Pakize Suda

Kanun kaçakları

4 Eylül 2003
<B>‘‘HAYATTA en çok kime özeniyorsun?’’</B> diye sorsalar, <B>‘‘Yılların ayrıcalık tanıdığı kişilere’’</B> derim. O yıllar ki...

Geçip giderken her canlının orasına burasına çentik atmasın... Mümkün değildir.

Yani öyle bilirdik.

Fakat demek bu da yanlış bildiğimiz hususlardan biriymiş. Hani gazetelerde okuyoruz ya zaman zaman... Misal, ‘‘Yumurta hakkında doğru bildiğimiz yanlışlar’’ falan diye... İşte son zamanlarda bu bahsettiğim konuda da çok yanıldığımız çıktı ortaya.

‘‘Kanun kaçağı’’ deyince hırsız uğursuz takımı geliyor değil mi aklınıza?

Evet, eskiden öyleydi. Fakat artık yeni bir kanun kaçağı tipi türedi.

‘‘Tabiat kanunu kaçağı.’’

Bunlar, tabiat herkese yapacağını yaparken, nasıl beceriyorlarsa bir yerlere saklanıyorlar. Bulabilene aşkolsun.

Ortaya çıktıklarındaysa bir bakıyorsunuz 50 yaşında kadınlar ‘‘taş gibi’’ler.

Şimdi nasıl özenmeyeyim?

Fakat ‘‘taş gibi’’ derken kendilerini kızdırdığımın da bilincindeyim. Zira ‘‘taş gibi’’ olmaları doğal bir durum onlara göre. 23 yaşında bir kıza, ‘‘A, taş gibi!’’ diye hayret etmek ne kadar tuhafsa, bunlara da aynı şekilde... Her ne kadar 50 yaşında da olsalar beklenmedik bir durumun altına çizmiş olursunuz ki çok ayıptır.

Onun için ‘‘taş gibi’’ yerine ‘‘yüzde yüz doğal’’ diyeceğim.

* * *

Şimdi bu yüzde yüz doğal kanun kaçakları iyiler hoşlar da... Otursalar oturdukları yerde...

Ama hayır.

İlla yüzde yüz doğal yerlerinin fotoğrafını çektirip basına dağıtacaklar.

Ve bizi çatlatacaklar.

Biz kimiz?

Yüzde yüz doğal olmayanlarız. Katışıklık var bizde.

Ne katışığı?

Doğanın katışığı.

Yağ olsun, selülit olsun, sarkmalar olsun...

Evet farkındayım, bir karışıklık var aslında kimin doğal olduğu hususunda. Fakat ne yapacaksınız, mantık zinciri takip edile edile buraya varılıyor.

Onlar doğalsa biz neyiz?

Biz de doğalsak neden onlar taş gibi, biz hamur kıvamındayız?

Demek ki ya onlar doğal değil, ya biz.

Ama onların doğal olduklarına dair beyanları var.

O halde doğal olmayan biziz.

Neyse işte...

Netice olarak adalet denen şeyin hiçbir yerde var olmadığını görüyoruz.

Fakat kime şikáyet edeceksiniz?

‘‘Adalet istiyorum’’ diye pankart açıp yürüseniz tabiat ne anlar...

Ama bakın estetikçilerle fotoşopçuların kapısına dayanılabilir.


MIŞ-MUŞ

Çağla Şikel'e dizi film için sekiz aydır sevgili aranıyormuş.

Halbuki Çağla Şikel'e bırakacaklardı bu arama işini, bir günde çözecekti.

*

Dev göktaşı 2014'te Dünya'ya çarpacakmış.

‘‘Deprem uyduramadık göktaşı verelim.’’

*

Hayırsız kocaya hapis cezası geliyormuş.

Hapisteki kocanız hayırlı olsun! Tepe tepe kullanın.

*

Kadında adet dönemini 4'e indiren hap onay bekliyormuş.

2004 Olimpiyatları'na yetişse bari.
Yazının Devamını Oku

İlle de Roman olsun

2 Eylül 2003
<B>HAKİKATEN, ‘‘İlle de Roman olsun / İster çamurdan olsun’’. Bush mesela...

Keşke Roman olsaydı.

‘‘Atarım sana bi bombacık, aberin olsun’’ diyen bir ABD başkanı ne derece ürkütücü olabilirdi ki?

Zaten hiçbir zaman bombacık atmaya kadar varmazdı iş; görüşmelerin bir yerinde tatlıya bağlanır, göbecikler atılırdı.

Filmlerde gördüğünüz, kavganın orta yerinde müziği duyunca her şeyi unutup oynamaya başlayan o insanlar size abartılmış tipler gibi gelebilir.

Katiyen değil.

Gözümle gördüm.

Geçtiğimiz cuma günü ‘‘Güleryüzlü Şişli’’nin güleryüzlü Başkanı Mustafa Sarıgül'le (vallahi tam unvanı bu) Kuştepe'deydik.

Dert dinledi başkan. Ben de izledim.

Bilmiyorum dünyanın başka neresinde ‘‘Başkanım kanazyan (kanalizasyon) yok’’ diye dert yanarken bir yandan da elini şaklatıp, kalçasına iki tur attıran insanlar vardır.

