13 Eylül 2007
İNGİLTERE’de yapılan bir araştırma, kadının, genç yaştan itibaren, okulda başarılı olmaktan güzel görünmeye, kariyer yapmaktan iyi anne olmaya ve insan ilişkilerine kadar birçok konuda mükemmel olması için baskı altında kaldığını ortaya koymuş. Ben bu sonuca, "Ah! Hele Türkiye’de, hele Türkiye’de!" diyerek tamamen katıldığımı söyleyebilirim.
Üstelik "genç yaştan itibaren" olsa yine iyi... Şuna "iki ayak üstünde tay tay durmaya başladığından itibaren" desek...
"Cici çocuk" olması gerektiğine dair ilk telkinlerle hayata başlar "kadın".
"Cici çocuk" olmak da öyle kolay bir iş değildir. Bir sürü başka gerekliliklerin bir araya geldiği bir haldir.
Uslu olacaksınız...
Söz dinleyeceksiniz...
Fazla kıpraşmayacaksınız...
Ağlamayacak, tutturmayacaksınız...
Ne verirlerse yiyeceksiniz...
Kısaca, biraz aptal olacaksınız.
Bir de akraba ya da komşu çocuklarından bir "model" bulurlar size...
Onun gibi olmanızı isterler.
O cicidir, hanımdır, annesini üzmemektedir...
O elbise giymektedir, siz de giymelisinizdir...
Onun "bak ne güzel!" tokaları vardır...
O usludur, o şudur, o budur...
Kadının kadına düşman olmasının ilk tohumları o çağlarda böylece atılmış olur bana göre. Ömrü, birtakım kadınlara, bir yandan özenmekle bir yandan gıcık olmakla; onları bir yandan taklit etmekle bir yandan kıskanmakla geçer kadının.
* * *
Aslında erkek çocukları için de durum farklı değildir. Kız olun erkek olun, ana-babaları tatmin etmek hiç kolay değildir. Daha çok beğendikleri bir komşu çocuğu mutlaka vardır. Size yarışıp durmak düşer. Fakat nasıl oluyorsa, belki de kızlar kadar "söz dinler" olmadıklarından, erkekler bir süre sonra yırtıyorlar bu durumdan.
Kızlarsa iki yaşında aldıkları komuta, şu dünyadaki son günlerine kadar uymaya devam ediyorlar.
"Cici ol!"
"Bak Yasemin’e!"
Siz artık ana-babanız devreden çıktıktan sonra bile kendinize bir "Yasemin" buluyorsunuz. Arkadaşlarınızın arasından, işyerinizden... Hiçbiri olmazsa bir ünlü.
Nitekim araştırmadan bu da çıkmış. Kızlar 13 yaşından itibaren bir ünlü kadını örnek alıp onu taklit etmeye çalışıyorlarmış. Biz de elimizde gazeteden kestiğimiz fotoğrafla estetikçilerin, kuaförlerin, hatta diş doktorlarının kapısına gitmiyor muyuz?
Diyeceğim, ana-babalar iyiler hoşlar da... Özellikle anneler, canımıza okuyorlar bir yandan da.
MIŞ-MUŞ
Çin’de 29 yaşında bir kadının vücudundan 23 tane iğne çıkmış.Ona "kadın" denmez "iğnedenlik" denir.
10 yaşındaki üvey kızına tecavüz eden adamın cezası, çocuğun olaydan ruhsal olarak etkilenmediği gerekçesiyle beş yıl indirilmiş.Bakarsınız ruh çağırıp maktule sorarlar, öteki taraftan memnunsa katil serbest!
CHP, Anıtkabir’de etkinlik düzenlemiş.Ölümünden 70 yıl sonra bile Atatürk’ten hálá "kurtarıcı" olmasını bekleyenler var.
Yazının Devamını Oku 11 Eylül 2007
AŞKIN ömrünün üç yıl olduğunu...<br><br>Erkeğin Mars’tan, kadının Venüs’ten geldiğini... Aldatma hadisesinin, erkeğe, doğanın bir lütfu olduğunu...
Kadınların da körle yata yata şaşı kalktığını...
Bunları iyice anladık öğrendik de, ilişkiyi kadın mı bitiriyor erkek mi daha ziyade?
Yüzde olarak hangisi önde?
Uykuda bile araştırmadan duramayanların bu hususta bir çalışmaları oldu da ben mi atladım acaba?
