2 Ekim 2003
<B>‘‘SEN Kızılay'a </B>‘Senden gelecek hayır Allah'tan gelsin'<B> demiştin değil mi geçen günkü yazında?’’</B> diye sordu kardeşim. ‘‘Evet’’ dedim.
‘‘İyi, o halde otur üç ünite B RH pozitif kan için dua et; teyzeme kan lazım da’’ dedi.
Eskiden biri birinden ah aldı mı kırk yılda çıkardı bir yanından, şimdi dört günde çıkıyor. Bizzat yaşadım gördüm işte. Belli ki Kızılay ah etmiş bana.
Şimdi ‘‘Beni herkes okur, pek de umursar’’ gibi bir havaya girmiş olmayayım ama, bu değilse nedir peki başıma gelen?
Fakat haksız sayılmaz tabii Kızılay. Neticede kurtardığı hayatların da haddi hesabı yok.
Neyse uzatmayayım, hangi yüzle gideceğimi bilemediğimden kanı başka yerden temin ettik.
Laf kandan açılmışken ambulans, doktor, hastane, ameliyat, kırık, çıkık şeklinde devam edeyim bari.
‘‘Almayayım’’ deyip okumayı kesebilirsiniz ama size her birinin içine tatlandırıcı katacağıma söz veriyorum.
* * *
Şunu anladım ki kadın kısmının hayatında, nasıl önce bir regl dönemi, sonra bir menopoz dönemi varsa, en sonunda da ‘‘protez dönemi’’ var.
Dizleriyle kalçaları ama özellikle dizleri ömürlerinin sonuna kadar idare etmiyor kendilerini.
Yolumuz bu defa da teyzem sayesinde yine Baltalimanı Kemik Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne düştü de... Bu tespit oradan.
70'ten sonra protezsiz diz, kalça... Iıh. Mümkün değil.
Daha 70'inize çok var ama alıştırın kendinizi.
* * *
Bakın bu alıştırma mevzuu çok önemli. Korkuları yenmenin tek yolu bu. Yok farz etmek yerine üstüne gideceksiniz.
Bu köşenin devamlı okurları bende doktor, hastane ve bilumum tıbbi araç gereç fobisi olduğunu bilirler. Ben işimi eczanede hallederim. Anlatırım eczacıya derdimi, alır ilacımı çıkarım.
Fakat son zamanlarda korkumun üzerine gitmeye başladım. Daha doğrusu olaylar benim üzerime gelince, mecburen sağlık ekibi ve ekipmanlarıyla bir yakınlık doğdu aramızda.
Mesela işte teyzem düştü, kalçasını kırdı. Düştüğü yerde bırakacak halimiz yoktu kadıncağızı, ambulansa koyup Bursa'dan İstanbul'a getirdik.
Ben daha önce ambulans gördüm mü erkek görmüş utangaç eski zaman kızları gibi gözlerimi kaçırırdım. Sanki göz göze geleceğiz ambulansla, o da bundan cesaret alacak, arkasına atıp hastaneye götürecek beni.
Meğer keyifli bir yanı bile varmış ambulansla yolculuğun. Etraftaki araçların sizi görünce çil yavrusu gibi dağılması mesela... Tabii ki hastanızın durumu hayati tehlike arz etmeyecek bu arada.
Med Line'dan ara sıra bir tane kiralayıp gezeyim diyorum İstanbul sokaklarında. Bende ikisinin arası yoktur, vur deyince öldürürüm işte böyle.
* * *
Aslında sağlıkçılarla yakın temasa girdiğim zamanlarda bir garip oluyorum. Biz daha keyifli işler yapıyoruz diye suçluluk duyuyorum mu desem yoksa bu ne bitmek tükenmek bilmeyen enerjidir diye şaşıyorum mu...
Şu Baltalimanı mesela...
Sanki film izliyorum. ‘‘Süpermen Ordusu İşbaşında’’
Başrollerde başhekiminden hastabakıcısına kadar tüm personel.
Hele asistanlar...
Gidiyoruz geliyoruz oradalar; tekrar gidiyoruz geliyoruz hálá oradalar. Hakikaten bir gün tek tek yoklayacağım kendilerini. Çelikten yapılmış olmalarından şüphe ediyorum.
İyi ki zamanında annemin aklına uyup da çok çalışmamışım. Tıp okumak durumunda falan kalırdım bir de... Hastanın üzerinde uyur kalırdım vallahi. Beni de, insanlığı da Allah korumuş.
MIŞ-MUŞ
Babalık testi CO'yla yapılacakmış.
Onu bilmem ama, ‘‘kaset’’le yapılabilir.