Bir ara kendimi düğün konvoyunda zannettim.

Sanki, ‘‘Oynamaya geldik oynamaya / Düğün dernek göbek atmaya’’.

* * *

Bu yaşa geldim, bu kadar yüzü gülen insanı bir arada görmedim.

Hani insan ara sıra moral bulmak için gidebilir Kuştepe'ye. Bir kere tam benim istediğim gibi yaşıyorlar.

Sokakta... Kapı önünde.

Evler sır dolu değil bu mahallede.

Her şey ortada.

Yedikleri içtikleri, varlıkları yoklukları, kavgaları...

Gizlemek, saklamak, başka türlü göstermek, kan kusup ‘‘kızılcık şerbeti içtim’’ demek falan yok.

Dolayısıyla stres de yok.

Ne var?

Rengárenk elbiseler...

En fukarasının bile takmayı ihmal ettiği incik boncuklar...

Her vesileyle atılan göbecikler var.

Başka?

Bol çocuk var.

Her kadının kalça kemiğinin üzerinde bir çocuk oturuyor. Yarı çıplak, kocaman gözlü. İlk oynamalarını anneleri kıvırırken sağdan sola savrulmak suretiyle gerçekleştiriyorlar.

* * *

Gözün üstünde duralım biraz.

Bir çift sıradan göz görmedim Kuştepe'de. Edebiyatım kuvvetli olsa da size şöyle benzetmelerle falan anlatabilsem güzelliklerini. Size en iyisi elinde iki karanfille ya da bir bezle arabanızın arkasından koşan çocukların gözlerine dikkat edin bir...

İsterseniz konuşun da biraz.

Ama haberiniz olsun hemen bir bisiklet isteyeceklerdir sizden de.

Sarıgül'den istediler. İstisnasız hepsi.

Diyorum ki...

Bisiklet fabrikaları, üretimlerinin bilmemkaçta kaçını ailelerinin imkánıyla hiçbir zaman bir bisiklete sahip olamayacak çocuklara dağıtsalar... Anlamam ama vergiden de düşebilirler belki.

Böyle bir mecburiyet olsa...

Saçmalıyor muyum?

Hani özürlü çalıştırma mecburiyeti gibi bir şey işte...

Olamaz mı?

Ben havaya girdim vallahi. Bu hızla giderim Tayyip Erdoğan'a, atarım iki göbecik, isterim bir yasacık.


MIŞ-MUŞ

Prostat ilaçları cinselliği artırıyormuş.

Allah bir kapıyı kaparsa öteki kapıyı açarmış.

*

Kadınlar yılda 64 kez ağlıyormuş.

Kadın kısmının her şeyi hesaplı kitaplıdır, bakın bu bile sayıyla.

*

Ladin sağ ve Afganistan'daymış.

İleride aynı haberi Saddam için de duyacağınızdan emin olabilirsiniz.
Yazının Devamını Oku

Kedi-köpek gibi

31 Ağustos 2003
<B>İNSANIN ‘‘kedi-köpek gibi’’</B> hırlaşanına çok rastlamıştım da kediyle köpeğin düşmanlığı dün geceye kadar laftan ibaretti benim için. Tam tersine, kedi yavrularını emziren köpekler görmüştüm. Fotoğraflarda bile olsa...

Fakat dün geceden sonra o fotoğraflar inandırıcılığını kaybetti benim için. İlaçla uyuşturulmuş olabilirler hayvancıklar.

Zira pratikte kediyle köpeğin hakikaten ‘‘kedi-köpek gibi’’ olduğunu gördüm dün gece.

Kábus gibiydi.

Hatta daha da beter. Kábus denen şey uyanınca biter hiç olmazsa.

Bakın, bu konu sizi hiç ilgilendirmeyebilir. Ama sabahı sabah etmiş, hatta öğleyi bulmuş ve hálá bir an olsun gözünü kırpmamış biri olarak başka bir şey anlatamam size bugün. Burası samimi bir köşe.

* * *

Yaklaşık bir sene önce, ablamın terk edilmiş olarak sokakta bulduğu ve evlat edindiği Tin Tin, dün gece bana yatıya geldi. Bende de iki kedi var biliyorsunuz.

Ve siz rahat yataklarınızda mışıl mışıl uyurken, benim gecem bunları sağ salim bir arada tutabilmek için saat başına on taneden az olmamak şartıyla alternatif üretmekle geçti.

Peki işe yaradı mı bir teki olsun?

Asla!

Fakat hayvanlar álemiyle ilgili, edinmiş olduğum yeni bilgiler yabana atılacak gibi değil.

Keşke filme alsaydım diyorum şimdi. Böyle belgesel olmaz, böyle çaresiz kalınmaz.

Mesela...

Kapı denen şey kedi ve köpekler için hiçbir mana ifade etmiyor. Kapalı olmasıyla açık olması arasında hiçbir fark yok. Biri bir yanda, öteki öbür yanda, hálá birbirleriyle bakışıyorlar. Vallahi görüyorlar birbirlerini, sadece hissetmek değil.

Bu tarafta mütemadiyen ses çıkartmakta olan, ani bir makam değişikliğine giderse anlıyorum ki kapının öte yanındaki kıpırdadı.

