7 Ağustos 2003
<B>KEMANI </B>kutusundan çıkarışımı, akort yapıp yapmadığımı falan hatırlamıyorum. Ama bugüne kadar hiç duymadığım bir klasik müzik parçasını, mükemmel olduğunu sandığım bir biçimde çaldım.
Tabii ki rüyamda.
Nedir şimdi bu?
Bugüne kadar kemana el sürmüşlüğüm yoktur.
Aklımdan bir saniye olsun ‘‘Ah! Keman çalabilseydim’’ diye geçirmişliğim de...
Uyumadan önce kemanla herhangi bir yakınlaşmam da olmadı. Hani televizyonda konser olur da yakın plan kemancıları gösterirler falan...
Peki ne işi vardı rüyamda kemanın?
Gerçi harikaydı.
Genellikle abuk sabuk rüyalar görürüm ben. Eniştem annem olur, okula gecelikle giderim... Hayır bunların da bir başı sonu olsa razıyım. Bölük pörçüktür hep. Zaten kalkıp kaleme sarılmam da bu yüzden. Aklı başında ilk rüyam bu. Üstelik ilk defa virtüöz oluyorum.
Bir keresinde de bungee jumping yapsam mesela...
Berlin Filarmoni Orkestrası'nı yönetsem...
Herhangi bir dalda bir yarış kazansam...
Bu durumda artık hangi kuvvet uyandırabilir beni? Uykumda daha başarılıyken bir kıytırık yazı yazmak için kalkacağım ha? Üstelik bütün o başarıları yattığım yerde gerçekleştiriyorken...
***
Siz şimdi bu rüya mevzuunu bir yere bağlayacağımı zannediyorsunuz değil mi?
Hatta bunun bir kurgu olduğunu...
Katiyen.
Yazıya oturmadan önce bir şekerleme yapayım dedim ve bana ilginç gelen bir rüyayı gördüm, size de anlatmak istedim. Hepsi bu.
Yatmadan önce bugünle ilgili bambaşka bir konu vardı aklımda. Fakat öyle sinirimi bozan bir şeydi ki... Bir türlü başlayamıyor, erteliyordum. Zaten onun için yattım biraz da. Kaçış yani.
Bilmiyorum, Medyum Memiş bir bağlantı kurabilir belki virtüözlüğümle bu konu arasında. Benim kontak gücüm káfi gelmiyor.
Türkiye'de de aynı Hindistan'ın bazı kesimlerinde olduğu gibi kadınlar ölen kocalarıyla beraber öteki tarafa gönderiliyorlar.
A, duymadınız mı hiç?
Tamam, abartıyorum biraz.
Bizimkiler biraz daha insaflı. Kesin gönderme değil, bitkisel hayata sokuyorlar sadece.
Kadın hayatta mı? Hayatta.
Ama bir eylemde bulunamaz.
Gezemez, eğlenemez, sevemez, flört edemez, evlenemez. Kendine yeni bir hayat kuramaz.
Bütün bunları yapmaya kalkarsa ne olur?
Fahişe muamelesi görür.
Örnek mi istiyorsunuz?
Lale Manço.
Eminim ortam yaratılsa Lale Manço'yu taşlayanlar olacaktır.
Basına çok yansımasa da Yılmaz Güney'in eşinin de benzer baskılar altında olduğuna inanıyorum.
Halka mal olmuş (ne demekse) erkeklerin ölümünden sonra eşlerinden kendilerini bir şekilde yok etmeleri isteniyor. Ama bir erkekten asla beklenmiyor bu.
En çok cellatların arasında kadınların da olmasına deliriyorum.
Atalarımız ‘‘Ölenle ölünmez’’ derken sırf hayatta kalan kocaları kastetmemişlerdir arkadaşlar. Kadınlar da ölenle ölmezler. Çok da iyi ederler.
Lale Manço'ya iki gün sonra gerçekleştireceği evliliğinde canı gönülden mutluluklar diliyorum. Abukluklara kulak tıkamayı başardığı için de kutluyorum kendisini.
MIŞ-MUŞ
Sibel Can 7 kilo vermiş.
Sibel Can bu... Bugün 9 kilo almış olabilir.
*
Erdoğan kebapçıda yan masada yemek yiyen iki kadının hesabını ödemiş.
Evde de bunun için ayrıca bir hesap ödemiştir herhalde.
*
Gönlü Moskova'da başkasına kayan Asuman Krause, ‘‘Stelyo'yla ilişkim yanlıştı’’ demiş.
Bağdat'ta durum karışık olduğundan yanlış hesap Moskova'dan döndü.
Yazının Devamını Oku 5 Ağustos 2003
<B>MERAK </B>kediyi öldürürmüş. Öyle derler. Fakat insanı yaşatan bir şey. Yani herhalde. Yoksa çoktan kökümüz kururdu. ‘‘Sezen Aksu'dan şalınızı alabildiniz mi?’’
Evet, budur son günlerde okurumun canına can katan mevzu. Annesi bana şal ördürmüştü de Sezen bir türlü iletememişti ya...
Hemen cevap veriyorum.
Hayır, alamadım. Ama çok yaklaştım. İki gün kaldı elime geçmesine.
