26 Temmuz 2007
SİYASETÇİLERDEN şikáyeti olmayan var mı?<br><br>Yoktur. Beğenmiyoruz hiçbirini. Oy verdiklerimizi bile.
Hepsi kendini düşünüyor çünkü.
Memleketi, bizi düşünen yok.
Di mi?
Peki biz?
Biz kimi düşünüyoruz?
Memleketten, dünyadan, başka insanlardan falan vazgeçtim, kendi çoluk çocuğumuzu bile düşündüğümüz kanaatinde değilim.
Mesela şu "küresel ısınma" denen şeyin başımıza örmekte olduğu çoraplar anlatılıp duruyor gazetelerde bir süredir. En azından su tasarrufuna çağırıyorlar her birimizi.
Fakat merak ediyorum...
Ispanağı on su yıkamaktan vazgeçen oldu mu acaba?
Ya da serinlemek için dükkánının önündeki betona ha bire su tutmaktan?
Etrafımızdakileri uyarıyoruz gerçi. Bunu memnuniyetle yapıyoruz hem. Genlerimizde var olduğunu düşündüğüm, hepimizin içinden taşmakta olan, birilerini eleştirme, birileriyle dalaşma arzusu bir kılıf buldu kendine. Artık bahçesini sulayan adamla kavga etmek için ulvi bir nedenimiz var.
Fakat kavgadan sonra cipimize atlayıp gidiyoruz, o başka.
Oysa cipe de binmeyin diyor adamlar.
Uçağa da. Mecbur kalmadıkça.
"Zaten keyiften binilir mi uçağa!" demeyin.
Tamam, uçak keyfi yapmak için değil ama keyfi nedenlerle binen çok. Bodrum öncesi bikini temini için mesela.
* * *
Arkadaşlar!
Benim anladığım, Vehbi Koç gibi olmamız gerekiyor. Vehbi Koç’un tutumluluğuyla ilgili bir sürü hikáye duyardık sağlığında. Ne kadarı doğruydu bilmiyorum ama...
Açık gördüğü lambayı kapattığı, káğıtların arka yüzünü de kullandığı falan söylenirdi.
Adamcağız tutumlu değil ileri görüşlüydü belki de.
Bizimse ileri görüşlü falan olmamız gerekmiyor. İleri dediğimiz şey geldi çattı zira. Bugünü görebiliyor olmamız káfi.
Hepinizi cimriliğe davet ediyorum kısacası.
Az tüketin!
Benzini, elektriği, suyu...
Üretimi de azaltın hatta.
Vücudunuzun ürettiklerini yani.
Günde iki kere eksik girseniz tuvalete... Bunun tahareti var, sifonu var, el yıkaması var... Kim bilir kaç ton su eder yılda.
Fazla mı abarttım?
Vallahi bana göre hava hoş. Arkamda çoluğum çocuğum yok. Sizinkileri düşünüyorum ben.
* * *
Bana sorarsanız, bu küresel ısınmanın bir iyi tarafı, almış başını gitmekte olan görgüsüzlüğümüze bir son verecek olması.
Dedelerimiz gibi mütevazı insanlar olacağız mecburen.
Fakat aksi için ölmeye razı olanlar vardır, eminim. Hayır, kendileri ölseler sırf... Bütün insanlığı sürükleyecekler peşlerinden, ona yanıyorum.
MIŞ-MUŞ
Tunceli’den bağımsız milletvekili olarak Meclis’e giren Kamer Genç "Şerefsizler o.....’la adımı çıkarıyorlar" demiş.Dakika bir, gol bir! Özlemişiz vallahi.
Baykal "Oyumuz yüzde 1.5 arttı" demiş.Tabii. Bardağın dolu tarafını göreceksiniz.
Demet Akalın "Gülben beni ezemez" demiş.Artık bir tek "Kabaramazsın kel Fatma" demedikleri kaldı birbirlerine.
Yazının Devamını Oku 24 Temmuz 2007
Asker hükümetlerle aramıza girmesin!<br><br>Yoksa inadımıza... Benim başbakanım en pahalı saatlere, oğulları en büyük gemilere layıktır.
