30 Ağustos 2007
ÖNCE şunu söyleyeyim, ben Ahmet Hakan’ı sevenlerdenim.<br><br>Ta İskele Sancak’tan beri. Hiçbir döneminde kendisinden gıcık kapmışlığım yoktur.
Köşesini de "iş icabı" değil, "Ahmet Hakan’ın okuru" olma sıfatıyla okurum.
Yazılarındaki akıcılığı ve akılcılığı beğenirim.
Açık ve net oluşunu severim.
Gözlemlerine ve tespitlerine güvenirim.
Ama bunları "’geçirme’ öncesi gönül alma" maksadıyla söylemiyorum. Hepsi gerçek, samimi düşüncelerim.
Zaten yapacağım şey de "geçirme" değil.
"Abla nasihati" desem çok mu laubali olur, bilmiyorum ama...
* * *
Sevgili Ahmet Hakan,
Bir süredir gönül ilişkilerin konusunda basında yer alan haberler üzerine, biraz da bu piyasanın "kadın-erkek ilişkilerinden sorumlu kalemlerinden biri" olarak, iki çift laf da ben edeyim dedim.
Aslında hiçbirimizin üstüne vazife değil.
Fakat kadınların hepsi ünlü olunca, üstelik hepsi bir seneye sıkışınca, insan haddi olsun olmasın "Yoksa ortada bir ’sonradan görme’ durumu mu var?" diye düşünmeden edemiyor.
Öyle ya... "Sonradan görülen şeyler"in illa parayla pulla alınır satılır olması şart değil. Aşk, özgürlük, kadın, erkek... Bir sürü şey listeye dahil edilebilir.
Şu sonuncusunu en yakın arkadaşın ifşa etmiş olmasaydı ben hiçbirine inanmıyordum aslında.
Çünkü adının beraber anıldığı kadınların en çılgınının bile hep uzun ilişkilerini duymuştuk bugüne kadar. Hani öyle "ateş almaya uğranacak kadın" intibaı vermiş değildi hiçbiri. Gerçi kimseyi kefil olacak kadar tanımıyoruz ya...
Fakat sonuncusunun "emin bir yerden" duyulması, ötekilerin de gerçek olduğunu düşündürüyor şimdi.
Ve bir köşe yazarı olarak sen de takdir edersin ki yorum yapmadan durulmuyor Ahmet’cim.
* * *
Ortada üç ihtimal var bana göre.
Birincisi, ilişki, iki tarafın iyi niyetiyle başlıyor...
"Hah! Budur!" deniyor.
Sonra... Sonra hevesler kursaklarda kalıyor.
Bu durumda, inşallah, hani aradığımız bir şeyi her zaman baktığımız en son yerde bulmamız gibi, Türkiye’deki bütün ünlü kadınlara "bakmak" durumunda kalmazsın.
İkincisi, kendi kendinle iddiaya girdin, eline de bir "zor" listesi aldın, başardığının üstünü çizip devam ediyorsun.
Üçüncüsü, kadınları yanlış tanımışız, sana atfedilen şeyi onlar yapıyorlar aslında. Yani "öteki taraftan gelen erkek nasıl oluyor" diye bir merak var, hepsi sırada...
Birinci ihtimal için diyeceğimi dedim. Ötekiler içinse "ayıptır" desem... Şöyle söyleyeyim, Abidin’in mutluluğun resmini çizemediği gibi biz de "ayıp"ın tarifini yapamayız. Hele bu devirde...
Ve kimbilir ne zevklidir "merakları gidermek", listelerle gezmek.
Dünyanın sonuna doğru yol alırken "Vazgeçin arkadaşlar!" desem, kim takar?
Bana ne üstelik!
"Dar vakitlerde ünlü kadınlar" bahis konusu olmasaydı bu kadar da bulaşmazdım vallahi.
Fakat madem bir işe soyundum, bir de "abla nasihati" dedim, şu kadarını söyleyeyim bari...
Ahmet’cim,
Reha Muhtar’dan izin aldın mı sen?
Bu piyasada "ünlü kadınlarla yüzeysel ilişki"nin patenti ona aittir biliyorsun.
MIŞ-MUŞ
Bir gemi dolusu Fashion TV güzeli Bodrum’a gelmiş.Tevekkeli Bodrum’a giden uçaklarda yer yok!
Azra Akın, gece vakti Bebek sokaklarında sevgilisini kovalamış.Kovalayana değil kovalatana bakacaksınız.
