Pakize Suda

Tesadüfün böylesi!

25 Eylül 2007
HINCAL Uluç, pazar günü köşesinde soruyordu... "İnsanın sevme ve sevilme hakkı elinden alınabilir, sınırlanabilir mi?"

Cevap veriyorum, asla!

Devam edelim soru-cevaplara...

"Aşkın mantığı yoktur. İtirazı olan var mı?"

İtirazı olan hiç áşık olmamıştır.

"Söyler misiniz insanın áşık olma hakkının sınırı nedir?

30 mu?.. 40?.. 50?.. Yetmiş, iş bitmiş mi yoksa?"

Böyle bir sınır yoktur elbet. Her yaşta áşık olabilir insan. Ve sahiden áşık olabilse keşke 70’inde de.

"Ve de söyler misiniz insan kendisinden en çok kaç yaş farklı birine áşık olma hakkına sahiptir?

10 mu?.. 20?.. 40?..

Güldürmeyin beni.

Bu kadar hesap kitap içinde olsa onun adı ’aşk’ olur muydu tarih boyunca..."

Yerden göğe kadar haklısınız.

"Boyu boyuma, huyu huyuma, yaşı yaşıma" dediniz mi o "sipariş"e girer ki aşkın siparişi olmaz!

"Şimdi áşık olsam... Şimdi diyelim kalbimi gümbür gümbür attırsa diyelim bir genç kız... Damga hazır!

Azgın Teke Hıncal!

Hadi canım siz de..."

Aynen katılıyorum. Bence de "Hadi canım siz de!"

Hayır, insan neredeyse korkudan áşık olamayacak... Bir nevi "mahalle baskısı!"

En son "Ölene kadar sevgiyi arayacağım ben... Aramazsam öldüm demektir zaten yaşarken..." diyor Hıncal Uluç.

Doğru söze ne denir... Aşk yoksa... Hayat devam eder elbet ama "bitkisel" olarak.

Ama... Ama... Ama...

Bir soru da ben sorayım şimdi:

60’ını geçmiş erkeklerin HER ZAMAN, DAİMA, HEP, İLLAKİ, MUTLAKA genç kızlara áşık olması tesadüf müdür?

Áşık olmasınlar demiyor kimse... Fakat içlerinden biri de ilaç için 50 yaşında bir kadına áşık olsa, kimsenin sesi çıkmayacak. Fakat görmedik, duymadık bugüne kadar.

Kanun gibi hep genç kızlara düşünce gönül, insanın aklına bin türlü şey geliyor. Ne yapacaksınız... Aşkın sınır tanımaması gibi akıl da sınır tanımıyor.

Evet, dediğiniz gibi aşkta hesap kitap olmaz. Zaten onun için kendilerinden 30-40 yaş büyük ama onlara mutlaka bir "imkán sağlayacak" erkeklerle birlikte olan kadınların hissettiği şeye "aşk" diyemiyoruz ya çoğumuz...

Aslında "Azgın Teke" tanımlaması bir espri netice olarak. Yoksa yaşlı erkek-genç kız ilişkisi toplumun her kesiminde, her zaman kabul görmüştür.

Fakat buna karşılık, bırakın 60’ını geçmeyi, 50’sinde bir kadının, öyle 20’li yaşlarda da değil, 35 yaşında bir erkekle ilişkisi nasıl karşılanıyor?

Ne gibi damgalar yiyor kadın?

Ceyda Düvenci’yle Pınar Altuğ... Gencecik kadınlar. Üstelik sevgilileri kendilerinden sadece 7-8 yaş küçük. Fakat bu yaş farkının ısrarla vurgulanmadığı bir habere rastlamadık hiç.

Aşka kimsenin bir diyeceği olamaz. Ama "hak"sa kadınlara da hak. Kadınların da her yaşta áşık olmaya ve áşık olunmaya ihtiyacı var. Erkek kısmı habire nalıncı keseri gibi kendine yontmasın.

MIŞ-MUŞ

Almanya’da uzmanlar biranın sağlığa yararı hakkında rapor hazırlamışlar. Finlandiya’da ise bira şişesinin üstüne sağlığı tehlikeye attığı yazılacakmış.

