz; güler, bildirmez
Köpek gibi dost olmaz; ulur, bildirmez.
***
Her buluttan yağmur yağmaz, her karıdan oğlan doğmaz.
***
Ersiz avrat, yularsız at.
***
Benim derdim inek ile danada, karının derdi sürme ile kınada.
***
Karıya iyi deme züğürtlük görmeyince.
***
Üzümün iyisi dene, karının iyisi nene olur.
***
Balsız arı, kocasız karı, insana sarar.
***
Atın ardında, kadının önünde gitme!
***
Erken gelen yazdan, kendi başına büyüyen kızdan kork!
***
Avrat kıtlık bilmez, çoban yokluk bilmez.
***
Erkeğin kötüsü vatan diye ağlar, kadının kötüsü keten diye ağlar.
***
İt taştan, bacı kardaştan korkar.
***
Kadın kocasına göre baş bağlar.
***
Kadınlar hamamına dönmek.
***
Elin hamuruyla erkek işine karışmak.
***
Ve daha kimbilir niceleri...Abdullah Gül’ün ne suçu var bu durumda?
Fakat bir yerden başlamak gerek elbet, Abdullah Gül’den başladılar demek!
Yazının Devamını Oku 1 Temmuz 2007
SAHİ...<br><br>"Öğle uykusu" diye bir bela vardı hayatımızda. Zorunlu tutulduğumuz ilk durum belki.
Oysa bir çocuğun en son istediği şeydi o saatlerde uykuya yatmak. Hálá da öyledir, eminim.
Oynamak varken...
İçimizden enerji taşarken...
Biraz daha ileri yaşlarda sokaklar bizi beklerken...
"Günün felaketi" olarak karşımıza çıkardı öğle uykusu.
Felaket tellalı anneler...
"Hadi yatağa!"
Şimdi, bunca yıl sonra gazetelerde öğle uykusunun zekáyı düşürdüğünü okuyunca...
Hangisine yanayım?
Yarım bıraktığım oyunlara mı?
Gelişecekken gelişemeyen zekáma mı?
"Duydun mu anne!" diye seslensem...
Fakat bu saatten sonra ne faydası olacak... Giden zeká geri gelir mi?
* * *
Yalnız zekánın düşmesi olsa...
İnsanın rüşvetle ilk tanışmasının da bu öğle uykuları yüzünden gerçekleştiğini düşünüyorum.
"Uyursan" diye başlayan ve hoşuma gidecek şeylere sahip olacağım vaadiyle biten cümleler hatırlıyorum...
"Çabuk büyürsün" mesela...
Bütün çocukların en istediği şeydir çabuk büyümek.
Neden?
Tabii ki öğle uykularının zekáyı geriletmesinden!
Etkisini derhal gösteriyor demek ki!
Yoksa zeki çocuk neden çabuk büyümek istesin?
Tam tersine bunu duyunca fırlaması lazım yataktan.
Fakat şimdi düşünüyorum da ben şanslı bir çocukmuşum. Veya bünyem ileriyi görmüş de denilebilir. Şöyle izah edeyim; uykudan daima ağlayarak ya da hiç olmazsa huysuz olarak uyandığımdan, anacığım bu eziyeti günde iki kere yaşamamak için herhalde, öğle uykusu için pek ısrarcı olmazdı.
Aslına bakarsanız 24 saat uyumamı tercih ederdi herhalde. O kadar yaramazdım.
Zaten bu öğle uykusu denen şeyi de gün ortasında ufak bir mola almak isteyen bir annenin akıl ettiğini düşünüyorum.
* * *
Netice olarak, bakmayın, o yaşlarda kıymetini bilemedik ama... Masa başında o günleri anıp da öğle uykusunun aslında ne büyük bir nimet olduğunu düşünmeyen var mıdır bilmiyorum.
Benim şahsi ihtiyaç listemin en başında yer alıyor doğrusu. Fakat bir türlü tedarik edilemiyor maalesef.
Uzatmayayım, bilim adamları sayesinde öğrendik ki "Uyusun da büyüsün" sahiden "ninni"ymiş meğer. O hoş melodiyle uykuya dalarken, aslında o esnada zekámız aşağı çekiliyormuş!
"Hurma"yla "tırmalama" arasındaki ilişkiyi bilirsiniz. Öğle uykusu da bizi sonradan tırmalayan hurmalardan biri olarak tarihteki yerini aldı!