* * *

Kaç senedir kedim vardır...

Kaç sokak kedisi elimden gelip geçmiştir...

Fakat kedilerin isterlerse yaylı çalgılar topluluğunu aratmayacaklarını bilmezdim. Gerçi akort kısmında takılıp kalıyorlar, o başka.

Sırf bu değil.

Daha neler öğrendim.

Kediler korku anında, et, kemik, kas, ne varsa yok edip posttan ibaret bir hale gelebiliyorlar mesela. Yoksa yerle yatak arasındaki yarım santimlik boşluğa nasıl sığarlar söyler misiniz bana?

Peki kim demiş ‘‘köpek ‘gel' deyince gelir, ‘git' deyince gider’’ diye?

Köpeğin laftan anladığı hususunda ısrarcıysanız, bizimkine gaipten bir ses bütün gece ‘‘Saldır’’ dedi o halde.

Şu anda gözlerim kapanıyor. Ve evde garip bir sessizlik var.

Ya ateşkes imzaladılar ya da birbirlerini etkisiz hale getirdiler.

Kalkıp bakmaya mecalim yok. Daha doğrusu ikinci ihtimalin gerçekleşmiş olması durumundaki kendi sonumu erteliyorum.

Bundan böyle birine ah edeceksem, ‘‘İki kediyle bir köpeğin arasında sabahlayasın inşallah’’ diyeceğim.


MIŞ-MUŞ

Devlet Bakanı Babacan, ‘‘Vergiyi ÖDENEBİLİR yapacağız’’ demiş.

Şu andaki durumu KAÇIRILABİLİR.

*

Obezitenin nedeni arabadan inmemekmiş.

Şükür, buzdolabının başından ayrılmamakla bir ilgisi yokmuş.

*

Araştırmalara göre büyük çocuk lider, küçük çocuk sanatçı oluyormuş.

Demek aklı başında olan bir tek ortanca çocuk.
Yazının Devamını Oku

Aşçı tabağı

30 Ağustos 2003
<B>‘Aşçı tabağı’</B>nın ne olduğunu bilmeyen var mı? Kimilerinin ‘‘var’’ dediğini farz ediyorum.

Efendim, aşçı tabağı esnaf lokantalarında olur daha çok.

Yemeklerin sergilendiği tezgáhın önüne dikilirsiniz; uzun uzun bakar yutkunur, yutkunursunuz. Sonunda bir karar veremez, ‘‘Usta, yap bana bir aşçı tabağı’’ dersiniz.

Usta da tabağa bir adet etli kabak dolması, bir parça haşlama, biraz patlıcan kebabı, bir kaşık bezelye, biraz kavurma, az pilav koyar, gönderir masanıza.

Neticede onun suyu ötekine, öbürünün kıyması berikinin etine karışır, ne yediğinizi anlamazsınız.

Söylenirsiniz kendi kendinize:

‘‘Be adam, hayatının son yemeği miydi bu, dosdoğru bir karnıyarıkla pilav yiyemez miydin!’’

Neyse, uzatmayayım ‘‘aşçı tabağı’’nın ne olduğunu anladınız.

Anladınız da ‘‘Nereden çıktı şimdi bu?’’ diyorsunuz.

Bugün size ‘‘aşçı tabağı’’ misali bir yazı sunmaya niyetliyim de...

Biraz oradan, biraz buradan...

*

Patlıcan kebabı niyetine mesela...

‘‘İstanbul Büyükşehir Belediyesi Davetiyeleri’’ni anlatayım size.

Evet, siz bilmezsiniz, bizim hayatımızda ‘‘İstanbul Büyükşehir Belediyesi Davetiyeleri’’ diye bir şey var.

Bir gün, o köşe yastığı kılıfı ebadındaki zarflardan biri çıkmazsa eğer postadan... Belediye'ye koşarım vallahi, başına bir şey mi geldi Ali Müfit Gürtuna'nın diye.

Her gün ama her gün...

Temel atma töreni yoksa açılış töreni vardır.

Asfaltlama töreni...

Kaldırım taşı sökme töreni...

Yerine yenisini döşeme töreni...

Delik açma töreni...

Delik kapama töreni.

Açılacak kapanacak delik yoksa eğer, Sayın Gürtuna ya suya dalar, ya merdivenden atlar, ya amuda kalkar, hoplar zıplar oyalar bizi. Törensiz bırakmaz.

Eksik olmasınlar davetiyelerde aralarında görmek istediklerini belirtiyorlar. Hayır hepsine gitmeye kalksa insan, aralarından biri olur çıkar otomatikman.

*

Haşlama olarak Mars'ı sunmak isterdim.

Fakat sunamıyorum.

Fazla haşlandığından eridi gitti maalesef; şu satırları kaleme aldığım, çarşambayı perşembeye bağlayan gecenin bir saatinde, Mars falan yok ortalıkta.

Hatta her gece pırıl pırıl parlayan ‘‘kutup yıldızı’’ mıdır nedir, o bile yok bu gece. İnadına, gök yarıldı içine kaçtı bütün yıldızlar.

Neyse ki ara sıra ışıklarını çaka çaka uçak geçiyor.