Misal, "Erkekler daha çok terk ediyor" diye bir cümle hatırlamıyorum.
Fakat benim yapmış olduğum araştırma neticesinde bu cümle çok rahat kurulabilir.
Hatta, "Sadece erkekler terk ediyor" bile diyebiliriz.
Bilmiyorum... Yanlışsa da araştırmalarımın yalancısıyım.
"Sevgilimi/kocamı/karımı geri döndür" diye büyücülerin kapısını aşındıranlar arasında kaç erkek vardır sorarım size?
Ya da "Bak bakalım dönecek mi?" diye akşama kadar önüne gelene kahve falı baktıran kaç erkek duydunuz?
Mahkemelere bir sorun... "Boşanmamakta direnenlerin ne kadarı erkek, ne kadarı kadındır?"
* * *
Yeni yetmelerin ilişkilerine bakmayın siz. O ilişkilerde kızların her biri birer kelebek misali. Kadınların ilişkiye zamkla yapışması durumu biraz daha ileri yaşlarda başlıyor.
Ve bitmiyor.
Halimiz "Ölmek var dönmek yok" şeklinde özetlenebilir.
İlişki yürümez, hatta kanserleşir... Kadın terk etmez!
Erkek aldatır... Kadın terk etmez!
Aslında erkekten hiç hoşnut değildir... Yine terk etmez!
Dayak yer, hakarete uğrar... Terk etmez!
Erkek açık açık "Bitti" der... Kadın terk etmez!
Nedir bu "sebatkárlığın" sebebi?
Bu bir türlü vazgeçememe...
Bittiğini bir türlü kabul edememe hali nedir?
Ha, "Anadolu kadını"ndan bahsetmiyorum elbet. Onlar konu dışı. Durumları özel onların.
Üç beş istisna dışında hepimiz dövüşmeyi, didişmeyi, kör topal sürdürmeyi tercih ediyoruz.
Erkekler halbuki...
Çoğu zaman ortada, yani görünürde bir şey yokken terk edip gidiyorlar.
Sıkıldıkları için mesela...
Kadın sıkılsa da bekliyor. Neyi beklediği belli değil.
En çok da "özgür kız"lar terk ediliyor. "Al sana özgürlük!" mü diyor erkek, nedir artık...
Bir kuytu meyhanede içip içip meyhaneciye dert yanan erkek, eski Türk filmlerinde kaldı. Şimdi meyhanelerde kadın kadına kafayı çeken gruplar var. Bakın bir, içlerinden en az ikisi o sıralar terk edilmiştir, onun muhasebesi yapılıyordur mutlaka.
* * *
Kadında adaptasyon sorunu mu vardır nedir... Ayrılığa adapte olamıyor. Veya yeni birine.
Ya da "bıçağın kemiğe dayanması" eşiği yüksek kadının.
Her neyse... Kadın terk etmiyor. Ve de "terk edilemiyor".
Fakat kabahat yine erkekte. İçlerinden "adam gibi adam" çıkarmakta hasis davrandıklarından, kadın yenisinin nasıl olacağını az çok tahmin ediyor, elindekiyle idare etmenin yollarını arıyor.
MIŞ-MUŞ
Rahşan Ecevit, "Bülent’i ailemizin mezarlığına taşıyacağım" demiş.Bazı durumlar vardır, ölüm bile kurtuluş değildir. Ancak karşı taraf da Hakk’ın rahmetine kavuşacak ki...
Türkán Şoray’ın kızı ile Tansu Çiller’in oğlu nişanlanıyormuş.İki efsane kadın. Fakat biri, bir ara "fena halde gerçek" idi.
Yazının Devamını Oku 9 Eylül 2007
İktidarın gazetelere müdahale ettiğine asla inanmam. Öyle olsa Vakit’e müdahale ederlerdi.
"Bizim yaratmaya çalıştığımız imajın aksi için uğraşıyorsunuz" diye.
Aşk belki de sadece filmlere, romanlara has bir şeydir.
Hani defilelerde bazı kıyafetler vardır... Kimsenin normal hayatta asla giyemeyeceği... Sırf şov için hazırlanmış... Onun gibi.
Siz öldükten sonra hayatın "Hiçbir şey olmamış gibi" devam edecek olması ne sinir değil mi?
Bazı sözcükler sadece "yazı" için var sanki.
"Söz"e gelmiyor.
"Görkem" mesela. Arkadaşlarınızla konuşurken kullanır mısınız?