Saddam, kitle imha silahı ürettiği düşünülen tesislerde Viagra üretiyormuş.
Adamcağız kütle iktidarı için çalışıyormuş meğer.
Yazının Devamını Oku 30 Eylül 2003
<B>KARADENİZ </B>türkülerinin sözleri komik olur genellikle. En ağlanası durum bile esprili bir dille ifade edilir. Bakın, derinliği yoktur demiyorum ama hani içleneyim deseniz içlenemezsiniz. Ya da bana öyle geliyor, bir de Karadenizlilere sormak lazım tabii.
Fakat biraz önce kulağıma çalınan şu sözler yüzümü kara çıkardı doğrusu.
‘‘Kız senin sebebine kaldım İstanbullar'da.’’
Eski, bildiğim bir türkü gerçi ama nedense ilk defa dikkatimi çekti sözleri. Ve hakikaten çok etkilendim.
Neden?
Son yıllarda duyduğunuz şarkı sözlerini düşünün şöyle bir...
Her birinde, eğer aşk şarkısıysa ‘‘Gel ye beni’’ yok, ayrılık şarkısıysa ‘‘Ne güzel yatmıştık’’ denmiyor mu?
Sözcükler değişiyor fakat anlam bu netice olarak.
Öyle alışmışım ki bunları duymaya, adamın biri ‘‘Kız senin sebebine kaldım İstanbullar'da’’ deyince ben de hislendim haliyle.
***
Hadi şarkıları türküleri bir yana bırakalım, hayatımıza gelelim.
Gerçi ikisini birbirinden ayırmak olmaz, şarkıların anasıdır hayat ama daha iyidir ya işte.. Hiç olmazsa o eften püften sözlerin sorumlusu çıkmış olur ortaya.
Diyeceğim şu:
Bana bir tek Allah'ın zamane kulunu gösterin ki sevgilisi için değil otu ocağı terk edip diyarı gurbette kalmak, kıçını kaldırıp iki sokak öteye gitsin.
Katiyen gitmez. Mail atar oturduğu yerden.
Onda da ‘‘Kız senin sebebine kaldım İstanbullar'da’’ya yaklaşan bir laf etse razıyım.
‘‘Seni görünce tırstım’’ diyordur en fazla.
***
Şimdi söz konusu türküyle inceden dalga geçtiğimi düşünenler olacaktır. Hatta mektuplar gelecektir, ‘‘Vay, güzelim türkümüze dil uzatmak ha!?’’
Hiç kalkışmayın!
Şu yazı hayatımın en ciddi yazısıdır.
Hakikaten en sevdiğim şarkı sözü budur. Üstüne söz tanımam. Taht kurmuştur gönlüme.
Daha iyisi çıkana kadar da bu böyle sürecektir. Ki sanmıyorum çıksın. Yukarıda da belirttim, durum malûm. Kısaca ifade etmek gerekirse, ‘‘Zarttırı zurtturu.’’
Fakat yine de Allah'tan umut kesilmez. ‘‘Kız senin sebebine kaldım İstanbullar'da’’ diyen ve hakikaten kalan adamın genleri torununa torbasına geçmiştir elbet. Bu, bir yerlerde adam gibi birileri var demektir. Onlar da günün birinde iyi bir laf ederler belki.
MIŞ-MUŞ
Humeyni'nin torunu laiklik çağrısı yapmış.
Takıyye modası yayılıyor.
*
Kadınların evlilik kararını aşktan çok erkeğin geliri, statüsü ve eğitimi belirliyormuş.
Bunu biz zaten biliyorduk da kadının ilgisini kara kaşıyla kara gözüne yoran erkek kısmının da öğrendiği iyi oldu.
*
AB'nin Türkiye ilerleme raporunda ilk kez bir hükümet için attığı hızlı adımlarla ilgili özel takdir programlarına yer veriliyormuş.
Neyse... Yüreğime su serpildi. Tek kanan biz değiliz demek ki.
Yazının Devamını Oku 28 Eylül 2003
<B>ÖYLE </B>bir durum ki...<br><br>İki ucu şeyli değnek. Bir Y.O.'nun annesinin yerine koyuyorum kendimi, bir öteki velilerin... Kadı Nasreddin Hoca gibiyim, herkese hak veriyorum.
Parmak kadar bir çocuk, kahrolası bir virüs taşıyor ki duyan bucak bucak kaçıyor.
Ailecek izole bir hayat kuruyorlar kendilerine. Mecburen. Nitekim insanların arasına karışmaya ilk kalktıklarında problem çıkıyor.
Diyelim veliler yumuşadı ya da mücadeleyi bir şekilde kazandı Y.O.'nun annesiyle babası...