Bilmiyorum, Mars'ta elektrikler kesilmiş olabilir. Zira meteoroloji ‘‘Hava açık olacak, Mars görünecek’’ demişti. İnanırım ben meteorolojiye. Gözüme inanmam, ona inandığım kadar. Onun için olsa olsa elektrikler kesilmiştir diyorum.

Şimdi işin yoksa bekle bir 60.000 yıl daha. Bu sefer de hava bulutlu olur, eminim. Alın size bir iyimser, bir kötümser değerlendirme!..

*

Ben bu yazı işinden anlamıyorum.

Buna karar verdim.

Neden?

Tam birilerine ince ince geçirmiş olduğumu düşünürken... A, bir bakıyorum teşekkür manyağı yapılmışım o birileri tarafından.

Allah Allah!

Ne diyeceğimi bilemiyorum. Hık mık ediyorum, yazıyı alıcı gözüyle bir daha gözden geçiriyorum, falan.

Bazen de tam tersi oluyor. Bu daha üzücü tabii. Övdüğün adamın idraktan yoksun çıkması...

Hani o ‘‘ince ince’’ durumu var ya... İşte işin püf noktası o.

Bundan sonra ‘‘Kör kör parmağım gözüne’’ olacak demek ki. Misal ‘‘Kim Şık Kim Rüküş’’te olduğu gibi.

Karışıklık olmaz hiç değilse. Herkes kendi kaderini yaşar.

*

Bu hafta beni en mutlu eden olay Sibel Can'a jön bulunmuş olması hadisesidir.

Her sabah bir iç sıkıntısıyla uyanıyordum.

‘‘Neyim vardı benim?’’ diye düşünürken aklıma geliyordu ki ‘‘Sibel Can'ın jönü yok.’’

Hayır, ne gibi vasıflar arandığını bilsem, yardımcı olacaktım. Ama hiçbir gazete yazmadı.

Gerçi ‘‘jön’’ dendi mi vasıfları bellidir. Mesela bön bön bakıyor olacak. Yani ‘‘Allah boy vermiş, kapıp koyvermiş’’ hali. Budur benim için ‘‘jön.’’

Onun için ‘‘jön’’ sevmem ben. Karakter oyuncusu severim. Adı üstünde, iyi kötü bir karakteri var hiç olmazsa.

Aranan jönün bir türlü bulunamadığı günlerde dedim ki, ‘‘Herhalde jönün, Sibel Can'ı kucağında taşıma sahnesi var filmde.’’

Gelen deniyor, kaldıramayıp gidiyor. E, Kırkpınar'dan pehlivan getirtseler bu sefer de jönlüğe uymaz.

Zaten yokmuş öyle bir sahne ki filinta gibi bir adam buldular sonunda.

Bakmayın habire kilosuna takıldığıma. Çok güzel buluyorum Sibel Can'ı. Sesi de en beğendiğim ses. Onun için rahat rahat takılıyorum zaten. ‘‘O da farkındadır nasıl olsa meziyetlerinin, kendine güveni tamdır’’ diye düşünerek...

*

E, bu kadarı yeter artık. Mide fesadına uğrayacaksınız. ‘‘Aşçı tabağı’’ dedimse otuziki çeşit yemek de olmaz içinde.


MIŞ-MUŞ


Tamer Karadağlı ABD'den pos bıyıkla dönmüş.

E normaldir, ABD Cola Turka'dan sonra Türkleşti ya...

Uzanlar çatıdan kaçmışlar. Dikkat edin, bacanızdan girmesinler içeri.

Seymen ile Bahar'ın şarabı çıkmış.

Aslında suyu çıktı.

Ece Erken zayıflıktan şikáyetçiymiş.Sibel'in eline vereceksin Ece'yi... Evire çevire bir güzel dövecek.

ABD ‘‘Irak'a gelirseniz iyi olur’’ demiş.

Bir başka deyişle ‘‘Gelmezseniz kötü olur.’’

Yaşlandıkça espriyi anlamak zorlaşıyormuş.

Demek ismi lazım değil, bir büyüğümüzün benim yazıları baş makale gibi okuyup değerlendirmesi bu yüzdenmiş.
Yazının Devamını Oku

Kapkaççısız kapkaç hadisesi

28 Ağustos 2003
<B>KARDEŞİM </B>dedi ki: <B>‘‘Bunu anlat da artık kimse kusuruna bakmasın senin.’’<br><br></B>Hay hay. YER: Bir apartman önü. Minik bir bahçe, dandik bir bahçe kapısı ve her daim tenha sokak.

ZAMAN: Kuşluk vakti.

OYUNCULAR: Mısır püskülü saçlı bir kadın. Bilahare bütün mahalle.

KONU: Kısaca kapkaç hadisesi.

Uzunca şöyle:

Mısır püskülü saçlı kadın, her zamanki gibi oturduğu apartmanın minik bahçesindeki kaplara sokak kedileri için su ve mama ikmali yapmaktadır.

Bir yandan da sokağın hayvansever azınlığından bir hanımefendiyle hayvansevmez komşuların kulaklarını çınlatmaktadır.

İkmal işi sona erdikten sonra kapıda beklemekte olan arabaya binip gidecektir. Giyinip kuşanmış, evden ona göre çıkmıştır.