Fakat gazeteler "görkemli düğün"lerden, "görkemli bina"lardan geçilmiyor.
Sizin içinizde daima "Bir şey olacak" hissi var mı?
Nedir o, iyi mi, kötü mü, belli değil. Ama "Bir şey olacak" işte.
Meyvelerin bile romantizme yatkın olanı, olmayanı var.
Bir salkım buğulu üzüm mesela... Romantik bir ortamda yer alabilir. Ama karpuzun asla böyle bir şansı olamaz.
Bir kadın, bir televizyon programında, program sunucusunun, kendisine adıyla hitap etmesine kızdı.
Sonra...
Sonrası "çorap söküğü"...
Şimdi o kadının kocasının, ilk karısından olan çocuklarına senelerdir vermekte olduğu nafakayı kesmesi bile söz konusu.
Nereden nereye.
Çok okumak ile az gülmek, asosyal olmak, antidepresan kullanmak, uyku bozukluğu yaşamak, mutsuz olmak, arpacı kumrusu gibi düşünmek arasında bir ilişki var mıdır?
Bence vardır?
Aydınlandıkça "kararıyor" insan bu topraklarda.
"Ayrık otu" oluyor.
Koşuşturan, kapıları açıp kapayan, önünü ilikleyen, koyu renk takım elbiseli adamlar ile arabanın arka koltuğunda oturan koyu renk takım elbiseli adamlar dünya durdukça var olacak di mi?
İnsanoğlunun ömrünün ilk yarısı şartları değiştirmeye çalışmakla, ikinci yarısı şartlara razı olup uyum sağlamaya çalışmakla geçiyor.
İkinci yarıda yapılan bir şey daha var. Atasözlerinin ne olduğunu bir bir görmek.
Yaz sıcağında düşen yapraklar gördük bu yıl. Yazla güzün savaşı. Hep olurdu ama bu defa başka.
Çocuklarınız için not alın bir tarafa:
"2007."
MIŞ-MUŞ
Fas’ın AKP’si de birinciliğe koşuyormuş.
Keramet isimde demek.
İzzet Çapa, "Caz dinleyen Tatlıses istiyor" demiş.
Zaten magazin izleyenler de aslında belgesel seviyor, falan filan.
Almanların yaptığı araştırmadan Türklerin sadece Türkleri sevdiği çıkmış.
O dışarı karşı "kızılcık şerbeti" durumu.
Bir de baş başa kalınca görsünler bizi.
Yazının Devamını Oku 8 Eylül 2007
Olay neredeyse unutuldu. E, normaldir. Bu memlekette bugüne kadar bir tek selülit mevzuu uzun ilgiye mazhar olmuştur. Fakat ben "camide düğün"e tekrar bir bakmak istiyorum. İlk duyduğumda baktığım yerden değil ama. O zaman ben de çoğunuz gibi "Yok artık! Daha neler!" demiştim.
Hiç düşünmeden...
Nesine karşı geldiğimi bilmeden.
Neresinin sakıncalı olduğu üzerine kafa yormadan...
Refleks olarak.
Hani, "Laiklik elden gidiyor" düşüncesi uykuda bile terk etmiyor ya bizi...
Hani, misal komşumuzun, ölen kocasının ardından 15 senedir okuttuğu mevlidi bile bu sefer ona yorma eğilimindeyiz ya...
Hani, "şeriat bu kış olmazsa öteki kış mutlaka gelecek" ya...
Hani hepimiz paranoyak olduk ya...
E, "camide düğün" karşısında otomatik olarak infiale kapılmamız normaldi.
Oysa şimdi salim kafayla düşününce...
Fakat şunu hemen belirteyim, düğünü yapan hocanın maksadı neydi bilmiyorum. Benim yaptığım, bütün "maksatlar"ı bir yana bırakarak "camide düğün olur mu", ona bakmak.
Ve içimden şu geçiyor:
Keşke olsa!
Sahi söylüyorum, keşke olsa!
Olsa da camilerin önünden rahatça geçebilsem.
İçim burkulmadan...
Şimdi camiler sadece "Sevdiklerimizi son yolculuğuna uğurladığımız yerler" benim için.
Cami deyince aklıma avluda duran bir tabut geliyor.
Ne yapayım, erkek değilim ki, namaza gitmişliğim olsun. Hep cenazeye gittim.
Cami ölümü çağrıştırıyor kısaca.