Artık birbirinize b.k atmayın!
Ama isterseniz atın. Biz en çok "atılan"dan yanayız yalnız, haberiniz olsun!
Kim demiş "iktidar partisi yıpranır" diye?
Böyle ezber bozarız işte!
Koalisyonlara falan gelemem bu saatten sonra!
Kim korkar şeriattan, şundan bundan!
Dükkánda işler iyi, hanım da başını örtüverir olmazsa, n’apalım.
Yılana sarılırız icabında, Deniz’e düşmeyiz.
Du bakalım n’olucak?
Herkese ikinci bir şans vermek lazım şu hayatta.
Başka parti vardı da oy vermedik mi?
CHP’nin muhalefetteki başarısını takdir eder, görevini aynı başarıyla sürdürmesini dileriz.
Zaten prematüre doğmuş olan partilere iki rahmetten birini uygun gördük.
İşte böyle, mitinglerde sol gösterip sağ vururuz.
Mağdur ol, canımı ye!
Ben ne yaptığımı biliyor muyum?
Beş sene daha çalışsın, yorulsun, canı çıksın, "ölüm"ü bizden olmasın.
MIŞ MUŞ
Samsun’da bir adam, karısını domuz sanıp öldürmüş.Kimbilir ne zamandır domuz gibi görünüyordu gözüne.
Britney Spears da ters ışık kurbanıymış."Selülit" öldü, yaşasın "ters ışık!"
Düzenli seks, erkeğin kalbine iyi geliyormuş."Düzen dışı" seks de ruhuna yarıyor... Oh!
Yazının Devamını Oku 23 Temmuz 2007
Benim için gazetelerin en ilginç yerleri, okurların dertlerine, özellikle cinsel sorunlarına cevap veren köşeler.<br><br>Hiç kaçırmıyorum. Çok eğlenceli buluyorum çünkü. Başka sebebi yok. "Toplumun sosyal yaralarına parmak basılıyor" falan gibi kılıflar uydurup da ne kendimi ne sizi kandıracak değilim.
İzmirli bir hemşehrim bakın ne sormuş geçen gün bir doktora...
"İlk cinsel deneyimimde tam bir birleşme olmadı, az miktarda kanama geçirdim. İki yıl sonra tam birleşme oldu, kanama iki gün sürdü. Bekaretimi ne gün kaybettim?"
Doktor mesleğine yaraşır bir cevap vermiş elbet. Ben, kadının bekaretini hangi gün kaybettiğinin peşine düşüşe taktım. Bekaret iki taksitle de olsa gitmiş, orasının farkında...Fakat kadınlar özel günlere meraklıdır ya... Herhalde bunun da yıldönümünü kutlayacak, esas gününü öğrenmek istiyor.
Aman yanlış günde kesmeyin pastayı!
***
Bir değeri, bu defa Ankaralı, yine bir kadın okur, "Cinsel ilişki sırasında gaz çıkarıyorum. Kocamın cinsel organı çok büyük, bu sebeple olabilir mi?" diye soruyor.
Doktor yine makul ve mantıklı bir şeyler söylemiş.
Ne yapsın...
Oysa Haydar Dümen’in artık tepesi attı. "Böyle soruya böyle cevap" şeklinde götürüyor işi.
O olsa mesela, "vücut, cinsel organa yer açmak için aynı hacimde gazı dışarıya veriyor demek" gibi bir cevap verirdi herhalde bu soruya.
Bense, kadının ilk gazdan sonra elleriyle yüzünü kapatıp oradan kaçmadığına, hala gaz çıkara çıkara sevişmeye devam ettiğine, hatta sağa sola mektup yazıp "gaz çıkarıyorum" diye haber vermesine şaşırıp kalmış bulunuyorum.
Evliliklerde iyice yüz göz olunuyor demek ki.
***
Bu köşeler insanın kendisini tanımasına da yardımcı oluyor.
Ben mesela, en son sıradan Türk halkına dahil olmadığımı öğrendim.