Karadeniz fıkrası dünyanın her yerinde var.

Gazetenin haberine göre oyuncu Salma Hayek, Valentina Paloma isminde bir kız çocuk dünyaya getirmiş.

Ben bundan çocuğun doğduğunda üzerinde Valentina Paloma yazdığı anlamını çıkardım. Tam Hakkı Devrim’lik.
Yazının Devamını Oku

Kadının soyadı yok

24 Eylül 2007
Doğdun... Babanın soyadı.<br><br>Evlendin... Kocanın soyadı. Boşandın... Babanın soyadı.

Yeniden evlendin... Yeni kocanın soyadı.

"E, durmadan evlenip boşanmasın" diyeceksiniz...

Mesele o değil.

Kadının sabit bir soyadı yok.

Olamıyor.

Babayla koca arasında gidip geliyor.

Sabitlemek isteyene de izin yok.

Babanın soyadında kalamıyorsun evlenince... Boşandın... Kocanın soyadını da kullanamıyorsun. İzin vermiyor "koca".

Bir ünlü işadamı vermemiş nitekim boşandığı eşine. Hukuki yollara başvurmuş kullanmasın diye. Yirmi sene kader birliği ettiği...

Aynı yatakta yattığı...

Üç de çocuk yaptığı kadının, soyadını kullanmasını istemiyor!

Hani kadın adamı bırakır gider de o zaman anlarım adamın psikolojisini. Hak verebilirim bir derece.

Fakat aşık olup giden kendisi.

O halde...

Nedir bu düşmanlık?

Bu hırs, bu kin?

Kadın, "Çocuklarımla aynı soyadını kullanmak istiyorum" diyor.

Gayet makul, anlaşılır bir şey.

Ama ı-ıh!

Adam izin vermiyor.

Belki de "ikinci" izin vermiyor.

"Birinci" soyadını değiştirmezse "zafer" tam kazanılmış olmuyor herhalde!

Mümkün olsa, Türkiye’nin nüfusundan düşürseler "Birinci"yi, çok memnun olacak "ikinci"! Öyle bir silme, kazıma, yok etme isteği.

Allah yeryüzündeki bütün yaratıkları insanoğlundan korusun!

***

Fakat bir yandan da "kadın kısmı aranıyor" da diyebiliriz. Öyle meraklı ki "koca"nın soyadını almaya... Bunun için savaş veriyor adeta.

Hatta işte "Kocamın soyadı bir tek bende olsun" diye hırs bile yapıyor.

Ya da buldu mu bırakmıyor bir daha. Tamam, çocuklarla aynı soyadı makul falan dedik de... Adam gitmiş soyadı batsın!

Neticede kadın-erkek arasındaki en büyük adaletsizlik bu bence.
Yazının Devamını Oku

Kılavuz

23 Eylül 2007
DAHA önce de yazmıştım ama...<br><br>Gazetelerdeki fotoğraf-fotoğrafaltı ilişkisine, daha doğrusu ilişkisizliğine dair bir anım var. Yıllar önce, o kış renkli kazakların moda olacağına ilişkin bir haber için konu mankeni olmam istendi. Fotoğraf çekimi için eve gelen muhabirle en cartından birkaç renkli kazak seçtik. Birini çıkarıp birini giydim, çekimleri yaptık bitirdik.

Birkaç gün sonra baktım, kazaklı fotoğraflarım baş köşede hakikaten.

Haberin başlığı da "Bu kış renkli kazaklar moda". Fotoğrafların altında yine bu anlamda bir-iki cümle.

Fakat fotoğrafların tamamı siyah-beyaz!

Geçen gün New York Moda Haftası’nın defile fotoğraflarına bakarken gördüm ki aradan sadece yıllar geçmiş, o kadar. Değişen pek bir şey yok.

Ya da şöyle de bakabiliriz duruma:

Görünen köyün kılavuz istememesi koca bir yalan!

Bal gibi istiyor!

Mesela size bir kıyafet tarif edeceğim şimdi...