Ansızın az önce bahçe kapısına astığı çantasının yok olduğunu fark eder. Ve bağırmaya başlar: ‘‘Çantam yok, çantam yok!’’ Üçüncü defa ‘‘Çantam yok’’ demesine fırsat kalmadan bütün mahalle başına toplanır. Hep bir ağızdan sorarlar:

‘‘Nereye koymuştunuz?’’

Kadın cevap verir:

‘‘İşte şuraya asmıştım.’’

Her kafadan bir ses çıkar. Sesler şunları demektedir:

‘‘Bu zamanda orta yerde çanta bırakılır mı?’’

‘‘Çık çık çık.’’

‘‘Emin misiniz oraya koyduğunuza?’’

‘‘Vah vah vah.’’

‘‘Ama bu sessizlikte, birinin yaklaşıp çantayı alıp kaçtığını nasıl görmez, duymazsınız?’’

‘‘Yere düşmüş olmasın?’’

‘‘Vah’’
layanların dışında, görüldüğü üzere herkes kadının aptallığı hususunda hemfikirdir.

Kadın da aynı fikirdedir zaten; bu mealde ha bire söylenip durmaktadır.

* * *

Aklına kız kardeşini aramak gelir. Yok, kardeşi polis falan değildir; kadın otomatikman kapıda kaldığından anahtar isteyecektir kardeşinden.

Birinin telefonundan arar:

- Kapının önünde çantamı çaldılar.

- Bahçe kapısına asmıştın yine değil mi?

- Evet.

- E, gecikmiş bir hadise.

* * *

Kadın kardeşinin getireceği anahtarları beklerken mahalleliyle konu hakkında fikir alışverişinde bulunmaktadır.

Birisi ‘‘Çantanızı evde unutmuş olmayasınız?’’ der.

‘‘Evet evet’’ diye vokal yapar kalabalığın geri kalanı.

‘‘Yok artık’’ der kadın. ‘‘O kadar da aptal değilim; bu arada filmi kaç kere geri aldım, çantayı evde unuttuğumu hatırlamaz mıydım?’’

Yine de kadının telefonunu çaldıra çaldıra dairenin kapısına yaklaşırlar.

Evet, telefon içeride çalmaktadır.

Sevinç çığlıkları atılır. Telefon içeride olduğuna göre, onun içinde olduğu çanta da içeridedir. İş anahtarların gelmesine kalmıştır.

Kadın hemen kardeşini arayıp müjdeyi verir.

Tam o sırada ‘‘araba görevlisi’’ evin anahtarlarının arabanın arka koltuğunda durduğunu görür. Kadına haber verir. Yine sevinç çığlıkları.

Kadın kardeşini tekrar arar, ‘‘Kapıyı kilitlemiş, anahtarları arabaya koymuşum meğer’’ der.

Kardeşinin cevabı acıdır.

‘‘Ablacığım, sigara yüzünden beyin damarlarının tıkanmış olduğundan endişe ediyorum.’’

Kadın kapkaç hadisesini (!) kapkaççısız atlatmanın mutluluğu içerisinde beyin damarlarını falan düşünemez.


MIŞ-MUŞ

Erkeğin 80'inde sağlıklı seks yapması elindeymiş.

Evet, ‘‘elinde’’dir herhalde.

Asmalı Konak için 3 farklı final çekilmiş.

Üçü de oynasın, anca doyarız.

Uçak biletleri otobüs fiyatına iniyormuş.

Otobüslerin ‘‘uçma’’ hususunda uçaktan geri kalmadığına bakınca, tersi olmalıydı.
Yazının Devamını Oku

Çifte kayıt geni

26 Ağustos 2003
<B>GAZETELER </B>habire anlatıp duruyorlar. Şekillerle, şemalarla madde madde açıklıyorlar.

Ama nafile. Anlamıyorum.

Bütün bu işleri akıl eden, beceren de insan; onca basitleştirilmiş anlatıma rağmen hálá neyin nasıl olduğunu kavrayamayan da.

Adaletin bu mu dünya?

Kimine şeytana pabucu ters giydirecek zekáyı ver, beniyse pas geç.

Dolayısıyla arka sokaklarda neler oluyor bilemeyeyim.

Ben bankamatikten para çekmeyi bile beceremezken elálem ‘‘çifte kayıt’’ı icat etsin.

Halbuki pekálá bana da yeterli zeká verilebilirdi. Ailemi de yanıma alıp Sudalar olarak ince ayar soygun işlerine girişebilirdim.

* * *

‘‘Zeki olunca soyguncu olmak şart mıdır?’’ diyeceksiniz.

Türkiye'de evet.

Burada zeká hayırlara vesile olmuyor genellikle.

Öyle bilimsel araştırmalar, buluşlar, çığır açmalar falan pek nadir olur Türkiye'de. İmkán yok çünkü. Hani ‘‘Zekámı illa ki bilime kanalize edicem’’ diye tuttursanız öyle bir zemin yok. Bulamazsınız.

Gidin bir araştırma kurumunun kapısına, görüşecek yetkili bile bulamazsınız. Odanın birinde bir sekreter, yolu düşenleri geri çevirmek üzere oturuyordur, bir görevli de koridorları paspaslıyordur.