Bakalım sırada ne var.
Bilim adamları uyumuyor biliyorsunuz.
MIŞ-MUŞ
Egeliler daha çok boşanıyormuş."Zararın neresinden dönülse kárdır" sözü de bir Egelinindir herhalde.
En tepkili ülke Türkiye’ymiş."Yanında adam kesseler tınmaz" halimizle hangi listenin, neresindeyiz o belli değil.
Sokaklar artık gürültüye teslimmiş.Kapkaç "gürültüye gitti" demek!
Yazının Devamını Oku 30 Haziran 2007
Aslında şöyle gidicisinden bir koca bulmak lazım. Gidici dediysem, öteki tarafa değil, öteki kadına.
Ki bundan kolay bir şey yok. Esas kıt olan erkeğin kalıcısı zira.
Fakat aynı zamanda biraz parası pulu da olacak. Hani Rahmi Koç kadar değilse de Hüsnü Şenlendirici kadar mesela.
"Hüsnü Şenlendirici bir garip müzisyen" demeyin.
Tamam müzisyen ama garip değil.
Kasetleri satıyor, konserlere çıkıyor, ekstralara gidiyor...
İyi para kazanıyor.
Nereden biliyorum?
Nazire Şenlendirici söyledi.
Bana değil, bütün Türkiye’ye.
Boşanma şartlarını siz de okumuşsunuzdur...
Kendisi ve iki çocuğu için toplam 12 bin YTL aylık, manevi tazminat olarak 1 milyon YTL, boşandıktan sonra kendisine bugüne kadar sunulan yaşam kalitesinden yoksun kalacağı için de maddi tazminat olarak 1 milyon YTL istiyor.
Şuraya dikkatinizi çekerim:
"Bugüne kadar sunulan yaşam kalitesi."
Demek ayda 12 bin YTL ve üstüne 1 milyon YTL o yaşam kalitesini yakalamaya yetmiyor. İlaveten 1 milyon YTL daha gerekiyor.
E, fena sayılmazmış Hüsnü Şenlendirici’nin sunduğu yaşam kalitesi.
"Nazire Şenlendirici’ye gelene kadar..." diyeceksiniz.
Haklısınız.
Benim de derdim o değil zaten. Taze haber olduğundan onu örnek verdim.
Genel olarak, gazetelere yansıyan bilmem kaç milyon dolarlık boşanmalara bakıyorum da... Hakikaten kadınlar için en kárlı yatırım bu galiba. Evlenmek, sonra da eşi, hayırlısıyla başka bir kadınla başgöz etmek!
Sonra gelsin maddi manevi tazminatlar!
Erkek kısmının maddi manevi yara açmayanı yok, hiç merak etmeyin!
İstemeyi bilin yeter ki!
Hele bir de çocuk yaptınız mı, ömür boyu aylık geliriniz de oluyor.
Vallahi fena iş değil.
"Her şerden bir hayır doğar" derler.
Tamam, ne acıdır ki erkek gidiyor fakat bir yandan da gidişi muhteşem oluyor.
Portakal kabuğu denize düştü
Yok, karpuzla portakalı karıştırmış değilim.
Fakat her şey birbirine karıştı, dünya ters döndü, o başka.
Şu küresel ısınma nedeniyle artık karpuz ne zaman olgunlaşır, portakal ne zaman çıkar bilmiyorum. Deniz mevsimiyle portakal zamanı birbirine denk düşebilir önümüzdeki yıllarda.
Fakat benim dediğim portakal kabuğu başka.
O kabuğun altında biz varız.
Anladınız... Selülitlerimizden bahsediyorum.
Evet selülitlerimiz kendisini serin sulara bıraktı!
Fakat taklitlerinden sakınınız!
Hülya Avşar’ınkiler sahte çıktı biliyorsunuz.
"Kendine selülit süsü veren güneş ışığı yansıması."
Uzmanlar güneşin zararlarından bahsedip dururlardı, bakın bu kötülüğü de varmış demek!
Sibel Can tüyo veriyordu geçenlerde... "Önce biraz yanacaksınız. Güneş yağı sürüp akşam 6’dan sonra denize gireceksiniz ki vücudunuz kaymak gibi çıksın."