İşte onun için diyorum ki, keşke düğünler de olsa, keşke hüznün yanında neşe de...
Meselá şöyle bir sahne canlanıyor gözümde:
Herkes tertemiz giyinmiş. Kadın, erkek, çocuk...
Avlunun bir köşesinde bir koro... Tasavvuf müziğinden eserler seslendiriyor.
Birkaç ilahi...
Herkes sessiz dinliyor.
Hoca evlilik üstüne, çağa uygun (yoksa "hak ettiğinde karınızı pataklayabilirsiniz" şeklinde değil) bir iki güzel söz söylüyor...
Genç kızlar, genç erkekler tepside limonata ikram ediyorlar...
Elbet "Herkes düğününü böyle yapmalı" demiyorum, bunu belirtmeme bile gerek yoktur herhalde...
Çırağan Oteli’ndeki düğüne alternatif de olamaz elbet. Ama şöyle bir düğünün yerine geçebilir meselá:
Kenar mahallede havasız, depodan bozma bir düğün salonu...
İçkisiz ama gençler gizlice içiyorlar...
Alışık olmadıkları için sapıtıyor ve sonunda yumrukla, bıçakla, hatta tabancayla birbirlerine giriyorlar...
Düğün bir ölü iki yaralıyla bitiyor...
Veya davetliler pastadan zehirleniyorlar...
Hiçbiri olmazsa kız tarafıyla erkek tarafı yer kavgası yapıyorlar...
"Mekan değişikliğinin ne faydası olacak?" demeyin. Camilerin, herkesi, saygılı, sevgili, edepli, hoşgörülü olmaya iten bir havası var hiç olmazsa.
*
Aslında laiklerden ziyade aşırı dindarların karşı çıkması lázım "camide düğün"e.
Öyle ya...
İbadet yeri olmaktan çıkacak cami.
Kadınlar girip çıkacak...
Belki kahkaha sesleri yükselecek...
Çocuk cıvıltıları...
Ne fena!
Ama laik kesim için nesi fena?
Ne olur?
Bütün dindarlar düğünlerini camide yapmaya mı başlarlar?
Yapsınlar!
24 saat vızır vızır işlesin camiler, ne çıkar?
Camide yapmadıkları düğünlerin bazılarının, laik kesim için "korku filmi gibi" olmadığını kim söyleyebilir?
Camiler laiklerin kalesi miydi, anlamadım ben bu teláşı.
Ha, şu "adım adım..." meselesi.
Yok, adımlardan biri olamaz bu. Bir adam kalkmış, bir iş yapmış... Hükümet kararı mı bu?
Ha, hükümet, bakanlar kurulu toplantısını öğle namazını müteakip camide yapmaya kalkar da anlarım.
Hem kimse boşuna teláşlanmasın. İstesek de yaygınlaşmaz bu iş. Hiçbir gelin kalkıp oynayamayacağı yerde düğün istemez. Başı açık, kapalı, hiçbir gelin..
MIŞ MUŞ
İsrailli bilim adamları bitkilerden kırışıklık ilacı geliştirmişler.Aman ben korkarım, patlar falan onlarınki!
Diyetisyenlere muayenehane yasağı gelmiş.Bakmışsınız seyyar diyetisyen geçiyor kapıdan!
Bülent Arınç "Beni beğenmeyen kızını vermesin" demiş.Kızı bilmeyiz ama bakanlık vermediler.
Yazının Devamını Oku 6 Eylül 2007
KÖŞE yazarı dediğimiz kişi,<br><br>Her sabah memleketin ona ihtiyacı olduğu düşüncesiyle uyanır. Küçük su dökerken, yüzünü yıkarken, dişini fırçalarken hep bu düşünce vardır kafasında.
Ama kafasının bir yarısında...
Öteki yarısındaysa kurtarıcı fikirler vıcırdamaktadır.
Neyin kurtarıcısı?
Siyasetin, ekonominin, sporun, kadınla erkeğin, trafiğin, karaların, denizlerin, kuşlarla böceklerin...
Kısaca "toptan memleketin" diyebiliriz.
Bu tıka basa dolu beyinle oturur bilgisayarın başına.
Çok önemli laflar edecektir yine.
Çok önemli konulara değinecek, önemli saptamalar yapacaktır.
Fakat hayret etmektedir.
Her biri çerçeveletip duvara asılmaya layık...