Bir de çaycı vardır belki. O kadar.

E, zekáysa fışkıraduruyor bir yandan.

Ne yapacaksınız?

Mecburen vurgun işine girişeceksiniz.

‘‘Dosdoğru işadamı olunamaz mı?’’ diye bir soru gelebilir aklınıza.

Hayır olunamaz. Yani bu zekáyla.

‘‘Al malı ver parayı, al parayı ver malı.’’

Böyle sıradan ticaret kesmez zeki adamı. İlla kimsenin aklına gelmeyen icatlarda bulunacak tatmin olmak için.

Malum aile de ‘‘çifte kayıt’’ı ve daha nicesini icat etmiş nitekim. BDDK kitap hazırlıyormuş şimdi, bu akla ziyan buluşları anlatan.

Yeni bir ‘‘Keşifler ve İcatlar Ansiklopedisi’’.

* * *

Peki tek sebep zeká mıdır?

Hayır.

Genler de var.

Fakat gen bilimi yeni yeni aşama kaydetmeye başladı. Hastalık geni, suç geni, aşk geni, şu geni, bu geni daha yeni yeni tespit ediliyor biliyorsunuz.

Düğmeye basmak için biraz daha beklenseydi, söz konusu ailenin bireyleri de kendilerinde var olduğuna inandığım çifte kayıt genini tespit ettirip, müdahale ettireceklerdi belki. Fakat hiç fırsat verilmedi adamcağızlara.

Son olarak bir önerim var.

Günlerdir çiftlik çiftlik, yat yat aranan küçük ağızlı adamlar bulunabilirlerse, önce eski siyasilerle bir araya getirilsinler.

İş bu raddeye gelirken...

Çalınan minarelere kılıflar hazırlanırken...

Haklarında binbir şaibe duyulurken...

İhbar kabul edilebilecek bir sürü haber gazetelerde yayımlanırken... Görev başında olan geçmiş hükümetlerin üyelerine elleri öptürülsün.

E, ne demiş atalarımız...

‘‘Bükemediğin eli öpeceksin.’’

Gerçi zamanında kuvvetlice sıkmışlar belli ama bir kere de öpsünler.


MIŞ-MUŞ

Şebnem Schafer, ‘‘Disiplinim babamdan, sıcaklığım annemden’’ demiş.

Durduğu yerde kazandığı şöhret de bizden.

*

Asena, Bilgi Üniversitesi'ni kazanmış.

Paparazzilere yeni bir ‘‘kapı’’ açıldı.

*

Cem'in partisi artık ‘‘Net sol’’muş.

Kendilerini idrak etmeleri bile bir sene sürdü, iyi ki iktidarda değiller.
Yazının Devamını Oku

Pazar günleri

24 Ağustos 2003
<B>NE </B>yaptıysam olmadı.<br><br>Sevemedim. Nedenini bilmiyorum.

Ne zaman başladığını biliyorum ama. Çocukluğumda. Aklım erer ermez.

Yaygın olan ‘‘Pazartesi sendromu’’dur değil mi?

Benimki ‘‘pazar sendromu’’.

Eğer rengi varsa günlerin, pazarlar siyah.

* * *

Bir zaman dükkánların kapalı oluşuna yordum.

Fırınlar bile ekmek çıkarmazdı pazar günleri İzmir'de.

Pazarın ekmeği cumartesiden alınırdı.

Bir paket sigara için şehri baştan başa katederdiniz.

Nereye gitseniz kepenkler inik.

‘‘İstanbul'un ilk nesi çarptı seni?’’ diye sorarsanız, ‘‘Çoğu dükkánın pazar günü de açık olması’’ derim.

Hele Akmerkez'in açıldığı yıllar...

Neredeyse yenecektim pazar sendromunu.

Ama olmadı. Demek mesele sırf bu değilmiş.

* * *

Babaların evde olması da yaratmış olabilir bendeki bu durumu.

Altı gün arkadaşın sende, sen arkadaşındasın. Pazar günü evli evine köylü köyüne.

Minicik yürekleri birbirinden ayıran canavar babalar!

Düzenimizi bozarlardı.

Zamanlı zamansız uyumaya kalkıp gürültü istememeler...

Anneyi rahat rahat üzmemize mani olmalar...

Basbayağı bir rejim değişikliği evin içinde...

Sınıfa müfettiş gelmiş gibi bir ciddiyet havası.

* * *

Futbolu da suçladım bir ara.

Radyodaki o bitmek bilmeyen bağlantıları...

Bir o stadyuma, bir bu stadyuma...

Avaz avaz.

Siz kapatsanız komşudaki susmaz.

Yer gök inler, ‘‘Top bilmemkinden sekti’’.

‘‘Pakize'yi sıktı’’
demezler tabii.

Sıkmıştı hakikaten.

Ama pazar günlerini ne yapıp ne edip sevmem lazımdı. Bunun yollarından biri de futbolu sevmemdi. Ama ikisi de olmadı işte.

Şimdi düşününce... Sonradan hayatıma ünlü bir futbolcunun girmesi de sırf bu yüzden olabilir. Gayret neticesi...