Meğer İzmir'de unutmuş Sezen şalı. Şehriban Teyze'yle Sami Amca gelirken getirecekler.
Neden geliyorlar İstanbul'a bilin bakalım.
Gerçi her sene gelirler çocuklarını görmeye ama bu defa özel bir sebebi var.
Bir torunları daha oldu zira.
‘‘Sezen doğum yaptı’’ deeermişim.
Ay ne atlatma olurdu ama... Magazin, özel, onur, şeref, haysiyet... Artık alınabilecek ne varsa gazetecilik ödülü olarak, alırdım herhalde.
Ama doğum yapan, Sezen'in erkek kardeşinin karısı.
Bir oğlu oldu Nihat'ın. Adını Ömer Sami koydular. Sezen delirebilir yakında. Bu günlerinin kıymetini bilin hayranları olarak. O kadar seviyor bebeği.
***
Şimdi hangi mevzua atlasam tatmin edemem sizi, biliyorum. Ağzınıza bir parmak bal çaldım ya... Kavanozun tamamını istersiniz.
Buyurun o halde Sezen Aksu'dan en taze haberlere...
Bir albüm yapmış yine...
Artık ‘‘Yaşadınız’’ mı desem, ‘‘Yandınız yandınız ki ne yandınız’’ mı...
Bugünlerde piyasaya çıkmak üzere. Hatta radyolarda çalınmaya başlamış olması lazım.
Şarkılarına klip çekmeye pek niyeti yok. Bizim bayıldığımız eski klipleri için ‘‘Çok gülüyorum o manalı bakışlarıma’’ diyor.
Düşünün artık...
Hele ardı ardına manasızlık abidesi klipler çekenler iki kere düşünsünler.
Stüdyo-ev-ofis-spor kompleksi-hayvanat bahçesi-terzihane birleşimi bir mekánda yaşıyor. Tabii gündüzleri. Yoksa Önder'le paylaştıkları ayrı bir ev var.
Evet, terzihane var evde. Hiç üşenmemiş, duvarına ‘‘Altın Kızlar Dikimevi’’ yazdırmış renkli ışıklarla. İki altın kız habire dikiyorlar.
Bir aşağı iniyor, şarkı provasına... Bir yukarı çıkıyor, elbise provasına...
Günde bir saat yüzüyor. Spor yapıyor. Meraklısına duyurulur, mayoyla gördüm, ne sarkanı kalkanı var, ne selüliti.
Yine meraklısına... Uzun süren çok önemli bir sağlık sorunu yaşamış, hepsi bu. Gerisi ‘‘1001 Gece Masalları’’.
Sezen'i hiçbir evinde, durulmuş oturuyor görmek kısmet olmamıştır bana. Kökeninde Karadenizlilik olduğundan mıdır nedir, inşaatçılık ruhuna işlemiştir.
Her gittiğimde ya duvar ördürüyor ya duvar yıktırıyordur.
Bu sefer de bulduğuyla yetinmemiş. Her oda için ‘‘Aslında burası şöyleydi’’ diye başlayan bir hikáye anlattı.
İki odalı düzayak evinizi verin eline, size beş odalı dubleks olarak geri döndürsün. Vallahi abartmıyorum.
En son bahçedeki bir platformu ‘‘Yoga odası’’na çevirme projesiyle meşguldü kafası.
Asistanından müzisyenine kadar beraber çalıştığı birçok kişiyi aynı sokağa yerleştirmiş. Böylece ne trafik sıkışıklığı mani olabiliyor 24 saat çalışmasına, ne hava muhalefeti, ne başka bir şey.
Bu arada Sezen'le bağı olmayan iki ya da üç ev kalmış civarda. Onlar da hayranıdır zaten. Sokağın ‘‘Bilmemne Bey’’ olan adını yakında ‘‘Sezen Hanım’’ olarak değiştirirler herhalde.
***
E, bu kadar bal yeter size. Gerçi kavanozun yarısına bile gelmedik ama şekeriniz yükselmesin.
MIŞ-MUŞ
Jimnastik salonlarındaki aynalar, kadınları kaçırıyormuş.
Allah Allah! Vitrinlerin, arabaların hatta karşımızdakinin gözlüklerinin camından bile kendimizi seyreden biz kadınları ha?!
TSE hıyar standartlarını yeniden belirlemiş.
Adam hem hıyar hem de standartlara uymuyorsa... ‘‘Beterin beteri var’’ dedikleri bu olmalı.
Yazının Devamını Oku 3 Ağustos 2003
<B>SEN </B>kalk, ata bin.<br><br>Hangi akla hizmet? Hani daha önce attan inmeyen biri olsa...
Zahir binebiliyor olmanın kariyerine faydası dokunacağını düşündü.
Etrafındakiler de gaza getirmişlerdir...
‘‘Çok güzel binersiniz Başbakanım.’’
Ne desin tabii bu durumda.
‘‘Yok binemem’’ dese...
Dedikodu hazır. ‘‘Başbakan bir ata bile binemiyor.’’
Üstüne üstlük iki gün önce aynı ata Ali Müfit Gürtuna binmiş.
Bunu da duyunca...
Fakat netice değişmedi.