Pembe, ekoseli, boyu diz altında biten bir etekle, yine pembe, kolsuz popo altında biten bir bluz...

Buraya kadar her şey normal.

Fakat modacı belli ki "Bu kadarını anneannem de becerir" deyip, yaratıcılığını ortaya koymak maksadıyla, iç çamaşırının içe değil de dışa giyildiği süsünü vermiş kıyafete.

Hani, mankeni podyumda değil de sokakta görse insan, "Allah kimseye akıl noksanlığı vermesin" diye acınabilir kızın haline.

Modacıların en büyük korkusu nedir diye sorsalar, "Yeterince çılgın sayılmamak" derim.

Söz konusu modacı da bu korkuyla, durmamış, almış başını gitmiş.

Mesela külotla sutyen hiç olmazsa takım olabilirmiş... Fakat külot siyah, sutyen bej.

Ayakkabılar tek renk olabilirmiş... Fakat üç renk.

Onca hareketin üstüne aksesuvar tasarrufuna gidilebilirmiş... Fakat elde mor eldiven, belde zincir, boyunda iki sıra renkli boncuk.

Böyle anlatınca sanki adamların modacılığına laf ediyormuşum gibi oldu fakat değil. Benim derdim fotoğrafaltı yazıları.

Şimdi mesela şu yukarıda tarif ettiğim kıyafetin altına, ben olsam, "2008 İlkbahar-Yaz modası ’Deli kızın çeyizi’ kıvamında" gibi bir şeyler karalardım. Gördüğüm bu çünkü.

Oysa "kılavuz" bakın ne demiş:

"Sade, sportif ve abartıdan uzak."

Şaka gibi!

*

Bir başka modacının koleksiyonundan dört parça... Dördünde de siyah-beyaz hákim.

Fakat "kılavuz" diyor ki, "Modacının tercihi toz pembe, kayısı rengi, açık mavi".

Fikriyle zikri bir değil demek modacının!

Diyeceğim şu ki, bazen görünen köy kılavuz istiyor!

MIŞ-MUŞ

AKP, sıkıntılarını Anayasa’yla aşıyormuş.E, ya kendi değişecekti ya Anayasa... İkincisi daha kolayına geldi zahir.

En yeşil ülkeler sıralamasında Türkiye 70’inci olabilmiş.Açığı başka bir "yeşil"le kapamaya çalışıyoruz!

Almanya’da bir kadın kaymakam, "Evlilikler 7 yıl sonra otomatikman bitsin" demiş.Kadınlar açısından söylüyorum, "yerine otomatikman yenisi gelecekse" neden olmasın!
Yazının Devamını Oku

Sözde kolay, özde zor

22 Eylül 2007
Ankara Cinsel Tıp Enstitüsü dört ilde, genç bir kadın için eşini terk eden "olgun" 500 erkeğe birtakım sorular yöneltmek suretiyle bir araştırma yapmış. Araştırmadan, evini terk eden erkeklerin yüzde 70’inin geri döndüğü sonucu çıkmış.

Neden acaba bu dönüş?

Ben "yorgunluktan" diyorum.

Şöyle söyleyeyim, daha doğrusu ben de birkaç soru sorayım...

Bir adam, kaç saat, kaç gün, kaç ay göbeğini içeri çekerek yaşayabilir?

Kaç saat, kaç gün, kaç ay dik durabilir?

Kaç gece horlamamak için uyanık kalabilir?

Ne kadar zaman gençmiş, dinçmiş, yorgun değilmiş gibi yapabilir?

20’lik delikanlılara taş çıkartmanın sözde kolay, özde zor olduğunu üç günde anlamaz mı bir adam?

Anlayıp da o eski "ayda bir" periyodunu özlemez mi?

İnsan önünde sonunda kendisini ezelden beri tanıyan birinin yanında yaşamanın ne büyük konfor olduğunu fark etmez mi?

Anıları hayallerinden fazla biri, tam tersi durumdaki biriyle ne kadar süre uyum içerisinde yaşayabilir?

