Pakize Suda

Fadime

18 Eylül 2003
<B>GALİBA ‘‘iyi insan’’</B> olmanın nasıl mümkün olabileceğini keşfettim. Gerçi ‘‘iyi insan’’ın tarifi yok. Misal, devlet bankalarından usulsüz kredi kullanan bir işadamı için, bu hususta kendisinden yardımlarını esirgemeyen banka genel müdürü ‘‘iyi insan’’dır.

Fakat yine de herkesin hemfikir olacağı şartlar vardır.

Bilirsiniz işte, beylik şeyler...

Kimsenin hakkına tecavüz etmemek...

Küçükleri sevmek, büyükleri saymak...

Yardımsever olmak... Tabii karşılık beklemeden.

Ay! Sayarken sıkıldım. Yurttaşlık Bilgisi dersi gibi.

Daha okul çağlarında yaza okuya içini boşaltmışız hepsinin. Manasız ve sıkıcı geliyor. Hatta bu şartları haiz birisi batabilir bile bana. Neyse ki böyle birini tanımadım bugüne kadar.

Pardon!

Tanıdım. Zaten bu yazıyı da onun yüzünden döşenmeye kalktım ya...

***

Fadime...

Daha önce de onunla ilgili birkaç anekdot okumuştunuz, hafızası kuvvetli olanlar hatırlayacaklardır.

Evet, ‘‘iyi insan’’ olmak için ‘‘Fadime’’ olmak gerekiyor. Budur keşfim.

Önce, Fadime kimdir?

Fadime, ara sıra bozuşsak ve ben başkalarını denesem de 15 senedir ev işlerini beraber kotardığımız, ailemin bir ferdiymiş gibi sevdiğim, 38-40 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim, fındık kurdu gibi bir kadındır.

Yaşını kendisi de bilmez. Okuma yazması da yoktur. Beyi'nin (kocasına 'Beyim' diyor) okuyup yazıyor olması onun için káfidir. Ben de bugüne kadar gerçek yaşını öğrenmeye kalkışmamışımdır. Onun yaşsız oluşu hoşuma gider. Keşke hiçbirimiz bilmesek yaşımızı diye de düşünürüm zaman zaman. Onun tuhaf bir şekilde daima mutlu olmasını, arkasındaki ve önündeki yıllarla bağını kesmiş olmasına bağlarım.

***

Gelelim iyiliğine...

Mesela ne diyor bana bakın...

‘‘Abla, bi karı var, çok güzel iş yapıyor, onu alalım sana.’’

Dediği şuna benziyor:

Ben Ertuğrul Özkök'e gidiyorum, ‘‘Benden dahi iyi yazan bir kadın var, benim yerime ona yazdırın Ertuğrul Bey’’ diyorum.

Yapar mıyım böyle bir şey?

Asla.

Ama Fadime yapıyor işte. Öyle içten söylüyor ki... Benim evim daha temiz olursa mutlu olacak. Aynı işi yapanların neredeyse yarısı kadar ücret alıyor bazı evlerden.

‘‘Fadime, sen aptal mısın?’’ diyorum.

Cevap, ‘‘Niye ablacım, çok seviyorum o karıları.’’

(‘‘Karı’’ lafını yadırgamayın. Fadime'nin orijinal dilini bozmak istemiyorum.)

***

‘‘Evin mis gibi, boşuna para vereceksin şimdi bana’’ diyor mesela.

Vallahi Fadime'nin yanında kendimi Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler'deki Kötü Kraliçe gibi hissediyorum. Ve herkesi de öyle görüyorum. Kolumuzda zehirli elma sepeti, dolanıp duruyoruz.

Şu anda yaptığı gibi ‘‘Gittiğim hiçbir karı oturmuyor, kalk bana bi nemli bez getir!’’ de demese gökten inmiş melek olduğunu düşüneceğim. Gerçi kola hususu da melekliğine gölge düşürüyor. Bilmiyorum melekler bu kadar çok kola içerler mi?

Lambadan cin çıkıp ‘‘Dile benden ne dilersen!’’ dese buna, ‘‘Kola fabrikasına götürüp, kola tankının içine atın beni’’ diyebilir.

***

Uzun lafın kısası, insanlar okudukça, öğrendikçe, kötülüğe daha yatkın hale geliyorlar sanki.

O fizikler, matematikler, cinlik, hinlik, hainlik, teammüden kötülük için zihin açıyor gibi.

Neyse... Şu nemli bezi götüreyim, ‘‘Hayret bişeysin abla!’’ diye bağırmasın şimdi.


MIŞ-MUŞ


Türkiye, Avustralya'dan sokmayan arı ithal etmiş.

Daha ne yapsın hükümet, nazik bedenimizi bile düşünüyor.

*

Şair İsmet Özel, ‘‘Kadın erkeğin kölesi olmalıdır’’ demiş.

Memnuniyetle, ancak kölesi olunacak erkek henüz anasından doğmadı.

*

Ekransız bilgisayar üretilmiş.

Bu da bir şey mi, biz ne bilgisayarlar gördük gençliğimizde, zaten yoktular.
Yazının Devamını Oku

Okullar açıldı

16 Eylül 2003
<B>TARİFİ </B>zor bir duygu bu.<br><br>Büyük bir felaketi kazasız belasız atlatmış olmanın sevinci mi desem, bir tehlikeyi sonsuza kadar bertaraf etmenin verdiği mutluluk mu desem... Her sene bugünlerde şükür namazı kılmadığım kalıyor bir.

