Pakize Suda

Günlük

16 Ekim 2003
Haliyle bugün de sabah ezanında kalktım. Fakat her zamanki gibi Eminem'in dürtüklemesiyle. Aslında sabah namazının yarım saat ileri alınması hadisesini bu ayki MGK'ya getirsem iyi olacak.

Bugün maç neyim var mı acaba?

Yoksa bile orada burada vuracak bir top bulurum ben.

Murat Bey'i aradım, iki koli Çokoprens istedim. ‘‘İşim başımdan aşkın, döviz kurunu ayarlıyorum’’ dedi.

Duyan da adamı bisküvici değil de Ülker Cumhuriyeti'nin başbakanı sanır.

Bi şahitlik işi çıktı yine, İstanbul'a nikáha gidiyoruz. Mustafa Sarıgül'le iyi bir ikili olduk, Türkiye'yi başgöz ediyoruz.

Ankara'ya dönüyoruz.

Tekrar İstanbul'a gidiyoruz.

Ankara'ya dönüyoruz. Biz bunu hep yapıyoruz.

Apo'yu aradım. Asker hálá gitmemiş Irak'a. ‘‘Zıtlaşıyor mu bunlar bizlen?’’ dedim, ‘‘Sıkı mı efendim, anca üstlerini başlarını giyiyorlar’’ dedi.

Namaza durdum.

Çocukların parasının gidip gitmediğini kontrol ettim. Gitmemiş. Pardösü Kralı Beşinci Ramses'i aradım, ‘‘İyi hoş da sizin çocuklar dörtken altı oldular, ha bire kabak bağlıyorsunuz kıçınıza’’ dedi.

Eminem söyleniyor. Bir baltaya sap olamamışım, onun bunun ağız kokusunu çekiyormuşuz.

Şu kadın milletine hakikaten yaranılmıyor.

Aslında cumhurbaşkanı olup pazar pazar gezdireceksin görecek gününü.

Sinirlendi, bağladı başını, çekti gitti.

İtiraz istemiyorum! Hiçbir konuda...

‘‘Memlekete imam lazım’’ diyorsam, imam lazımdır. Nedir bu TÜSİAD? Hayır bir dahaki sefere oraya başkan oluruz icabında.

İtalya'dan Berlos aradı. ‘‘Senin çocuk varsa nikáha geleyim’’ dedi. ‘‘Şimdilik yok, sağol abicim, ama gel bi çayımızı iç’’ dedim.

‘‘Sen yengeyi al gel, bizimki fesleğen soslu makarna yaptı’’ dedi.

Sahi Murat Bey'e söyleyeyim de, Cola Turka reklamına benlen Berlos'u çıkarsın.

Mahallenin çocuklarına şeker dağıttım.

Eminem ‘‘Bunun yerine analarına deterjan dağıtalım’’ diyor.

‘‘Efendin uzun vadeli düşünüyor Eminem! Benimki Barış Manço taktiği; on beş sene sonra çocuklarının Noel Baba'sına oy verecekler.’’

Yatsı namazını müteakiben uyuyakalmışım. Yine Eminem'in dürtmesiyle uyandım.

Partililer gece sohbetine geldiler. Sohbet dediysem, ben konuştum onlar dinlediler.

Gece haberlerine baktım.

Fazi düşmüş, borsa yükselmiş. Allah Allah! Bu da Allah'ın bir hikmeti işte.


MIŞ-MUŞ


ABD'de bir doktor, hastanın karnında Rolex saatini unutmuş.

Bizimkiler Rolex'lerine kıyamaz makas unuturlar.

*

Ay'dan arsa alanların sayısı 2 milyonu bulmuş.

Yakında bizde de görürsünüz, ‘‘Dünya'ya nazır kelepir arsa’’ ilanlarını.

*

CHP'nin yerel seçimlerdeki İstanbul adayı Derviş'miş.

Rakipten kurtulmanın en şık yolu.
Yazının Devamını Oku

İnsan dediğiniz sıkılan mahluktur

14 Ekim 2003
<B>‘‘BİR çapkın neden çok sayıda kadının peşinde koşar?’’</B> Sayın Genel Yayın Yönetmenim Ertuğrul Özkök'ün pazar günü sormuş olduğu bu soruya kayıtsız kalacak değildim elbet.

Hemen cevaplıyorum.

Birincisi, adı üzerinde, ‘‘çapkın’’ olduğu için. Bir başka deyişle anıldığı sıfatın hakkını vermek için. Koşmasa ‘‘çapkın’’ olmayacak adam.

İkincisi, bu soruya aslında verilecek cevap her yaşta farklıdır.