Her gece "Lala paşa eğlendirmek" durumunda kalan bir adam, televizyonun karşısında miskin miskin oturduğu, konuşmadan somurttuğu o eski özgür günlerini özlemle hatırlamaz mı?

En önemlisi "ilaç takviyesi" nereye kadar?

Geri dönmeleri doğaldır yani.

Hepsi bir yana...

Aslında kaçamaklar, günlük aldatmalar, kısa beraberlikler sırasında yaşananlar, genç kadının dayanılmaz cazibesi falan işin reklam kısmıdır.

Beraberlik uzadığında ya da evliliğe dönüştüğünde görülür ki, aslında kimsenin kimseden pek farkı yoktur. E, torun torbadan ayrı kalmaya değmez!

Çocuksa çocuk!

Ünlü bekárlara sormuşlar...

Çoğu ancak "çocuk için" evlenebileceğini söylemiş.

Olabilir.

Herkesin kendi hayatı. Tercihler çeşit çeşit. Doğrusu yanlışı olmaz.

Bunu söyleyen erkekler açısından bir problem yok yani.

Fakat onların şu anda beraber olduğu kadınlar için berbat bir durum. Ben olsam derhal terk ederim bunu diyen adamı.

Derim ki...

Demek bu adam evliliği hiç düşünmüyor değil.

Evliliğe prensip olarak karşı değil yani. Sadece şartı var.

Ona evliliği istetecek bir güç, bir değer gerekiyor.

Ve o değer ben değilim.

Böyle der ve bırakır giderim. Zaten ben bırakmasam gönlüm bırakır.

Ama kadınların çoğu "ben" değil.

Bu tüyoyu aldılar ya... İlk iş bir çocuk yapabilirler.

Bilmiyorum belki de onlar haklıdır. Evlilik gibi "kutsal" bir müessesenin yok olmaması için misyoner gibi çalışıyorlar belki de. Bir savaş veriyorlar.

Savaşta nasıl adam öldürmek doğalsa... E, burada da cebir ve hile olabilir. Çocuksa çocuk!

Geçenlerde bir aylık dergide gördüm, müzmin bekárları evliliğe ikna eden kadınlar, bunu nasıl başardıklarını anlatıyorlardı.

Gerçi verdikleri sırlar içerisinde öyle hile falan yok ama bir hedef ve o hedefe ulaşmanın yolları var netice olarak.

"Nasıl oldu bilmiyorum, evlendik işte" durumu yok yani. Yolu yordamı var işin.

E, neden çocuk da bu yollardan biri olmasın?

Kimi erkeğe iyi yemek yapacaksınız, kimisine çocuk!

MIŞ MUŞ

AKP’liler türbanlı öğrenciye üniversite kapısını açarken cüppe, sarık ve çarşafı engelleyecek formül arıyormuş.

Bir türban iki cüppeyi götürebilir mesela!

Kerem Alışık "Çapkın değil derinlikliyim" demiş.

Zaten bu iki özellik karşıdan bakınca birbirine karıştırılabilir!

Azra Akın "Gerçek oyuncu sette aşık olmaz" demiş.

Gerçek aşk set falan dinlemez, onu n’apıcaz?
Yazının Devamını Oku

Tayin konusu

20 Eylül 2007
GEÇENLERDE bir haber dikkatimi çekti bizim gazetede. Bolu’da bir ilköğretim okulunda görevli bir öğretmenle bekçi, okulda porno CD izledikleri için başka okullara tayin edilmişler. Biri Gerede’de bir ilköğretim okuluna, öteki Mudurnu’ya. Haberin beni ilgilendiren kısmı, öğretmenle bekçinin porno film seyretmiş olmaları değil.

Bu devirde tam tersine porno film seyretmeyen erkeği merak etmek lazım, nesi var diye.

Hatta böyleleri müzeye konsa yeridir. Fakat Türkiye’nin bütün müzelerine yetecek kadar adam çıkar mı bilmiyorum.

Beraber seyretmelerine gelince...

O da tuhaf bir durum değil.

Hatta, neden iki kişi, daha fazla değil?

Erkek kısmının toplaşmadan maç seyrettiğini gören var mı?