Kadınlar kendileri için hayatı zorlaştırıyorlar durmadan.
Çıkıp "Evet selülitim var" diyemiyor hiçbiri.
Hem bu meret bu kadar yaygınlaştıysa, belki de evrim geçirdi kadınlar... Bundan böyle kas, kemik, sinir, damar yapısına bir de selülit eklendi belki...
Olmazsa olmazlardan biri oldu belki kadınlar için selülit...
Olamaz mı?
Ayrıca, kadınların bu sürekli güzellik yarışması jürisi karşısında olma hali nereye kadar?
Bırakalım ipin ucunu!
Yetti gari!
MIŞ MUŞ
Şebnem Schaeffer Ağar’la Türkiye’yi dolaşacakmış.
Anadolu için biraz daha etine dolgun bir taze bulsalardı bari!
Doğa Rutkay’ın sevişme sahneleri yüzünden ayrıldığı filmde onun yerine rol alan Yasemin Kozanoğlu "500 bin dolar bile verseler sevişmem" demiş.
Bizim kızlarda "hayat kadını kompleksi" var.
Baykal "Erdoğan PKK uzantıları ile söz kesti" demiş.
Ne yapsın... Herkes birbiriyle eşleşti, ona da o kaldı demek!
Yazının Devamını Oku 28 Haziran 2007
AŞK, kadını filozof yapar. Deniz’ler sayesinde gördük en son.
Mesela Deniz Uğur ne demiş bakın:
"İnsan ilişkilerinde kazanmak, kaybetmek diye bir şey yoktur. Ölümden başka hiçbir şeyi kayıp olarak görmem. Tamer’le Arzu Balkan’ın yolları ayrılabilir, birleşebilir... Bunların hepsi hayatın önümüze getirdikleridir."
Erkekleriyse siyasetçi yapar aşk.
Dikkat ettiyseniz Tamer Karadağlı olsun, Hüsnü Şenlendirici olsun, ilişkileriyle ilgili sorulara daima "Demirelvari" cevaplar verdiler.
"Aşk vardı da biz yok mu dedik."
"Varsa vardır yoksa yoktur" gibi şeyler.
* * *
Fakat áşık olur olmaz filozof olmaz kadın elbet.
Zaman içerisinde kıvam bulur.
Şöyle söyleyeyim, erkek hayırsız çıkınca kadına mecburen felsefe yapmak düşer.
Hele böyle üçlü ilişkilerde...
Erkeğin bir ayağı eski ya da eskimemiş karısında olunca, sevgili konumundaki kadın her ihtimale uygun düşecek konuşmalar yapmak durumunda kalır.
Mesela, erkeğin karısına "kesin dönüş" yapma ihtimali...
Her zaman vardır bu ihtimal. En ileri aşamalarda bile. (Bkz. Tuna Kiremitçi)
Akıllı kadın, bu ihtimali göz önünde bulundurarak, etrafa karşı şapa oturmuş duruma düşmemek için, felsefi konuşmalarının arasına bunun gayet doğal bir durum olduğu fikrini (yüreği kan ağlaya ağlaya) serpiştirir.
Kadının, erkeği sonsuza kadar egemenliği altına alma ihtimali de büyüktür elbet.
Bunda kadın açısından bir mesele yoktur. Zaten erkeğin adının baş harfini dövme yaptırmak suretiyle vücuduna kazıtmıştır, falan filan.
Kadın bir çırpıda her tarafa seslenmiş olur anlayacağınız.
Erkeğe: Burada seni çok seven bir kadın var, unutma!
Bekliyorum canım, öptüm seni, ara beni. Ha, aşkımız büyük, biliyorsun...
Rakibe: Kendini fasulye gibi nimetten sayma, çocuklara dua et!
Kocanın bedenine sahip olabilirsin ama ruhuna asla!
Etrafa: Bizimkisi bir aşk hikáyesi, siyah beyaz film gibi biraz; onun için desteklerinizi bekliyoruz.
İşte kadın bütün bunları harmanlayıp yedi mahalleye mesaj vereyim derken bir bakarsınız filozof olup çıkmış!
* * *
Gelelim erkeğe...
Kadın böyle çırpınırken, sus pus oturan, ağzını açtığında ise ne dediği belli olmayan erkeğe...
