13 Kasım 2003
<B>GAZETENİN </B>TV sayfasında, kanalların günlük program akışının yer aldığı tablonun başında, <B>‘‘Dakika dakika ramazan ekranı’’</B> yazdığını, yanında bir de davulla tokmak resmi olduğunu görürseniz ne düşünürsünüz? Ben ‘‘Kanallar 24 saat ramazanla ilgili program yapmaya başladılar herhalde’’ dedim.
Sonra baktım, a, bildiğimiz her zamanki şeyler. Diziler, filmler, yarışma programları, spor, şu bu... Fakat ‘‘Formaliteler Cumhuriyeti’’ vatandaşı olarak ramazan için yapılacak ya illa bir şeyler... Sayfayı hazırlayan arkadaş bula bula bunu bulmuş demek.
Hani gece olup da yatağa girdiğinde iç sesi ‘‘Bugün ramazan için ne yaptın?’’ diye sorarsa, ‘‘Her zamanki programların üzerine 'Dakika dakika ramazan ekranı' yazdım’’ diyecek.
***
Ekranda Muazzez Ersoy.
Çok beğendiğim yanık sesiyle şarkılar söylüyor. İyi, güzel.
Fakat elbisesi... Kátibimin karısı. Bir tek fırfırlı şemsiyesi eksik. Hani sap omuza dayanıp döndürülür ya... Bilmiyorum, belki bir sahne önce o da vardı. Yanında mankenler... Onlar da aynı. Konuklar da... Hep ramazan münasebetiyle tabii.
Artık ne demek istiyorlarsa...
‘‘Ramazan, Nuh Nebi'den kalma bir şeydir’’ diyorlar herhalde.
Sahi neden daima geriye gitme ihtiyacı duyulur ‘‘ramazan’’ denince?
Benim bilmediğim bir durum mu var?
Cehaletimi mazur görün, yoksa ramazan bir gelenek midir?
Onun için mi içinde bulunduğu dönemin şartlarından soyutlanır?
Kantoyla doğmuş kantoyla mı sürecektir 100 sene sonra bile?
Kantoyu sevmediğimden değil. Her daim söylensin... O başka mevzu.
Bir gün önce Tarkan'ın şarkılarıyla kıvırırken aniden feslerin giyilmesini anlayamıyorum.
Belli bir döneme mi aittir ramazan? Nostaljik bir şey midir?
Neden yanında fesiyle, macunuyla, peçesiyle, fırfırlı şemsiyesiyle gelir?
‘‘Ramazan pidesi’’ gibi ‘‘ramazan şarkısı’’, ‘‘ramazan elbisesi’’, ‘‘ramazan şapkası’’, ‘‘ramazan şemsiyesi’’ de mi vardır benim bilmediğim?
Hadi bizde yaratıcılık sıfır olduğundan, bir de gaile çokluğu nedeniyle ruhsuzlaştığımızdan eski ramazanlara alternatif üretemedik diyelim... Bari hakikaten sıkı bir eski ramazan eğlencesi yapın yapacaksanız.
Ama böyle laf olsun diye...
Özel olarak hazırlanmış gibi de özel olmayan...
Okul müsameresi ayarında...
Ucuz işler yapmayın.
Ayıp oluyor ramazana.
MIŞ-MUŞ
Bakü-Ceyhan Petrol Boru Hattı Projesi'nde, hattın geçeceği dağlardaki ayılar bile düşünülmüş.
Ne o? Kıyısına armut ağacı mı diktiniz?
*
Prof. Şengör, Marmara fayının kuzeyinin (Yani İstanbul'un güney kıyılarının) depreme dirençli olduğunu söylemiş.
Bu Şengör, 17 Ağustos'tan beri ‘‘İstanbul yerle bir olacak’’ diyen zat değil miydi?
***
Halkı zeki olan ülke zenginleşiyormuş.
Kalkınamamanın suçunu bize yükleyecekler anlaşılan.
Yazının Devamını Oku 11 Kasım 2003
<B>ŞU </B>yaşlı dünyamızdan ne krallar, ne prensesler, ne başkanlar gelip geçti. Fakat aralarında <B>Prens Charles'</B>la rahmetli eşi kadar aklı şeyine kaymış iki kişi daha var mıydı bilmiyorum. Gerçi kimse bizim padişahların eline su dökemez... <B>Clinton </B>var bir de... Ama ben yine de karı-koca birinci ilan ediyorum bunları. Yememiş içmemiş, sevişmişler. Zaten bakınca belli oluyor. Charles'ın kakiti çıkmış. Diana da öyleydi. Artık yata yata kasları mı eridi, aşırı jimnastikten mi?..