"Seyir" dendi mi refleks olarak bir araya geliyorlar.

Belki de maçlarda bütün pozisyonlar tartışmalı olduğundan... Tartışmadan golün gol olduğunu bile anlayamıyorlar belki. E, tartışmak için en az kişi olmak lazım.

Neticede porno film dediğiniz de bir pozisyonlar yumağıdır. Hakikaten her karesi tartışılmaya muhtaçtır.

Sürekli fikir teatisinde bulunmak ister insan:

"Yok artık deve!"

"Ne lan bu!"

"Bunlar protez oğlum!"

Onun için öğretmenle bekçinin seyir beraberliklerinde bir tuhaflık yok.

* * *

Bu işi okulda yapmaları durumu var ki herhalde suç sayılan da bu. Fakat ben buna da fazla takılmış değilim doğrusu.

Bir kere okul kapandıktan sonra seyrediyorlarmış filmleri, bu bir.

İkincisi, neticede bu da bir eğitim değil midir?

Şöyle söyleyeyim, bir insan hayatı boyunca kaç defa integral denklemi çözmek, kaç defa sevişmek durumunda kalmıştır?

Hangisi önemlidir?

Peki, neden gazeteler, dergiler habire kazık kadar adamlara, kadınlara nasıl sevişileceği hususunda tüyo veriyorlar?

Önemli demek ki.

Buna karşılık hiç aylık "Cebir-Geometri Dergisi" görmedim.

Şu tüyoları, okulda, beyinler tazeyken verselerdi olmaz mıydı?

* * *

"Peki sen neye takıldın?"
diyeceksiniz.

Öğretmenle bekçinin tayinine.

Türkiye’de bu hep yapılıyor. Hapislik olmayan "suçlar"a tayinle karşılık veriliyor.

Tayin edildi diye huylu huyundan vazgeçecek midir?

Öğretmenle bekçi gittikleri yerde kendilerine başka "seyirdaş" bulamazlar mı?

Bolu’daki okul okuldur da Mudurnu’dakiyle Gerede’deki okullar k.... midir?

Yoksa bu adamlar hakikaten iyi bir iş yapmışlardır da yurdun dört bir yanındakiler kendilerinden faydalansın diye mi oradan oraya tayin edilmektedirler?

Böyle sorular geliyor insanın aklına.

MIŞ-MUŞ

Deniz Akkaya, "Zayıf kadınlar istek uyandırmıyor" demiş.

Biraz kilo aldı galiba.

Yıllar içerisinde "Ayşe" isminin yerini "Elif" almış.

Şark cephesinde yeni bir şey yok!

Sibel Can, ramazanı geçirmek için Amerika’ya gitmiş.

Manitu kabul etsin!
Yazının Devamını Oku

Okullar açıldı

18 Eylül 2007
AHDETMİŞTİM, okullar her açıldığında artık okullu olmadığıma şükredecektim.<br><br>Her sene... Adeta bir anma günü gibi...

Kaç yaşıma gelirsem geleyim...

Yapacaktım bunu.

Öyle bezmiştim demek, o dönemin fazlaca baskıcı eğitim sisteminden. Disipline hiç gelemeyen biri olarak...

Bir süre şükrettim sahiden.

Sonra manasızlaştı elbet.

"Mecbur olma hali"nin okulla birlikte sona ermediğini görünce ve ölene kadar şu fakiri terk etmeyeceğini anlayınca okul dönemi adeta "sefahat dönemi" olarak anılmak üzere kişisel tarihimde yerini aldı.

Bir de yaş ilerledikçe öğrenme isteği artıyor mudur nedir... Şimdi verecekler ki bana o fiziği, o kimyayı... Fakat bu defa da aklım alır mı, orası ayrı.

Böyle de bir terslik var.

Beyinle ruhun öğrenme karşısındaki durumları birbirine denk düşmüyor. Önce biri kapmaya uygunken öteki almaya isteksiz; sonra öteki hevesliyken beriki kifayetsiz...

Uzatmayayım, kapısından son kez çıktıktan bir süre sonra barıştım okulla.

Hatta artık seviyorum bile diyebilirim.