Okullar açılıyor ve bilmemkaç bin öğrencinin içerisinde ben yokum zira. Allah bugünleri de gösterdi hamdolsun.

***

Ben öyle okul yıllarını özlemle ananlardan değilimdir.

Övünmek gibi olmasın, daha 7 yaşımdayken eğitim sistemindeki aksaklıkları görmüş, durumun sittin sene süreceğini kavramış ve o günden itibaren okulla arama mesafe koymuşumdur.

Öğrenim hayatım boyunca hiçbir dersle fazla içli dışlı olmamışımdır. Merakın kediyi öldürdüğünden daha o günlerde haberdar olmuş ve hiçbir ders kitabının içinde ne yazdığını merak etmemişimdir. Dolayısıyla kapağını kaldırmamışımdır.

Aramızdaki mesafeyi sözlük anlamında da korumuş, ders saatlerinde sınıfta bulunmak yerine, okulun tam karşısındaki sinemada yerimi almışımdır.

***

‘‘Buna rağmen nasıl geçtin sınıflarını?’’
diye bir soru gelebilir aklınıza.

Cevaplayayım, kurtarma yazılılarında durumu kurtarmak suretiyle.

Neticede, vergisini zamanında ödeyen vatandaşla vergi affına uğrayan vatandaş misali bütün sene başını kitaplardan kaldırmayan arkadaşlarımla bendenizin vardığımız nokta aynı olmuştur.

Ha, ben izlediğim filmler sayesinde fazladan genel kültürümü de artırmışımdır.

Fena mı yapmışımdır, sorarım size?

Cevaplamanıza yardımcı olmak amacıyla hemen belirteyim, okulun birincisi neticede evlenip barklanmış, üç çocuk doğurmuş, habire lavabo ovmaktadır. Kocasının telefonuna gelen mesajları da kurcalamaya kalkmasa okuma yazmayı unutacaktır.

‘‘Eğitim sistemi insanı lavabo ovmaya teşvik ediyor’’ demiyorum tabii. Fakat çok muhabbet tez ayrılık getiriyor, onu söylüyorum.

Ben de o yıllarda onun gibi önüme konan bütün yazılı káğıtlarını doldurmak suretiyle kendimi yazmaya doyursaydım... Hayır, olan size olurdu, benden mahrum kalırdınız.

***

Ne isabetli bir iş yaptığımı şimdi daha iyi anlıyorum.

Başkalarının haylazlık olarak nitelendirdiği, aslında benim ileriyi gören biri olmamdan kaynaklanan durum hayırlara vesile oldu.

En çok da o günlerde bir türlü ikna edemediğim anneme, ders çalışmayanların da adam olabildiğini göstermiş olmaktan dolayı mutluyum.

Fakat zannediyorum mutluluğum kısa sürecek.

‘‘Filmlerinde gençleri sigaraya teşvik ettiği’’ gerekçesiyle mahkemeye verilen Mustafa Altıoklar gibi beni de ‘‘gençleri okuldan soğutma’’ suçuyla mahkeme kapılarında süründürebilirler.

Bilmiyorlar ki şaka yaptım.

Aslında okulun tadına doyum olmaz.

Okulu sevin arkadaşlar!

Sevdikçe seveceğiniz gelmezse ben de buradayım.

Hem zaten ben ne diyorum... Şimdiki okulların sevilmeyecek bir yanı mı var?

Elde sigara, saçlarda röfle, cepte telefon, arka sırada sevgili, etekler don hizasında...

O zamanlar böyle okul vardı da ben buna rağmen sinemaya mı kaçtım?


MIŞ-MUŞ


Erol Büyükburç, ‘‘Mizaç itibarıyla erotiğim’’ demiş.

Erotikliğini saça saça... Çocuklarının sayısını kendisi de bilmiyor.

*

Lezbiyenlerin kalbi heteroseksüel kadınlara göre daha çok risk altındaymış.

E, normaldir; erkekle uğraşmak kadınla uğraşmanın yanında çocuk oyuncağı.

*

Badem ezmesinde dünya ikincisi olmuşuz.

Esas insan ezmesi kategorisinde bir yarışma yapılacak ki...
Yazının Devamını Oku

Liranın sıfırı ve benim ev

14 Eylül 2003
<B>BAKTIM </B>da her sene bir <B>‘‘eylül’’</B> yazısı yazmışım.<br><br>Başkaları da yazıyor. Ama ağustosa bir şey yok. Şubata, aralığa falan da...

Eylül önemli demek...

İnsanın edebi yanını harekete geçiriyor.

Fakat bu sene benim dekoratör yanımı ayaklandırdı daha çok. Yatak odalarının halılarını söküp parke döşetmeye kalktım.

Şu anda üç odanın eşyasını salona taşımakla meşgulüm. Lakin sığmıyor. Evi böylece terk edip dağlara kaçabilirim her an.

‘‘Bize ne bundan?’’ diyeceksiniz.

Demeyin.

Asla böyle bir hataya düşmemeniz için uyarmak amacıyla yazıyorum bu satırları.