* * *

Okulu geçebilir miyim?

Asla.

Tamam, ‘‘pazar günü ne okulu?’’ ama sorarım size, ‘‘Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir’’ de, pazartesinin gelişi pazardan anlaşılmaz mı?

Ders çalışılacak en azından.

Cumartesi avareliğinin bedeli ödenecek.

Yürek sıkıntısından doğan çalışamama hali, çalışamamaktan doğan yürek sıkıntısı. Kısırdöngüyle ilk tanışmamız böyle oldu.

Tamamı çocukluktan gelmiyor tabii.

Zaman içerisinde kábusuma kábus katan gelişmeler de olmadı değil.

Televizyonlar mesela...

Sokakların ıssızlığı yetmezmiş gibi orada da bir ‘‘Yine tatil havası/Sıkıntının tam sırası’’ hali.

Ancorman'ler bile haber okumuyorlar pazar akşamları. Gerçi cumartesi de okumuyorlar ama onu telafi edebiliyorum. Cumartesinin o ışıltısı sayesinde.

* * *

İnanmayacaksınız ama hava bile başka türlü oluyor pazar günleri.

Vallahi. Dikkat edin.

Balkanlar'dan gelen, sıcak ya da soğuk, bütün hava akımları pazarı bekler.

Artık umudu kestim.

Kurtuluşu yok bende pazar günlerinin.

Siz bu satırları okuduğunuz sırada ben kendimi sokağa vurmuş, ‘‘pazar günü aileleri’’ni seyrediyor olacağım. Bilirsiniz o aileleri... Çoluk çocuk yemeğe çıkan... Allah'ın bir emrini yerine getirme ciddiyetiyle suratları hiç gülmez hani...


MIŞ-MUŞ

İstanbullu tembellikten metroyu kullanmıyormuş.

Her birimizi evdeki koltuktan alıp işyerindeki koltuğa bırakan vinç sistemini getiren belediyenin sırtı yere gelmez.

*

Petek Dinçöz, ‘‘Hülya Avşar da Gülben Ergen de beni örnek alıyor’’ demiş.

Hızır gibi yetişti kızcağız(!)

*

BDDK, Uzanlar'ın İmar vurgununu kitap yapıyormuş.

Bundan sonraki vurguncular için ‘‘kitabına uydurmak’’ mecazdan çıkıp gerçek olacak.
Yazının Devamını Oku

Kumru, gevrek, boyoz

23 Ağustos 2003
Her zaman özenmişimdir memleketinden biber, yağ, bulgur falan getirtenlere. ‘‘E, sen de getirt’’ diyeceksiniz, ‘‘İzmir'in yok mu özel bir şeyleri?’’

Var elbet.

İzmir tulumu var bir kere. En önemlisi. Annem her gelişinde getiriyor. Ama kargoya kadar vardırmadım işi. Bunca özenmeme ve de burada İzmir tulumu diye sunulanların çoğunun, aslıyla peynir olmak dışında bir benzerliği olmamasına rağmen.

Kumru, gevrek, boyoz var mesela.

Üçü de İzmir'e has. Ama hiç aklıma gelmedi doğrusu İstanbul'a taşımak...

Fakat başka birinin gelmiş.

İzmir'in zarif Belediye Başkanı Ahmet Priştina, her bir araya gelişimizde bu üçlüden sevgi ve özlemle söz etmemden olacak, bunlardan oluşan bir yolluk hazırlatmış, bu gidişimde.

Kucağımda paket, içimde bir yere ait olma duygusu, sevine sevine geldim İstanbul'a.

*

Kumruyu artık İstanbullular da biliyor. Adım başı kumrucu açıldı. Gerçi bir kısmı sandviç ekmeğini kumru diye yutturuyor, o başka.

Gerçek kumru da ne yazık ki İzmir'deki lezzetinde değil.

Çünkü hálá, İstanbul'da kumru çıkaran fırın yok. İzmir'den kolilerle geliyor.

Ve gelene kadar taş gibi oluyor maalesef.

Bize mecburen ısıtılarak sunuluyor. Isıtılınca tazeleniyor belki ama nedense eski lezzetinden eser kalmıyor. Ondan sonra içine ne koyarsanız koyun...

Ben de mecburen ısıtıp duruyorum kaç gündür. Netice, fiyasko.

Bilmiyorum, belki ve inşallah buradaki fırınlar da başlamıştır çıkarmaya. Coca-Cola'yı bile yaptık da... Hamur değil mi bu alt tarafı?

*

Gevreği de biliyor İstanbullular.

Ama onlar ona ‘‘gevrek’’ değil ‘‘simit’’ diyorlar.

Evet, bildiğimiz simit. Şekliyle, susamıyla...

Fakat lezzetlerinde fark var biraz. İstanbul'unki daha lezzetli bana göre. Yani bu sefer öyle geldi. Ayıp oldu şimdi hemşerilerime ama kusuruma bakmasınlar, dobracılığım bölgeciliğimden önde gidiyor.

Demek damak tadımı taraf haline getirecek raddeye gelmemiş bendeki sıla hasreti.

*

Boyoz'a gelince...

Börekle poğaça arası bir şey.