Bitecek mi dertleri?
Asla.
Her gün yeni bir mücadelenin ortasında bulacaklar kendilerini.
Çocuklarının o virüsü kaptığını öğrendikleri günkü acıyı yüzlerce kez yaşayacaklar hayatları boyunca.
Virüs öldürmeyecek belki ama yaşadıkları, ölümü yeğleyecek hale getirecek Y.O.'yu.
Bir işi, arkadaşları, sevgilisi, çoluğu çocuğu olmayacak büyük ihtimalle.
Çok mu kötü tablo çizdim?
Peki ama durum kendini şimdiden belli etmedi mi sizce de?
***
Yok mu bunun bir çaresi?
Var elbet.
Biz, yani kendisi, çoluğu çocuğu HIV virüsü taşımayanlar, bilinçli, anlayışlı, vicdanlı olacağız.
Oluruz tabii.
Yazarız, çizeriz, herkesi vicdana davet ederiz, parlak, süslü laflar ederiz. Kimse kusura bakmasın, kısaca ‘‘atar tutarız’’ diyeceğim.
Peki çocuklarımızın, torunlarımızın Y.O.'yla koşup oynamasını, aynı sırada oturmasını ister miyiz?
Herkes dürüst olsun lütfen.
Ben eminim ki hepimiz o kızdığımız veliler gibi davranırız.
Uzaktan ahkám kesmek kolay.
İhtimal binde bir bile olsa kimse çocuğunu riske atmak istemez. Ki o yaşlarda yaralar bereler, kanayan dizler, dirsekler olmazsa olmaz çocukluk halleridir.
Hatırlasanıza, kaç arkadaşınızla parmaklarınızı kesip kan kardeşi olmaya kalkıştığınızı...
***
Y.O. için çok üzülüyorum.
Artık bize ait genetik bir özellik olduğuna inandığım özensizlik bir hayata daha mal oldu işte.
Sarıp sarmalamak istiyorum onu. Özür dilemek...
Annesine babasına hak veriyorum.
Ama öteki çocukların annelerini babalarını da anlıyorum.
İçinden çıkamıyorum. Ve bu durumdan nefret ediyorum.
Keşke filmi geriye sarmak mümkün olsa. Hani Kızılay'dan alınan virüslü kanın Y.O.'ya verildiği güne... Ve o lanet olası kan yok olsa.
Hay senin gibi Kızılay'a...
Çadır gönderirsin delik çıkar, kan verirsin hastalıklı çıkar...
Senden gelecek hayır Allah'tan gelsin.
MIŞ-MUŞ
Deniz Akkaya, yeteneğine değil hırsına güveniyormuş.
E, Türkiye'de lazım olan da bu zaten.
*
Bir doktora 745 hasta düşüyormuş.
Haliyle kaç hastaya şifa düştüğünü de siz hesaplayın bi zahmet.
*
Spor salonlarındaki aynalar kadının moralini bozuyormuş.
Aynayı kaldırsalar bu defa da ‘‘On dakikadır kendime bakamadım’’ diye morali bozulur.
Yazının Devamını Oku 27 Eylül 2003
Irak'a asker gönderme mevzuuyla başa baş gidiyor kaset olayı. Hani ömür biter yol bitmez misali. Gerçi unutuldu unutulacak ikincisi ama, Özlem Savaş müsaade etmiyor ki. Henüz petekleri bal dolmadı zira. Bakın şu anda ben de karınca kararınca katkıda bulunuyorum.
Biliyorsunuz malum kasetle ilgili haberler gazetelerin baş sayfasında yer aldığı gün ‘‘Benim de kasedim var’’ diye çıktı ortaya.
‘‘Neyim eksik?’’ demeye getirdi, ‘‘Bacaksa bacak, kasetse kaset...’’
Ama olmadı işte. Bu kaset de müzik kasedi gibi. Kimininki tutuyor kimininki tutmuyor. Özlem Savaş'ınki tutmadı.
Az önce gözüme ilişti, basın toplantısı yapmış durduğu yerde. Kapıda pencerede bekledi zahir gazetecileri, baktı gelen giden yok...
Belki bilmeyeniniz vardır, Özlem Savaş Boğaziçi Üniversitesi mezunudur. Yanlış hatırlamıyorsam lise yıllarında almış olduğu bir de matematik ödülü vardır.
Yani ‘‘Allah akıl versin’’ diyeceğim ama vermiş zaten. Bunun yanı sıra neyi vermemiş onu çözmeye çalışıyorum. Bilmediğimiz bir zeká türü daha var belki de. Olamaz mı?