Bir daha mı?.. Katiyen. Kül tablasının yerini değiştirirsem namerdim.

Ve dilerim Tanrı'dan ki bir daha dünyaya gelirsem beni mümkünse minimalist biri olarak yaratsın.

Bu çıfıtistlik (‘‘çıfıt çarşısı’’ndan geliyor) çok yordu beni.

‘‘At kurtul’’ diyeceksiniz.

Ah! Öyle kolay olsa...

Yapım müsait değil, atamıyorum.

Nasıl ki liradan sıfırları atamıyorlarsa bir türlü...

Kendimi bildim bileli bu mevzu sürüyor. Bu sefer atacaklarmış gibi görünse de en erken 2005'te elimize geçecekmiş sıfırları atılmış para.

Fakat dilimize geçeli epey oldu. Ben konuşmalarımda çoktan atmış bulunuyorum.

Babaannem karıştırırdı paraları böyle, gülerdim.

Gülme babaannene, gelir başına!

Alışveriş esnasında fiyatları on dakika kadar aklımda evirip çevirmem icap ediyor. Ancak intibak ediyorum.

Yani, sizi bilmem ama ben şahsen hiç sıkıntı çekmeyeceğim operasyon gerçekleştiğinde.

Fakat kendime haksızlık etmeyeyim. 500 milyon yerine 500 bin deyişim, iyi bir bakış açısıyla, otomatik bir kafaya sahip olduğum şeklinde yorumlanabilir. Ekonominin gidişatına göre kendini ayarlayan...

Bu durumda...

Tanrı Türk ekonomisini korusun ama bakalım kaldırdığım sıfırları ne kadar zaman sonra yeniden yerine koyacağım bir bir.

Şimdi Türk ekonomisini düşünecek halde değilim gerçi. Odaların birinden iç içe rulo yapılmış posterler çıktı. Kardeşimle münakaşa ediyoruz.

‘‘Gel beni dinle at şunları; pek meraklısı olsan bugüne kadar asardın bir yerlere. Zaten marul gibi olmuşlar.’’

‘‘Elimde değil’’
diyorum, kimse anlamıyor beni.

Kanun hükmünde bir kararnameyle yasaklama gelmesi lazım ancak.

Evlerde, hayati ihtiyacı karşılayacak eşyanın dışında ıvır zıvır bulundurulmayacaktır.

Bu durumda eşyalara ruhsat alınır herhalde.

Ruhsatsız eşya bulundurmaktan gir bakalım içeri Pakize Hanım!

Allahım ne geniş muhayyile!

Muhayyilem yerine şu ev biraz daha geniş olamaz mıydı?


MIŞ-MUŞ


Rahşan Ecevit, ‘‘Genel seçim olursa iktidardayız’’ demiş.

Eyvah! Hayal de görmeye başladılar.

*

Başbakan Erdoğan, memur zamları konusunda ‘‘Daha fazla gücümüz yok’’ demiş.

Neyse ki memurun doğuştan dayanma gücü var.

*

Savcı, Uzanlar için 38 bin yıl hapis isteyecekmiş.

Bizim hukuk sistemi ‘‘dünyanın sonu’’ konusunda çok iyimserdir.
Yazının Devamını Oku

Olmazsa olmaz

13 Eylül 2003
Artık...<br><br>En sonunda... Nihayet...

Ve...

Karar verdim ki şu sayacaklarım olmazsa Türkiye Türkiye olmaz.

*

Misal,

Çay tabağının içinde de bir miktar çay olmazsa olmaz.

Demi olmazsa suyu olacak illa ki.

Kuru çay tabağıyla karşılaşan varsa bugüne kadar, beri gelsin.

Artık bu işin raconunun bu olduğuna karar verdim. Kimse bozamıyor.

*

Misal,

Yaz sıcağında bile olsa, sokakta terlik giymekle bana göre zaten faul yapmış olan birtakım erkekler, bununla yetinmeyip, oturdukları yerde ayaklarını terlikten çıkarıp havalandırmazlarsa olmaz.

*

Misal,

Araba kırmızı ışıkta durduğu an, yine birtakım erkekler, burunlarını karıştırmazlarsa olmaz.

‘‘Boş duranı Allah sevmez’’ diye düşünüyorlar herhalde, o birkaç saniyeyi bile değerlendiriyorlar.

*

Misal,

Kadın erkek, genç, yaşlı... Milletçe öyle oturup durmazsak olmaz.

Onca yer gezdim, bizden başka, kapının önünde, bankta, kahvede, bulduğu her tümsekte, hiçbir şey yapmadan, öyle boş boş oturup bakan kimseyi görmedim.

Herkesin günahını almayayım yalnız. Oturup durduğu yerden geçip giden arabalara bakanlar da var. Bakın bu ayrı bir kategori olabilir. ‘‘Geçip giden arabaları seyretmezsek olmaz.’’

*

Misal,

Pencereden bakmazsak olmaz.

Girene çıkana, gelene geçene bakılacak illa ki.

Onun içindir ki sokağa bakan daireler, arkadaki güzelim bahçeye bakan dairelerden daha pahalıdır daima.

*

Misal,

Çayı ŞAKIR ŞAKIR karıştırmazsak olmaz.