Türk halkının yüzde 95’i cinsel fantaziler kurmayı çok eğlenceli buluyormuş. Kimi ünlü biriyle yattığını hayal ediyormuş, kimi eski romantik bir anını düşünüyormuş, kimi hayatında hiç yaşamadığı bir şeyi hayal ediyormuş, falan filan.
Yıllarca "bunları yaparsam karşıdakine ayıp etmiş olurum" diye düşüne düşüne Türk halkının "keyif"ten anlamayan yüzde 5’lik kesimini oluşturmuşum meğer!
Böyle arada acı gerçeklerle(!) yüz yüze gelse de insan, sahiden de çok eğlenceli bu köşeler.
Yazının Devamını Oku 22 Temmuz 2007
BİLİYORUM...<br><br>Keyfinize ve de bütçenize göre hazırlanıyorsunuz akşam için. İçki, kola, çerez, dondurma, meyve, atıştırmalıklar...
Kurulacaksınız televizyonun karşısına...
Belki çilingir, belki ziyafet sofrası.
Geç vakit kahveler, çaylar...
Takımınızın maçı var gibi mesela.
Ya da Eurovision şarkı yarışması.
Veya yılbaşı gecesi.
Dansöz yerine yorumcular çıkacak yalnız. Seçimden önceki tahminleri tutmayanların nasıl kıvırdıklarını göreceksiniz.
"Açılan sandık sayısı..."
İki fırt viski, iki fındık ağzınızda. "Oyların partilere göre dağılımı..."
Kimi dertten içermiş, kimi neşeden. Bakalım sizinkisi hangisinden olacak.
Arada partilerin genel merkezlerinden görüntüler... Kiminin kapısında halay çekilecek, kiminin ışıkları kapanmış...
Yarınki gazeteleri de görür gibiyim.
"Seçmen dedi ki..."
Altında adeta bir destan.
Seçmen olarak göğsünüz kabaracak. "Neler demişim bir çırpıda" diye.
Sonra, aradan üç-beş ay geçince bir bakacaksınız ki bir şey dememişsiniz aslında.
Bir dahaki seçimde yine fındık-fıstık, yine "seçim gecesi özel eğlence programı", yine "seçmen dedi ki", yine her şey eski tas eski hamam.
Dondurmanın en iyi adresi
BİZİM gazetenin son Cuma ekinde bu defa "Dondurmanın en iyi 10 adresi" vardı.
Fakat aralarında Bebek’teki Güneş Dondurma’yı göremeyince şaşırdım doğrusu.
Yolumun düşmesini beklemeden, nerede iyisinin var olduğunu duysam gidip deneyen bir dondurma düşkünü olarak benim birincim Güneş’in dondurmasıdır çünkü.
Hadi benim damak tadıma güvenilmeyeceğini varsayalım, dünyanın en ünlü restoranlarında en iddialı tatlarla tanışmış, aralarında ünlü sanatçıların, siyasetçilerin, işadamlarının, sporcuların, "sosyete" dediğimiz kişilerin de bulunduğu birçok dondurmaseverin Güneş’in dondurmasının hastası olduğunu biliyorum.
Ne zaman Bebek’e gitsem kapısındaki yığılmayı da görüyorum.
Sonra artık neredeyse bütün dondurmacılar ucuz olsun diye süt tozunu tercih ederken Güneş’in salep kullandığını da biliyorum.
Ve hiçbir boya ya da katkı maddesi kullanmadıklarını da biliyorum, meyveli dondurmalarının hepsinin hakiki meyveden yapıldığını da.
Onun için, listede göremeyince üzüldüm. Belki de 15’e çıkarmak lazım bazen o listeyi, bilmiyorum. Bildiğim, bir yerlerde iyi dondurmadan söz ediliyorsa, orada Güneş’in de adının, hem de en başlarda geçmesi gerektiği.
Her konuda niceliğin bol, niteliğin kıt olduğu şu devirde o kıtlardan birinin kıymetini bilmeye yönelik bir yazıdır bu. Şu anda İstanbullu dondurmasever birçok okurumun bana hak verdiğinden eminim.