Yazının Devamını Oku 28 Ağustos 2007
KADIN, "Benim için ne yaptın?" diye sordu erkeğe.<br><br>Kadın dediysem, çocukluktan yeni çıkmış sayılır, üniversite öğrencisi. Erkek de öyle.
Fakat ne olursa olsun kızımız bayrağı annesinden devralmış işte.
Annesi de anneannesinden devralmıştı. Havva’ya kadar gider bunun ucu.
Kadınlık áleminin en mühimsediği hadisedir bu.
En merak ettiği...
Cevabını almaya doyamadığı...
Erkek onun için ne yapmıştır?
Adam ne anlatsa yetmez.
"Daha başka?"
"Şirin kompleksi" diyorum ben buna.
"Ferhat şu dağları delmiş diyorlar, sen ne yaptın kör olası?"
Artık devrin değiştiğini anlamaz kadın.
Genetik bir hadise belki de. Elinde değil. Tıpkı doğar doğmaz eve aldığım ve o günden beri yediği önünde yemediği arkasında olan kedimin, ataları sokak kedisi olduğu için, hálá evdeki çöp tenekelerini karıştırma gayreti içerisinde olması gibi.
* * *
Benim yan masaları dinleme ádetim var biliyorsunuz. Bunun eseri yazılarım olmuştu daha önce de.
Fakat vallahi böyle bir arzu içerisinde değilim aslında. Kendiliğinden oluyor. Türkiye’de çoğu insanın işitme sorunu var anladığım kadarıyla. Bu nedenle herkes bağırıyor. Fakat çok şükür ki konuşma sorunu yok kimsede. Herkes habire anlatıyor.
Hal böyle olunca, bırakın yan masayı, mekánın öteki ucunda oturanları duymak ve de sırlarına vakıf olmak işten değil.
Her neyse...
Erkek boş boş bakıyor kızın yüzüne.
Kız üsteliyor.
İlave soruları da var elbet.
"Doğru söyle, o gün oraya gelirken ne düşündün?"
Erkek yine boş boş bakıyor.
* * *
Aklıma nerede gördüğümü, kimin olduğunu hatırlamadığım bir karikatür geliyor.
Kadınla erkek yatakta yan yana yatıyorlar. Kadın yan gözle erkeğe, erkek tavana bakıyor. İkisinin de tepesinde birer düşünce balonu...
Kadın, aklımda kaldığı kadarıyla şöyle bir şeyler düşünüyor: Belki benim farkında bile değil. Beni sonsuza kadar seveceğini sanmıyorum. Zaten şu anda bensiz bir geleceğin planlarını yapıyor, eminim.
Erkeğin düşüncesiyse şu: Sinekler nasıl baş aşağı durabiliyorlar acaba?
Bu kadar.
Olay bitmiştir.
Bundan ötesi laga lugadır.
Fakat bunu yan masadaki kızcağızın yaşında anlamanın lüzumu yok. O didişmeleri, sorgulamaları, kavgaları, merakları, irdelemeleri, kurcalamaları çıkarıverince hayattan ne kalır geriye?
Robot gibi olur insan.
Yat, kalk!
Onun için içimden müdahale etmek, "Karşıdan çok komik duruyorsunuz", "Kızım bu sokak çıkmaz sokak" gibi şeyler söylemek gelse de kendimi tutuyorum.
Kızcağız tadını çıkarsın kadınlığının!
MIŞ-MUŞ
Finlandiya’da düzenlenen cep fırlatma yarışmasında rekor 90 metreymiş.
"Elden hiç düşürmeme" yarışması düzenlenmiyor ki şöyle bir şampiyonluğun tadını çıkaralım...
Dünya Rizeliler Günü etkinlikleri için Rize’ye giden Başbakan, kurbanlık koyunları kestirmemiş.
İşte benim Başbakanım!
Orhan Pamuk, "İstanbul artık melankolik değil" demiş.
Şizofrenik!
Yazının Devamını Oku 26 Ağustos 2007
BAŞBAKAN hayırlı bir iş yaptı aslında. Farkında olmadan...
Bekir Coşkun’un, Abdullah Gül için "Benim cumhurbaşkanım değil" demesine "Beğenmeyen gider" diye karşılık vermekle hakikaten hayırlı bir iş yaptı.
Başta Hürriyet olmak üzere birçok gazete, köşe yazarları harekete geçti, herkes sahip çıktı Bekir Coşkun’a.