Maksat şekeri korkutup erime zamanını aşağı çekmek. Kıvırıp durmasın kerata, erisin bir an önce!

*

Misal,

Dükkánımızın önünü ıslatmazsak olmaz.

‘‘Yıkamak’’ demiyorum bakın!

Islatmak...

Yani tozu çamur haline getirip bırakmak.

*

Misal,

Uyanık olduğumuz sürece, nerede, kiminle, ne yapıyor olursak olalım, cep telefonumuzla haşır neşir olmazsak olmaz.

Hiçbir şey yapmasak masanın üzerinde fırdöndü gibi döndürürüz.

Hayatımızda tespihin yerini aldı adeta.

*

Misal,

Erkek kısmı ha bire pantolonunun içinde yerleştirme yapmazsa olmaz.

Geldik gidiyoruz yerleştiremediler bir türlü.

İnsan evden veya tuvaletten yerleştirir de çıkar şunu.

Ama katiyen.

İlla ki seyirci eşliğinde yerleştirecekler.

*

Misal,

Yine erkek kısmı, dükkánının kapı eşiğinde, bir omuzu pervaza dayalı, elindeki anahtarlığı şakırdatarak durmazsa olmaz.

Kaç dükkána girmemişliğim vardır bu yüzden.

Ha, bir de tavla oynamazsa olmaz. İki adam oyunda, beş adam seyirde... Gir girebilirsen içeri.

*

Misal,

Vapurda, otobüste, yolda, restoranda, şurada burada yakınımızda duran, oturan birileriyle dakika başı göz göze gelmezsek olmaz.

Herkes birbirinin gözünün içine bakacak. Öyle fütursuzca.

Ama konuşurken birbirinin gözüne bakmayanlar da bu memlekette.

İki durumun yeri değişmeli ama değişirse olmaz.


Ayıp olan ne?


Takip ediyorsunuzdur, son günlerde bir kaset olayı var gündemde. ‘‘Sevişme kasedi’’ diye bir şey çıktı ortaya.

Ve zaman zaman basın da dahil olmak üzere şöyle bir tavır herkeste:

‘‘Vay ahlaksız kadın! Sevişme kasedi de varmış.’’

Arkadaşlar,

Kadını sevmeyebilir, kızabilir, pek de sütten çıkmış ak kaşık olmadığını düşünebilirsiniz. Kulağınıza hiç de hoş olmayan dedikodular gelmiş olabilir.

Ama ‘‘kasedi var’’ diye ayıplayamazsınız.

O sadece sevişmiş. Hepimizin her zaman yaptığı gibi. Adam seçmeyi bilememiş, hepsi bu. Gerisiyle bir ilgisi yok kadının.

O adamlardan çok var piyasada. Daha birçok kadının kasedi çıkabilir ortaya.

Benim anlamadığım bir şey var.

Nedir ayıp olan?

Bir kadının sevişmesi mi?

Yoksa erkeğin o sevişmeyi filme çekip satışa çıkarması mı?

Lafa gelince elbet ikincisi.

Ama görünürde adamı konuşan yok pek. Kanun bile yakasına yapışmayacak kadın şikáyetçi olmazsa.

Aslında böyle bir kasedin şantaj aracı olması bile tuhaf. Ama sevişmek, özellikle kadının sevişmesi, utanılacak bir eylem olarak görüldüğü müddetçe olacağı budur.

İşin acıklı yanı, kadının kendisi bile utanıyor sevişmiş olmaktan. İnsan içine çıkamıyor. Elbet en özel anını üçüncü şahıslarla paylaşmak istemez insan; utanır, sıkılır. Ama yaşanan daha çok ‘‘Alnıma kara leke sürüldü’’ utanmasıymış gibime geliyor.

Ama şaşmamak lazım tabii. Tecavüze uğrayan kadının bile utandığı, utandırıldığı bir ülke burası. Hatta öldürüldüğü...

Maalesef.


MIŞ-MUŞ


Tuğba Özay havaalanındaki polislere ‘‘Siz benim kim olduğumu biliyor musunuz?’’ demiş.

‘‘İyi biliyoruz...’’ dememişler iyi ki polisler.

AB'de ömür 8 yıl uzamış.

Canını seven AB yanlısı olur.

Bir Almanın kayıp valizi 24 yıl sonra geri gelmiş.

Hiç gülmeyin yine de bizden iyiler;

Türkiye'de hiç gelmezdi o bavul.
Yazının Devamını Oku

1+3 kadın iyidir

11 Eylül 2003
<B>‘‘SÖYLEYİN o kadına, gelirsek bakanlığın önünde avenesiyle birlikte yağlı kazığa oturturuz.’’<br><br></B>Oh be! Rahatladım vallahi okuyunca.

Ben de terbiye sınırını aşmadan, hakarete vardırmadan laf oturtacağım diye uğraşıp duruyorum. Kazığa oturtmak hiç aklıma gelmedi.

Büyüklerimizin üslubu buysa bana araba yolu artık...

Basında birbiriyle kavgalı çok insan var biliyorsunuz. Bundan böyle, bu tip tehditler görebilirsiniz köşelerde.

Misal,

‘‘Söyleyin o bir türlü olgunlaşamamış hırçın ihtiyara, gelirsem gazetenin önünde kazığa oturturum, kazığı yağlamam hem de ona göre.’’

