Kumru, gevrek, boyoz

Her zaman özenmişimdir memleketinden biber, yağ, bulgur falan getirtenlere.

‘‘E, sen de getirt’’ diyeceksiniz, ‘‘İzmir'in yok mu özel bir şeyleri?’’

Var elbet.

İzmir tulumu var bir kere. En önemlisi. Annem her gelişinde getiriyor. Ama kargoya kadar vardırmadım işi. Bunca özenmeme ve de burada İzmir tulumu diye sunulanların çoğunun, aslıyla peynir olmak dışında bir benzerliği olmamasına rağmen.

Kumru, gevrek, boyoz var mesela.

Üçü de İzmir'e has. Ama hiç aklıma gelmedi doğrusu İstanbul'a taşımak...

Fakat başka birinin gelmiş.

İzmir'in zarif Belediye Başkanı Ahmet Priştina, her bir araya gelişimizde bu üçlüden sevgi ve özlemle söz etmemden olacak, bunlardan oluşan bir yolluk hazırlatmış, bu gidişimde.

Kucağımda paket, içimde bir yere ait olma duygusu, sevine sevine geldim İstanbul'a.

*

Kumruyu artık İstanbullular da biliyor. Adım başı kumrucu açıldı. Gerçi bir kısmı sandviç ekmeğini kumru diye yutturuyor, o başka.

Gerçek kumru da ne yazık ki İzmir'deki lezzetinde değil.

Çünkü hálá, İstanbul'da kumru çıkaran fırın yok. İzmir'den kolilerle geliyor.

Ve gelene kadar taş gibi oluyor maalesef.

Bize mecburen ısıtılarak sunuluyor. Isıtılınca tazeleniyor belki ama nedense eski lezzetinden eser kalmıyor. Ondan sonra içine ne koyarsanız koyun...

Ben de mecburen ısıtıp duruyorum kaç gündür. Netice, fiyasko.

Bilmiyorum, belki ve inşallah buradaki fırınlar da başlamıştır çıkarmaya. Coca-Cola'yı bile yaptık da... Hamur değil mi bu alt tarafı?

*

Gevreği de biliyor İstanbullular.

Ama onlar ona ‘‘gevrek’’ değil ‘‘simit’’ diyorlar.

Evet, bildiğimiz simit. Şekliyle, susamıyla...

Fakat lezzetlerinde fark var biraz. İstanbul'unki daha lezzetli bana göre. Yani bu sefer öyle geldi. Ayıp oldu şimdi hemşerilerime ama kusuruma bakmasınlar, dobracılığım bölgeciliğimden önde gidiyor.

Demek damak tadımı taraf haline getirecek raddeye gelmemiş bendeki sıla hasreti.

*

Boyoz'a gelince...

Börekle poğaça arası bir şey.

Evden kahvaltı etmeden fırlayan İzmirli'nin, her köşe başında karşısına çıkmak suretiyle imdadına yetişmiştir yıllardan beri.

Fakat neredeyse yağdan ibaret bir hamurdan yapıldığı için bugünün kadınını açmaz. Hele ısıtılınca iyice yağı kustuğundan, ne yalan söyleyeyim ben de bu sefer pek tadına varamadım.

Hayır, bizi öyle hale getirdiler ki yağ gördüğümde neredeyse bomba imha uzmanlarına haber vereceğim. Dolayısıyla şeyedemedim boyozu.

*

Masanın başında otururken ‘‘Ne güzel komşumuzdun sen Fahriye Abla’’ kıvamında bir yazı döşenme niyetindeydim.

Övgüler düzecektim üçlüye.

Yazdıklarıma bakar mısınız. O yağlı, öteki tatsız...

Ben bana hákim değilim arkadaşlar.

Ahmet Priştina şimdi bana ‘‘Zıkkımın kökünü yiyesice kadın’’ dese haklıdır.


Utanıyorum ama...


Ne zamandır tutuyorum kendimi. ‘‘Ayıptır’’ diyorum.

Utanıyorum da bir kadın olarak.