Nesini?

* Çocukluğa denk düşmesini mesela. Ki bu bile yeter sevmem için. Geçip giden her sene çocukluk dönemini daha da kıymetli hale getiriyor nedense. Hafıza, insanı gittikçe daha çok yanılttığından mıdır artık...

* Okula gidiyor olmanın sizi başka bütün sorumluluktan azat ediyor olması da sevilesi bir hal.

"Dersim var" dediniz mi akan sular durur, kimse bir şey beklemez artık.

* Sonra "Aferin" almanın bu kadar kolay olduğu bir başka dönem var mıdır?

Dört buçuktan beş alırsınız, "Aferin!"

İlerleyen yıllarda ağzınızla kuş tutsanız kimse "Aferin" demez. Hatta bu memlekete cumhurbaşkanı olsanız bile...

* Bir de sorarım size, "Çok yoruldunuz, üç ay izin yapın" diyen bir başka müesseseyle karşılaştınız mı okuldan sonra?

* "Maceraya teşvik" kısmını da unutmayalım. Sahiden de okulun, insanın maceracı ruhunu tetikleyen bir yanı vardır. Bir kere içeri adım attıktan sonra son zile kadar dışarı çıkmanın yasak olduğu yılların öğrencisi olarak üç metrelik düz duvara tırmanıp, üstüne dikenli telleri aşmışlığım çoktur. Kendi kendimi küçük çapta komando eğitiminden geçirdiğimi söyleyebilirim o yıllarda.

* Okul çağı aynı zamanda "taahhüt dönemi"dir. İlkokula giden çocuğa hangi mesleği seçeceğini sorarsınız, misal "Doktor olucam" der... Hakikaten doktor olmuş gibi itibar görür.

İstediğiniz gibi sallayabilirsiniz yani. Salladığınız, en erken on beş sene sonra ortaya çıkar. E, o zamana kadar kim öle kim kala!

Diyeceğim okul iyidir.

MIŞ-MUŞ

Okulların yarısında sıra eksiği varmış.Fakat büyük bir ülkeyiz, hükümetimiz de çok başarılı, o ayrı!

Kakao cinsel isteği artırıyormuş.İnsanoğlunu "mide fesadı" yaptılar, şu işe kesin bir çözüm bulamadılar!

Küresel ısınma kutupta yeni bir seyir rotası açınca Atlantik-Pasifik yolu kısalmış.Küresel ısınma adeta bir "yol verici". Dünyanın sonuna giden yolu da kısalttı biliyorsunuz...
Yazının Devamını Oku

Resmi temas

16 Eylül 2007
ŞU hayatta en zor şeylerden biri, duygulara hákim olmaya çalışmaktır herhalde. Kendini kapıp koyuverememek.<br><br>Geçenlerde bir telefon konuşmasına şahit oldum da... Bakın, mesele şu:

Sevgililerin ilişkisi "gerilme devri"ni de arkada bırakmış "yıkılış"a gelmiş dayanmıştır.

Kavgalar bile son bulmuştur. Ki bu çok önemlidir. Çünkü kavga varsa, bana göre hálá bir umut vardır.

O da bir iletişimdir neticede. O bile yoksa artık, geçmiş olsun!

Uzatmayayım, işte o son noktaya gelinmiştir.

Fakat iki tarafın son noktaya aynı anda gelmesi pek ender rastlanan bir durumdur. Bir taraf mutlaka biraz geridedir. Ateş tam olarak sönmemiştir bir tarafta.

Umut tükenmemiştir.

Karşıdaki bir adım atsa, bırakın adımı parmağını oynatsa, o kaldığı yerden devam edecek, hatta belki en başa dönecektir.

Ama hiç tınmaz karşıdaki.

Kapı duvardır artık.

Fakat her şeye rağmen o da açık açık "Bitti" diyemez.

Eski günlerin hatırına belki...

İncitmek istemediği için...

Belki yüzü tutmadığından...

Bir türlü kestirip atamaz.

Karşı taraf anlasın diye bekler.

Ama nafile!

Anlamaz öteki. Aslında anlar da "anlamaz".