İnsan her zaman ister sevildiğini, kollandığını görmeyi. Ama bazen daha çok ister. Bekir Coşkun da son günlerde okurun desteğine rağmen kendisini yalnız hissediyordu, eminim.
Hızır gibi yetişti Başbakan.
Yalnız olmadığını gördü Bekir Coşkun.
Ona da, sevenlerine de iyi geldi bu.
Herkes birbirinden cesaret buldu, çığ gibi büyüdü destek.
"Cesarete ihtiyaç mı vardı?" diyeceksiniz...
Evet vardı.
Bazen oluyor maalesef.
İlk defa klasik müzik konserine giden biri eserlerin yabancısı olduğundan başladığı bittiği yeri tam kestiremez, alkışlamak için başkalarını bekler. Sap gibi ortada kalmamak için.
Evet durum böyleydi biraz.
Önce "yukarı", sonra etrafa bakıldı ve kalemler oynatıldı.
"Başbakanımız bin düşünüp bir söyleyen biri değil ki" demedi kimse.
Aslında o türlüsü, yani dediğinin üstünde hiç durmamak daha acıtıcı olabilirdi. Bırakın Başbakan’ı, hepimiz için en acısı dikkate alınmamak değil midir?
Ama biz onu dikkate aldık ve hatta belki de biraz fazlaca tepki gösterdik.
Çünkü önceden alınmış bir yaramız vardı. İki yara üst üste geldi.
Emin Çölaşan’da eksik kalmıştık, Bekir Coşkun’da iki kere bağırdık.
İki olayın birbirinden tamamen farklı olduğunu düşünebilirsiniz. Ama çok uzaklarda bir yerde birbirine değdiği bir nokta yok mudur?
Tamam, bir kurumla bir çalışanın yollarının ayrılması gayet doğaldır...
Tamam, basın tarihinde onlarca, hatta yüzlerce örneği vardır...
İşte şimdi eksik kalan bir şeyleri Bekir Coşkun üzerinden tamamlıyoruz gibime geliyor. Onun için sesimiz fazla çıkıyor.
* * *
Yazı burada bitti aslında. Fakat Başbakan’ın "Beğenmeyen gitsin" derken "Bekir Coşkun’u değil, bu zihniyette olanları kastettiği" açıklamasını duyunca aklıma bir fıkra geldi.
Kamyonuyla pazar yerine girip onlarca insanın ölümüne neden olan Temel’e "Bir kişiyi ezecekken neden direksiyonu pazara doğru kırdın?" diye sormuşlar. Temel, "Baktım o da pazara gidiyordu" demiş.
MIŞ-MUŞ
Kadınların aldattığı boşanmalar artmış.
Körle yatan şaşı kalkar.
"Prenses Diana doktorundan hamileydi" iddiası ortaya atılmış.
Kadıncağızın öykü kadar kısa hayatından beş cilt roman çıktı.
Yazının Devamını Oku 25 Ağustos 2007
Siz, siz olun, kimseyi denemeyin. Yani sınavdan geçirmeyin.
Özellikle sevgilinizi.
Sizi ne kadar sevdiğini...
Derdinizi nereye kadar paylaşabileceğini...
Sadakatini...
Denemeye, ölçmeye kalkmayın!
Durduğunuz yerde tatlı ekmeğinizi acı edersiniz. Denemelerden alnının akıyla çıkacak birine rastlamış olma ihtimaliniz pek azdır.
"E, iyi ya kim olduğunu ne olduğunu vakitlice öğreneyim" diyeceksiniz...
Ne aceleniz var?
Nasıl olsa öğreneceksiniz. Üç gün daha uzasın güzel günler. Gidenin yerine iyisi gelecek olsa anlarım da...
Unutmayın, insanoğlunun test edilip de onay alabileni çok azdır.
*
Siz siz olun, kimseyi dünyanızın içine almayın. Kimse oraya efendi gibi oturmak için girmez.
Merak ederler...
Kurcalarlar...
Karıştırırlar...
Altını üstüne getirirler...
Üstelik yanlarında yükleriyle gelmişlerdir, orta yere boşaltırlar, bir de onları toplamaya uğraşırsınız.
Beni dinleyin, içeri almayın. Kapı önü muhabbeti yeter.
*
Siz siz olun, ilişkinizi kalabalıklar içerisinde yaşamayın.
Kimsenin ilişkiniz hakkında yorum yapmasına izin vermeyin. Her kafadan bir ses çıkar, kafanız karışır.