Kolay iş değildir yani. Hani kırk yıllık karı-kocalar arasında olunca uzaktan bakana tam o sırada sobadan zehirlenmiş de öylece kalakalmış intibaını verse de yeni partnerle durum farklıdır ki bu ikisinin iki kere üst üste aynı insanla yattıkları görülmüş değil.
Bilmiyorum, medyanın yalancısıyım.
Görülmüş deyince... Bunların seks hayatı er mektubu gibi. Kıçlarında damgaları eksik bir tek... ‘‘Görülmüştür.’’ Şahitsiz yattıkları olmamış. En ince ayrıntısına kadar kitap yazan yazana baksanıza...
Gerçi görüyorduk, Diana her zaman halkın içindeydi, kibir yoktu kadıncağızda ama insan hiç olmazsa kocasını aldatırken girer dört duvar arasına. Tabii bunlar İngiliz; ataları ‘‘İbadet de kabahat de gizli olur’’ diye not bırakıp gitmemiş.
***
Bir de ‘‘İngilizler soğuk olur’’ derler. Böyle kan kaynaması biz Akdenizlilerde bile yok. Uşak, bahçıvan falan ayırmıyor kan; her daim fokur fokur. Hatta kaynaya kaynaya biraz bozulmuş Charles'ınki.
Sakın eşcinsellere karşı olduğumu düşünmeyin. Hatta belki doğru olan budur diye düşünüyorum. İleride herkesin geleceği nokta bu olabilir. Ve ‘‘ilerisi’’ için ‘‘Yarın artık bugündür’’ de diyebiliriz etrafa bakınca...
Karıdan/kocadan sıkılıp başka birine meyletmeyi de anlıyorum. Olur olur, insanız.
Fakat bunların durumu böyle değil. Bunlar pire gibiler adeta. Hani pire gecede kırk yorgan dolaşırmış ya... ‘‘Kimdir?’’ diye baktıkları yok. Erkek, kadın, uşak, aşçı... Arada birbirlerine denk geldikleri de oldu demek ki çocuklar doğdu.
‘‘Kraliyet Ailesi’’ dendi mi eskiden pembe tayyörlü, kuş yuvası gibi şapkalı kadınlar gelirdi aklıma. Şimdi... Nereden nereye.
Bunların yaptığı devrimi kimse yapamadı aslında. Hayır, devrim değilse nedir sorarım size. Bin yıllık imajı yıkıp yerine yenisini koymak... Nedir?
İmajlar kolay yıkılmıyor biliyorsunuz. Mankenler olsun, sosyete olsun, kızlar dört koldan uğraşıyorlar fakat hálá Türkler'i fesli biliyor dünya.
Diyeceğim, zorun başarılması açısından bakınca rahmetliyle Charles'ın yaptıkları takdire şayan bir iş olarak görünüyor. İki skandal daha duyulursa sarayın kapısına kırmızı fener assınlar artık.
***
Son olarak, iyi ki bizde uşaklık müessesesi yok. Dikkat ettim, her yataktan bir iki uşak çıktı. Belki de bizim devlet büyüklerinin cinsiyetsiz sayılacak kadar seksten uzak görünmelerinin nedeni, ortalıkta uşak olmamasındandır. Yok işte, yetişmiyor bu topraklarda. Atatürk bile, ‘‘Bu millete her şeyi öğrettim, bir uşaklığı öğretemedim’’ demişti.
Fakat uşaksızlığa rağmen aşk meşk işine kalkışan bir iki kişi olmuştu. Hepsinin siyasi hayatını bitirdik çok şükür. Hatta birini astık.
Neyse, konuyu saptırmayayım.
Ben esas, Prens Charles bir de bizim Tayyip Erdoğan'ımız gibi yakışıklı olsaydı ne olacaktı diye düşünüyorum. Saraydan çıkar dünyaya açılırdı herhalde. Lakin Allah günah yazmasın, pek çirkin. Mecburen hizmetlilerle idare etti demek. Ne yapsın uşakçıklar, işten olmak var.
MIŞ-MUŞ
Kadınlar, kır saçlı erkekleri seviyormuş.
Adamın saçı kırlaşana kadar cebi dolduğundandır.