Áşık olma hali her şartta övünülecek bir durumdur. Tamam da... Arkanızda birilerini bırakıp gidiyorsanız "Ömrümde böyle aşk yaşamadım" diye böğürmenin álemi de yoktur.
Fakat bir yandan da ilişkiyi tümden inkár etmek, sevgiliyi kendi kendine gelin güvey olmuş durumuna sokmaktır ki akşama ne yüzle kapısına gidilir.
E, kararsız seçmen misali gönlün bir o yana bir bu yana yatması durumu da vardır bir taraftan...
Aslında erkek de bunların hepsinden bir felsefi metin çıkarabilir. Fakat yeteneksizliğinden midir artık, yoksa tercihi mi budur, onun yerine bakarsınız "Aşk vardı da biz yok mu dedik" gibi bir cümle.
MIŞ-MUŞ
Ankara’daki siyasal kutuplaşma ABD’yi ikiye bölmüş.Neyse... Yıllardır süregelen "üç vakte kadar bölünme" kehaneti buna çıkmış olsun.
Şarap diş sağlığını koruyormuş.Bakmışsınız sirozdan giderken dişleriniz sapasağlam!
Erdoğan, "Seçimden sonra adayınız yine Gül mü?" sorusuna, "Takdir Abdullah Bey’in" cevabını vermiş.Takdir Abdullah Bey’in, taktik Tayyip Bey’in.
Yazının Devamını Oku 26 Haziran 2007
NE kötü şartlanmışım! Siyasete girmeye kalkana şüpheyle bakıyorum.
Hatta sanki şüphe götürmez bir gerçek var ortada!
Sanki adam "milletvekili adayıyım" demiyor da "bu akşam kapkaça çıkıyorum" diyor.
Öyle dehşete düşüyorum.
Fakat herhalde benim suçum değil bu.
Beni bu hale getirenler utansın!
Hakikaten her zaman merak etmişimdir... Bir insan milletvekili, belediye başkanı falan olmaya kalkarken ne düşünür?
Mesela, "Dur bir de edebiyatı deneyeyim" diyerek yazarlığa adım atmış ve başarılı olmuş kaç kişi vardır?
Bir yeteneği vardır adamın...
Çocukluğundan beri ufak ufak yazıyordur zaten...
Artık öyle bir kıvamdadır ki yazmazsa olmaz...
Falan filan.
Siyasetçiler için böyle bir "taşma" durumundan söz edilebilir mi acaba?
Aklında Türkiye’yi düze çıkaracak öyle projeler, kimsenin aklına gelmeyen öyle şahane fikirler vardır ki bunları kendine saklamak bir nevi vatan hainliği olacaktır. O da kalkar milletvekili olur.
Böyle midir sahiden?
Böyleyse bile "Hadi buyur" dendiğinde "kal geliyor" hepsine herhalde. Ki en umut vaat edenler bile silinip gidiyor.
Siyasetin havasından mı, suyundan mıdır, bir varlık gösterenine pek rastlanmıyor. Tersine, taçlanan baş akıllanırmış ama...
Gerçi bir kısmı hakikaten akıllanıyor fakat başka manada. Geri kalanı da sersemliyor adeta.
* * *
Neyse kişilerin tek tek projeleri olmasa da partilerin var çok şükür!
Nitekim bir bir açıklıyorlar.
Bakıyorsunuz alt alta yazmışlar...
"Terör, şiddet ve kapkaçın kökü kazınacak."
Kim "kurutulmasın" diyebilir?
Ve kim "biz kurutmayacağız" diyebilir?
Yirmi yıl önce bu sözün peşinden giderdik hakikaten.
Fakat yirmi yılda köprünün altından çok sular aktı. Artık dünkü çocuklar bile bu işlerin akşamdan sabaha hallolacak meseleler olmadığını biliyor.
"Nasıl?"
Yirmi yıl önceki halimizden farkımız bu işte! Seçmen olarak bu soruyu sormayı akıl ediyoruz artık.
Bunu anlatan kazanır.
Artık devir değişti.
Bir tek siyasetçiler farkında değil bunun.
"Koyunlarını satıp Meclis’e kapağı atanlar"ın yetişemeyeceği kadar hızlı gelişiyor her şey. Daha çok "Projelerini koltuğunun altına alıp Meclis’e girenler"e ihtiyacımız var artık.