Aranızda geçenleri kimseye anlatmayın.
Kimseden akıl almayın.
"Derdini söylemeyen derman bulamaz" sözü bir tek kadın-erkek ilişkisi için geçerli değildir.
*
Siz siz olun, bir kadın olarak hiçbir kadına güvenmeyin.
"Kocanızı ya da sevgilinizi emanet etme açısından" diyorum.
En yakın arkadaşınız bile olsa...
"Kadınlar güvenilmezdir" demek istemiyorum. Asla!
Fakat kadın kısmı öyle gizemli...
Öyle derin...
Öyle akıllı...
Öyle zeki...
Öyle işveli...
Öyle bilgili....
Öyle şu, öyle budur ki...
Ve bütün bunlardan dolayı öyle çekicidir ki...
Ve de erkekler öyle zayıf, öyle dayanıksız, öyle iradesizdirler ki... Herhangi bir kadının, misal, saçını savurmasına kapılıp gitmeleri işten değildir.
*
Kadın dergilerinin tavsiyelerine benzedi biraz ama... Vallahi hepsi tecrübeyle sabit. Hani "Ben yandım eller yanmasın" hesabına...
Ecnebi sevgili lazım
Sahi kadın dergilerindeki tavsiyelerin tamamı tercüme olduğundan mıdır, kimsenin işine yaradığı görülmemiştir bugüne kadar.
Biz Türkler nev-i şahsına münhasır insanlar olduğumuzdan, Amerika’dan, şuradan buradan verilen akılların hiçbiri bize uymaz.
Hani "Bana damdan düşeni getirin" demiş ya adam... O misal.
Gerçi o tavsiyelerin orijinali de bir damdan düşenin kaleminden çıkmıştır mutlaka, ama dünyanın öbür ucundaki adamın damdan düşmesiyle bizimki birbirine uymuyor işte.
Geçenlerde şöyle bir şey okudum mesela:
"Eğer sevgilinizin yanında, eski sevgilinizden mesaj gelirse ve o da bunun kimden geldiğini sorarsa ’Çok sıkıştım’ deyip tuvalete koşun, numarayı silin, mesaj kalsın. Tuvaletten döndüğünüzde mesajı gösterip ’Kimin attığını bilmiyorum, yanlış numaradır’ deyin."
Şimdi, Türkiye’de bunu yiyecek erkek var mıdır sorarım size?
Bizde altı aydan bir seneye kadar kavgası sürer konunun. O da adam mürekkep yalamış, bireysel olarak AB’ye girmiş biriyse... Aksi halde kadın ’güçlü abi’lerden yardım isteyip cezaevine düşmek durumunda bile kalabilir.
Hatta bu iyi ihtimal...
Girdiği tuvaletten bir daha çıkamaması durumu da pek olmayacak şey değildir bu topraklarda.
İnsan böyle tuvalete koşmakla falan vaziyetin kurtarılabildiği erkeklerin varlığını duyunca bir "ecnebi" sevgili edinmek istiyor hakikaten.
MIŞ MUŞ
Dünyada ve Türkiye’de gittikçe daha çok insan eş değiştirme ortamlarına giriyormuş.
Komşunun tavuğu komşuya kaz görünürmüş!
Türkiye’de içki tüketimi yüzde 35 artmış.
E, hiçbir zaman "memleketin hali" bu kadar içip içip kurtarılası olmamıştı!
Akşehir Gölü kurumuş, gerçekten maya çalınacak hale gelmiş.
Her sene temsili olarak maya çalına çalına "The Secret" mucizesi gerçekleşti sonunda!
İlahiyatçılar, şarabın kimyasal değişime uğratılarak kullanılmasının günah olmadığını söylemişler.
Bakmışsınız yakında şişelemişler "İslami şarap"ımız da olmuş!
Yazının Devamını Oku 23 Ağustos 2007
KONU kapanmıyor. Bireysel olarak kapatayım diyorum fakat "ağır tahrik" var.
İnsan baştan çıkıyor.
"Hayrünnisa Gül’ün türbanı" konusu...
Geçtiğimiz günlerde "First Lady’e Sohpia Loren imajı" haberini görünce yeniden konuya giresim geldi. Giriyorum nitekim.
İngiliz The Guardian Gazetesi, eksik olmasın derdimizi dert edinmiş, Hayrünnisa Gül’ün türbanının ünlü modacı Atıl Kutoğlu’na emanet edildiğinin müjdesini vermiş!
Atıl Kutoğlu da doğruluyor haberi.