Bir IQ'yu bilirdik sonra EQ çıktı ortaya. Belki sırf şu malum işleri kotarmaya yarayan OQ var bir de ki kanımca Özlem Savaş'ta eksik olan budur.
Bu sebepten yüzüne gözüne bulaştırmış olabilir her şeyi. Yoksa yıllardır süren çabasını görmezden gelmek mümkün değil.
Ben onun yerinde olsam...
Keserim tırnaklarımı, boyatırım saçlarımı kumrala, kapatırım memelerimi, her ne ise üniversitede edindiğim meslek, gider o işi yaparım.
Zira o peşinden koştuğu işlerde zamanında başarı sağlanırsa ne álá. Hanımefendi muamelesi görür insan. Ama bir fare tutamadan emeklilik yaşına gelinirse... Kaldırımlarda sürünülür.
Yavaş atın tekmesi pek olur
Ben size diyorum...
Azrail bırakmaz bizi ki kazık çakalım şu dünyaya.
Hiç uğraşmasın bilimadamları genlerle falan.
Bakın şimdi de hapşırma meselesi çıktı. En mühim hastalıkları yenseniz kıytırık bir hapşırıktan gidebiliyorsunuz. Şimdi anlıyorum hapşırana neden ‘‘Çok yaşa’’ dendiğini. Ölümle direkt ilişkisi var zira.
Birkaç yıl önce hapşırırken komaya giren sonra da hayatını kaybeden kadıncağızı hatırlıyorsunuzdur. Geçen gün de biri bel fıtığı oldu.
Bunlar gazeteye yansıyanlar. Kim bilir bilmediğimiz daha neler var. E, madem öldürücü bir etkisi var neden iki-üç kişiyle kapatsın kontenjanı, değil mi?
Şimdi gelsin bakalım ‘‘Hapşırmadan Korunmanın Yolları’’.
İnsan ömrü dediğiniz nedir zaten... Bu kısacık süre içerisinde bir de ondan korun, bundan korun.
Hayır bugüne kadar hapşırır dururduk, kimseye bir şey olmazdı, tuhafıma giden bu.
Mesela annemin ‘‘Bizim bir Müyesser Teyze'miz vardı, hapşırırken öldüydü’’ dediğini duymadım hiç. Belki de ‘‘Hiçbir şeyi yoktu, üç-beş gün içinde göçtü gitti’’ diye ifade edilen ölümlerin bir kısmı hapşırıktan kaynaklanıyordu, bilmiyorum.
Neyse ne.
Fakat şunu belirteyim ki artık bu kadarı da fazla. Adi bir hapşırıktan başıma bir iş gelmesini istemiyorum doğrusu.
Sapasağlam oturup dururken... Mesela çayınızı koymuş, gazetenizi almışsınız elinize, tam koltuğa yerleşirken ‘‘hapşu’’ ve yoksunuz.
Hayır ‘‘küt’’ diye gitseniz iyi. Temiz ölüm. Ama önce felç falan oluyorsunuz.
Neyse, sızlanıp duracağıma faydalı bir iş yapayım bari, ‘‘Doğru hapşırmanın kuralları’’nı ileteyim size. Radikal'de yayımlandı gerçi ama gözünüzden kaçmıştır belki.
Yapacağınız şu:
Baktınız hapşırık geliyor ki aynı perşembenin gelişi gibidir, belli eder kendini, eğer ortalıkta bir yerdeyseniz derhal destek alabileceğiniz bir nesnenin yanına koşacaksınız ve tutunup hapşıracaksınız.
Hapşırma esnasında omuzlarınız geride, göğsünüz ileride, başınız dik olacak, belinizse asla bükülü olmayacak. Adeta bir kahramanlık şiiri okur gibi duracaksınız yani.
Ve nezaketi bir yana bırakacaksınız. Öyle elinizle ağzınızı burnunuzu sıkıca kapatıp hapşırığı içinize atmak yok. Özgürce, karşınızdakinin yüzüne doğru, sesli olarak hapşıracaksınız. Ayıbı yok bunun. Ucunda beyin kanaması bile var, ona göre.
Atalarımız ‘‘Yavaş atın tekmesi pek olur’’ derken hapşırığı kastetmiş olabilir mi acaba?
MIŞ-MUŞ
Yabancı hayat kadını ‘‘En iyi seksi Türk erkeğiyle yaşadım’’ demiş.
Bizimkiler ‘‘el iyisi’’ demek.
Pınar Altuğ, sevgilisi olduğu iddia edilen Tomy'yle alışveriş yaparken yakalanınca ‘‘İnsan arkadaşıyla alışveriş yapamaz mı?’’ demiş.
Yapar. Hatta sevişir bile.
Her üç ABD'linin biri ünlülere meraklıymış.