*
Türk sineması 89 yaşındaymış.
Esas haber 89 senedir emekliyor olması.
*
Sağlıklı yaşam için kakao içmeliymişiz.
Pşşşt... Yemezler. Yarın 180 derece dönersiniz siz.
Yazının Devamını Oku 9 Kasım 2003
<B>NE </B>yapsanız çaresi yok.<br><br>Ayıplayın... Cezalandırın...
Tehdit edin...
Kızın...
Yazın çizin...
Yok işte!
Toplum bir yandan...
Yasalar bir yandan yapışsın yakasına...
Nafile!
Giyinin kuşanın...
Sürün sürüştürün...
Silikonla büyüttürün...
I-ıh.
Neticede HOROZ, KÜMESTEKİ YENİ TAVUĞA DAHA ÇOK SPERM AYIRIYOR.
İşte bu kadar!
Ben demiyorum, bilim adamları diyor.
* * *
‘‘Benim kocam/sevgilim horoz mu?’’ diyeceksiniz...
Evet, horoz.
Erkek kısmının insanı hayvanı yok. Bakmayın birinin pantolon giydiğine... Fiziksel farklılıktan o. Yoksa kimya aynı kimya.
Hepsi yeni dişiye daha çok sperm ayırıyor.
Doğaya karşı gelemezsiniz.
‘‘Ben gelirim’’ diyorsanız rica edeyim o zaman önce şu depremlere mani olun. İnsanlık álemine bir faydanız dokunur hiç olmazsa. Bilahare horozun icabına bakarsınız.
Kümese yeni tavuk sokmamayı becerebilirseniz... Ki bu, yeryüzündeki bütün tavukları yok etmek anlamına geliyor. Çünkü biri bir yerden yolunu bulup girecektir er geç.
‘‘Elimi kana bulamayayım’’ derseniz horozu bir hücreye kapatacaksınız o zaman. Yem, su, bir de siz. O kadar.
Bu da mı zor?
O halde kabul edeceksiniz.
HOROZ, KÜMESTEKİ YENİ TAVUĞA DAHA ÇOK SPERM AYIRIYOR.
* * *
Ne yapacaksınız... Kabahat sizde değil.
Ne nasıl göründüğünüzle, ne neyi nasıl yaptığınızla ilgisi var...
Sadece ‘‘yeni’’ değilsiniz.
Ama kime göre?
Yıllanmış horozunuza göre.
Yoksa sizin de ‘‘yeni’’ olacağınız kümesler vardır elbet.
E, Mevlám dert vermiş, beraber derman vermiş, görüyorsunuz.
MIŞ-MUŞ
THY, İstanbul-Ankara arasında indirim yapmış.
Bolu'da indirecek herhalde.
Japonlar, işaretparmağı kulağa götürülünce karşıdakinin sesinin duyulduğu cep telefonu geliştirmişler.
O da bir şey mi... Yakında bizim başparmağımızda tuşlar belirecek.
Avukat Kezban Hatemi, ‘‘İntikam almak için aldatan ahlaksız kadınlarla uğraşıyorum’’ demiş.
Demek herkesin talihsiz bir laf edeceği bir günü var ömrünün bir yerinde.
Fransız gazetesi, Erdoğan hükümeti için ‘‘Light İslamcı’’ tanımını kullanmış.
‘‘Light’’a sevinirken ‘‘İslamcı’’yı atlamayın ha!
Kadınla basit bir sohbet bile erkeğin testosteron oranını artırıyormuş.
Zavallıcıklar! Aklı başında bir dakikaları bile yok. Fakat bir yandan şöyle de denebilir: ‘‘Kayırma’’ mevzuu insan icadı değil görüyorsunuz, doğada var.
Yazının Devamını Oku 6 Kasım 2003
<B>KÜÇÜK bir esnaf</B> ya da <B>sanatkár</B> veya bir tüccar, Bağ-Kur'dan emekli olup, işine devam ettiğinde, her ay, sosyal yardım zammı da dahil tahakkuk eden emekli aylığından yüzde 10 <B>‘‘Sosyal Güvenlik Destek Primi’’</B> kesintisi yapılıyor. Bir işçi SSK'dan, memur da Emekli Sandığı'ndan emekli olup, bir işyeri açıp çalışmaya başlarsa, bu işçi ve memur da, her ay emekli aylığının 43 milyon 506 bin 930 lirasını geri ödüyor (Bağ-Kur Kanunu, Ek Md. 20). Ödeme tutarı Nisan 2004'de daha da artacak.