Evden kahvaltı etmeden fırlayan İzmirli'nin, her köşe başında karşısına çıkmak suretiyle imdadına yetişmiştir yıllardan beri.

Fakat neredeyse yağdan ibaret bir hamurdan yapıldığı için bugünün kadınını açmaz. Hele ısıtılınca iyice yağı kustuğundan, ne yalan söyleyeyim ben de bu sefer pek tadına varamadım.

Hayır, bizi öyle hale getirdiler ki yağ gördüğümde neredeyse bomba imha uzmanlarına haber vereceğim. Dolayısıyla şeyedemedim boyozu.

*

Masanın başında otururken ‘‘Ne güzel komşumuzdun sen Fahriye Abla’’ kıvamında bir yazı döşenme niyetindeydim.

Övgüler düzecektim üçlüye.

Yazdıklarıma bakar mısınız. O yağlı, öteki tatsız...

Ben bana hákim değilim arkadaşlar.

Ahmet Priştina şimdi bana ‘‘Zıkkımın kökünü yiyesice kadın’’ dese haklıdır.


Utanıyorum ama...


Ne zamandır tutuyorum kendimi. ‘‘Ayıptır’’ diyorum.

Utanıyorum da bir kadın olarak.

Fakat bugün gözümü kararttım artık.

*

Harika bir mekán.

Yemekler güzel, masalar şık.

Kadınlar deseniz adeta kapaktan fırlamışlar. Öyle bir fotomodel hali her birinde. Karşılarındaki beyefendilerle kadeh tokuşturuyorlar. Parfüm kokuları genizleri yakıyor.

Kırılıp dökülmeler, süzülüp büzülmeler gırla gidiyor.

İşte böyle bir ortamda kalkıp tuvalete gidiyorsunuz. Kadınlar tuvaletine.

E, orası da pırıl pırıl, zevkli. Adamlar masraftan kaçınmamışlar.

Fakat o da ne?

Kullanılmış tuvalet kağıtları ve de en fenası petler yerlerde. Ya da tuvaletin içinde.

Orada durup durmakta olan çöp kutusuna rağmen.

İnsan bağlantı kuramıyor bu manzarayla içerideki hanımefendiler arasında, ‘‘Acaba tuvaleti bir koşu Esenler Garajı'na mı götürüp getirdiler, umuma hizmet için’’ diye düşünüyor.

*

Vallahi utanıyorum yazarken. Ne de olsa hemcinslerimin pisliğinden söz ediyorum. Ele güne karşı kolay değil.

Fakat son günlerde öyle sık karşıma çıkmaya başladı ki bu durum...

Kalemime söz geçiremedim artık. Hatta keşke o tuvaletleri o hale getirenleri afişe edebilsem buradan. Ama mümkün değil tabii. Yok, utandırmamak için değil, isimlerini bilmediğimden.

Fakat hiç olmazsa masaya geri döndüklerinde...

Tam boyasını tazeledikleri dudaklarını büzmüş, poz keserlerken...

Masaya yaklaşıp, ‘‘Beyefendi, bu hanım petini yere attı geldi’’ diyebilirim değil mi?

Vallahi yapar mıyım, yaparım.

Tam olarak bilsem hangisidir... Her birinin bir önünden bir arkasından girmek lazım tuvalete. ‘‘Manyak’’ derler diye korkuyorum.

*

Bir şey daha...

Ellerini de yıkamıyor çoğu, biliyor musunuz?

Sıra bekliyoruz ya lavabonun orada... Bakıyorum biri çıkıyor tuvaletten, aynada kendine çeki düzen veriyor, makyajını tazeliyor, parfümünü sıkıyor... Tamam.

Yallah göz süzmeye!

*

Ben artık erkekler tuvaletine giriyorum.

Tertemiz vallahi.

Tuhaf tuhaf bakanlar oluyor ama aldırmıyorum. Fakat erkekler de yıkamıyorlar ellerini. Aşınma korkusu var galiba Türklerde.

İşte böyle arkadaşlar.

Acı ama gerçek.

Bu yazı üzerine iki kişiyi kazandırırsam temizler alemine, kárdır.

Hiçbir şey olmasa, müdavimi olduğum mekánların tuvaletleri kurtuldu. ‘‘Korku dağları bekler’’ biliyorsunuz.


MIŞ-MUŞ


İbrahim Kutluay ‘‘Kadın akıllı ve saygılı olmalı’’ demiş.

‘‘Erkekte ikisi de yok bari kadın açığı kapatsın’’ diye düşünüyor herhalde.

AB ülkelerinde kokoreç ve işkembe çorbası ile ilgili bir yasak olmadığı ortaya çıkmış.

Allah sevindireceği kuluna eşeğini önce kaybettirir sonra buldururmuş.

Deniz Akkaya ‘‘Felsefeyi sevemedim’’ demiş.

Biyolojiyi sevdi ama.

Irak'a asker gönderme konusuna ilişkin değerlendirme süreci, mektuplaşma ve gidip gelmeler şeklinde devam edecek, sonra hükümet kararı ortaya çıkacak, sonra da TBMM'ye sevk edilecekmiş.

Müjde! Nur topu gibi bir yılan hikáyemiz daha oldu.
Yazının Devamını Oku