Demek halimiz ‘‘dünya hali’’ymiş.
AKP politikasında kadının adı yokmuş.
Alıştıra alıştıra yok edecekler galiba bizi.
Önce ‘‘Saçı yok.’’
Şimdi ‘‘Adı yok.’’
Sonra ‘‘Kendisi yok.’’
ABD Dışişleri Bakanı, ‘‘Bir tümenle Irak'a gelmenizi bekliyoruz’’ demiş.
Tezkere olsa... Ordu sizin.
Bedri Baykam, CHP liderliğine adaylığını koymuş.
Bu nedenle artık resim yapmayacağını bilsem seçilmesi için bir nefer olarak çalışırım vallahi.
Yazının Devamını Oku 25 Eylül 2003
<B>DAHA </B>önce mavi gömleğine hayran, fötr şapkasına kurban olduğumuz başbakanlar geçmişti hayatımızdan. Ama bu ilk defa oluyor. ‘‘Başbakanım, biz senin yürüyüşüne hastayız.’’
Altındağlı vatandaşlar pankart aracılığıyla böyle demişler Recep Tayyip Erdoğan'a.
Bizim gazete Başbakan'ı yürürken görmeyenler için tarif etmiş:
‘‘Göğüs ileride, omuzlar geride, sol omuz hafif yukarıda, kollar hafif açık, yere sağlam basan ama sallantılı, serbest, rahat ve ‘dökülen' ağır ritimde bir yürüyüş.’’
Ben denedim. Kolay değil.
Direksiyon dersindeki sürücü adayı gibi... Vitesi değiştirirken aynayı unutursun, aynaya bakarken pedalı şaşırırsın ya... Omuzumu ayarlasam sallantıyı atladım.
Fakat tıpkısı olmasa da başardım sonunda. Ritmin ‘‘dökülen’’ kısmını becerebilseydim, tıpkısı olacaktı. Ama ‘‘dökülen’’in ne olduğunu çıkaramadığımdan...
Belki de işte ritmim dökülen bir ritim olmadığından, aynaya doğru yürürken baktım kendime, hasta olunacak bir halim yok.
Olunsa olunsa gıcık olunur.
Fakat Başbakan’ımız hakikaten etkileyici.
Dini bütünlüğü ilginizi çekmese futbolculuğuna kapılırsınız...
Yakışıklılığına aldırmasanız söylediği şarkılardan içlenirsiniz.
İşte hiçbir şey olmasa yürüyüşü var.
Bakalım daha neleri çıkacak. Bizde bu gözlem yeteneği olduktan sonra...
‘‘Başbakanım biz senin ayakkabını bağlayışına vurulduk.’’
‘‘Kapıdan çıkışını sevdik.’’
‘‘Bardağa su koyuşuna geberdik.’’
Arkadan tarifi:
‘‘Başbakanımız, alt yarısıyla üst yarısı 90 derecelik açı yapacak şekilde dirsekten kıvırdığı ve vücudundan dört parmak kadar ayırdığı sol koluna ait sol eliyle tuttuğu bardağa...’’
***
Ey Atam!
Sen sporcunun zeki ve çevik olanını severdin, biz başbakanın afili yürüyenini seviyoruz.
Çok şükür Allah gönlümüze göre verdi bu sefer.
Başka da bir sıkıntımız yok zaten. Olsa pankarta yazardık.
Ama belki de hastalığımıza ilacı olmadığını bildiğimizdendir.
MIŞ-MUŞ
Clinton, Erdoğan'a ‘‘Bush'u sadece siz etkilersiniz’’ demiş.
Clinton'a da bi yürüdü galiba bizimki.
*
Yumurtlama döneminde kadınların konuşma yetenekleri artıyormuş.
Bu araştırmada bir yanlışlık var; bir kadın 365 gün yumurtlayamaz.
*
Cem Uzan, ‘‘Çocuklarımı Türkiye'de yaşatmam’’ demiş.
Milliyetçiliğin de birkaç türlüsü var; bu ‘‘Uzan tipi’’ olanı.
Şaşırma, üzülme, düzeltme, özür
ÇETİN Altan manevi tazminat davası açsa haklıdır.
Ne demek ‘‘Daldan Dala Çetin Altan Büyüdü?’’
E, benim gibilere müstahaktır. Yazıları fakslar, gerisine karışmazsan olacağı budur. Ana başlıkla alt başlığı birleştirmekte bir beis görmezler ve işte yukarıdaki gibi manasız bir şey çıkar ortaya. Özür diliyoruz Sayın Çetin Altan. Ama siz yine de affetmeyin bizi. Zira affolundukça yenisini yapıyoruz.