MIŞ-MUŞ
Son günlerde birçok polemiğin içinde yer alan Gülben Ergen, internetteki yazısında hayranlarına, eski sakin günlerine döndüğünü bildirmiş.
Yeni albüme kadar bağrınıza taş basıp yeni polemikleri bekleyeceksiniz.
Cem Yılmaz 88’inci arabasını almış.
Ne var bunda? Çocukcağız hepimizin yüzünü güldürürken galericilere biraz torpil geçiyor, o kadar!
"Çıplak Tenimin Hafızası" adlı kitabında 300 erkekle yattığını anlatan kadını, kocası boşuyormuş.
Hafızanın çok kuvvetli oluşu her zaman iyi netice vermiyor, görüyorsunuz.
Yazının Devamını Oku 21 Temmuz 2007
"Ölene kadar genç kalmak elinizde."<br><br>Uzmanlar böyle diyorlar. Yolunu da gösteriyorlar.
"Beslenmene dikkat et, spor yap, stresten uzak dur, sağlık kontrollerini ihmal etme."
İyi, güzel, alá...
Fakat uzmanların hiç değinmedikleri bir husus var. Zaman içerisinde, yaşın ilerlemesiyle birlikte birtakım yeni huylar çıkıyor ortaya, yeni yeni davranışlar, alışkanlıklar; bir sürü şeyden vazgeçmeler gelip yapışıyor adamın yakasına.
İstediğiniz kadar sağlıklı olun, genç görünün, sizi bunlar "yaşlı" yapıyor.
Nedir mesela...
Her türlü yeniliğe kapamak kendini...
Yeni tatlara, yeni yerlere, yeni insanlara...
Renkten kaçmak sonra...
Beyazdan bile hatta.
Siyah, gri, bejden ibaret bir dünya.
Merakı kaybetmek...
Her türlüsünü. Dünyada olup bitenden komşuda olup bitene kadar.
Hastalanma korkusu...
Özellikle üşütmekten korkmak.
Sürekli cereyan takibi, ter kontrolü...
Teknolojiyle ilişkiyi televizyonu açıp kapamakla sınırlı tutmak...
Cesaretin yok olması...
Risk alamamak...
Garantici olmak...
Gülme yetisinin kaybolması...
Sahi ağız dolusu gülen, kahkaha atan kaç yaşlı görüyorsunuz?
Mizahtan uzaklaşmak...
Dergi, gösteri, film, hatta eş-dost arasında anlatılan fıkralardan bile eskisi kadar zevk almamak...
UYARI LEVHASI
Hiçbiri birdenbire olmuyor bunların.
Yüzdeki çizgilerin nasıl günü saati belli değilse...
Ve nasıl kendini aynada her gün göre göre nereden nereye geldiğini fark edemiyorsa insan...
Bu da aynı.
Sizi her gün gören yakınlarınız da fark edemiyorlar, geri dönülmez noktaya doğru gittiğinizi.
Bizim annemi fark edemediğimiz gibi.
Kemik yoğunluğu ölçülüyor... Kolesterol, şeker...
Ama "ruh erimesi"ni ölçen alet yok. Hani ara ara gidip baktırsa insan...
En iyisi yakın çevrenizden birini gözünüze kestireceksiniz.
"Yaşlanmış" birini.
Bir nevi "tersine rol modeli" olacak sizin için o.
"Uyarı levhası" da diyebiliriz.
Yapacağınız şey çok basit (mi acaba?), ona benzememeye çalışacaksınız.
40’LIK NİNE
İnsanların "yaşlanmasında" çevrenin, hatta basının da büyük payı var.
50’sini, hatta 40’ını geçmiş kişilere karşı adeta bir "uygun bulmama harekátı" başlatılıyor.
50’sini geçen, yeni bir işe girişemez, yeni bir hayata başlayamaz, çocuk sahibi olamaz, yeniden evlenemez, áşık olamaz, hatta pembe giyemez!
Bunları yapar yapmasına da ünlüyse basın, ünsüzse konu komşu tarafından ayıplanır.