Ne diyeyim, Allah razı olsun büyüklerimizden!

Belki bilmeyeniniz vardır, Vatan Gazetesi bir süredir Bilal Çetin'in kaleminden 28 Şubat'ın perde arkasında olup bitenleri yayımlıyor.

Birilerinin birilerine kazık üzerinde yer gösterme mevzuu da o günlerde cereyan etmiş. Hani bundan sonra yukarıda örneğini verdiğim tarzda yazılar çıkarsa karşınıza, şaşırmayasınız diye bir ön bilgilendirmede bulunayım dedim.

***

Kazığı bir kenara koyup başka bir büyüğümüzün ağzından çıkan sözlere geçiyorum.

Tayyip Erdoğan'a Almanya'da, erkeğin dört kadın alması hususunu sormuşlar, o da şartlarını anlatmış:

‘‘Erkeğin eşi hasta, yaşlı ve sakatsa birden fazla kadın alabilir.’’

Dilediğini gayet kabadayı bir üslupla bir güzel bozan başbakanımız bu sefer, ‘‘Bu ne biçim soru kardeşim, ne dört kadını?’’ dememiş.

Hadi ele güne karşı nazik görünmek genlerimizde ve geleneklerimizde var diyelim (dikkat edin, karısını döven erkekler genellikle etrafta ‘‘efendi adam’’ diye bilinirler) ve bunu geçelim, söylediği lafın içeriğine bakalım.

Demek adam ilk karısı hastalanır veya sakatlanırsa bir kadın daha alıyor, o da hastalanır ya da sakatlanırsa bir kadın daha, o da hastalanır ya da sakatlanırsa bir kadın daha...

Ayol bu ne talihsizliktir ki adamın aldığı her kadın hastalanıyor ya da sakatlanıyor. Hadi birinciyi anladık, ama her gelende bir bozukluk varsa bence adam hastane kapısından seçip alıyor olabilir kadınları.

Yaşlanmaya gelince...

Kadınlar habire yaşlanırken erkekler dondurulmuş mu oluyorlar?

Tabii ki hayır.

İşte bu noktada erkeğin dört kadın almasını pek isabetli buluyorum.

Ben birinci kadın olsam kocamın üç kadın daha almasına izin veririm.

Senelerce adamın sefasını sürmüşüm ama bitmiş. Artık altına ördek sürme zamanı gelmiş çatmış. Gelsin kim sürerse sürsün. O arada büyükhanım olarak bana da hizmet edecektir. Daha ne isteyeyim?

Ha kocam onları da sevecekmiş. Sevsin. Bin yaşında adamın her tarafı sevgi organı (kalp) olsa ne olur?

Diyeceğim, yaşlılık günlerinde her eve fazladan üç kadın lazım. Başkadının hiç olmazsa son yılları konfor içinde geçsin.


MIŞ-MUŞ


Şarap içen kadın daha çabuk hamile kalıyormuş.

Sarhoşluktan takvim hesabı yapamıyordur.

*

İtalya Başbakanı Berlusconi'nin evliliği tehlikedeymiş.

Kadim dostu Erdoğan ‘‘Üzülme, yerine dört kadın birden alırız sana’’ diye teselli etmiştir herhalde.

*

M.Ali Erbil, ‘‘Michael Douglas gibiyim, kadına doyamıyorum’’ demiş.

Orasını anladık da bu iştahtaki birine doyamayan kadınları anlayamıyoruz.
Yazının Devamını Oku

9 Eylül kamyonları

9 Eylül 2003
<B>‘‘GEMİ gelir İzmir'den<br><br>Çapası var demirden<br><br>Şöyle uzaktan bakıp<br><br>Tutuldum ona birden.’’<br><br></B>Şu 9 Eylül günü İzmir'im için bizzat bir dörtlük yazmak isterdim. Fakat neredeee...

Kabiliyet sıfır.

Mecburen alıntı yaptım. Saatli Maarif Takvimi'nden...

Bugün İzmir'in kurtuluşu biliyorsunuz.

Bakın nasıl anlatıyor konuyu Saatli Maarif Takvimi:

‘‘30 Ağustos'ta düşman ordusunu yere seren ordularımız, Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa'dan ‘Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz'dir. İleri...' emrini alır almaz bir sel gibi akarak, 81 yıl önce bugün İzmir'e girmiş...’’

Demek 81 yıl önce İzmir Akdeniz’deymiş ki Mustafa Kemal ‘‘Ordular ilk hedefiniz Akdeniz'dir. İleri...’’ deyince doğru İzmir'e koşmuş ordular. Zahir depremlerle kaya kaya Ege'ye kadar geldi sonradan.

Ya da ordular dinlemediler Mustafa Kemal'i, kendi bildiklerini okudular.

Okul günlerini hatırladım şimdi.

‘‘Özet çıkarın gelin’’ derdi öğretmen. Çıkarırdım. Bir cümle baştan, bir cümle ortadan, bir cümle sondan. Tamam.

Bana göre tamam tabii. Yoksa asla amaca hizmet etmeyen, konuyu anlatmaktan ziyade kafayı karıştıran, saçma sapan bir şey çıkardı ortaya.

Neyse artık... Uzatmayayım. Bir Saatli Maarif Takvimi kalmıştı aramın bozulmadığı.