ŞİRKET ORTAĞINA YOK
SSK'dan ya da Bağ-Kur'dan emekli aylığı alan kişi; bir holdingin, trilyonluk cirosu olan bir anonim şirketin ya da limited şirketin ortağı olunca, durum değişiyor. Bu kişilere, emekli aylığı bağlandığı durumda, ortaklığa veya çalışmaya devam ettikleri halde, emekli aylıklarından herhangi bir kesinti yapılmıyor. Kesinti yapılmadığı gibi, kendilerinden ‘‘sosyal güvenlik destek primi’’ ödemeleri de istenilmiyor.
Nedenine gelince, holding şirketlerin ya da diğer şirketlerin ortaklarının elde ettikleri gelir ‘‘menkul sermaye iradı’’ sayılıyor. Menkul sermaye iradı geliri elde edenler de, kapsam dışı bırakılmış. Öte yandan, esnaf, sanatkár ya da tüccarların geliri ‘‘ticari kazanç’’ sayıldığı için, emekli olup işyeri açtıklarında veya işlerine devam ettiklerinde, emekli aylıkları kesintiye tabi tutuluyor.
EMEKLİ TRİLYONERLER
Yazımızda, SSK'dan ya da Bağ-Kur'dan emekli trilyoner işadamlarından sözettik. Bazı okurlarımızın ‘‘Hadi, Bağ-Kur'u anladık ama trilyoner bir işadamı, SSK'dan hiç emekli olur mu?’’ diye düşüneceklerini tahmin ediyorum.
Oluyorlar efendim. Mevzuat buna müsait... Örnek mi? Hangi birisi o kadar çok ki... İşte SSK emeklisi ya da SSK'lı işadamlarından birkaçı;
Erol Sabancı (SSK emekli aylığı tahsis no:2/789510), TOBB Eski Başkanı Fuat Miras (SSK emekli aylığı tahsis no:2/650461), Halis Toprak (SSK emekli aylığı tahsis no:2/1252354 Vakıfbank Hasanpaşa Şb./İST.), Can Kıraç (SSK emekli aylığı tahsis no:2/1575407 Halk Bank Üsküdar Şb.), Refik Baydur (SSK emekli aylığı tahsis no:2/350688), Enver Ören (SSK emekli aylığı tahsis no:2/1207879).
SSK sicil numaralarını bulabildiğimizden bazılarının da, adı ve parantez içinde SSK sicil nosu aşağıdaki gibi.
Halis Komili (7755530), Halit Narin (502718), Sakıp Sabancı (1171475), İshak Alaton (4949706), Ayduk Koray ((844681), Özer Uçuran Çiller (4025983), Halil Bezmen (655771), Faruk Süren (5359534).
Liste uzayıp gidiyor...
Şu andaki mevzuat, trilyoner işadamlarını bile SSK'dan emekli edebilen bir mevzuat. Sonuç olarak, böyle bir olanak var, işadamı da olsalar hatta trilyoner de olsalar, bunu değerlendirmişler. Olay bu...
Bize göre asıl sorun, küçük esnaf ve sanatkárın serbest meslek erbabının ya da tüccarın emekli aylığından, maaşın neredeyse beşte biri kadar kesinti yapılırken, holding şirketlerin ve diğer şirketlerin emekli aylığı alan ortaklarından, bir lira dahi kesinti yapılmamasıdır.
Eşit ve adil olmayan bu sakatlığı, acilen düzeltmek gerekiyor. Bizden uyarması...
Yazının Devamını Oku 6 Kasım 2003
<B>KİM </B>anlattı, nereden duydum, olayın kahramanı kimdi, dahası hakikaten var mı böyle bir şey, yoksa uyduruyor muyum bilmiyorum. Ama şöyle bir şey var hafızamda: Bir edebiyatçıydı galiba... Önceleri şiir yazmaya soyunmuşken Nazım Hikmet yüzünden vazgeçmiş bu sevdadan. Sebebi, hiçbir şairin Nazım Hikmet'in dediklerinin üstüne çıkacak bir laf etmesinin mümkün olmayacağına inanması...