Pankart yapılıp sokaklarda dolaştırılacak...
Slogan olmayı hak eden cümlelerinin kimse farkında değildir.
Her gün dünyayı sarstığı zannıyla açar gazeteleri...
Okurun kapıda izdiham yarattığından emin açar perdeleri...
Fakat heyhat!
Kimsede tık yoktur.
Bu memlekette kıymetinin bilinmediğine kanaat getirir.
Fakat o fikirlerini saçmaya devam edecektir elbet.
Çağlayanın önüne set mi çeksindir?
Sebatla, ısrarla, inatla oturur yazının başına.
Beklemekte olan yüzlerce konudan birini çekip çıkaracaktır şimdi.
Hımm...
Öhö öhö öhö!
Allah Allah! Nerededir yahu bu keratalar?
"Gün ışığına çıkmaktan korkuyorlar" diye espri yapar kendi kendine.
Perdeleri kapatır, oturur.
Oturur, oturur, oturur.
Kalkar bir kahve yapar.
Sonra yine oturur.
Aklına "Bu memlekette konu kıtlığı çekilmez" diyenler gelir. Onların kulaklarını çınlatır.
Kalkar, yeniden perdeleri açar, dışarı bakar.
"Herkesin neresinden başlayacağını bildiği bir işi var" diye düşünür
Soğuk demirci olmadığına pişmandır.
Bir bardak su içer.
Tekrar bilgisayarın başına oturur.
Tık tık tık...
"Aslında bugün hükümet programını analiz etmekti niyetim."
"O zaman etseydin derler adama" diye düşünür. Siler.
Tık tık tık...
"Biz yazarların işi çok zor sevgili okurlar. Ele alınmayı bekleyen onlarca önemli konu içerisinden bir seçim yapmak takdir edersiniz ki..."
Yemin etse başı ağrımaz.
Hakikaten onlarca konu vardır aklında. Fakat başlık olarak. Altı yoktur.
Lafı, yazın bittiğine, havaların serinlemeye başladığına, göçmen kuşların çekip gittiğine getirir.
Çok şükür bugün de önemli bir konuya parmak basmış, çok önemli bir doğa hadisesini okurun bilgisine sunmuştur.
Yarına Allah kerimdir.
* * *
Bu, elbet köşe yazarlarının bir cinsidir. Başkaları da vardır. Sırayla.
MIŞ-MUŞ
Güzelavrat otu 78 kişiyi zehirlemiş.Otumuz bile can yakıyor.
Erdoğan, Köşk’e çeşnicibaşı yollamış.Vay, Köşk’e Saray muamelesi ha! Bu laik kesime uyku yok!
Dünyanın en fakir ülkelerinden Swaziland’ın kralı 14. karısını seçmek üzere 100 bin bakireyi gözden geçirmiş.Ülke fakir ama kralın gönlü zengin.
Yazının Devamını Oku 4 Eylül 2007
KİMSEYE salak olduğumu söylemeyin, onlar beni akıllı zannediyor.<br><br>Durumum böyle özetlenebilir. Evet, aslında pek akıllı sayılmam fakat imajım öyle. İnce ince geçirdiğim kanaati var çoğu insanda. Oysa ben gayet safiyane bir laf ediyorum, lafın gide gide nereye varacağını hesap falan etmeden...
Fakat benim yazarken asla kurmadığım bağlantıları, okuyanlar kuruyorlar. "Al başına belayı" durumu oluşuyor haliyle.
Şu da var:
Herkesin içinde, "mesele" haline getirdiği bir şeyler oluyor mutlaka. "Yumuşak karın" mı denir hani... Tetikteyiz hepimiz. Alınmak için bekliyoruz. Tam "buluttan nem kapma" hadisesi yani.
Ahmet Hakan da benim "Sonradan görme" benzetmeme takılmış mesela.
Aslında, evet, "sonradan görme"nin sözlük anlamı hoş değil. Ama onun esas takıldığı şey bu değil. O, kendisinin de sık sık dile getirdiği ve hakikaten birçok kişinin de çok üstüne gittiği, şu meşhur "değişme" konusuyla ilişkilendirmiş söylediğimi.
Onun da hassas olduğu konu bu demek.
Haklıdır.
Fakat benim bu konuyla hiç işim olmaz. Olsaydı bugüne kadar beklemezdim.