* * *

9 Eylül nostaljisini yapayım azıcık diyorum.

Gerçi Artvin'deki okurumu ne ilgilendirir ama neticede onların da var bir kurtuluş günü. Dolayısıyla töreni.

Ve ‘‘kurtuluş töreni’’ denilen şey standarttır Türkiye'de. Hiçbir şeyin standardı olmasa törenlerin standardı vardır.

Bir tören yönetmeliğinin var olduğunu bile düşünüyorum.

Madde 1- Tören denilen şey bir formalitedir.

Madde 2- Bütün törenler gayet tatsız olacaktır.

Madde 3- Coşku kesinlikle yasaktır.

Son yıllardaki törenlerden bahsediyorum tabii ki. Yoksa çocukluğumda günler öncesinden 9 Eylül'ün heyecanı sarardı hepimizi.

Artık bilmiyorum günün mana ve ehemmiyetini kavradığımızdan mıydı, yoksa gazilerin arkasından resmi geçide katılacak olan kamyonlar yüzünden miydi?..

‘‘Ne kamyonu?’’ diyeceksiniz.

Firmaların gelin arabası gibi süsledikleri, kasasına da bugünün Çağla Şikel'ine tekabül eden yarı çıplak, tam güzel kızları doldurdukları tanıtım kamyonları.

O zamanlar reklam piyasası henüz oluşmamıştı. Zira şimdinin reklam dáhileri bugün yaşadıkları rekabeti o günlerde fraksiyon çatışması şeklinde sürdürmekteydiler. Hal böyle olunca firmalar kendi başlarının çaresine bakmak durumunda kalıyorlardı. Ne yapsınlar, bayramı seyranı kolluyorlardı.

Uzun lafın kısası, ‘‘9 Eylül’’ deyince aklıma o kamyonlardan halka fırlatılan eşantiyon deterjanlar falan gelir hep.

* * *

Ha bir de fener alayı tabii.

Yani yine kamyonlar... Askeri kamyonlar...

En öndekinde bando, ötekilerde sade Mehmetçik...

Her biri sarmaşıklara sardırılmış...

Balkonlardan yarı belimize kadar sarkar alkışlardık. Gerçi Mehmetçik duymazdı, motorun bir de bandonun sesinden ama... Zaten duysa da kalkıp bize el sallayacak hali yok. Asker dediğin heykele eş olacak. Hem yasak olmasa bile hal mi kalırdı yavrucaklarda, sabahın köründen gecenin o saatine kadar, törenin birinden çıkarılıp ötekine sokulmaktan.

Hey gidi günler hey!


MIŞ-MUŞ

Tayyip Erdoğan, ‘‘AB kömür çelik kulübü değil’’ demiş.

Kasımpaşa Spor Kulübü hiç değil.

Türk doktorları ‘‘Türk kadını yılda 4 ádeti kabul etmez’’ demişler.

Etmeyiz tabii, yılda 12 defa hırlama fırsatı varken elimizde...

İtalya Başbakanı Berlusconi Erdoğan'ı öve öve bitirememiş.

Ben bi kere de İtalya'ya gidip oradan bakmak istiyorum Erdoğan'a.
Yazının Devamını Oku

Babama mektup

7 Eylül 2003
<B>SEVGİLİ </B>babacığım,<br><br>Önce bir kötü haber... Türkiye'ye lazım bir deli daha gitti işte.

Recep Yazıcıoğlu.

‘‘Renkli vali’’ diyor gazeteler. Renkliden de öte deliydi o benim için.

Akıllı geçinen adamlara benzemiyordu.

Bilirsin akıllı adamları... Nedir yaptıkları? Salla başını al maaşını.

O hiç sallamadı başını.

Etliye sütlüye karışmadan hayatı idare ederek yaşayanlar şovmen dediler.

Ben demedim.

Hep merak ettim onu, hep takip ettim.

Merkeze alındığında üzüldüm, Denizli'ye atandığında sevindim.

Tanışmak isterdim. Olmadı, denk gelmedi.

Bu bana ders oldu. Uzaktan uzağa hayran olduğum kim varsa tak kapı karşısına çıkacağım bundan sonra. ‘‘Sizi çok takdir ediyorum’’ diyeceğim.

Gerçi bu kaçıncı ders. Olmuyor, yapılmıyor işte.

* * *

İyi haberler de var.

Atlet Süreyya Ayhan... İnanmayacaksın ama dünya ikincisi oldu.

Biz de inanamadık. Ama seninkinden farklı bizim şaşırmamız. Hayal kırıklığı şeklinde. Birincilik bekliyorduk da...

Yaaa, nereden nereye geldik gördün mü babacığım.

Davul zurna sokaklara döküleceğimize, kızcağızın kafasına yumurta atmadığımız kaldı bir.

‘‘Bulup da bunamak’’ tam olarak bu oluyor herhalde. Daha güzel örneği olamaz.

* * *

Bir de temcit pilavı sana...

Rauf Denktaş... Evet evet senin bildiğin Rauf Denktaş, torunu falan değil.

Anadolu'yu arkasına alıp mücadeleye devam edecekmiş.

Duyar duymaz, ‘‘Aman çok şükür ben Trakya'dayım’’ dedim. ‘‘Takılamayacağım arkasına.’’