Fakat bugün gözümü kararttım artık.

*

Harika bir mekán.

Yemekler güzel, masalar şık.

Kadınlar deseniz adeta kapaktan fırlamışlar. Öyle bir fotomodel hali her birinde. Karşılarındaki beyefendilerle kadeh tokuşturuyorlar. Parfüm kokuları genizleri yakıyor.

Kırılıp dökülmeler, süzülüp büzülmeler gırla gidiyor.

İşte böyle bir ortamda kalkıp tuvalete gidiyorsunuz. Kadınlar tuvaletine.

E, orası da pırıl pırıl, zevkli. Adamlar masraftan kaçınmamışlar.

Fakat o da ne?

Kullanılmış tuvalet kağıtları ve de en fenası petler yerlerde. Ya da tuvaletin içinde.

Orada durup durmakta olan çöp kutusuna rağmen.

İnsan bağlantı kuramıyor bu manzarayla içerideki hanımefendiler arasında, ‘‘Acaba tuvaleti bir koşu Esenler Garajı'na mı götürüp getirdiler, umuma hizmet için’’ diye düşünüyor.

*

Vallahi utanıyorum yazarken. Ne de olsa hemcinslerimin pisliğinden söz ediyorum. Ele güne karşı kolay değil.

Fakat son günlerde öyle sık karşıma çıkmaya başladı ki bu durum...

Kalemime söz geçiremedim artık. Hatta keşke o tuvaletleri o hale getirenleri afişe edebilsem buradan. Ama mümkün değil tabii. Yok, utandırmamak için değil, isimlerini bilmediğimden.

Fakat hiç olmazsa masaya geri döndüklerinde...

Tam boyasını tazeledikleri dudaklarını büzmüş, poz keserlerken...

Masaya yaklaşıp, ‘‘Beyefendi, bu hanım petini yere attı geldi’’ diyebilirim değil mi?

Vallahi yapar mıyım, yaparım.

Tam olarak bilsem hangisidir... Her birinin bir önünden bir arkasından girmek lazım tuvalete. ‘‘Manyak’’ derler diye korkuyorum.

*

Bir şey daha...

Ellerini de yıkamıyor çoğu, biliyor musunuz?

Sıra bekliyoruz ya lavabonun orada... Bakıyorum biri çıkıyor tuvaletten, aynada kendine çeki düzen veriyor, makyajını tazeliyor, parfümünü sıkıyor... Tamam.

Yallah göz süzmeye!

*

Ben artık erkekler tuvaletine giriyorum.

Tertemiz vallahi.

Tuhaf tuhaf bakanlar oluyor ama aldırmıyorum. Fakat erkekler de yıkamıyorlar ellerini. Aşınma korkusu var galiba Türklerde.

İşte böyle arkadaşlar.

Acı ama gerçek.

Bu yazı üzerine iki kişiyi kazandırırsam temizler alemine, kárdır.

Hiçbir şey olmasa, müdavimi olduğum mekánların tuvaletleri kurtuldu. ‘‘Korku dağları bekler’’ biliyorsunuz.


MIŞ-MUŞ


İbrahim Kutluay ‘‘Kadın akıllı ve saygılı olmalı’’ demiş.

‘‘Erkekte ikisi de yok bari kadın açığı kapatsın’’ diye düşünüyor herhalde.

AB ülkelerinde kokoreç ve işkembe çorbası ile ilgili bir yasak olmadığı ortaya çıkmış.

Allah sevindireceği kuluna eşeğini önce kaybettirir sonra buldururmuş.

Deniz Akkaya ‘‘Felsefeyi sevemedim’’ demiş.

Biyolojiyi sevdi ama.

Irak'a asker gönderme konusuna ilişkin değerlendirme süreci, mektuplaşma ve gidip gelmeler şeklinde devam edecek, sonra hükümet kararı ortaya çıkacak, sonra da TBMM'ye sevk edilecekmiş.

Müjde! Nur topu gibi bir yılan hikáyemiz daha oldu.
Yazarın Tüm Yazıları