Benim yaptığım, sadece ve sadece HERHANGİ BİR ERKEĞİN, çok kısa bir sürede, arka arkaya, birçok ünlü kadınla adının anılmasına karşılık, aklım sıra yaptığım bir espriydi.
Fakat belki de yanlış bir benzetmeydi. Onun yerine "kıtlıktan çıkmış gibi" deseydim maksada daha uygun olacaktı.
Evet, evet... Benim demek istediğim tam buydu. Bir arkadaşa "Ne o oğlum kıtlıktan çıkmış gibi!" takılmasıydı.
Bu kadardı. Ötesi yoktu.
Anlamam çünkü ötesinden.
Hangi kafe kimin "kale"sidir, kimlerin "kurtarılmış bölge"sidir...
Benim için bütün kafeler sadece yeme içme yeridir. Başka anlamlar yüklemem. Ne kendimi, ne o mekánları kategorize ederim.
Sözde karşı çıktıkları bölünmelerin álásını gündelik hayatlarında gerçekleştirme çabası içerisinde olanları da çok gülünç bulurum...
Hayatımda "biz", "siz" diye bir şey olmadığından "oradan gelenler", "buradan gidenler" diye birileri de olamaz.
Bu sebeple Ahmet Hakan da sadece Ahmet Hakan’dır benim için.
Ha, onu öfkelendiren yazıdaki "öteki taraf" sözü de benim değil kadınların olası düşüncesiydi. Çünkü Ahmet Hakan’ın "bir yerlerden geldiği" konusu var ortalıkta, yok diyemeyiz. Ama benim konum değil bu, tekrar altını çizeyim.
"Düşes miydin?" diye soruyor Ahmet Hakan.
Yok... "Satendüşes"im!
Ne düşesi be Ahmet’cim... Bir kere düşes olmak için önce bir dük lazım ki benim bırak dükü "sade" bir kocam bile yok:
"Kökümüz Osmanlı Sarayı’na dayanıyor" desem ne yazar hem?
Diyenleri kurcalayıp baksan Saray’ın ya "arabacıbaşı"sı çıkacak ya "çeşnicibaşı"sı.
Kimin kime soyluluk taslayacak hali var bu memlekette?
"Hepimiz sonradan görmeyiz" diye pankart açsak yeridir.
Başka ne diyeyim Ahmet’im Hakan’ım? Keşke, "Sana ne benim gönül işlerimden" diye çıkışsaydın. Yerden göğe haklı olurdun, "gık" demezdim vallahi.
DOBRA DOBRA
DOBRA Dobra iki sene önce yayın hayatına başladığında tarzının ilk örneğiydi. Sonra televizyon dünyasında ádet olduğu üzere benzerleri geldi. Ama Dobra Dobra hep birinciydi.
Geçen yayın döneminin sonlarına doğru ben de dahil oldum kadroya. Yaz boyunca da haftada bir yazlık Dobra Dobra’yı yaptık.
Fakat ne yazık ki magazinin neredeyse olmazsa olmazı haline gelen hırgür, tartışma, bağrışma gibi şeyler zaman içerisinde bizi de etkisine aldı. İstesek de istemesek de.
Ama çabuk toparlandık.
Yeni yayın döneminde bütün bunlardan arınmaya, programımızın rotasını daha iyiye, güzele doğru çevirmeye sıvandık.
Dün sabah ilk bölümünü seyretmiş olmalısınız. Konuklarımız Uğur Dündar ile Beyaz’dı. Sonra İzel de şarkılarıyla katıldı.
Lafı uzatmadan... Kendimi yıkanmış, paklanmış, temizlenmiş hissettim ben. Size de yansımıştır mutlaka.
Akıl edenlere ve de en önemlisi "bu devirde" buna cesaret edenlere buradan teşekkür ediyorum. Sağolsunlar.
Yazının Devamını Oku 3 Eylül 2007
Yalan...<br><br>Global, bireysel... Tarihi, güncel...
Mecburiyetten, huy icabı...
Alışkanlıkla, fark etmeden...
Ama daima.
Bir zamanlar yazmışım, eksik kalmış. Ya da durmadan repertuvar genişletiyoruz, ne bileyim. Her neyse... İlaveli yani. Eksiltilmeli de. Bazılarının devir icabı gereği kalmamış.
Bir bakın, gün içerisinde kurduğumuz beş cümleden ikisinin yalan olduğunu görün!
Atalarımızın bile salladığı olmuş.