Yazının Devamını Oku 23 Eylül 2003
<B>ÇETİN Altan'</B>ın annesi vefat etmiş. Bilmiyordum annesinin hayatta olduğunu. İhtimal vermezdim 77 yaşında birinin annesinin hayatta oluşuna. Şaşırdım. Hem de çok sevindim. Olabiliyormuş demek. Ne güzel. Bir umut belirdi içimde. 77 yaşına kadar ‘‘çocuk’’ kalabilme ayrıcalığı da var işin içinde. İnsan ancak annesi ölünce büyür derler ya...
***
SIKI MI GEVŞEK Mİ?
‘‘Çok sıkı diyet yapmıyorum’’ diyor Sibel Can ekranda. ‘‘Çünkü bir tansiyon problemim var. Ayda iki kilo verdiren bir diyet bu.’’
Peki o böyle anlatıp dururken ekranın altındaki bantta ne yazıyor dersiniz?
‘‘Çok sıkı diyet yapıyor.’’
***
KIZAMADIM
‘‘Çocuk hırsızı’’ yakalanmış.
Hani yeni doğmuş bir bebek kaçırılmıştı ya hastaneden... Bir kadın kaçırmıştı... O yakalanmış işte.
İkizlerini düşürmüş meğer bir süre önce. Çocuk aşkıyla yanıp tutuşuyormuş. Bir yandan kocası da gitti gidermiş.
Öyle üzüldüm ki...
Tamam yaptığı suç, vicdansızlık, şu, bu. Ama o çocuğu öyle istemiş ki...
Gerçek anne babası o kadar istememiştir belki. Bilirsiniz, öyle pat diye hamile kalır çoğu zaman bizde kadınlar. Düşünmeden, taşınmadan, istemeden, planlamadan...
Ama öteki kadın çok istemiş. Planlar yapmış, bir şehirden kalkıp öbürüne gitmiş, cesaret etmiş.
Neticede dilendirmek için (çocukluğumuzun kábusu) kaçırmamış. Bağrına basacakmış.
Ne bileyim, üzüldüm işte, kızamadım.
***
TABİİ TABİİ 1
İnsanoğlu öyle samimiyetsiz ki...
Ağzından çıkanla aklından geçen bir kere de birbirini tutsa ya...
‘‘Onun adına üzüldüm’’ diyoruz mesela.
Kimin adına?
Düşmanımızın ya da rakibimizin... Kuyumuzu kazmaya kalkmış da kendisi yine... Fakat biz çok alicenap (!) olduğumuzdan... Kızmıyor, kudurmuyor, onun adına üzülüyoruz.
‘‘Gülüp geçmek’’ var bir de. Kapalı kapılar ardında kahrolurken aslında...
‘‘Tabii tabii’’ diyeceksiniz böylelerine.
***
TABİİ TABİİ 2
Eksik olmayın, mektuplarınızda ‘‘Sanki bizim evi gördün de yazdın’’, ‘‘Annemle ilişkimiz sizinkine çok benziyor’’ gibi laflar ediyorsunuz.
Ben de seviniyorum haliyle.
Köşeci arkadaşlarımdan böyle mektuplar almıyorum gerçi ama, köşelerini okuyunca, sizden, benden farklı durumda olmadıklarını görüyorum.
Onların da anneleri, kardeşleri, atamadıkları eşyaları falan var. Yakında mış-muş'ları da olur belki. Hatta görmedim ama birinin olmuş bile galiba.
Çok memnunum bu durumdan.
‘‘Tabii tabii’’ deyin şimdi bana.
MIŞ-MUŞ
2004 ilkbaharında kadınlar parlak ve sevimli olacakmış.
Yani görünüşte...
*
Erdoğan geç kalınca IMF Başkanı beklememiş.
‘‘Dinsizin hakkından imansız gelir’’ diyeceğim ama bizimki dinsiz de değil.
*
Devlet Bakanı Babacan koridorda namaz kılmış.
Ne var bunda? Yoksa siz hálá annenizin ‘‘İbadet de gizli kabahat de’’ deyişine mi inanıyorsunuz?
Yazının Devamını Oku 21 Eylül 2003
<B>BAZEN </B>gazetelere bakınca günü kurtardığına şükrediyor insan. ‘‘Kapkaççı terörü’’, ‘‘Maganda kurşunu’’, ‘‘Tinerci cinayeti.’’
Dışarıdan müdahale olmadığı günlerde de peşimizi bıraktığı yok kör talihin. Hapşırırken bel fıtığı oluyorsunuz mesela.
Doktorlu sağlık sayfalarına bakarsanız hele... Bugünü kurtardıysanız bile yarın gidicisiniz. Zira kısaca şöyle diyorlar:
‘‘Yiyin yiyin... Göreceksiniz gününüzü.’’