‘‘Başbakan bir ata bile binemiyor.’’
Sen ne niyetle kalkış...
Ne demeli bilmiyorum. ‘‘Kaş yaparken göz çıkarmak’’ mı, ‘‘Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak’’ mı?..
Şimdiki halde Ali Müfit Gürtuna 1-0 önde.
Fakat hepimiz gördük ki kemikleri sağlam bir Başbakanımız var.
‘‘Ne işimize yarayacak kemiği?’’ demeyin.
Bundan öncekini unuttunuz mu?
Sırça köşk gibiydi.
Az yürek yarası mıydı bizdeki?
* * *
Esas ne diyeceğim...
Şimdi ben fesatım ya... Televizyonlar habire Başbakan'ın düşüşünü gösterirken ben de habire arkadakileri inceledim. Hani gülen eden var mı diye.
Aslında düşene gülünür ama bu öyle tökezleyip de düşmek olmadığından... Üstelik düşen Başbakan.
Ali Müfit Gürtuna büyük bir şaşkınlık geçirdi Allah için. Fakat yanındaki beyefendi... Kim olduğunu bilmiyorum. Açık başlı, bıyıklı, topluca biri.
Sanki atla sırdaş.
At buna demiş ki, ‘‘Başbakanı atacağım, aşağı’’.
Biliyor adam önceden. Tık yok. Öyle bakıyor. Binerken hangi yüz ifadesi varsa, düştüğünde aynı ifade. Başbakan'ı yerden kaldırıyorlar, yine aynı ifade.
Adam belki de botokslu, bilmiyorum.
Hayır insan refleks olarak bir adım öne gider hiç olmazsa. Yok.
Ne yapacaksınız insanlar çeşit çeşit.
Duyulduğunda da herkes başka türlü tepki gösterdi.
Sanayi ve Ticaret Bakanı Ali Coşkun mesela... ‘‘Başbakan attan düşmez, iner. Daha sonra indiği ata tekrar biner’’ dedi.
Öyle iyi anlıyorum ki Coşkun'u...
Ben de konduramam gözümde büyüttüklerime. Hatta defi haceti bile yakıştıramam. Sanki onlar ara sıra gider lavman yaptırırlar gibime gelir. Düşünemem öyle pantolon ayak bileklerine inmiş halde falan.
Başbakan'ın attan önce golf sahasında dokuz atışın dokuzunda da başarısız olduğunu söylemeselerdi bari Coşkun'a. Gerçi o buna da bir şey bulurdu.
‘‘Başbakanımız, karşısındaki top bile olsa vuramayacak kadar sevgi dolu, yüce bir insandır’’ derdi mesela.
* * *
Beş gündür bıktınız biliyorum. Ama size söyleyeyim, bitmez bu at mevzuu. Bir Başbakan zırt pırt attan düşmez zira. E, bir kere düşmüşken...
MIŞ-MUŞ
Seren Serengil'le Stelyo Pipis evleniyorlarmış.
Stelyo Pipis mi? Nikáh cüzdanını görsem yine de inanmam.
*
CHP küskünleri AKP yolundaymış.
Bu habere inanmam içinse delile falan gerek yok.
*
1 Ocak 2004'ten itibaren kokoreç ve işkembeye yasak geliyormuş.
Her şey aklıma gelirdi de kokoreçle işkembenin bir gün ‘‘kaçak’’ olacağı aklıma gelmezdi.
Yazının Devamını Oku 2 Ağustos 2003
Açılış,<br><br>Tanıtım,<br><br>Kuruluş yıldönümü, şu bu. Davetiye, davetiye, davetiye...
Her davete icabet etmeye kalksa gazeteci kısmı, gazeteler basılamaz. Günün her saatinde bir yerde bir şey var. Adeta bir davet çılgınlığı yaşanıyor İstanbul'da. Geçenlerde aynı gece üç tanesine birden katıldım. Korktum kendimden. Davet manyağı mı oldum diye.
Üç komşuyla sınırlı dar bir çevrede, birbirine benzeyen günler yaşayanlar bize gıpta edebilirler.
Etmesinler.
Yok zira ortada şahane bir durum.
Siz ne oluyor zannediyorsunuz o davetlerde?
‘‘Aman bir eğlence bir eğlence...’’ öyle mi?
Neredeeee...
Bir gerginlik, bir gerginlik.
Vallahi.
Bir kere, daha yolda yapışıyor yakanıza sıkıntı. Tecrübeyle sabit, ‘‘Davet dediğin tatsız olur’’ fikri akılda mevcut zira. Fakat bir yandan da mecburiyet var. Malum, sosyalliği koruma durumu...
Neticede bakıyorsunuz habire birbirine gülümseyen insanlar topluluğu... Fakat nasıl diyeyim, maalesef hiçbirinin ruhu yok.
Mecburi el sıkışmalar...
Yalandan hatır sormalar... O sırada etraf kesiliyor çünkü. Kim var kim yok diye.
Cenazeler de aynı böyle şimdi. Orada asıl bulunma sebebinden tutun da hal ve gidişe kadar.
Bir gece sonra gitseniz o davetlerin yapıldığı mekánlara, o insanların birçoğuna rastlarsınız yine ama bu defa dans ederken, kahkaha atarken, şarkılara eşlik ederken.