MIŞ-MUŞ
Hissedilen sıcaklık 50 dereceymiş.İki derece daha artarsa çoğumuz artık hiçbir şey hissedemeyeceğiz.
İlhan İrem, "Başka dünyanın insanıyım" demiş.Biliyoruz... Sazlık bir yer.
Paris Hilton, hapis günlerini 1 milyon dolara NBC’ye anlatacakmış.Kimi düştüğü yerden bir avuç toprak alır öyle kalkarmış, bu define çıkarıp kalkıyor.
Japonlar elektronik aletleri, "tek tuşa dokunmadan" beyin dalgalarıyla hareket ettirebilen bir alet geliştirmişler.Kıpırdayan son uzvumuz, parmağımız da taş oluyor. Hayırlı kireçlenmeler!
Yazının Devamını Oku 25 Haziran 2007
Ortaokula başladığım yıldı galiba...<br><br>Yarıyıl tatilinde annem kardeşimle beni İstanbul’a götürmüştü. İlk gidişimdi İstanbul’a.
Yok "Bir gün bu şehirde yaşayacağım" diye söz falan vermedim kendime.
Öyle kafaya koymalarım yoktur pek. Rastgele yaşarım daha çok.
Hele o yaşlarda...
Hatta İstanbul’un güzelliğinin farkına vardığımı bile söyleyemem.
Aklım İzmir’de bıraktığım arkadaşlarımdaydı büyük ihtimalle. Kimbilir bensiz ne oyunlar oynayacaklardı...
Değişiklik isteği sonradan giriyor insanın ruhuna. Yaşlılıkta da çıkıp gidiyor galiba.
Hem Boğaz’dan, Kapalıçarşı’dan ne anlar çocuk dediğiniz?
Ha Yozgat’a, Kırşehir’e gitmiş, ha İstanbul’a.
Benim de aklımda bir tek dönüş yolu kalmış o tatilden.
Kardan yolun kapanması...
Otobüsün içinde saatlerce mahsur kalışımız...
Etrafta ne bir köy, ne bir yol kahvesi...
Sadece gecenin karasıyla karın beyazı.
Otobüsler deseniz şimdiki gibi değil. Öyle "Nescafenizi sütlü mü alırsınız sütsüz mü?" diye soran hostesler falan yok. Muavin dönemindeyiz henüz.
Bir garip oğlan çocuğu, arka kapının oralardan bir yerden isteyene su taşıyor. Cam şişeleri şıngırdata şıngırdata. O kadar.
Ama artık su bile yok. Tükenmiş.
Yolluklar da öyle.
İletişim dediğiniz adı telefon...Onu da nereden bulup yardım isteyeceksiniz...Karanlığın ortasında...
Bilmiyorum...
Belki de o kadar korkunç değildi durum. Belki de çok uzun da sürmedi. Nihayetinde Muş’dan Van’a gidiyor değildik. Ama o yaşta çocuk için büyük maceraydı.
Nereden aklıma geldi şimdi o yolculuk?
Bugünkü yollardan, bugünkü yolculuklardan elbet.
Bu memlekette önce yollarla yolların kıyıları düzeldi galiba.
Amaç bir şehirden ötekine varmak bile olmayabilir artık. Sırf yol yapmak için bile çıkılabilir yola. Öyle şenlikli her yer.
Tesisler şaşırtıyor. Her biri Akmerkez sanki. Özellikle, kalkıp gidilebilir. Marka alışveriş yapıp, marka yiyip içilebilir.
Şehirde ne zamandır arayıp bulamadığınız bir şey karşınıza çıkabilir.
Ne bileyim işte, yollar yol değil "cazibe merkezi" adeta.
"Mahsur kalmanın bir mahzuru yok" bile diyebiliriz.
Ama aksi gibi mahsur da kalınmıyor artık.
Fakat bütün bu şahaneliğin yanında benim özlediğim, Susurluk’un klasik tost-ayran ikilisiyle çayların şirketten olduğu derme çatma kahvemsi lokantalardır, "Yol" deyince aklıma gelen...
Bu gidişle korkarım "Nostalji Kraliçe"sini tahtından indireceğim.
Yazının Devamını Oku 24 Haziran 2007
"PARAYLA imanın kimde olduğu bilinmez" diye bir laf vardır...<br><br>Öyle hakikaten. Bir parti liderinin eşinin verdiği röportajı okuyunca...