Hayrünnisa Hanım için Sophia Loren, Ava Gardner, Catherine Deneuve, Audrey Hepburn gibi ünlü yıldızların stillerinden esinleneceğini ifade ediyor.
Gazeteler haberi fotoğraflarla desteklemişler elbet. Rol icabı da olsa başını örtmeyen dünya starı kalmamış meğer.
Bakıyorum hangisi münasiptir cumhurbaşkanı eşine diye...
Sophia Loren’in bizim gazetenin baş sayfasındaki türbanına bakıyorum mesela...
Türban dediğim, lafın gelişi... Ne diyeceğimi bilemediğimden... "Hamamdan çıkmış kadın başı" desem uzun olacak.
Fakat görüntü sahiden tam olarak bu. Sadece havlu yerine parlak bir kumaş kullanılmış.
Bu uymaz.
Misal, İngiltere Büyükelçisi gelmiş Köşk’e... Hayrünnisa Hanım’ı o kafayla görünce yanlış bir zamanda geldiğini düşünebilir.
Sophia Loren’in, bir başka gazetede, üçgen eşarbın uçlarının ensede bağlandığı bir örtünme biçimi var ki, koyun önüne leğeni, çamaşırları çitilemeye başlasın!
Bu da uymaz.
Bu kadar tevazu Semra Sezer’de bile yoktu.
Audrey Hepburn’ün başörtüsüne gelince...
Şöyle tarif edeyim, aniden bir cenazeye ya da mevlide katılması gereken bir kadın, hazırlıksız yakalanınca tabii, boynundan çıkardığı minicik fularla başını örtme gayreti içerisine girmiş. Durum bu.
Saçın görünen kısmı görünmeyenden çok. Baş, önden bakınca örtülü, arkadan bakınca örtüsüz. Bakın bu her iki kesimi aynı anda tatmin etmesi açısından uygun olabilir!
Yine Sophia Loren’le Catherine Deneuve’un, siyah dantelli şalı, başlarının iki yanından sarkıttıkları "Dul Madam" modeli var ki İslami kesim bunu katiyen onaylamaz. "Yok artık Çankaya’ya kilise de yapılsın bari!" diyebilir.
Bir de Elizabeth Taylor’un konu mankeni olduğu, bir kısmımızın "Benim de annemin başı örtülü" dediği cinsten, yazar çizerlerin "geleneksel örtünme biçimi", halkınsa böyle örtünen kadını kısaca "eşarplı" olarak tarif ettiği bir biçim var.
Yemek pişirirken evde tuz kalmadığını fark eden kadın, bir koşu bakkala gitmek üzere evden çıkarken başını yalapşap bağlamıştır. Karşıdan görenin "Bu nasıl baş bağlamak, her gün bir yana düşer" demesi olasıdır. Bilmem tarif edebildim mi...
Ve bilmem, daima "bakkaldan geliyormuş gibi" duran bir cumhurbaşkanı eşi bize yakışır mı...
* * *
Şöyle söyleyeyim, Ali Müfit Gürtuna’nın eşi, başını açmadan önce ön hazırlık mahiyetinde, kendi çapında modernizasyon çalışmalarına girmişti hatırlarsanız... Şapkalarla falan...
O modeller bunlardan iyiydi.
Düşünün artık...
Bu durumda "Bırakalım dağınık kalsın Hayrünnisa Gül’ün türbanı" derim ben.
MIŞ-MUŞ
Tarih Kurumu Başkanı "Kürtler Türkmendir" demiş.
"Karda kart kurt sesi"ni uyduramadık "Türkmen" verelim!
Finlandiya’daki kazıda dünyanın en eski sakızı bulunmuş.
En son "sakız" ise Türkiye’de! Hayrünnisa Gül’ün türbanı.
Yazının Devamını Oku 21 Ağustos 2007
MODACILAR Hayrünnisa Gül’ün türbanını modernize edeceklermiş. İyi!
Zaten karşı olanların takıldığı nokta da türbanın aslında demode ve rüküş olduğuydu! Şimdi misal, ucuna püskül, tepesine tüy koyunca mesele kalmayacak!
Hatta keşke türbanı çıkarıp peruk taksa Hayrünnisa Gül... Cumhurbaşkanlığı mevkii için endişe edenlerin yüreğine iyice su serpilse!
"Oh!" deseler, "Milli Görüş falan yokmuş!"
Zaten korkulan şey fikirler değil şekillerdir!