Davetlerde ise bir put kesilme durumu. Sahnedeki sanatçıyı bile alkışlamak yok.
‘‘Davet psikolojisi’’ diye bir şeyin var olduğuna karar verdim artık. İnsanın hayatiyetini yok eden... Sırf gözler çalışıyor fıldır fıldır. O kadar.
2B
Bu da davetiyesiz davet.
Yani elinize ‘‘Marmaris'in falanca mevkiinde, bilmemkaç hektar ormanı yakışınızla onurlandırmanız...’’ diye davetiye gelmiyor.
Ama davetkár yasalar çıkarılıyor.
Devlet 2B'leri satacak artık yeni yasaya göre.
2B ‘‘Orman vasfını yitirmiş arazi’’ demek.
Peki, neden 2B deniyor?
Her saniye ‘‘Orman vasfını yitirmiş arazi’’ denirse, bakarsınız biri bir gün ‘‘Kardeşim! İnsan zaman içinde insanlık vasfını yitirebilir ama orman durduğu yerde orman vasfını yitiremez; ne haltlar karıştırıyorsunuz siz?’’ diye hesap sorar.
Uyandırmamak için 2B yani.
Sizin 2B'niz var mı?
Maliye Bakanımızın var. 50 dönüm.
‘‘E, daha satış yeni yasalaştı, ne zaman almış?’’ diyeceksiniz.
Canım, almamış henüz.
Ayırtmış.
Yok, kaparo falan yok. Etrafını çevirince ayırtmış oluyorsunuz. İçine villa yapıp oturabilirsiniz de...
‘‘Nasıl ayırtma bu, basbayağı aşırma’’ diyeceksiniz.
Háşá...
Öyle olsa devlet hesap sorar. Siz daha mı iyi bileceksiniz?
Hem yasa geldi yetişti işte.
Parasıyla değil mi? İsteyen bastırır parayı, alır 2B'yi.
Beğendiğiniz hazır 2B yoksa kendi 2B'nizi kendiniz yaratın. Bir kibrite bakar.
Hamili Kart Yakınımdır A.Ş
Milletvekillerine yüklenip duruyoruz ama...
Aslında çalışmıyor değiller.
Milliyet'te okudum geçen gün, seçmen için otellerle, otobüs şirketleriyle anlaşan hatta hazır araç bekleten vekiller varmış.
Maddi manevi paralıyorlar kendilerini. Yalnız bataklığı kurutmak yerine sivrisinekleri tek tek öldürmeye kalkıyorlar mesela.
Diyelim işsizlik...
Türkiye'nin başlıca belalarından biri. Şimdi buna kökten çözüm bulmak yerine... Gerçi bilmiyorum nasıl bulunur. Benim bilmemem normal de milletvekillerinin de bilmiyor olması biraz tuhaf tabii. Zaman zaman ‘‘Ne halt etmeye gittiniz o halde Ankara'ya?’’ diye sorulması bu yüzden.
Neyse işte işsizliğe kökten çözüm bulmak yerine, seçmenleri tek tek işe yerleştiriyorlar.
Belki de daha pratiktir bu yol. Öteki meçhul, uzun, meşakkatli.
Nedir ikinci bela?
Sağlık diyelim. Senelerdir aşılamayan bir sürü sorun var. Yeni yasa falan lazımdır herhalde. Bilmiyorum sorunsuz ülkeler nasıl hallettiler zamanında.
Fakat bizim vekillerin canı tez. Öyle uzun uzun uğraşamıyorlar. Hastalarla tek tek ilgileniyorlar onun yerine.
- Neyin var hemşerim?
- Sorma, damarı tıkamışız beyim.
Al kartı git hastaneye.
Daha ne yapsınlar?
Vatandaş bilmiyor zaten TBMM'nin ne işe yaradığını. Bildiği şu: ‘‘Benim oyumla Ankara'da sefa sürüyor hergele.’’
Hergele iki arada bir derede.
Hani şu yeni moda şirketler var... Çöpçatanlık falan yapan... TBMM bunlara döndü.
550 ortaklı ‘‘Hamili Kart Yakınımdır A.Ş.’’
Eksik olmasınlar, kurtarıyorlar bizi tek tek.
MIŞ-MUŞ
Attan düşen Başbakan ‘‘Düştük ama hayatı daha bir tanıdık’’ demiş.
Bu duruma göre bizde tecrübe sıfır.
Emre Altuğ ile yıllardır birlikte olduğu sevgilisi Didem Uzel ayrılmışlar.
E, albümü tutmuşken hakkını versin çocuk.
Saddam, yakalandığı an intihar etmek üzere canlı bomba gibi dolaşıyormuş.
Vukuat listesine bakınca, o her zaman canlı bombaydı zaten.
Kanserojen açısından 2 saatlik mangal 220 bin sigaraya eşitmiş.
Yakında ‘‘Dünya Mangal Bırakma Günü’’nü de çıkarırlar başımıza.
