Efendim, aşçı tabağı esnaf lokantalarında olur daha çok.
Yemeklerin sergilendiği tezgáhın önüne dikilirsiniz; uzun uzun bakar yutkunur, yutkunursunuz. Sonunda bir karar veremez, ‘‘Usta, yap bana bir aşçı tabağı’’ dersiniz.
Usta da tabağa bir adet etli kabak dolması, bir parça haşlama, biraz patlıcan kebabı, bir kaşık bezelye, biraz kavurma, az pilav koyar, gönderir masanıza.
Neticede onun suyu ötekine, öbürünün kıyması berikinin etine karışır, ne yediğinizi anlamazsınız.
Söylenirsiniz kendi kendinize:
‘‘Be adam, hayatının son yemeği miydi bu, dosdoğru bir karnıyarıkla pilav yiyemez miydin!’’
Neyse, uzatmayayım ‘‘aşçı tabağı’’nın ne olduğunu anladınız.
Anladınız da ‘‘Nereden çıktı şimdi bu?’’ diyorsunuz.
Bugün size ‘‘aşçı tabağı’’ misali bir yazı sunmaya niyetliyim de...
Biraz oradan, biraz buradan...
*
Patlıcan kebabı niyetine mesela...
‘‘İstanbul Büyükşehir Belediyesi Davetiyeleri’’ni anlatayım size.
Evet, siz bilmezsiniz, bizim hayatımızda ‘‘İstanbul Büyükşehir Belediyesi Davetiyeleri’’ diye bir şey var.
Bir gün, o köşe yastığı kılıfı ebadındaki zarflardan biri çıkmazsa eğer postadan... Belediye'ye koşarım vallahi, başına bir şey mi geldi Ali Müfit Gürtuna'nın diye.
Her gün ama her gün...
Temel atma töreni yoksa açılış töreni vardır.
Asfaltlama töreni...
Kaldırım taşı sökme töreni...
Yerine yenisini döşeme töreni...
Delik açma töreni...
Delik kapama töreni.
Açılacak kapanacak delik yoksa eğer, Sayın Gürtuna ya suya dalar, ya merdivenden atlar, ya amuda kalkar, hoplar zıplar oyalar bizi. Törensiz bırakmaz.
Eksik olmasınlar davetiyelerde aralarında görmek istediklerini belirtiyorlar. Hayır hepsine gitmeye kalksa insan, aralarından biri olur çıkar otomatikman.
*
Haşlama olarak Mars'ı sunmak isterdim.
Fakat sunamıyorum.
Fazla haşlandığından eridi gitti maalesef; şu satırları kaleme aldığım, çarşambayı perşembeye bağlayan gecenin bir saatinde, Mars falan yok ortalıkta.
Hatta her gece pırıl pırıl parlayan ‘‘kutup yıldızı’’ mıdır nedir, o bile yok bu gece. İnadına, gök yarıldı içine kaçtı bütün yıldızlar.
Neyse ki ara sıra ışıklarını çaka çaka uçak geçiyor.
Bilmiyorum, Mars'ta elektrikler kesilmiş olabilir. Zira meteoroloji ‘‘Hava açık olacak, Mars görünecek’’ demişti. İnanırım ben meteorolojiye. Gözüme inanmam, ona inandığım kadar. Onun için olsa olsa elektrikler kesilmiştir diyorum.
Şimdi işin yoksa bekle bir 60.000 yıl daha. Bu sefer de hava bulutlu olur, eminim. Alın size bir iyimser, bir kötümser değerlendirme!..
*
Ben bu yazı işinden anlamıyorum.
Buna karar verdim.
Neden?
Tam birilerine ince ince geçirmiş olduğumu düşünürken... A, bir bakıyorum teşekkür manyağı yapılmışım o birileri tarafından.
Allah Allah!
Ne diyeceğimi bilemiyorum. Hık mık ediyorum, yazıyı alıcı gözüyle bir daha gözden geçiriyorum, falan.
Bazen de tam tersi oluyor. Bu daha üzücü tabii. Övdüğün adamın idraktan yoksun çıkması...
Hani o ‘‘ince ince’’ durumu var ya... İşte işin püf noktası o.
Bundan sonra ‘‘Kör kör parmağım gözüne’’ olacak demek ki. Misal ‘‘Kim Şık Kim Rüküş’’te olduğu gibi.
Karışıklık olmaz hiç değilse. Herkes kendi kaderini yaşar.
*
Bu hafta beni en mutlu eden olay Sibel Can'a jön bulunmuş olması hadisesidir.
Her sabah bir iç sıkıntısıyla uyanıyordum.
‘‘Neyim vardı benim?’’ diye düşünürken aklıma geliyordu ki ‘‘Sibel Can'ın jönü yok.’’
Hayır, ne gibi vasıflar arandığını bilsem, yardımcı olacaktım. Ama hiçbir gazete yazmadı.
Gerçi ‘‘jön’’ dendi mi vasıfları bellidir. Mesela bön bön bakıyor olacak. Yani ‘‘Allah boy vermiş, kapıp koyvermiş’’ hali. Budur benim için ‘‘jön.’’
Onun için ‘‘jön’’ sevmem ben. Karakter oyuncusu severim. Adı üstünde, iyi kötü bir karakteri var hiç olmazsa.
Aranan jönün bir türlü bulunamadığı günlerde dedim ki, ‘‘Herhalde jönün, Sibel Can'ı kucağında taşıma sahnesi var filmde.’’
Gelen deniyor, kaldıramayıp gidiyor. E, Kırkpınar'dan pehlivan getirtseler bu sefer de jönlüğe uymaz.
Zaten yokmuş öyle bir sahne ki filinta gibi bir adam buldular sonunda.
Bakmayın habire kilosuna takıldığıma. Çok güzel buluyorum Sibel Can'ı. Sesi de en beğendiğim ses. Onun için rahat rahat takılıyorum zaten. ‘‘O da farkındadır nasıl olsa meziyetlerinin, kendine güveni tamdır’’ diye düşünerek...
*
E, bu kadarı yeter artık. Mide fesadına uğrayacaksınız. ‘‘Aşçı tabağı’’ dedimse otuziki çeşit yemek de olmaz içinde.
MIŞ-MUŞ
Tamer Karadağlı ABD'den pos bıyıkla dönmüş.
E normaldir, ABD Cola Turka'dan sonra Türkleşti ya...
Uzanlar çatıdan kaçmışlar. Dikkat edin, bacanızdan girmesinler içeri.
Seymen ile Bahar'ın şarabı çıkmış.
Aslında suyu çıktı.
Ece Erken zayıflıktan şikáyetçiymiş.Sibel'in eline vereceksin Ece'yi... Evire çevire bir güzel dövecek.
ABD ‘‘Irak'a gelirseniz iyi olur’’ demiş.
Bir başka deyişle ‘‘Gelmezseniz kötü olur.’’
Yaşlandıkça espriyi anlamak zorlaşıyormuş.
Demek ismi lazım değil, bir büyüğümüzün benim yazıları baş makale gibi okuyup değerlendirmesi bu yüzdenmiş.