Parasının olduğunu biliyorduk gerçi. Yatlarıyla şarapları yeterdi. Fakat imandan haberimiz yoktu doğrusu.
Meğer yatağının başucunda seccadesi dururmuş, eşinin beyanına göre.
Demek uykuda falan aklına geldikçe kalkıp namaza duruyor!
Beş vakit kesmiyor!
Kuran’ı da beş defa okumuş zaten.
"Okuduğunu bir, hatta iki, üç defada anlayamadığından mı?" demeyin. Öyle okuduğunu anlamayacak biri değil kendisi. Hatta fazla zeki sayılır.
Olsa olsa eşi seccadeyle Kuran’ı karıştırmıştır.
Beş defa yaptığı şey namaz, yatağının başucunda duransa Kuran’dır kanımca.
Sahiden de Kuran başucu kitabıdır aslında. İnsan ihtiyaç duyduğunda açar bakar. Yoksa öyle baştan sona roman gibi okunmak.
Ha, hatim indirilir tabii. Ama bu kadar faal birinin, hem de beş defa bunu yapmaya vakit bulmuş olması imkánsız gibi duruyor.
Ama olabilir tabii.
Bize de bu durum karşısında gözlerimizi yaşartmak düşer.
Sahi, bu çiftten söz açılmışken, "genç ve güzel eş" de aday olacaktı, ne oldu?
Gerçi "çocuklarımız var" dediler vazgeçme gerekçesi olarak ama... Kadının, kocasının bir adım arkasında durduğu aile modelinin seçmen için daha makul olduğuna dair bir araştırma raporu da olabilir ellerinde. Çocukların yanı sıra.
* * *
Aslında kurcalamamak lazım.
"Mevsim normali"dir bunlar.
99’luk tespihe "A ne uzun kolye!" diyenler bakmışsınız neredeyse "Ben eskiden imamdım" diyecekler.
Veya bakmışsınız aslında eşiyle ayrılma noktasında olanlar seçim meydanlarına el ele çıkmışlar...
Erkek "eşim, var olma nedenim" derken kadının elinde mendil, eşinin terini siliyor...
Seçimden sonra hayata kaldıkları yerden devam ediyorlar elbet.
Çok gördük...
Dedim ya, "mevsim normali"dir bunlar.
Seccadeler de uçuşur havada...
Namazlar da kılınır on beş vakit...
Allah’ın adı da düşmez dillerinden...
Çocuklar çok sevilir, eşlere çok kıymet verilir...
Herkes laik, demokrat, Müslüman, muhafazakár, ilericidir. Aynı anda elbet.
İyi baba, iyi eş, iyi komşu, iyi evlat, iyi yurttaştır herkes...
"Mevsim normali"dir bunlar.
"Mevsim" seçim mevsimidir.
MIŞ-MUŞ
Karıncalar yuvalarını dezenfekte ediyormuş.Deterjancılara yeni pazar çıktı.
Şili’nin güneyinde koskoca bir göl esrarengiz bir biçimde yok olmuş.Türkiye’de de irili ufaklı nice göl yok oldu ama tek farkla... Bizimkisi faili belli bir cinayet.
2007 Türkiye güzeli, "Beni nasıl seçtiler anlamadım, kendimi hiç beğenmem" demiş.Jürinin zevksizliğini kanıtlamak için girdi yarışmaya zahir!
Yazının Devamını Oku 23 Haziran 2007
"Kırışıklıklarınızı sevin" demiş Sharon Stone. Dikkatinizi çekerim, tepkisiz kalmanız yetmiyor, seveceksiniz illáki!
Bu da bunalıma girmekle eşdeğerde hastalıklı bir durum değil mi?
Hem sevilecek nesi var kırışıklığın?
Hiç kırıştıkça güzelleşen kadın gördünüz mü? ("Anne"den bahsetmiyorum)
Kırıştıkça kısmeti açılan?
Kırıştıkça itibarı artan?
Hiç numara yapmasın kimse!
Sözde var özde yok!
Kırışmış kadın yok sayılıyor.
Garsonlarla tezgáhtarlar üstünde bir deneme yapın isterseniz. Bir kırışmış, bir kırışmamış kadın aynı anda hizmet talep etsinler, bakalım hangisine öncelik tanınacak?