Parayla saadet olmaz - İki gönül bir olunca samanlık seyren olur - Mühim olan insanlık.
Her yaşın ayrı bir güzelliği vardır - Önemli olan iç güzelliğidir - Kadın her yaşta güzeldir - Çirkin kadın yoktur güzel olmayı bilmeyen kadın vardır.
... namusum ve şerefim üzerine and içerim.
Kız erkek fark etmez, eli ayağı düzgün olsun - Erkek adamın erkek damadı olur.
Kimsenin özel hayatı beni ilgilendirmez - Eleştirilere açığım - Dedikodudan nefret ederim - Bana güvenebilirsin.
Önce vatan - Herkesi kucaklayacağız - Hizmet için varız.
Yarışım kendimle - Rakibim yok - Yarışmacı arkadaşlara başarılar diliyorum - Önemli olan yarışmaktı.
Belim 41 cm’di - Çok peşimden koştu - Ben o zaman çok küçüktüm - Ben ona değil o bana aşıktı. Aramızda hiçbir şey geçmedi - O benim abim gibidir - O benim kızım sayılır - Sadece arkadaşız.
Bizim oğlan çok zekidir - Öğretmen hiç ödev vermedi - Sınıfın en çalışkanıydım.
Orijinal parça taktım - Yeni alınmış gibi oldu - Elimden geleni yaptım.
Şan şöhret, para pul umurumda değil - Kimse senin yerini tutamaz - Sensiz içime sinmedi. Toplantıdaydım - Telefon çekmedi - Şarjım bitti - Ben de şimdi seni arayacaktım. Su içsem yarıyor - Pazartesi rejime başlıyorum.
Seni hiç aldatmadım - Sen yanımda ol yeter - Bizi kimse ayıramaz - Bir tek seni sevdim.
Bu rejimle haftada 7 kilo verebilirsiniz - Yıka ve çık - Kırışıklıklara paydos - Bir telefonunuz yeterli - Birkaç damlasıyla dağ gibi bulaşık.
Sizin hatırınız için - Ne yaptıysam senin için yaptım - Her zaman yanındayım.
Sadece bir bardak bira içtim memur bey.
Bu memleketin size ihtiyacı var beyefendi.
Tıp ilerledi.
Ailemizin kökü saraya dayanıyor - Dadılarla büyüdüm - Övünmeyi hiç sevmem.
Hiç estetik yaptırmadım - Kendimle barışığım - Ben bunları aştım.
Kendim için bir şey istiyorsam namerdim - Sana canım feda - Size saygım sonsuz.
Kimsenin malında mülkünde gözüm yok.
İnsanları çok severim.
Yaşınızı hiç göstermiyorsunuz - Çok yakışmış - Sağlığınıza duacıyım - İltifat olsun diye söylemiyorum - Durun bakalım, daha çok gençsiniz. Sen benim en iyi dostumsun - Olsa... Dükkan senin - Haftaya ödeyeceğim.
Yazının Devamını Oku 1 Eylül 2007
Bir kadının suya değiyor ayakları... Yok, ünlü şiirden bir mısra değil.
Kuafördeyim.
Karşımdaki kadın ayaklarını pedikür suyuna sokuyor.
Ve mütemadiyen anlatıyor, topuklarını taşlayan kıza.
Dün akşam ne yediğini...
Nasıl uyuyamadığını...
İki gün önce sevgilisiyle ettiği kavgayı...
Az önce yaptıkları konuşmanın ayrıntılarını...
Hepsini anlatıyor.
Kız, bir yandan kadının topuklarını taşlarken bir yandan pür dikkat dinliyor.
Aslında konu beni aşıyor.
Yani sosyolog, psikolog falan olmak lazım. Fakat işte insan sade haliyle bile görüyor bir şeyler.
Uzatmayayım, konumuz kadın kuaförlerinde çalışan genç kızlar ve erkekler.
Akşama kadar ünlü ya da harcayacak çok parası olan kadınlarla içli dışlı olan çocuklar.
Onların hal ve gidişatı.
Her sabah Etilerli, Nişantaşılı, her akşam Reşitpaşalı, Çeliktepeli olmaları...
"Siyah Türkler"le "Beyaz Türkler" arasında gidip gelmeleri...
İki farklı hikáyenin dinleyicisi olmaları, ama ikisinin de kahramanı olamamaları...
Durmadan değişmek, değişmek, değişmek istemeleri...