Gerçi Kıbrıs mesele olmaktan çıkar da sade ve sadece bir ada haline gelirse kendimi nasıl hissederim bilmiyorum. Sudan çıkmış balık gibi olabilirim. Ya da bir böbreği alınmış fibi falan...

* * *

Temcit pilavı biter mi... Buyur bir tane daha.

Irak'a asker gönderme mevzuu.

ABD bizden asker bekliyor. E, bizimkiler de razı. Hükümet olsun, Genelkurmay olsun. Meclis dediğin zaten hükümetin partisinden ibaret neredeyse.

Fakat işte balığın kavağa çıkmasını bekliyoruz. Allah kısmet eder de çıkarsa göndereceğiz askeri.

Bir gün göndereceğiz göndermesine de... Bizim asker orada, sığındığı mağarada İkinci Dünya Savaşı'nın bittiğinden habersiz hálá oturmakta olan adama benzeyecek. Ortada ne ABD olacak ne bir şey. Dünya mizah tarihine damgamızı vuracağız.

* * *

Gelelim benim neler yaptığıma...

İyice azıttım bu aralar, iki dizide birden oynuyorum. Pembe Patikler'le Hayat Bilgisi.

Biraz da mecburiyetten. Yapımcılar çatlak kadın için benden uygununu bulamıyorlar. Rolü kime verseler biliyorlar ki benim kadar doğal olamayacak.

Oysa ben ne role adapte olamama sorunu yaşıyorum ne de gözlem falan yapmam gerekiyor. Kendi halimle filmin içinden geçip gidiyorum. Hepsi bu. Hatta Hayat Bilgisi'nde adımı bile değiştirmemişler. Role oturmamın derecesini anla artık.

* * *

Ve son bomba...

Türk mühendislerince tasarlanan ilk gözlem uydusu uzaya fırlatılıyor.

Bence hakiki bir bombaya dönüşebilir bu uydu fırlatıldığı yerde. Türk mühendisleri gücenmesinler, zekálarından, bilgilerinden, yeteneklerinden hiç şüphem yok.

Benim korkum, milletçe hepimizde var olan dalgınlık hali.

Tam vidayı sıkarken mühendisin cep telefonu çalmış, sevgilisi, ‘‘Dün gece neredeydin?’’ diye sormuş olabilir mesela. Mühendisin de eli ayağına dolaşmıştır, vida öyle yarı sıkılı kalmıştır. Budur endişem. Her sabah, sıradan bir su ısıtıcısının başında bile patlayıp çatlamadığına hayret eden biriyim ben. Gözlem uydusu deyince... Bırrrr...

Zaten sapasağlam olsa da fırlatılmasıyla düşürülmesi bir olur onun. Zira orman yangınlarıyla kaçak inşaatları falan takip edecekmiş yukarıdan. Bırakırlar mı onu orada?

Neyse bir kere de ağzımı hayıra açayım. Vatana millete hayırlı olsun.

Ellerinden öperim babacığım.


MIŞ-MUŞ

Esas manken 110-90-110 olurmuş.

Bir yorumum yok, ‘‘günün morali’’ olarak yer verdim sadece.

Uludağ'a ilk kar yağmış.

Azılı tatilciler Bodrum'dan direkt Uludağ'a geçerler artık.

Öğretmen maaşları yoksulluk sınırının altındaymış.

Ben bu sistemde verilen öğretimin seviyesini merak ediyorum esas; cahillik sınırının altında olmasın da.
Yazının Devamını Oku

Erkeklerin dikkatine!

6 Eylül 2003
Ladin,<br><br>Saddam,<br><br>Şu bu...<br><br>Hepsi boş. Her zaman söylerim, yeryüzünde kadın kısmı kadar tehlikelisi yoktur.

Ama hangi kadın?

Seven kadın.

Sevdik mi ölümüne severiz biz. Lakin karşı tarafın ölümüne.

Doğrarız, kaynar suyla haşlarız, yemeğine zehir koyarız... Elimiz mutfak işine alışık olduğundan genellikle bu yöntemlerden birini tercih ederiz. Sevdiği adamı tabancayla vuranımız pek azdır.

Ve iddia ediyorum, hayatında bir kerecik olsun kocasını sevgilisini öldürmeyi düşünmemiş kadın yoktur yeryüzünde.

Ben kaç defa düşünmüşümdür şahsen.

Fakat kararsızlığım mani olmuştur. Yukarıda saydığım yöntemlerden birinde karar kılamamışımdır bir türlü.

Sırf bu yüzden paçayı kurtarmıştır sabık sevgililerim.

Fakat işte herkes benim gibi değil. Bir hemcinsim, çok sevdiği eşini piknik tüpünü başına vurmak suretiyle (Bakın yine mutfak eşyası) öldürmüş.

Hem de evlilik yıldönümlerinde.

Gazeteler olayı ‘‘Evlilik yıldönümünde çuvala girdi’’ şeklinde duyurdular.

Başlığı okuyunca, ‘‘Bak ne yaratıcı adamlar var’’ diye düşündüm hatta. Karısına yıldönümü sürprizi hazırlamış zannettim, ne bileyim. Meğer sürprizsever olan kadınmış.

Uzatmayayım...