"65’lik nine evlendi" diye haberler görüyoruz.
Kalkışan gazetelere çıkıyor. Dünyanın en tuhaf işini gerçekleştirmiş olarak.
Yakından "40’lık nine" de derler.
E, kürtaj yaşı 13’e inince haliyle 40’ında nine olunur!
Geçenlerde yaşı taş çatlasın 36-37 olan eski bir manken için "İlerleyen yaşına rağmen düzgün fiziğiyle dikkat çekti" gibi bir şeyler okudum. Yani aslında uygun olan yağ tulumu haline gelmiş olması!
Beklenen bu.
Hayret etmişler de hayretlerini okura da iletiyorlar.
*
Hepimiz yapıyoruz.
"Falanca 70’i geçti yazı yazmasın", "Filanca artık siyaset yapmasın..."
Yani en çok toplum itiyor insanı o dar çerçevenin içine. Utanır oluyorsunuz genç kalmaktan, genç yaşamaktan, genç davranmaktan. Bu durumda "ölene kadar genç kalmak" bir yana "erken yaşlanmak" daha mümkün gibi görünüyor.
Uzmanlar ha bire "et yeme, ot ye" derken (ki artık bunu anlamayan kalmadı, yeter!) biraz da bu hususlarda ne yapılabileceğine dair akıl verseler...
MIŞ MUŞ
Erdoğan "Tek başıma gelemezsem bırakırım" demiş."Kıvırtma" konusuna ise bilahare girecekler.
Baykal, Erdoğan’a "Uğurlar olsun" demiş. Hiç heveslenmeyin Sayın Baykal, sizi de uğurlayanlar olmuştu fakat dönüp geldiniz.
Bahçeli, Erdoğan için "Siyasi eceli geldi en yakın deliğe süpürün" demiş. O delik sizin 2002’de girdiğiniz delikse, orası "reanimasyon servisi" adeta.
Yazının Devamını Oku 19 Temmuz 2007
HER zaman söylerim... Erkek, yaratıcılıkta kadının eline su dökemez.
Sırf yaratıcılık değil, başarma azmi, çalışkanlık, işe yoğunlaşma, dolayısıyla tuttuğunu koparma açısından da kadın bir numaradır hakikaten.
Bakın her meslekten kadına... Erkek meslektaşlarından daha dikkatli, daha titiz olduklarını da görürsünüz.
Erkeklere kala kala "kol gücü üstünlüğü" kalıyor bir tek.
Ha, bir de "metanet". Erkekler kadınlara göre daha metanetlidir.
Sahiden de dikkat ederseniz çığlık denen şey sadece kadına has bir bağırma şeklidir. Bir erkeğin çığlık attığını duymazsınız pek.
En metanetli kadın bile günde en az bir kere bir vesileyle küçük de olsa bir çığlık atar.
Televizyonda bir şey görür...
Elini keser...
Mutfakta hamamböceğine rastlar...
Önünde giden iki araba hafifçe birbirine değer...
Çocuğu düşer, dizini sıyırır...
Ve bunları yedi mahalleye çığlığıyla duyurur.
Fakat en son gördük ki kadının metanet ve kol gücünde de erkeği geride bıraktığı zamanlar oluyor.
Siz de duymuşsunuzdur, Burdur’da 24 yaşında bir kadın, kendisiyle barışmak isteyen eski eşini tabancayla vurup öldürdükten sonra ekmek bıçağı ve çekiçle belinden ikiye ayırıp koliye koydu.
Bir an delirip tabancayla vurmayı daha bir anlayabiliyorum da...
Birini bıçak ve çekiçle belinden ikiye ayırmak!
Kim demiş kadında yürek yok diye!
Kim demiş kadının gücü yetmez diye!
Bugüne kadar uyuyan kocanın kafasına kaynar su dökmek ya da penisini kesmek suretiyle yaratıcılığını cinayet konusunda da ortaya koyduğuna şahit olmuştuk kadının. İşte son olarak bilek ve yürek gücünde de erkeği neredeyse solladığını görmüş bulunuyoruz.
Ne diyeyim...