Hal böyle olunca neden seveyim kırışıklıklarımı?
Manyak mıyım?
Sharon Stone’a göre yüzümüzde kırışıklık varsa yaşamış, gülmüş ve ağlamışız demekmiş.
Sanki bizden delil isteyen var da...
Göstereceğiz... "Kazayaklarım gülmekten, kaşlarımın arası ağlamaktan."
Mümkünse yaşadıklarımı dile getireyim ben... Ya da kaleme alayım. Yüzüm otursun oturduğu yerde! Şahitlik etmesin!
Hem 35 yaşında, henüz kırışmamış biri, hiç yaşamamış mı sayılıyor yani?
Kusura bakmasın Sharon Stone...
Ha, "Aldırmayın" dese tamam da... Ama sevmek... I-ıh.
Zaten kendisi de sevdiğinden değil. 49 yaşına geldi ya... Telkin yapıyor kendi kendine.
Ha, kimse "yaşlandıkça güzelleşen kadın" diye Türkán Saylan’ı falan örnek vermeye kalkmasın lütfen!
Demagoji yapmayın.
Ben de size içlerinde Türkán Saylan kadar değerli insanların da bulunduğu onyüzmilyon kadının, sırf kırıştı diye, işte, evde, 25 yaşındaki hemcinsleriyle değiştirilmesini örnek veririm sonra.
’Büyüyünce çocuk olacağım’
Geçenlerde beş yaşında bir kız çocuğuyla sohbet etme fırsatı buldum.
Hakikaten bir fırsattır çocuklarla sohbet etmek. Çok şey öğrenirsiniz. En sıradan soruya en sıradışı cevabı verirler, şaşırırsınız.
Mesela İrem’e tüm kabızlığımla "Büyüyünce ne olacaksın, hiç düşündün mü?" diye sordum.
"Düşündüm" dedi...
"Yine çocuk olacağım."
Gerekçesi de var. Büyüyünce çok yoruluyormuş insan. Annesi hep yorgunmuş. Babası da.
Ve buna rağmen istedikleri zaman yatıp uyuyamıyorlarmış. Oysa o istediği zaman uyuyormuş.
Görüyorsunuz ne kadar akıllı şimdiki çocuklar...
Biz ta o zaman en ağır işleri seçtik kendimize ve günümüzün moda kitabı "The Secret"da anlatılanlara bakarsanız "çağırdık, geldi" adeta!
Şimdi işten güçten başımızı alamıyoruz haliyle.
Fakat bir yandan da tırnakları kırmızı ojeli İrem’in.
Buna yorumu da şu:
"Esas çocukların tırnakları boyalı olur!
Aslında haklı.
Kırmızı ojenin, yetişkinlerin saçında pek görmediğimiz, misal iki uçuçböceğinin kafa kafaya verdiği lastikli saç bağından ne farkı var sahi?
Cennetle cehennem
Bizim gazete, geçen gün, adeta inadına Osman Müftüoğlu’nun sayfasının karşısına Arman Kırım’ın şarap soslu yemek tariflerini koymuştu.
"Cennet"le "cehennem"i çağrıştırdı bana bu durum.
"Cennet"te tereyağı, krema, şeker, dondurma, nişasta, bonfile, patates, şarap; "cehennem"de sebze, meyve, egzersiz!
Ya da iki ayrı beslenme tarzına, "cennet’e ve ’cehennem’e giden yol" gözüyle bakarsak -ki Müftüoğlu’na ve diğer uzmanlara bakarsanız bir nevi öyledir- çok yiyip içenin sonu felaket; yemeyip içmeyip egzersiz yapanı bekleyense sağlıklı uzun bir ömür...
Yani cennete giden yolda "meşakkat", cehenneme giden yolda "şeytana uyma..."
Tıpkı bize öğretildiği gibi değil mi?
MIŞ MUŞ
Erdoğan "Derin Türkiye önümüzü kesiyor" demiş.
Oyun bilmeyen gelin "Yerim dar" demiş.
Dünyanın sonuna 53 yıl kalmış. O günün başbakanı da "Tam sorunları çözecektik dünyanın sonu geldi" der herhalde.
Deniz Seki "Bizimki aşk kazası" demiş.
Demek bizim şişmanlık zannettiğimiz şey "hava yastığı" olma haliymiş.
Yazının Devamını Oku