Ben şiirden anlamam. Buna şöyle kanaat getirdim: Beni damardan vuran şiirleri kendini bilirkişi ilan etmiş kişiler yerden yere vuruyorlar. Demek anlamıyorum. Onun için yukarıda anlattığım anekdotla ilgili yorum yapacak halim yok. Zaten bu amaçla girmiş değilim bu konuya.
Çetin Altan'ın bir yazısını okudum geçenlerde. Ve kendimi nasıl hissettimse aklıma o edebiyatçı geliverdi.
Hani aşk, kadın-erkek ilişkisi üzerine yazıp duruyoruz ya hepimiz ha bire... Çetin Altan 38 yıl önce demiş diyeceğini. Zaten kanaatimce o da benimle aynı fikirde ki çömezlerin ağzını kapatmak için 38 yıl önceki yazısını çıkarmış vurmuş köşeye.
Olayın bir başka boyutu da şu:
Biz bir ağızdan günümüzdeki aşksız beraberliklerden şikáyet edip duruyoruz. Meğer 38 yıl önce de durum farklı değilmiş. Ortalık çoktan bozulmuş.
Gençler temize çıktılar böylece. Katil olmadıkları anlaşıldı en azından. Olay mahalline geldiklerinde ceset ortadaymış.
Neyse... Söz söylenmez ustanın sözü üstüne. Bundan sonrası Çetin Altan'ın, ‘‘Çalışmak ve Sevişmek’’ adlı yazısından...
***
‘‘...Kadın da hayatın en önemli şeyi değilse, önemlilik sözcüğü anlamsız kalır hayatta.
Ne çare ki, kadın da erkek de bu kadar tatlı, bu kadar vazgeçilmez bir hikáyeyi karşılıklı rezil etmişler ve karşılıklı birbirlerini mutsuzluğa mahkûm etmişlerdir.
.............
Sevmediğin erkek ve sevmediğin kadınla, karın doyurmak için sevmediğin yemeği yemek gibi sevişmek; hızlı çıkılmış bir merdiven solumasından başka bir şey değil midir sanki?
Ve merdiven bitince, insan o kadar yabancılaşır ki birbirine, içine adeta bir sıkıntı ve bunalma çöker.
Ama aşk, gerçek aşk, gerçek aşkın sevişmesi... Pek az insana nasip olacak kadar, bütün insanlığın ömürler boyu aranıp tarayıp da kolay kolay bir türlü bulamadığı tek ve tek mutlak mutluluk...
O kadar arandıkları halde, neden bulamazlar bu mutluluğu insanlar? Evlenme yükünün hantal ağırlıkları; mutlulukları kıskananların, mutluluklara engel olmak için yaptıkları baskılar; kadınların aşkın tadını çıkaracaklarına, aşığın canını çıkarmaya kalkacak kadar karşı cinse ezik ve hırçın olmaları; erkeklerin kadınları eşitlik dışı görecek kadar basit ve ilkel kalmış bulunmaları...
Binbir türlü saçma sapan pislik asidi ki içinde mutluluk şekillenmeden erir, kaybolur.
...............
Zenginlerin ise çokçası, tam aradığını bulamadan, bir doyup tıkanıvermişlik vardır içlerinde. Sahte nezaket ve suni heyecanlarla, bunu yutmuş görünen kadınların bir garip oyunudur onlarınki... O çevreden de pek az çıkar gerçek aşk.
.............
Mutluluğun tılsımı, sevdiğin işte doya doya çalışmak ve sevdiğinle doya doya sevişmektedir...’’
MIŞ-MUŞ
Enflasyon 28 yıl geriye gitmiş.
Fakat heyhat! Üşenmedim araştırdım, 28 yıl önce de enflasyondan şikáyetçiymişiz.
*
Erdoğan ‘‘Ben mutlu bir başbakanım’’ demiş.
Kendisine Müslüman!
*
Pınar Altuğ, Tony'yi itiraf etmiş.
Daha yeni mi? Neredeyse ayrılmaları yaklaştı ayol!
Yazının Devamını Oku 4 Kasım 2003
<B>GAZETEDE </B>köşen olmuş...<br><br>Kitabın çıkmış...<br><br>Hepsi fasa fiso. Tutmuş bir televizyon dizisinde ufacık da olsa bir rolün var mı, ondan haber ver.
Kapadokya'da yaşanan Asmalı Konak çılgınlıklarını duyuyordum da tahayyül sınırım mertebesini anlamama yetmiyordu. Dicle'nin sürmesinin, Sümbül Hanım'ın başörtüsünün kapış kapış gittiğini falan tam şeyttiremiyordum.