Tuhaf bir süreç başlar.

Sahte...

Yavan...

Ruhsuz...

"Resmi temas"lı...

Düne kadar "canı", "aşkı", "bitanesi" olan, içini açtığı, sarılıp uyuduğu, açık saçık şakalar yaptığı adama/kadına telefon etmeye bile çekiniyordur artık o bittiğini bir türlü anlamak istemeyen taraf. Azar işiteceğinden değil elbet. "Sevgili"sinin sesine çarpıp kırılmaktan korkuyordur. Evet sesin de bir "geçirimli"si vardır, bir de "kurşun işlemeyen"i.

İşte ben böyle bir sahneye şahit oldum. Elin telefona bir gidip bir geldiği...

Sonunda da bir cesaret tuşlara basıldığı...

Ve gerçekten tam bir resmi temas ayarında konuşmanın yapıldığı...

Şöyle söyleyeyim... İki başbakanın, bir meseleden dolayı telefonlaşması icap etti diyelim, biri ayak parmağındaki nasırdan, öteki de midesinin ekşidiğinden bahseder mi o arada?

Bunlar da bahsetmediler.

Önce havaların serinlediğinden, sonra hazırlanmakta olan Anayasa’dan, sonra da Endonezya’daki depremden söz edip bitirdiler konuşmayı.

Bunları da konuşur elbet iki sevgili ama siz anladınız ne demek istediğimi. Biri, ötekini yok sayıyor, kendini de yok saydırmak istiyordu. Lafı asla ikisine getirmiyordu.

Kendini kapıp koyuvermenin zorluğuna gelince.

Aslında o anda içinizden "Ne Anayasa’sı ulan!" diye bağırarak ağlamak, bildiğiniz bütün küfürleri sıralamak gelirken; kendinize yabancılaşmış sesinizle, o sırada hiç de umurunuzda olmayan şeylerden söz etmeye devam etmek kolay mıdır?

Gördüm ben... Çok zordu.

MIŞ-MUŞ

Nüfusu artırmak için türlü yollar denenen Rusya’da ulusal bayram günü "Vatan İçin Aşk Günü" ilan edilmiş.Gerçi kadınlar epeydir gayret gösteriyorlar Allah için! Fakat Türkiye’nin nüfusunu artırma gayreti...

Köy imamı, evli kadını kaçırmış.Fakat size peşinen söylenmişti: İmamın dediğini yap, yaptığını yapma!

Erkek şempanzeler, dişiyi yiyecekle fethediyormuş.Bizim dişiler devamlı diyette olduğundan fetih işi "takacak"la yapılıyor.
Yazının Devamını Oku

Çiş konusu

15 Eylül 2007
Bir çiş konumuz var biliyorsunuz... Bir milletvekilinin sokağın ortasında "ihtiyaç gördüğü" iddia ediliyor.

Milletvekili "İspat etsinler" derken, kentin belediye başkanı şahitlerin olduğunu söylüyor. Konu sürüp gidiyor.

E, sürmesi de normaldir. Dünyanın neresinde olsa ilgi çekecek bir hadisedir bir milletvekilinin sokağa çişini yapması.

Aslında belki de en az bizim topraklarda ilgi görmelidir. Alışık olmadığımız şey değildir çünkü.

Başka hangi ülkede duvarlara "Buraya işeyen eşektir" yazma ihtiyacı hasıl olmuştur sorarım size?

E, neticede milletvekili de Fransızları temsil ediyor değildir.

Sıkışmış...

Bir erkek olarak, kendisine verilmiş fizyolojik ayrıcalığın tadını neden çıkarmasın!

İşeme eylemi boşuna mı pratik kılınmıştır erkekler için!

Amaç "Sıkıştığı yerde derhal ihtiyacını görebilmesi" olmasaydı ona da kadın gibi bir "ritüel" reva görülürdü!

Gerçi milletvekili "iftira" diyor. Fakat "çiş olmayan yerden amonyak çıkmaz" diyorum ben.

Her neyse...