Şekillerle oynarsınız olur biter!
Ben de bu arada Abdullah Gül’ün bıyıklarına takmış bulunuyorum. Cumhurbaşkanlığı için hem fazla "kasabalı" duruyor, hem de bir nevi türban ayarında. Modacılar buna da bir el atsalar iyi olur!
* * *
Modacıların elinin değmesiyle türbanın ne şekil alacağından ziyade, sahiden bu yolla insanların kandırılabileceğini düşünen var mıdır, onu merak ediyorum ben.
Fakat suç türbanı modernize etmeyi akıl edenlerde değil.
Onlar da ne yapsın, karşı taraftan ha bire bu yönde eleştiri gelince...
Kimse "Kardeşim, Hayrünnisa Gül göstermelik olarak başını açsa, hatta Abdullah Gül eşini boşasa ne olacak, neticede cumhurbaşkanı adayı kadınların örtünmesi gerektiğini düşünen bir zihniyetin temsilcisidir" demedi ki!
Taktılar Hayrünnisa Gül’ün türbanına.
Onlar da ne yapsın, modernize ettirecekler.
* * *
Arkadaşlar!
Bu defa böyle.
Bu defa First Lady türbanlı.
Artık bunu kabul etsek iyi olur.
Neticede tepeden inmiyor Abdullah Gül. Meclis’in içinden çıkıyor. Hem de daha bir ay önce yenilenen Meclis’ten.
Seçim oldu, sordular bize...
"Evet, tamam, budur" dedik, "AKP neylerse güzel eyler."
Yani cumhurbaşkanı eşinin türbanlı oluşu "umumi arzu üzerine" gerçekleşiyor denilebilir.
Yapacak bir şey yok.
"Kahpe demokrasi" diye kafalar çekilebilir en fazla.
Ha, var bir yol daha... Ama o yol iyi yol değil, kimse temenni etmesin.
MIŞ-MUŞ
Dünyada 42 yıllık petrol kalmış.
Anlaşıldı... K....... yırtsak dünyanın sonu geldi!
İngiltere’de evine telefon bağlatmak isteyen bir kişi, müşteri hizmetlerine ulaşmak için 20 saat beklemiş, yine de ulaşamamış.
Umduğunu değil bulduğunu yiyeceksin! Telefonu olmadı ama bir rekoru oldu.
Türkiye’de tekne sevdası zirve yapmış, marinalarda tekne bağlayacak yer kalmamış.
Durum "Türklerin bilmemnesi bilmemnesine denk" diye de ifade edilebilir.
AKP Balıkesir milletvekili, Altınoluk’ta jandarmayla tartışmış, masaya vurarak "22 Temmuz’da dersinizi verdik!" diye bağırmış.
Fakat görünen o ki "ders" beyefendiyi sözde sevindirmiş, özde ise sinirleri bozuk!
Yazının Devamını Oku 19 Ağustos 2007
AŞAĞIDA okuyacağınız yazı, yurdum insanıyla, zaman zaman, aşk, cinsellik, evlilik gibi konularda yapmış olduğum sohbetlerin bir bölümünün yorumsuz naklidir. F.M. Kadın. 35 yaşında. Bekár. Bankacı.
Evlenmek ve çocuk yapmak istiyorum. Acilen.
Ama kahretsin adam yok. Yani var da evlenmeye yanaşan yok. Hepsi yan çiziyor. Karşıma çıkanlar hep boşanmış, çocuklu adamlar. Heveslerini almışlar yani. Beni anlamıyorlar.
Panik halindeyim desem yalan olmaz.
S.H. Erkek. 27 yaşında. Bekár. Sigortacı.
Bir sevgilim var. Üniversitede beraber okuduk. Evlenmeyi düşünüyoruz. Daha doğrusu o düşünüyor. Ben kararsızım.
Kırmak istemiyorum onu. Hem evlenmeyip de ne yapacağım bir yandan da.
Çok áşık sayılmam. Ama áşık olacağım diye bekleyeyim mi yani?
H.N. Kadın. 39 yaşında. Evli. Çalışmıyor. İlkokul mezunu.
Ay ne bileyim... Seviyorum beyimi. O da beni seviyor, neden sevmesin?
Hiç kavgamız yoktur.
Zaten vakit yok. Üç çocukla uğraşıyoruz. "O iş"e bile vakit bulamıyoruz.
Bazen beyim içimi gösteren şeyler giymemi istiyor. Geceleri tabii. Gülmem geliyor. Giyiyorum mecburen.