Bu aslında bir uyarı yazısıdır.

Erkek kısmını ‘‘seven kadın’’a karşı uyarıyorum.

Bir kadın ‘‘Seni seviyorum’’ dedi mi tedbirinizi alacaksınız.

Misal, gece yatarken mutfak kapısını kilitleyip anahtarı yastığınızın altına koyarsanız iyi olur.


Hayırlısı olsun ama...


Devletime ne kadar güvenirmişim meğer de farkında değilmişim.

Fatih Altaylı'nın ‘‘Teke Tek’’inde Tayyip Erdoğan'ı dinlerken anladım.

Yani günü, saati hatta dakikası belli.

Tayyip Erdoğan'ın ‘‘Mevduatta devlet güvencesini kaldıracağız’’ demesiyle bende jeton düştü.

Ne anlama geliyor bu dediği?

Mevduat sahipleri, yani bizler, bundan böyle ‘‘Bankam battı lakin Allah devlete zeval vermesin’’ diyemeyeceğiz.

Ya ne yapacağız?

Giden paralarımızın üzerine bir bardak soğuk su içeceğiz.

Yani eğer kaldırırlarsa hakikaten...

Budur durum.

Türk ekonomisi açısından fevkalade bir durummuş bu. Yazılanlar çizilenler bu mealde.

Ben bu işlerden pek anlamadığım için -ama en azından her hortumlanan bankanın ucunun her birimizin cebine dokunduğunu biliyorum- güvendiğim yorumcuların dediklerine inanmak durumundayım.

Bu açıdan vatana millete hayırlı olsun.

Fakat bir yandan da aldı mı beni bir telaş...

Gerçi ben çok sağlamcıyımdır. Bugüne kadar faizin oranına değil, bankanın adına bakmışımdır daima. Öyle bankalar seçmişimdir ki kendime, onların sonu memleketin de sonu demektir.

Fakat işte buna rağmen...

Tayyip Erdoğan o lafı ettiği an anladım ki, devletten daha fazla güvendiğim kimse yok benim.

Şöyle bir yokladım duygu ve düşüncelerimi...

Kaldırdılar diyelim güvenceyi...

Bilmiyorum gidip bankaya para yatırır mıyım hálá.

Artık bilmiyorum kimdir, nedir bu bendeki güven bunalımının sebebi.

Paranoyaklığım mı?

İstisnasız herkesin ‘‘40 kişiyiz birbirimizi biliriz’’ kapsamında olması mı?

Yoksa altında yine devletin yattığı mevcut bankacılık sistemi mi?

Eğer sonuncusuysa, hakikaten bendeki çelişkiden yamanı yoktur yani. Kendisine güven, yaptığına güvenme.


Salkım Hanım'ın taneleri


Bunu size yaz başında tavsiye etmeyi isterdim ama ben de yeni öğrendim. Hülya Hanım'la yeni tanıştık zira.

Bir vesileyle ziyaretine gitmiştim ki bir salkım siyah üzüm getirdi koydu sehpaya.

Ben üzümün en çok buğusunu severim.

Seyrederim öyle tablo gibi.

Baktım tam benim istediğim gibi buğu durumu.

‘‘Bu bildiğiniz üzüm değil, bir yiyin bakın’’ dedi Hülya Hanım.

A! Üzüm süsü verilmiş dondurma mı yoksa bu?!

Hayır.

Dondurma süsü verilmiş üzüm.

Bakın şimdi, üzümü bir güzel yıkayıp küçük salkımlara bölüyor ve dipfrize atıyorsunuz. Sonra çıkarıp afiyetle yiyorsunuz.

Hepsi bu.

Yalnız diş probleminiz varsa önce onu halletmeniz gerekiyor. Çürük dişle soğuğun buluşma anını anlatmama bilmem gerek var mı?

Fakat hakikaten harika bir buluş bu.

İçkinin yanında da iyi gidiyormuş. Ama meze dediğiniz yavaş tüketilir, bu da üzümün o arada çözülmesi demektir ki donmuş da çözülmüş üzüm lezzetinden çok şey kaybeder bana göre.

Siz en iyisi televizyon seyrederken alın kucağınıza bir tabak dolusu donmuş üzümü, leblebi gibi yiyin. Hem ağzınız tatlansın, hem serinleyin.


MIŞ-MUŞ


Milli Eğitim Bakanı ‘‘Bu eğitim sistemi papağan yetiştirir’’ demiş.

Bu ne ki, biz sağır dilsiz yetiştiren sistemleri de gördük.

Seks kadının da aklından çıkmıyormuş.

Fakat biz dışavurumcu akımın temsilcileri değiliz.

Demet Akbağ'ın Akmerkez'de üzerine dekor düşmüş.

Önce geçmiş olsun tabii ki fakat dekordaki seçiciliğe bakar mısınız, yabancılık çekmeyeceği birini buluyor üzerine düşmek için.

Ekranda dizi savaşları başlıyormuş.

Galipleri şimdiden belli. Her kanalın bir gazetesi yok mu? Eee...?

Eşini 8 aylık hamileyken tekmeyle döven Ozan Orhon ‘‘Tedavi olacağım’’ demiş.

Bence hap yetmez ele ayağa cerrahi müdahale gerekir.
Yazının Devamını Oku