Yazının Devamını Oku 31 Temmuz 2003
<B>‘‘LAILA şöyle’’, ‘‘Laila böyle’’</B> derken Laila'nın albümü de çıktı. Adı <B>‘‘Laila Orient.’’ Yakında filmini de yaparlar. Hatta bir bakmışsınız havasını da şişelemişler.
İyi de olur. Giden var gidemeyen var. Çok şükür ben gidenlerdenim. Daha pazartesi akşamı oradaydım. Laila Orient'in tanıtım gecesinde.
Hadi o gece davetliydim... Kendi irade ve imkánlarımla gittiğim de oluyor doğrusu. Bir kere yerine ve manzarasına bayılıyorum. İçindeki restoranları da seviyorum. Sevmediğim şey kalabalık ve yüksek sesli müzik.
Ne yapıyorum bu durumda?
Restoranlar çift vardiya yemek veriyorlar ya talep fazlalığından... Birinci vardiyada yerimi alıp sakin sakin Boğaz'a bakarak yiyorum yemeğimi. Bu arada önümüzden geçen teknelerden fıstık atılırsa onu da yiyorum. Gezinti tekneleri genellikle tam Laila'nın önünde yavaşlıyorlar. Kaptan mı rehber mi artık her kimse,
‘‘Burası Laila’’ diyor.
Haliyle sirk maymunu durumuna düşüyor insan. Uzatmayayım saat 22.30'da falan, henüz ortalık diskoya dönüşmemişken evimin yolunu tutuyorum. Evet, hesaplar biraz yüksek geliyor. Fakat bu işi sık sık yapmadığımdan yıkılmıyorum. Zaten yüksek dediysem, eğer devlet memuru değilseniz, ocak söndürecek kadar da yüksek değil. Fakat her gittiği yerden ‘‘Alt tarafı ne yedik; evde şu kadara mal ederdik biz bunu’’ diye kalkanlardansanız, evinizde cızbız köftenizi yapıp oturun peşin peşin.
***
Ekonomi biliminden hiç anlamam. Buna rağmen Şefik Öztek'in Laila gibi bir yeri işletmek yerine yan gelip yatmasının ülke ekonomisi açısından daha iyi olmayacağını düşünüyorum.
Ödediğim hesabın, oraya mal getiren bir kamyonet şoförünün çocuğunun okul masraflarına katkısı olduğunu düşünüp içimi rahatlatıyorum.
Laila gibi yerlerin müdavimi olan ‘‘zıpır gençler’’in durumunun ne olacağı hususu ise beni aşıyor. Bu sebepten ‘‘Laila olmasaydı bunlar şimdi topluca kütüphaneye yönlenmişlerdi’’ diyemiyorum.
***
Ve nihayet albümün tanıtım gecesine geliyorum.
Gecenin sunuculuğunu Deniz Akkaya yaptı. ‘‘Yaptı’’ dediğime bakmayın, adet olmuş. Yoksa yapamadı. Her iki kelimenin arasında ‘‘Iıııı’’ladığı ve ‘‘Eeee’’lediği için ben konudan koptum, neyin ne olduğunu anlayamadım.
Kızcağızın kabahati yok, ‘‘Gel yap’’ demişler, o da gitmiş yapamamış. Olağandır. Bu topraklarda, hiçbir hususta, ‘‘Ben bu işi beceremem’’ diyebilen bir kişi çıkmamıştır. Onun yerine ‘‘Bende bir ışık gördüler demek’’ deyip balıklama dalmışızdır hepimiz.
Beni çağırsalardı ben de giderdim ve büyük ihtimalle Deniz kadar bile konuşamazdım. Konuşmak ayrı bir sanat.
Fakat kendisi çok güzel tabii. Keten helvası biçimi verdiği saçlarına rağmen ‘‘Orient’’e uygun kıyafetiyle çok hoş görünüyordu.
***
Denizin üzerine kurulan sahne... Uçuşan tüller... Işıklar... Özel gecelerin, olmazsa olmazı havai fişekler... Dansözler... Ve de ‘‘Orient’’... Adı üstünde. Bu tür müziği sevenler için kaçırılmaz bir albüm. Yurtdışında da satılacakmış. Yapımcısı Ercan Saatçi. Her şey mükemmeldi hakikaten. Gerçi biz sıkışıklıktan ve de bir davette bulunmanın gerginliğinden (var böyle bir şey) o güzelim müziğin hakkını verip kıvıramadık. Ama eminim siz yerinizde duramazsınız.
Albümde Mirkelam da var. ‘‘Unutulmaz’’ı Fransızca seslendirmiş. Gülümsün Özkök Saatçi'yle düet yaptıkları bir bölüm de var şarkıda. Orada sahnede de okudular. Çok güzeldi. Mirkelam'ın tadına ne zaman varacağız milletçe, merak ediyorum. O sakin sesinin, yorumunun... Güzelim şarkılarının...
Mirkelam için bir şey istiyorsam namerdim. Tanımam, etmem çocuğu. Onu ıskalayanlar için üzülüyorum sadece.
***
Daha çok anlatacak şey var ama köşeme sığmaz taşarım diye korkuyorum. Emin Çölaşan'dan ödünç yer istesem vermez ki şimdi. E, bu konudan tefrika da olmaz. Haliyle kesin bitiriş yapıyorum.