Şimdiyse meselenin boyutunu gayet iyi kavramış bulunmaktayım. Biliyorum ki her şey olabilir, her biri için ölümü göze alanlar bile çıkabilir.
***
Peki nasıl bu noktaya geldim?
Şöyle oldu efendim:
Geçtiğimiz cuma ve pazar günü TÜYAP'a kitap imzalamaya gittim ya... Özellikle cuma günü ziyaretçilerin neredeyse tamamı öğrencilerden oluşuyordu. Başlarında öğretmenleri, otobüslere doluşmuş gelmişlerdi.
Çocuklarla kitaplar arasında bir yakınlık kurulması açısından pek takdir edilesi bir davranış okulların yaptığı...
Fakat heyhat...
Kim takar kitabı?
Bütün çocuklar bir ağızdan ‘‘Artı’’ diye bağırarak peşime düştüler, başıma üşüştüler.
‘‘Artı’’, ‘‘Hayat Bilgisi’’ adlı dizide benim ve kızım Sevda'nın dilimize pelesenk ettiğimiz bir sözcük.
Demek bir de o özendikleri, taklit ettikleri gençlerden biri olsaydım...
Vah vah vah!
Ben bu köşede yüzlerce önemli laf ettiğimi düşüneyim... Hiçbirinin bir ‘‘Artı’’ kadar hükmü olmasın ha?
Tamam, hadi onlar çocuk... Kitabımı imzaladığım büyüklere ne demeli? Biri de diziden laf açmasa ya...
Yıllardır bu işlerin içindeyim, vallahi bilmiyordum televizyonun bu kadar önemli olduğunu.
***
Diyeceğim gönüllerde taht kurmak istiyorsanız, televizyondan sağlamı yok. Hiç vakit kaybetmeyin başka kulvarlarda.
Yaza yaza, çize çize bir yere varamazsınız.
Ha, illa yazacaksanız da aşk hususunda yazacaksınız. Kadın erkek ilişkisi üzerine... Aldatma falan.
Artık nedendir bu meyil, bilinmez.
Hayır, okuya okuya öğrensek bari. O da yok. Gittikçe batıyor aşk hayatımız. Akıl verenler, parmak basanlar, tecrübesini aktaranlar çoğaldıkça geri geri gidiyoruz.
Netice olarak,
Ya bir diziye kapak atacaksınız, ya da okura temcit pilavını kaşıklatacaksınız. Budur.
MIŞ-MUŞ
Prenses Diana'nın mezarı açılacakmış.
Bakacaklardır, içeri adam almış mı diye...
*
Kuşların ‘‘kuş beyinli’’ olmadığı anlaşılmış.
Araştırdığı hiçbir konuda iki sefer üst üste aynı neticeye varamayan insanoğlunun ise ne beyinli olduğu henüz anlaşılamadı.
*
Halk tepki gösterince Ata'nın heykelinin boyu 17 santim uzatılmış.
Olmak ya da ‘‘gibi olmak!’’ İşte bütün mesele bu.
*
Erkekler ağlasaymış şiddet kalmazmış.
Lakin mış muş...
Yazının Devamını Oku 2 Kasım 2003
<B>OKUSAM </B>da anlamadığım için gazetelerin ekonomi sayfalarını hızlı hızlı geçiyorum. Şöyle bir başlıklarına bakarak... İşte o sırada gözüme çarptı Arçelik'le ilgili haber. ‘‘Arçelik, mobilya ve GSM'de büyüyecek.’’
Ben artık dört gözle giyim kuşam işine girmesini bekliyorum. Geçen gün baktım bir tek kıyafetlerim Arçelik değil.
Şimdi bu yazı reklama girer mi?
Girerse girsin. Bir marka doğduğum gün hayatıma girmişse ve hálá çıkmamışsa hak etmiştir artık.
Tost yapılacak, o... Portakal sıkılacak, o... Çamaşır yıkanacak, o... Yemek pişecek, o. Ütü yapılacak, o... Su kaynatılacak, o... TV seyredilecek, o... Ortalık süpürülecek, o... Bulaşık yıkanacak, o... Su soğutulacak, o... Çay kahve yapılacak, o...
Aaaa, yazarım arkadaş ben bunu!
Şehirler, evler, işler, eşyalar, arkadaşlar, sevgililer değiştirdim bir o kaldı hayatımda. Biri gitse öteki geliyor yerine.