Ne?
Tabii tabii. Olmaz mıyım, oluyorum o dediğinden.
B.K. Erkek. 34 yaşında. Bekár. Şoför.
İnan olsun ablacığım evlenilecek kız yok!
Tam buldum diyorum, ikinci buluşmamızda yatağa giriyor. Yıkılıyorum.
Vallahi istemiyorum ben, denemek için teklif ediyorum. Fakat sınavı geçen yok ablacığım. Hiç ummadığın kızlar...
Mağdurum resmen. Evlenemem bu gidişle.
S.Y. Kadın. 42 yaşında. Bekár. İş kadını.
Hiç evlenmedim. Kendimi bildim bileli aşk peşinde koşuyorum. Hep "ölümüne aşk"ın varlığına inandım. Ve bir gün o türlüsünün beni bulacağına... İki cinsin birbirine áşık olmak için yaratılmadığına inanıyorum artık. Yani bu bilimsel olarak mümkün değil herhalde.
Ben de artık erkekler gibi bakıyorum olaya. Pazuları güçlüyse bir erkeğin, neden olmasın mesela?
Z.E. Erkek. 51 yaşında. Evli. Genel müdür.
Şimdi tabii...
Önce aşkın tarifini yapmak lazım. Sonra evlilik kurumuyla bağdaşıp bağdaşmadığına... Bizler aklı başında insanlarız elbet. Düşünülerek atılmış adımlar var hayatımızda. Eşim ve ben de sorumluluklarımızın bilincindeyiz.
Sonra biliyorsunuz çocuk faktörü çok önemli.
B.A. Kadın. 38 yaşında. Dul. Doktor.
Aşktan ağzımın payını aldım.
Yaşasın seks!
40’ımı geçtikten sonra seksi satın almayı düşünüyorum.
50-60 yaşındakine razı olacağıma 25 yaşındakini satın alırım. Madem ikisinde de aşk yok...
E.A. Kadın. 23 yaşında. Tezgáhtar. Lise mezunu.
Evlenmek istiyorum aslında ama...
Şu ana kadar dört tane erkek arkadaşım oldu. Şu sıralar kimse yok. Daha doğrusu internette biri var ama... Antalya’ya çağırıyor beni.
Bir yatmaktan anlıyorlar...
Bazen beni nasıl olup da kaçırdıklarını anlamıyorum erkeklerin... Vallahi. Güzelim, kültürlüyüm, para kazanıyorum, yemek, ev işi bilirim... Ay koca arıyor gibi oldu!
MIŞ-MUŞ
Ağar 25 gün sonra koltuğuna geri dönmüş.
Bir oyla bir araba dolusu laf eden seçmen demek bunu da dedi: Git, 25 gün sonra geri gel!
Deprem uzmanı Prof. Naci Görür "Bu hızla hastanelerimizi 190 yılda güçlendiririz" demiş.
Buna da şükür, 40 deprem sonrasına hazırız demek!
En genç İngiliz polis memuru bir türbanlı kızmış.
Haset etmeyin, bizden de "en genç cumhurbaşkanı eşi bir türbanlı kadın" haberinin dünyaya yayılmasına birkaç gün kaldı.
Yazının Devamını Oku 18 Ağustos 2007
Her zaman söylerim.. Fahişe olmak için bile akıl lazım diye.
Aklınız yoksa batağa saplanırsınız, varsa ömür boyu gittiğiniz her yerde "Hanımefendi" diye karşılanırsınız. Hepimizin bildiği çok "Hanımefendi" var böyle.
Türkiye’nin en iyi oyuncularından biri olacaksınız...
Bunu ortaya koymak için önünüze bir fırsat çıkacak...
Televizyonların en çok izlenen, en kaliteli dizisinde, en iyi senaristle, en kıymetli oyuncularla çalışma imkánı bulacaksınız...
Bir anda zirveye çıkacaksınız...
Sonra dilinizi tutamayacak...
Abuk sabuk konuşacak...
Cıvıtacak...
Şımaracak...
Saçmalayacaksınız...
Ve tekrar başa döneceksiniz.
Peker Açıkalın’dan söz ediyorum.
O şimdi "Avrupa Yakası’ndan ayrılmak dünyanın sonu değil!" diyebilir.
İnşallah öyledir.
*
Benzer şeyler Tuğba Özay için de söylenebilir.
Fakat bir yandan da Tuğba’nın başına devlet kuşu kondu!