Normal sayılabilecek bir saç modelinin, giyim kuşamın onları asla kesmemesi...
Adeta boya, balyaj, röfle, makyaj manyağı olmaları...
Gün içerisinde, saçlarında iki renk, üç biçim değişikliğinin doğal sayılması...
Acemiyle ustanın ilk bakışta görünüşlerindeki farktan anlaşılır olması...
Çıraklıktan ustalığa doğru yol alırken aynı zamanda birer Kenan Doğulu ve Hande Yener olma yolunda da ilerlemeleri...
"Tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan" misali iç ve dış değişimlerden hangisinin ötekini tetiklediği...
Falan filan.
Evet konumuz bu.
Fakat dediğim gibi derinine inmek benim harcım değil.
Şu kadarını söyleyebilirim, birçok insanın iki dünya arasında gidip gelmesine neden olan bir sürü iş var. Ancak "kuaför çocukları"nın hali başka.
Çünkü müşteriyle çalışanın bu kadar içli dışlı olduğu başka bir iş kolu yok.
Düşünsenize, düne kadar televizyonlarda görüp hayran olduğunuz bir ünlü ayağını kucağınıza vermiş.
Ya da size çok pırıltılı gelen başka bir dünyanın insanıyla senli benli olmuşsunuz, derdini dinliyorsunuz.
Ve akşam, hiçbir şey olmamış gibi mahallenize dönüyorsunuz.
Bu çocuklar bu travmayı küpe takarak, balyaj yaptırarak atlatabiliyorlarsa hakikaten alınlarından öpmek lazım. Ya da o küpelerle balyaj travmanın ta kendisi, bilmiyorum.
Bu arada, ünlü ünsüz bütün kadınların, kuaförün kapısından girer girmez psikoloğa gitmiş gibi çözülüvermeleri de ayrı bir inceleme konusudur.
Anlatmadıkları bir saçlarında kaç kıl olduğu kalır ki, zaten başları o çocukların elinde olduğundan lüzumu yoktur.
Hakikaten "kuaför çocukları" esaslı inceleme gerektiren bir vakadır bana göre.
Bu konu da sosyolojik, psikolojik analizler dünyasına benden bir armağan olsun!
Uçuşun kızlar!
Bugün bir bonkörlüktür gidiyor bende...
Bir armağan da Türkiye’nin genç kızlarına veresim geldi.
Aşağıda okuyacağınız satırlar genç kızlarımıza ciddi tavsiyelerimdir!
Uçuşun kızlar!
Hafif olun.
Tüy gibi.
Ruhunuz, aklınız, fikriniz hafif olsun.
Yaylana yaylana yürüyün, sigaranızın dumanını işveli işveli üfürün.
Ayakkabılarınız topuklu, kahkahalarınız çıngıraklı olsun.
Erkekler aklınızdan, hayatınızdan, yatağınızdan çıkmasın.
Aşk için yaratılmış olun.
Uçuşun kızlar!
Gülüşün, oynaşın, kıpraşın.
Güz olmayın, yaz olun.
Gerici olmayın, verici olun.
Az konuşun, az düşünün, söz dinleyin.
İnce olun, güzel kokun.
Şarap için.
Göz süzün, gerdan kırın.
Bacak bacak üstüne atın.
Uçuşun kızlar!
Kelebek gibi olun.
Eğlenin, eğlendirin.
İnat etmeyin, hesap sormayın.
En fazla cilveli nazlar edin.
Dik durun, bakımlı olun.
Memeleriniz iri, poponuz diri olsun.
Sevin, sevdirin.
Uçuşun kızlar!
Etekleriniz uçuşsun.
Saçlarınız ahenkle dans etsin.
Gözünüzü değil ama gönlünüzü, bir de bacaklarınızı açın.
Uçuşun kızlar!
AKSİ HALDE İŞİNİZ ZORDUR.
MIŞ MUŞ
Æ Kapkaç vakasında düşüş varmış. Çantalardan kayda değer bir şey çıkmayınca demek...
Æ İmam, evlendirdiği oğluna, görev yaptığı camide tören yapmış.
Bence uygundur; evlilik, iki tarafın da yarı ölümü demektir biraz da. ("Camide düğün" meselesine bilahare gireriz.)
Æ Eda Taşpınar güneşten zarar görmemek için arada hastaneye gidip serum alıyormuş.
Fedakár kız! Her şey bizim göz zevkimiz için!
Yazının Devamını Oku