Hiçbir şey, hiç kimse böyle dört koldan, ne dördü kırk dört koldan, girmedi hayatıma.
Bir tane bile olsun Arçelik ürünü bulunmayan tek hane var mıdır şu topraklarda merak ediyorum. Hem fakirin hem zenginin evine giren tek ortak markadır herhalde. Aynı zamanda hem İzmirlinin, hem de Karslının...
Görürsünüz bunlar yakında tabut işine de girerler. Ben sloganı buldum bile:
‘‘Mezara kadar Arçelik.’’
Düşünüyorum da başka ne var öyle beşikten mezara kanımıza iliğimize işlemiş...
Süleyman Demirel mesela...
O da Arçelik gibi. Artık iyi mi kötü mü diye sorgulamak gelmiyor aklıma. Alışkanlık öyle açık ara ile önde ki... Halbuki ne vınlamalar benim bulaşık makinesinde... Ne çağlayanlar buzdolabının arka duvarında...
* * *
Şimdi ‘‘Nereden esti bu yazı?’’ diyenler olacaktır.
‘‘Esme’’ hususunda haklısınız. Esti hakikaten. Daha önce hiç düşünmemiştim bu konuyu. Birden, yazının başında sözünü ettiğim o haberi okuyunca fark ettim kuşatmayı.
Evet evet, kuşatma...
Memleketin bütün mutfaklarına girilmiş, bütün banyolarının istila edilmiş olduğunu görünce... Hem de yıllardır... Oturup bu yazıyı döşenesim geldi. Hepsi bu. ‘‘Takdirle karışık bir ‘imdat' durumu’’ diyebiliriz kısaca.
DUYURU, TAVSİYE, ÇAĞRI!
Biliyorsunuz Beylikdüzü’nde Kitap Fuarı var. Bugün son günü. Gidip kitapları elleyin, arkasını çevirip okuyun, içini karıştırın. Belki alırsınız da birkaç tane.
Ziyaretinizi 15.00 ile 17.00 saatleri arasına denk getirirseniz Epsilon Yayınları standında bana rastlayabilirsiniz. Kitaplarımı imzalıyor olacağım.
MIŞ-MUŞ
Ekonomik düzelme, starların ekstra ücretlerine yansımış.
Geriye kaldı vatandaşa yansıması.
Şenay Akay, bugüne kadar toz kondurmadığı kocası için ‘‘Benim paramla beni aldattı’’ demiş.
Toz, bulut halinde inmiş.
CHP, yerel seçimde AKP'ye karşı İstanbul'da Gürtuna'yı aday gösterecekmiş.
AKP'nin gözü aydın! Gürtuna da değirmene doğru yola çıktı demektir.
Yazının Devamını Oku 1 Kasım 2003
Bundan 10 yıl falan önceydi galiba... Ajda Pekkan'la dostluğumuz şimdiki gibi değildi. Karşılaştığımız yerde selamlaşıp hal hatır sormanın ötesinde bir samimiyetimiz yoktu henüz. O zamanlar da yaptırdığı estetiklerle ilgili bin türlü tevatür vardı ortalıkta. Hepsi de abartılı tabii. Hani ‘‘göbek çukuru çenesine çukur olmuş’’ gibi şeyler...
İşte o günlerde bir konserde gördüm kendisini, önümüzdeki sırada oturuyordu. Yanımda kimler vardı hatırlamıyorum, ‘‘Boynunu gerdirmiş, fazla deriyi ensesinde topuz yapmışlar’’ dedi biri. Görmeye çalıştık, hakikaten öyle mi diye.
Nasıl utanıyorum şimdi... Özür dilerim Ajda'cım.
E, Allah büyük!
Ne oldu, bilin bakalım?
Hemen söyleyeyim, geçen hafta gittim boynumu gerdirdim.
Gerçi bunu böyle uluorta söylemem teamüle aykırı; estetikle ilgili her durumun bir ‘‘kod adı’’ var biliyorsunuz...
Baldır bacaktan yağ aldırma, ‘‘Menisküs’’,
Burun kaldırtma, ‘‘Deviasyon’’,
Yüz gerdirme ‘‘Genç sevgili yaradı’’ oluyor.
Boyun gerdirmeye de bulunur uygun bir şey.
*
Tamam, dobrayımdır falan da... Yine de kadınlığı elden bırakacak değilim.