Hele hele 40 yaşından gün aldıysanız... Öyle oturup kapıdaki felaketleri bekleyeceğinize intihar edin daha iyi.
‘‘40 yaşından sonra şekere dikkat!’’
Yalnız şeker olsa iyi. Dört bir yanımız uyarı tabelası. Neredeyse ‘‘40 yaşın üstündekiler dikkat! Araç çıkabilir’’ yazacaklar.
Ya da ‘‘40 yaşından sonra çimlere basmayınız!’’
***
25-40 yaş arası. İnsanoğlunun görüp göreceği budur. 25 öncesinin farkında olmuyorsunuz. Çocukluk, okulluk, sersemlik, serserilik... Sevgiliyi görünce atışı hızlanmasa, kalbinin ne tarafta olduğunu bile bilmez insan o yaşlarda. 40'ından sonra ise işte dediğim gibi...
Daha doğrusu sağlık sayfalarının dediği gibi. Hayır, neredeyse doktora koşacak insan, ‘‘Hálá sağlıklıyım’’ diye.
***
Eğer kadınsanız hele... İki kere 40'ı geçtiniz demektir. Zira bir de kocanızın gitme vakti gelmiştir. Yok, öteki tarafa değil, öteki kadına. Şimdi ‘‘Sen de moral bozuyorsun’’ diyeceksiniz. Ama ben ‘‘Erkeğin hayırlısı tez günde toz olanıdır’’ diye düşündüğümden...
Fakat hakikaten erkeklerin gitmeleri kadının 40'lı yaşlarına denk geliyor. Bir sürü mektup alıyorum... ‘‘Tam hastalıkla boğuşurken eşim de beni terk etti.’’
‘‘Ben kadının genç ve sağlıklı olanını severim.’’
Erkek kısmının da dediği bu. Ne yapacaksınız.
***
Parmak uçlarım delik deşik.
Gazeteyi okuyorum, yallah eczaneye. ‘‘Pıt’’ deliyorlar, ‘‘şak’’ söylüyorlar şekerimi, kolesterolümü.
Normal çıkıyor gerçi ama ben inanmıyorum. ‘‘Siz gazeteden daha mı iyi bileceksiniz’’ dedim geçen gün eczacıya. Bazen de ‘‘Aletiniz bozuk’’ diye kavga ediyorum. Evde mezura yok. Olsa obez olup olmadığımı da anında anlayacağım. Bel çevresinden çıkıyor biliyorsunuz. 75 santimse manken, 76 santimse obez sayılıyorsunuz. Vallahi abartmıyorum, kıl payı fark var arada.
***
Diyeceğim, tıp çok ilerledi.
Adeta her bir organımızın yerinde aslında birer saatli bomba bulunduğunu iyice anladık. Şimdi bunun moral bozmaktan başka neye yaradığını anlamaya kaldı iş.
Geçen gün birisi, doktorların önemli hastalıkları atlatamadıklarından bahsetti. Neyin ne olduğunu, nereye varacağını çok iyi bildiklerinden moralleri sıfır oluyormuş zira. Anlata anlata, yaza çize bizi de kendilerine benzetecekler. Korkum bu.
MIŞ-MUŞ
Moda dünyası, ayakkabının burnunu tartışıyormuş.
Ne var bunda? Irak'a asker göndermeyi tartışsalardı tuhaf olurdu.
*
Lojmanı terk etmeyen 30 milletvekilinin kışın kaloriferleri kesilecekmiş.
Kışı bekleyeceklerine yazın yakacaklardı cayır cayır...
*
Yonca Evcimik star yaratacakmış.
Adaylara, ‘‘Benim yaptıklarımı yapmayın’’ diyecek herhalde.
Yazının Devamını Oku 20 Eylül 2003
Acaba şu ağzından çıkanı kulağı duymayanlar olmasa bizim halimiz nice olurdu?<br> Ne yazar ne çizerdik?
Şükür bu sefer de İsmet Özel yetişti.
‘‘Kadın erkeğin kölesi olmalıdır’’ buyurdu.
Şimdilik tabii. Yarın ne buyurur belli olmaz. Zira kendisi sosyalistken İslami dünya görüşüne geçmiş, yakın bir geçmişte oradan da kopmuştur. Şu anda ne tarafta olduğu meçhuldür. Bir tek kadınların tarafında olmadığı kesindir.
Zaten adam gibi adam kıtlığı var ortada, İsmet Özel'i de böyle kaybettik.
*
Fakat bir yandan da hak vermiyor değilim kendisine.