Görmez olaydık!
Bu hususta geri kalmaya razıydık.
Elimizin ayarı yok
"HER şerden bir hayır doğar."
Kimbilir kaçıncı defa doğrulanıyor.
TV sunucusu Öykü Serter, komşusunun Pitbull cinsi köpeğinin saldırısına uğradı.
Bilmemenize imkán yok, çünkü bütün gazetelerin baş sayfasındaydı geçtiğimiz salı günü. Muhafazakár gazeteler dahil.
Baş sayfanın en başında hem.
Kocaman.
Hem de en seksi görüntüleriyle.
Her gazetede değişik bir pozu... Hepsi birbirinden güzel.
Önemli haberdir elbet. Ünlü bir sunucunun bir köpeğin saldırısına uğraması, hastanelik olması...
Ben "Allah’ın işine bak" diyorum sadece. Kızcağız ne yapsa aynı gün bütün gazetelere manşet olmayı beceremezdi.
Hastaneden çıkınca Pitbull’u ödüllendirse yeridir.
Bakmışsınız işleri bile açılmış... "Bir Pitbull saldırdı, hayatım değişti."
İşleri açılsın elbet. Zaten köpek saldırmasa da hak ediyor. Güzel, akıllı kız, konuşmasını biliyor. Bu ayrı konu. Zaten kızcağızın o manşetlerden haberi bile yoktu o sırada, canıyla uğraşıyordu.
E, ne diyorum o zaman?
"Elimizin ayarı yok" diyorum.
MIŞ-MUŞ
Sarışınlar 193 yıl sonra kaybolacakmış.Allah boyaya zeval vermesin!
Kartal’dan Adalar’a teleferikle geçilecekmiş.O güzelim yerleri yeterince mahvedemediler, havadan takviye kuvvet alacaklar demek!
Yazının Devamını Oku 17 Temmuz 2007
ZAMAN geçtikçe birçok konuda ezberimiz bozuluyor. Gün geçmiyor ki bir gazete sayfasında bir "doğru bildiğimiz yanlışlar" hususu çıkmasın karşımıza. Bir tek erkekler söz konusu olduğunda doğru bildiğimiz doğru olarak devam edip gidiyor.
Mesela...
Türkiye’de, 24 ilde, bir araştırma yapılmış.
"Türkiye Erkek Profili" araştırması.
Sonuçlardan biri şu:
"Türk erkeği fırsatını bulunca eşini aldatıyor."
Gördünüz işte, kendimizi bilmemizle beraber öğrendiğimiz şey!
Adeta babadan oğula geçe geçe bugünlere kadar gelmiş erkeğin aldatma eğilimi.
Bir düşüş...
Bir vazgeçme...
Bir geri adım...
Bir ruhun tekámül etmesi...
Yok, yok, yok!
Tam tersine, iyice azgınlaşmak ve arsızlaşmak suretiyle "tavan" yapmış durumda. Bundan sonrası artık, hani eskiler "teneşir paklar" derlerdi ya... Odur.
* * *
Fakat ne yapsın erkekler bir yandan da...
Devir "fırsat" devri.
Dedelerimizin zamanına oranla eğilimin artmış olmasının nedeni bu.
"Fırsat" bulmak, "fırsat" kollamak falan gerekmiyor. "Fırsat" her daim erkeğin ayağının dibinde. Gelmiş, bekliyor. Türkiye hakikaten bir "fırsatlar" ülkesi oldu.
Ortalık hiç bu kadar "fırsat" kaynamamıştı.
Erkek kısmı elini uzatsa "fırsat"a çarpıyor.
Her renkten, her boydan, her yaştan "fırsat!"
Yetmezmiş gibi "fırsat" ithali de var.
Ukrayna’dan gelen "fırsatlar" özellikle...
Hakikaten bu "fırsat" kaçmaz. Öteki tarafta hesabını sorarlar adama:
"Kardeşim, önüne ne ’fırsatlar’ çıkardık, değerlendiremedin!"
Neyse, değerlendiremeyen yok çok şükür.
Hayır!