MIŞ-MUŞ
Ebru Gündeş, ‘‘Türkiye'de kimse şov yapamıyor’’ demiş.
Bu konudaki yaratıcılıklarını sahne dışında tükettiklerinden...
*
Ecevit, ‘‘Bodrum'u 40 yıldır görmedim’’ demiş.
Manken olsaydı takdir edecektim, fakat başbakandı kendisi.
Yazının Devamını Oku 29 Temmuz 2003
<B>‘‘TATİL yapmıyor musun?’’<br><br></B>Aslında bu soru şu anlama geliyor: ‘‘Bodrum'a gitmiyor musun?’’
Onun için ‘‘Şu an tatildeyim’’ dediğinizde afallıyorlar.
Bodrum dediysem... Her yeri değil gidilmesi farz olan. Oranın da ‘‘in’’i ‘‘out’’u var. Birkaç senedir yazları Göltürkbükü'nde bulunmak kafadan bir yere oturtuyor insanı.
Daha önce Yalıkavak vardı. Sırada Gümüşlük var. Sırasıyla bitiriyoruz Bodrum'un işini.
Coşkumuzla, aşkımızla, dışkımızla...
Kulübümüz, beachimiz, paparazzimiz, yatımız, markamız, mafyamız, mankenimiz... Tam teçhizat iş başındayız.
Fakat her çıkışın bir inişi var tabii. Yani iyi ki var. Bodrum da kurtulacaktır bir gün bu sayede... Ve gerçek hayranlarına kalacaktır. Lakin üzerinden adeta ABD geçmiş topraklar eski tadı verir mi bilmem artık.
***
Hayır, hakikaten Bodrum'a Bodrum için gitsek canımız sağolsun.
Fakat sanki trend yaratma uzmanları herhangi bir yerde Bodrumvari bir ortam oluştursalar da aynı hücumda bulunuruz gibime geliyor.
‘‘İn’’ simalardan birkaçını öncü kuvvet olarak yollayacaksınız o herhangi bir yere... Gerisi çorap söküğü gibi gelir zaten.
Yani diyeceğim, çoğumuzun orada bulunuşunun öyle mandalinayla, begonyayla falan ilgisi yok. Zaten vakit de yok, gündüz yanıyor, gece zıplıyor, sabah uyuyoruz.
***
‘‘Tatil'den ‘Ucube' Yaratmanın Yolları’’ diye bir kitap yazılabilir aslında.
Büyük oteller var bir de mesela...
Gözü okşayan ancak damağı tırmalayan açık büfeli oteller... Ama yine de ‘‘Şimdi toplarlar da aç kalırım’’ korkusuyla yataktan fırlatır adamı... Yok öyle uzun uzun tatil sabahı uykuları.
Hani turist grupları topluca oturup topluca kalkarlar ya bu otellerde... Bendeniz bir psikiyatrdan ‘‘Tamamen sağlıklıdır’’ raporu alabilecek biri olmadığımdan, ‘‘Eksik var mı?’’ diye sayarım bunları havuz başında, şurada burada. E, yorucu oluyor haliyle.
Çocuk olayına hiç girmeyeyim. Ama şunu söyleyeyim, ‘‘Ben de bir tane edinseydim de şuradaki hayata adapte olsaydım’’la ‘‘Ne akıllı kadınmışım’’ arasında gidip gelirim sürekli.
***
Tatil deyince yazlık evleri, özellikle siteleri anmamak olur mu?
Koştura koştura bir evden çıkıp öteki eve girmenin güzelliğini ve de özelliğini kavrayabilmiş değilim. Her sene aynı yerde tatil yapmanın cazibesini anlayamadığım gibi.
İlkbaharda yazlığı boyatacaksınız, sonbaharda kışlığı. Bir bu evin musluğu tamir edilecek bir ötekinin. Bir insan nasıl olur da hayatındaki angaryaları ikiyle çarpmak ister?
Site havuzu, site yönetimi, site sakini... Sittin sene sitesiz kalayım müsaadenizle. Sizi Allah mesut etsin.
Netice olarak, neyse ki tatil deyince sırf bunlar gelmiyor aklıma. Neyse ki butik otellerle henüz birtakım kişilerin ilgisini çekmemiş köyler falan var. Kurtarılmış bölge olarak durmaktalar.
MIŞ-MUŞ
Türkiye’de araçlar artmış, ölümler azalmış.
Birbirlerine yapışık olarak seyrettiklerinden çarpışamıyorlar haliyle.
*
Sevgilisiyle eğlenmeye giden Emre Altuğ, yan masada sevgilisiyle oturan kızı da ayartmaya kalkmış.
Çocuk söylemişti ama ‘‘Çok sıcak olacak’’ diye.
*
ABD, Gül'den memnun kalmış.
Darısı başımıza.
Yazının Devamını Oku 27 Temmuz 2003
<B>BİR </B>yerlerde bir şeyler oluyor... Bir sürü konuda çalışılıyor, uğraşıp didiniliyor, kafalar patlatılıyor.
Fakat o şeyler nedense beni hiç ilgilendirmiyor.
Uzaydan bakıyorum sanki.
Hatta o bile değil. Hiç bakmıyorum. Yok farz ediyorum.