Vallahi boynumun durumunun yaşla pek ilgisi yoktu. Zira hiçbir yaşıtımda öyle boyun görmedim. Benden büyüklerde de görmedim. Ablamda bir şey yok mesela... Hatta annemde bile yok. Boyun hususunda ben annemin annesi gibi duruyordum.
Diyeceğim, gereğinden fazla bir yıpranma vardı. Yüzüm dahil, vücudumun diğer kısımlarıyla boynum denk değildi, almış başını gitmişti.
Bakın ‘‘yılların parmağı yok işin içinde’’ demiyorum. Lakin güneş (günde 8 saat yattığımı bilirim), solaryum, sigara, çocukluğumdan beri her gece yattığım yerde kitap okuma (deneyin bakın, boynunuz ne hal alıyor; ben bunu yıllarca her gece aksatmadan yaptım), yanlış pozisyonlarda uyuma, vs. derken yılların yıpratma kapasitesini artırmıştım.
Fakat yine de niyetim yoktu ameliyata falan. Ameliyat korktuğum bir şey çünkü. Hayati bir mecburiyet söz konusu olunca tamam da... Böyle keyfi, zordu benim için.
Eş dost teşvik etti, eksik olmasın.
Hani güzellik yarışmalarına gizlice kızının, kardeşinin, şusunun busunun fotoğrafını gönderen yakınlar vardır, benimki de biraz öyle oldu.
Bir arkadaşım ‘‘Sahneye çıkıyorsun, dizilerde oynuyorsun; evde oturanlar bile yaptırıyor bu işi’’ dedi.
Öteki, ‘‘23 yaşında kızlar, ellerinde benzemek istedikleri birilerinin fotoğraflarıyla gidip yeniden yapılandırıyorlar kendilerini; sen alt tarafı boynundaki fazla deriyi aldıracaksın’’ diye yüreklendirdi.
Neticede kalktım doktora gittim. İsmail Kuran'a.
Meğer durduğum kabahatmiş.
Pazartesi ameliyat oldum, perşembe dizi çekimine gittim. İki kulağımın arkasında iki minik dikiş, o kadar. Ne morluk ne bir şey...
‘‘Öğle tatilinde estetik’’ dedikleri kadar var hakikaten. O raddeye gelmiş bu işler. Hiç korkmayın karada ölüm yok artık hiçbirimize.
Ha unutmadan, tam bayılma da yok. Konuşa konuşa oldum ameliyatı ki benim için çok önemli. Her şeye dayanırım, bir saat bile olsa konuşmamaya asla!
*
En çok yönetmen arkadaşlar rahat etti, ‘‘Başınızı eğmeyin Pakize Hanım’’ demekten bir hal olmuşlardı.
Gerçi boynum kırışık görünse ne olacak? Sanki Ortega'nın sınıf arkadaşını oynuyorum da tuhaf kaçacak. Ama anne rolünde bile olsanız sarkan kalkan bir şey görmek istemiyor seyirci.
Bilmiyorum dünyanın her yerinde böyle midir? Sophia Loren'ler falan ha bire ameliyat olduklarına göre durum her yerde aynı galiba.
Uzun lafın kısası artık göğsümü gere gere dolaşıyorum ortalıkta; boynum zaten gergin. (Tam Selami Şahin esprisi oldu.)
Ben şimdi bu işin çok kolay olduğunu gördüm ya Michael Jackson'a benzeyene kadar devam ederim bakarsınız. Yeter ki Allah uzun ömür versin. Onun için de bilim adamları uğraşıyorlar nasıl olsa. İş para biriktirmeye kaldı.
MIŞ-MUŞ
Solda itifak fırtınası esiyormuş.
Daha önce de gördük; sonunda fırtınaya dönüşüp her şeyi koparır atar.
Annelik zekileştiriyormuş.
Çocuktan, kocaya karşı silah yaratmayı beceren kadınları gördükçe inanırım.
Yapılan hesaplamalara göre yemeyip içmeyip telefon faturası ödemişiz.
Yaşam düsturumuz ‘‘Boğazını tut, çeneni tutma!’’
Meğer portakal suyu bekledikçe vitamini artıyormuş.
Bu kaçıncı yanılma durumu bilmiyorum. En iyisi peşin peşin ‘‘bilinenin aksine’’ inanmak galiba.
Cansu Dere aşıkmış.
Bir kez daha çivi çiviyi söküyor.
Yazının Devamını Oku