"Fırsat düşkünleri!" demeyin!
Bizim de ayağımıza gelse "fırsat", tepmeyiz. Fakat maalesef kadınlar bir "fırsat eşitsizliği" ile karşı karşıya.
"Fırsat" düşmüyor bir türlü.
Ama aldığımız duyumlara göre "fırsat arayışı" içerisinde olan evli kadınların sayısı artıyormuş.
Tekrar erkeklere dönersek, kimse "Benim kocam ’fırsatı’ ganimet bilmez" demesin!
O henüz "fırsat" yoksuludur da ondan.
Fakat erkek başına on beş "fırsat"ın düştüğü şu devirde sizinkinin de en azından bir "fırsat"ını bulması yakındır. Benden söylemesi.
* * *
Netice olarak...
"Türkiye Erkek Profili" araştırmasının ortaya çıkardığı durumun, "ilk Türk erkeği"nden beri süregeliyor olmasını, iyimser bir bakışla "Türk erkeği sebatkár çıktı" diye de yorumlayabiliriz.
MIŞ-MUŞ
Osman Müftüoğlu, "Selülitli kadını seksi bulan var" demiş."Ağzından bal damlamak" diye ben buna derim.
Seks yapmak için 237 neden varmış.Bir tanesiyle bugüne kadar geldik.
Ajda Pekkan, "Evde portakallı ekmek yapan sıradan biriyim" demiş.Fakat ekmeğin portakallı oluşu kendisini yalanlıyor.
Yazının Devamını Oku 16 Temmuz 2007
Sizin de duyduğunuzda sinirinizin oynadığı şarkılar var mı?<br><br>Benim var da. Fakat hiç tahmin edemezsiniz hangileri olduğunu.
Çünkü ne zaman üç kişi bir vesileyle aşka gelip de bir ağızdan şarkı söylemeye kalksa, akıllarına ilk bu şarkılardan biri gelir mutlaka.
Ya da bir kabiliyetsizin, aklında tutabildiği , söylemeyi becerebildiği tek bir şarkı varsa şu hayatta, o da bu şarkılardan biridir.
Halkın o derece sevdiği, benimsediği şarkılar yani.
Zaten fi tarihinin şarkıları olmasına rağmen hala söylenmesinden anlayacaksınız.
Uzatmadan şaşırtayım sizi.
Hayat Bayram Olsa
Sev Kardeşim
Samanyolu
Memleketim
Evet, bu dört şarkıyı duyunca sinirim oynuyor oldum olası.
Peki neden?
Vallahi bilmiyorum.
Sosyolog, psikolog, filozof... Kim bakıyorsa bu işlere, bu durumumu çözerlerse kendilerine müteşekkir olurum.
Herkesin pek anlamlı, çok hisli bulduğu bu şarkılarla ne alıp veremediğim olabilir?
Sözlerini samimiyetsiz buluyor olabilir miyim mesela?
Balığın kavağa çıkmasının bile daha mümkün göründüğü bir takım hallerin sanki olabilirmiş gibi yutturulmaya çalışılmasına bozuluyor olabilir miyim?
İnsanların birbirinin kurdu olduğu şu alemde "Al kardeşim neşe getirdim sana, gel kardeşim elini ver bana" demek inandırıcı oluyor mu yani?
Kimbilir neden istiyor elimi... Parmaklarımı mı kıracaktır...
Aslında galiba biliyorum bu şarkılardan gıcık kapmamın nedenini.
Siyasi partiler.
Evet, onların yüzünden.
Mesela şu anda bir minibüs avaz avaz "Bir başkadır benim memleketim" diye bağırıyor.
Başkadır elbet. Kimsenin itirazı yok.
Fakat "Ben gönlümü eğlerim, gerisi Allah kerim" dedi mi işkilleniyorum. Aslında işkillenmek safdillik sayılabilir. Adamlar buna mahal vermeden açıkça söylüyorlar çünkü. Beş sene gönüllerini eğleyecekler, işleri de Allah’a havale edecekler!
Hani açık sözlülük bu kadar olur!
Yazının Devamını Oku