Tamamen dışımdalar.
Ve o kadar da çoklar ki...
* * *
Mesela şu anda televizyondan habire bant geçiyor.
ERSU 3700 % 1.7
COMUN 5300 + % 1.92
Ne demek bunlar?
İnsanlar bunlara merak salarken ben nerelerdeydim?
Arabaların altında kedi arıyordum büyük ihtimalle.
‘‘Gün itibarıyla’’ neler olduğu anlatılıyor durmadan.
‘‘Düşük işlem hacmi.’’
Bu bir tanımlama mıdır artık her ne ise, şu anda şu satırlarda ilk ve son olarak buluşuyor benimle. Bir daha da kesişmez yolumuz.
* * *
İşte bana ait olmayanlardan biri daha...
Arabalar hoplaya savrula, tozu dumana katarak gidiyorlar. Üzerleri yamalı bohça adeta. Her birinin içinde atom karıncaya benzeyen iki kişi oturuyor.
Şu anda üzüm bağlarının arasından geçiyor olmasalar hemen zaplayacağım.
Kadın oluşumla ilgili değil bu meraksızlığım, biliyorum. O atom karıncaların kaçının kadın olduğunu gördüm bugüne kadar.
* * *
Cep telefonuma durmadan mesaj geliyor.
‘‘Sayın abonemiz...’’ diye başlayan. Gerisini okumadan siliyorum.
Biliyorum ne olduğunu... Bir şeyleri yazıp bir yerlere yollayacağım, birtakım hizmetler gelecek.
Fakat benim için değil ki bunlar. Böyle bir inanış içindeyim.
Kim için peki?
Anasının karnından teknoloji canavarı olarak çıkmış birileri var, onlar için.
Ben bir çağrı gönderiyorum, bir de çağrı alıyorum, o kadar. (Bu da nasıl bir dilse...)
Gerisi ötekilerin.
* * *
Doğum yapmak mesela...
Çocuk sahibi olmak değil ama... Hayatımda bir saniye bile aklımdan geçmemiştir ‘‘doğurabilirim’’ fikri.
Bir erkeğin doğum yapması bile benimkinden daha olabilir bir durumdur.
Bu derece ilgisizlik...
Tuhaf değil mi?
Her kadının içinde ufak da olsa vardır bir istek. Öyle derler yani, bilmiyorum. Doğa kanunu olduğunu söylerler.
Yüce Rabbim koymamış içime kırıntısını olsun.
* * *
Şimdi aklıma gelmiyor. Daha var bir sürü şey.
Tamam, yeryüzünde onyüzmilyon konu var, hepsinin ilgi alanımda olması mümkün değil. Fakat bu başka bir durum.
Mesela tenis de ilgi alanıma girmiyor ama bir tenis maçını seyredebilirim. Kullanılan terimlere aşinalığım var yine de. Bir iki ünlü tenisçinin adını da söyleyebilirim.
Ama bu anlattıklarım başka.
Reddetmek bu.
Evet, reddediyorum. Hani bir gün öğrenmeye, ilgilenmeye, yapmaya mecbur bırakılsam... Ay, sırtımdan ter boşandı vallahi.
Nedir bu durum?
Sizin de var mı reddettikleriniz böyle?
Hazır bugün boşsunuz, bir düşünün bakalım.
MIŞ-MUŞ
Ortalama kadın bedeni 30 yılda 40'tan 46'ya çıkmış.
Diyet çılgınlığı ters tepti.
Komisyon, Ecevit'in devleti zarar ettirdiğine karar vermiş.
Seçerken bakacaktınız, ‘‘ticaretten anlıyor mu’’ diye.
Bundan böyle hastanelerde hastalara müşteri gözüyle bakılacakmış.
E artık ‘‘Sus’’ diyen hemşire fotoğrafının yerine ‘‘Hasta velinimetimizdir’’ levhasını asarlar.
Yazının Devamını Oku 26 Temmuz 2003
Sevgili babacığım,<br><br>Her şey bildiğin gibi aslında. Ne anlatsam <B>‘‘Duymuştum daha önce’’</B> diyeceksin. İsimler yeni bir tek.
Bu sefer ‘‘Oğluna bakan’’ bakanın ismi Binali mesela.
Hortum hususu da aynı.
Kişilerle kurumlar değişiyor sadece.
‘‘Türkiye hortumu sevdi’’ diyebiliriz kısaca.
Biz karşıdan seyredenler bile sevdik. Ya da alıştık diyelim. Fakat alışmak sevmekten beterdir, bilirsin.
*
Ama bu vereceğim haberin ‘‘Eski tas eski hamam’’lıkla bir ilgisi yok bak. Olsa olsa
‘‘Yeni tas eski hamam’’ olabilir.
‘‘Cola'nın Türkçesini yaptık.’’
Yok, ‘‘Türkçesi’’ olmadı.
‘‘Cola'nın Türk'ünü yaptık.’’
Bu da olmadı. Adam mı bu? Bir dakika... Bulacağım.
‘‘Türkiye'nin kolasını yaptık.’’
Iıh. Ne o öyle, ‘‘Türkiye'nin turşusunu kurduk’’ gibi.