Siz hiç hapisten yıkılmış, tükenmiş, vazgeçmiş çıkan birini gördünüz mü Türkiye’de?
"Çömez" girilir "ağa" çıkılır...
"Adi hırsız" girilir, "çete üyesi" çıkılır...
"Belediye başkanı" girilir, "başbakan" çıkılır...
Yazar, çizer, gazeteci, sanatçı kesimi zaten malûm... Hapse girip çıkmayanı tam olmuş sayılmaz.
"Mafya" deseniz keza...
"Aynı şey değil" demeyin.
Ha, herkes kendi çöplüğünde değer kazanır, o başka ama neticeye bakın siz. Bir katilin, köyünün kahvesinde, herkesten fazla itibar gördüğüne inanıyorum bu memlekette.
Diyeceğim, Tuğba Özay’a "Allah kurtarsın", "Geçmiş olsun" yerine "Gözün aydın", "Hayırlı olsun" falan demek daha uygun.
İnsan diyeti
Size hiçbir şey vermeyip hep alan insanlardan uzak durmak!
Tempo dergisi geçen haftaki sayısında bunun yollarını anlatıyordu. Erol Evgin kısaca "İnsan diyeti" diyormuş buna.
Düşündüm de, benim de yaptığım bu.
Hatta benimki diyet ötesi.
"Ölüm orucu" denilebilir.
Fakat bu durum biraz da kendiliğinden oluştu bende. Kendimi orucun orta yerinde buldum.
Hadi açık açık söyleyeyim, tanıdığım tanımadığım herkes bana karşı diyet uyguluyor.
Şu kalemi elime aldığım günden başlamak üzere çığ gibi büyüdü diyet yapanların sayısı.
Gerekçeler çeşit çeşit...
Kimi kendisine dokundurmuş olmamdan...
Kimi hiç dokundurmamış olmamdan...
Kimi "Ben senin bana dokundurma ihtimalini sevmedim" ruh halinden...
Kimi "Köşeli" Pakize’yi benimseyemediğinden diyette.
E, köşeden bağımsız "Sade Pakize"den hoşnut olmayanlar da var elbet...
Koyun hepsinin üstüne benim diyetimi...
Dediğim gibi "ölüm orucu" oluyor durumum.
Su niyetine bir ailem, bir-iki dostum, hepsi o.
*
Fakat memnunum.
Hakikaten hepinize tavsiye ediyorum.
Ha, enerjiniz fazlaysa, harcayacak yer bulamıyorsanız bir şey diyemem. Küsün, barışın, ağlayın, sızlayın, dayanın, katlanın, dinleyin, dinleyin, dinleyin...
Aslında diyete kalkışmak da enerji istiyor. Bana bakmayın... İşim gereği armut pişti ağzıma düştü. Fakat bir banka memuru şefine nasıl "üç beyaz" muamelesi yapsın?
Zaten derginin dediğine göre hayatınızı zorlaştıranı tamamen silip atmak değilmiş "insan diyeti"
Şunları yapacakmışsınız:
á Hoşlanmadığınız kimselerle ilişkileri minimum düzeyde tutmak
á Saygı çerçevesini aşmamak
á Kendi sınırlarının farkına varmak ve bunlara riayet etmek,
á İlişkilerde neyin yanlış gittiğini soğukkanlılıkla düşünmek
á Derdini anlatanı dinler gibi yapıp dinlememek
á Olumsuz insanların problemlerinden yıldırımları üzerinize çekmeyecek şekilde uzaklaşmak
á Tenkitçi olmamak, olumlu, hoşgörülü ama mesafeli olmak
á İnsan ilişkilerinden fazla bir şey beklememek
Bayılırım bu beylik tavsiyelere!
Ayol bunları yapabildikten sonra mesele yok ki zaten!
Bana sorarsanız, yani bu "çaktırmadan uzaklaşmak"sa, hiçbir şey yapmayıp katlanmak daha az yıpratıcı.
MIŞ MUŞ
Yalnızca Dünya değil uzay da kurumuş.
Bizde de ne ayak varmış ama!
Hülya Avşar "Macro Star" olduğunu ilan etmiş.
TSK’nın 30 Ağustos terfi listesine bunu da ekleyin!
Ankara’daki Mısır Büyükelçiliği çalışanları su bulamayınca toprakla aptes almışlar.
"Bölgenin lideri" konumundaki ülkeyi yakından tanımaktan memnun olmuşlardır herhalde!
Yazının Devamını Oku