Yok, kölelik hususunda değil, başka şeyler de söylemiş de...
Misal, ‘‘Her şey cinselliktir’’ demiş.
Haklı bence.
Her ne kadar ısrarla aksini savunsak da söylenenler süslü laflar olarak havada asılı kalmakta, pratikte çeşitli vesilelerle Hanya'yı Konya'yı görmekteyiz.
Bir misal daha...
Zamanında sevdiği kızın kendisiyle evlenmemesi nedeniyle kadınlara hınç duyuyormuş.
Duyar duyar...
İnsan ister istemez etkisinde kalıyor yaşadıklarının. Ben de bir zamanlar sokak kedilerine mama dağıtırken erkek kedileri pas geçiyordum ki ne kadar hayvansever olduğumu bilirsiniz.
Hepimiz yaparız birinin suçunu bir kesime mal etme yanlışlığını. Bir İzmirliden kazık yemiştir biri, ‘‘İzmirliler yaramaz’’ der geçer.
Dünya hınç duyulan topluluklarla doludur.
‘‘Politikacı milleti...’’
‘‘Falanca takımın taraftarları...’’
‘‘Yazar çizer kısmı...’’
İsmet Özel'inki de bunun gibi bir şey işte. İnsandır ne yapacaksınız.
Sonra şu da var:
Dövenlerin, sövenlerin...
Aldatıp da gidenlerin...
Büyük ihtimalle hınçları falan yoktur kadınlara.
Keşke olsa... Elle tutulur bir mazeretleri olurdu hiç olmazsa.
İsmet Özel'in bir şey yaptığı yok. Konuşup oturuyor. Ötekilerden evladır.
Ama kölelik hususu...
Olacak iş değil İsmet Bey'cim.
Hıncı biraz abartmışsınız.
*
Bari bir faydası olsa
‘‘Erkekseniz teker teker gelin’’ diyeceğim ama, bunlar erkek olmadıklarından bir mana ifade etmeyecek.
Neyse... Geçen hafta bu konudaki ciddi fikrimi belirtmiştim, bu sefer olaya başka pencereden bakayım diyorum.
Kaset patlaması yaşıyoruz.
Milletçe daha birincinin tadını çıkaramadan öteki geldi.
Gerçi ikincisinde popüler birileri yok. Kim tanır Sultanbeyli Belediye Başkanı'yla Özel Kalem Müdürü'nü? Oranın halkıyla, partililer.
Fakat yine de gazetelerde fazlasıyla yerini aldı. İçinde seks olsun yeter ki. İki sümüklü böceğin çiftleşmesi bile olabilir.
Bizim kadar bu işlere meraklı bir toplum yoktur. Okuruz, seyrederiz, gözetleriz, dilimizden düşürmeyiz...
Bir kahvenin önünden geçin kadın olarak... Zannedersiniz içeride ‘‘Yurttan Eros'lar Topluluğu’’ var.
Fakat uygulamadaki başarımız için bir şey diyemeyeceğim.
‘‘Nereden biliyorsun herkesin seks hayatını?’’ diyeceksiniz.
Tahmin ediyorum.
Kişilerin, cinsel hayatına ayna olabilecek bir sürü davranışı vardır. İnanmazsanız sosyologlara, psikologlara sorun.
Şimdi, diyeceğim şu:
Şantaj falan kötü tabii. Ama ‘‘Her şerden bir hayır doğar’’ tezinin bu hususta da doğrulanmasını canı gönülden diliyorum.
Seyretme şansına erişenleri bir adım öne götürecek icraatlar mevcuttur inşallah kasetlerde.
Yok, ‘‘Bizim oğlan bina okur, döner döner yine okur’’ misali görüntülerle doluysa, iki kere yanarım bu işe.
MIŞ-MUŞ
Aydın Menderes DYP'ye dönmüş.
Aydın Bey durduğu yerde dursa, memlekete faydası dokunacak lakin şehirlerarası otobüs gibi adeta.
Öğrencilere dağıtılan ilkokul ders kitapları imla hatalarıyla doluymuş.
İyi, çocuklar ileride köşe yazarı falan olmaya kalkarlarsa yadırganmazlar hiç olmazsa.
Evlilik artık ‘‘kutsal’’ değilmiş.
İçinde porno, şiddet, aldatma, kin olan şey nasıl ‘‘kutsal’’ oluyordu anlamıyordum zaten.
Birlikte alışverişe çıkan çiftlerin 72 dakika sonra ayrılması şartmış.
Ne sloganlar çıkar buradan...
‘‘Ya ayrıl ya ayrılırsın!’’
‘‘Saatini kur, yuvanı kurtar!’’
Yazının Devamını Oku