Nihayetinde milletvekili dünyanın en tuhaf işini gerçekleştirmiş değildir. Her erkeğin hayatında en az bir kere sokağa işemişliği vardır. Eğitimli, eğitimsiz, kerliferli, kersizfersiz... Fark etmez.

O kadar şaşıracak bir şey yok yani.

Hayır, şaşırmamıza bakan da bizi İsveçli zannedecek.

Milletvekili ne zaman tek başına kalır bu konuda, o zaman şaşırırız.

Ne zaman arabasını bir kenara park etmiş Boğaz’a işeyen adamlara rastlamayız artık, o zaman ayıplarız milletvekilini.

O bize örnek olamaz. Bugüne kadar hiçbir milletvekilinin sokağa işediğini duymadık diye işemekten vazgeçtik mi?

Ama o hiç işeyen vatandaş görmezse vazgeçebilir. Eğer iddialar doğruysa elbet. Değilse zaten sorun yok.

Orgazm işini de bize yıktılar

Kadın kısmı,

İncecik olacak...

Güzel görünecek...

Başarılı olacak...

İyi eş, iyi anne, seksi kadın olacak...

Ki ön sıralardan bir yer kapabilsin kendine!

Tamam, bu uğurda uğraşır didiniriz de bari bir şey de emek vermemize gerek kalmadan bahşedilmiş olsa!

Orgazm mesela.

Yeme, içme, spor yap, çalış, koştur falan da, hiç olmazsa sıra o işe geldiğinde zembereğinden boşalmış gibi orgazm ol di mi?

Yok anacım!

Onun için de uğraşılacak.

"Karşı taraf uğraşsın"
diyeceksiniz...

Gazeteleri okumadınız galiba. Geçtiğimiz salı günü itibariyla maalesef o iş de bize yıkılmış oldu.

Salı günü gazetelerde Amerikalı uzman Lindberg’in "Orgazm Diyeti" adlı kitabından bahsediliyordu. Bize aktarılanlardan, orgazm için kadının diyet yapması gerektiğini öğrendik.

"Bu da geldi başımıza" diyeyim.

Yok öyle yan gelip yatmak!

Hayır, yine yan gelip yatın isterseniz de, ondan önce otuzikibin tane hap içmeniz gerekiyor.

Öyle Viagra misali "Hapı yuttum, hazırım" şeklinde de değil. Uzun iş bu.

İlk hafta her gün bir tane, ikinci hafta iki, üçüncü hafta üç, nihayet günde altı tane, hatta uzun boyluysanız günde onbir tane balık yağı hapı içeceksiniz. Ömür boyu.

İlaveten multivitamin, kalsiyum, magnezyum, çinko ve demir haplarından alacaksınız. Yine ömür boyu.

Her gün bitter çikolata yiyeceksiniz. (Bakın bu ucunda orgazm olmasa da iyi bir şey.)

Şeker, kahve ve soya ürünlerinden kaçınacaksınız. Ömür boyu elbet.

Artık ne kadar zaman sonra kıpırtı başlar...

Başlar mı başlamaz mı...

Bana biraz "Yoğurt ye genç kal!" tavsiyesi gibi geldi bu.

Kim yemiş?

Kaç yıl sebat etmiş?

Yoğurt yediği için 70’inde 50’ymiş gibi duran kim var, getirsinler bi görelim. Kimse bunun takibini yapan, çıksın ortaya, "Budur" desin göstersin. Öyle káğıt üstünde varılmış neticeler tatmin etmez beni.

Aslında biri kadınlarla dalga geçiyor gibime geliyor ya hadi neyse...

MIŞ MUŞ

 Erdoğan "Aydınların sesi daha çok çıkmalı" demiş.

Sakın bu "fareye peynir tuzağı" gibi bir şey olmasın?

 Surat, genetik hastalığı söylüyormuş.

İyice baksınlar, bi tarafımızda reçetesi de vardır belki.

 Ayarlanması durumunda kişinin güldüğü anı yakalayıp fotoğrafını çeken makine geliştirilmiş.

Aman Sayın Abdullah Gül’ü görmesin makine, bir günde hurdaya çıkar vallahi!
Yazının Devamını Oku