Tek cümleyle anlatmam mümkün olmayacak galiba. Bildiğin Cola var ya... İşte onun aynısını yapıyoruz artık.
Ne demiş atalarımız?
‘‘Yapamıyorsan yenisini, taklit et birisini.’’
Ne? Dememişler miydi öyle bir şey?
Yeri gelmemiştir de ondan. Sağ olsalardı tam zamanıydı.
*
‘‘Irak'ın devrik diktatörü Saddam...’’
Allah biliyor ya, hiç ihtimal vermiyordum bir gün gazetelerde bu cümleyi göreceğime.
‘‘Sana ne zararı vardı adamın?’’ diyeceksin.
Sen ne diyorsun babacığım, çocuklara ‘‘Saddam geliyor’’ diye yemek yedirir olmuştuk son yıllarda.
Hele Uday'la Kusay...
Sabah kahvaltısında iki kurşuna dizme...
Kuşluk vakti üç kırbaç...
Öğlen iki ırza geçme..
İkindide beş falaka...
Bu şekilde besleniyorlardı adeta.
Gözümüzle görmedik tabii. Ama buydu bize yansıtılan.
Öldürüldüklerini duyduk. Bilmiyorum, babaları gibi onların da doksandokuzar kopyası yoksa tabii.
Fakat her şeye rağmen ben hálá neden ve ne hakla öldürüldüklerini anlayabilmiş değilim.
Kusay'ın 14 yaşında oğlu da varmış öldürülenlerin arasında.
Şimdi bu durumun her gün işlenen adi cinayetlerden ne farkı var?
Her katil bir pisliği temizlediğine inanıyor, ABD gibi. Kimsenin yargılanmaması lazım o zaman.
Yok muydu zulme son vermenin devletlere yakışır başka bir biçimi!
*
Ormanlar da bildiğin gibi babacığım. Yanıp duruyorlar. Bizim suçumuz değil. Mevsimi geldi. Hasat gibi bir şey.
Allah tarafından yanıyor. Yoksa bunun hasadı zor. Tek tek biçmek...
Türkiye şu anda uzaydan bakınca fırında unutulmuş ıspanaklı börek gibi görünüyordur tahminimce.
Damdan düşenler de seçiliyorlar mıdır oradan, bilmiyorum. Onun da mevsimi zira. Bilahare ‘‘sobadan zehirlenme’’ mevsimi gelecek.
Tabii afetin yetersiz kaldığı hallerde suni afet takviyesi yapıyoruz anlayacağın.
*
Bir de ‘‘Kliplerin suya düşme mevsimi’’ var. O da bu aylara denk geliyor.
Sen klip hadisesini bilmiyorsun tabii.
Şimdi şöyle...
Eskisi gibi şarkıyı kasete okumak yetmiyor. O zamanlar bir şarkının tadına varmak için kulak yeterliydi. TV'yle etle tırnak gibi olduğumuzdan beri, göz ön plana çıktı.
‘‘Kendini göstermek’’ o bildiğimiz anlamından ayrıldı, hakikaten etiyle, buduyla, şurasıyla burasıyla kendini göstermek oldu.
İşte klip bu işe yarıyor, şarkıcı gösteriyor kendini. En ücra köşesine kadar...
‘‘Kim söylüyor bu şarkıyı’’ dendiği zaman, ‘‘Hani yırtık beyaz elbisesiyle kumsalda sürünen kız’’ diyorsun.
Klibin suya düşmesi ise şöyle oluyor:
Erkek, kadın, gay...
Pop, fantezi, arabesk...
Kim ne söylüyorsa denizin içinde söylüyor. Kimi bileğine kadar kimi dizine kadar suya batmış durumda. Ama beline kadar batan yok. Ki kıvırdığı görünsün.
‘‘Şart mıdır kıvırmak?’’ dersen evet şarttır. Meclis bu konuda kanun hükmünde kararname çıkardı.
*
Mektubuma son vermeden seni Tarkan'ın son imajından haberdar etmek istiyorum.
Oturduğu apartmanın karşısında ekmek fırını olan bir arkadaşım var. Geçenlerde gülerek aradı, ‘‘Koş gel, Tarkan un çuvalı taşıyor’’ dedi.
Bilirsin fırın işçileri nasıl giyinirler... Beyaz bandanalarından beyaz sabolarına kadar gözünün önüne getir... Al sana Tarkan!
Buralarda durum budur. Ellerinden öperim babacığım.
MIŞ-MUŞ
Depremler 20 gün önceden bilinecekmiş.
4 senedir biliyoruz da ne oluyor?
CHP, ‘‘Erdoğan da soruşturulsun’’ demiş.
Durun bakalım, daha zamanı var. Önce ikbal.
‘‘Asla dönmem’’ diyen Deniz Akkaya 2 dakikalığına podyuma dönmüş.
Sayılmaz. Podyuma masa, sandalye atması lazım.
Kızılay Genel Başkanı ‘‘Deprem olursa İstanbul yandı, çadır yok’’ demiş.
Başkan merak etmesin, uzmanlara bakarsanız deprem olursa Kızılay'dan ziyade müftülüklere iş düşecek.
Yazının Devamını Oku