Misal, ben şu yaşta artık ‘‘Neden koşmasın bu ölümlü dünyada?’’ diyebiliyorum.

Eskiden olsa, ‘‘Sütü bozuk olduğu için’’ der, ‘‘Erkek kısmı...’’ diye başlayan bir de yazı döşenirdim.

Daha da eskiden Ertuğrul Bey'in sorusu delinin aklına taş getirmiş olur ve dünyanın gelmiş geçmiş tüm çapkınlarının acısını sevgilimden çıkarır, yapmadığı çapkınlıkları bile burnundan fitil fitil getirirdim.

Fakat kadın-erkek ilişkilerine yüklediğim o derin anlam gittikçe yok oluyor. Komedi filmi izler gibi izliyorum artık arkadaşlarımın sevgilileriyle yaptıkları aldı verdiyi.

Yaş almanın en iyi yanı, insanın durduğu yerde filozof kesilmesi.

Eskiden direkt saldırıya geçilirken şimdi durum kafada sorgulanıyor.

***

Gelelim yine Ertuğrul Bey'in sorusuna...

Bir adam üç öğün aynı yemeği yemesin de...

Her gün aynı gömleği giymesin de...

Habire aynı filmi seyretmesin de...

Zaman içerisinde arabasını, işini, evini, arkadaşını değiştirsin de...

Ömür boyu aynı kadınla, bilemedin birkaç kadınla yetinsin öyle mi?

İnsan dediğiniz sıkılan mahkuktur.

Tabii kadın da dahil bu ‘‘insan’’a. Kadın ya da erkek, elbet çok sayıda partner peşinde koşacaklardır.

Şimdi ‘‘Gömlekle, arabayla insan bir mi?’’ diyenler olacaktır.

Parlak, büyük laflar etmek, aferin almak amacıyla yola çıkan biri, bu soruya meydan vermezdi tabii. Benim en büyük eğlencem de işte o birilerinin fikirleriyle zikirlerinin nasıl birbirine uymadığını gözlemektir ki, çok şükür ortalıkta beni bu eğlenceden mahrum etmeyecek çok sayıda arkadaşım mevcuttur.

***

Demek istediğim, aşk, meşk, ahlak, erdem falan iyidir hoştur da, pratikte bir adamın gömleğiyle karısı arasında pek fark yoktur.

Bakmayın zırt pırt değiştirmediğine...

‘‘Elálem ne der?’’ endişesindendir o.

Aslında herkesin gönlünde yatan aslan budur da benim gibi ‘‘mahallenin delisi’’ olmak gerekir itiraf etmek için.

‘‘Çapkın’’ denen adamlar da bir nevi ‘‘mahallenin delisi’’dir.

Ayrıca ortada bu kadar çok seçenek varken, kadın ya da erkek, neden birinde karar kılıp 45 sene gözünü kulağını kapasın?

Nedir zoru?

Deli midir?

Ne lüzumu vardır?

Madalya mı takılacaktır?

Kim takacaktır?

Tepmiş olduğu nimetler için ömrünün son günü pişman olmaz mı insan?

***

Bugün böyle arkadaşlar.

Bakarsınız yarın sıkı áşık olurum, yeniden ciddiyet kazanır gözümde her şey. Bilmiyorum. Bilahare göreceğiz.


MIŞ-MUŞ


AKP vitrinini yenilemiş.

Darısı zihniyetinin başına.

*

İstanbul, dünyada depreme en çok kurban verecek ikinci şehirmiş.

Olsun; şu dünyada bir derecemiz olsun da hangi hususta olursa olsun.

*

Konuşkan kadın uzun yaşıyormuş.

Buna kısaca ‘‘Kadın uzun yaşar’’ diyebiliriz.
Yazının Devamını Oku

Yaz bitti

12 Ekim 2003
<B>EKİM </B>yaptı yine yapacağını.<br><br>Ben ona <B>‘‘temmuz’’</B> dedim o <B>‘‘kasım’’</B> oldu aniden. Siz bu satırları okurken eylülleşiverir bakarsınız. Her neyse... Kesin olan bir şey var ki yaz bitti. Parmak arası terlikler en az yedi ay ayak yüzü göremeyecek.

Boğaz havası da alamayacaklar.

‘‘Bu ne?’’ diyeceksiniz. Yaz boyunca, bir terlik firmasının, üzerinde ‘‘Terliklerimize Boğaz havası aldırıyoruz’’ yazılı motoru Boğaz'da gezdi durdu. Bu köşeye kadar geldiğine göre başarılı reklammış doğrusu.

* * *

Yaz bitti.

Artık her dakika dondurmalara bulanmak, buzzz gibi sulara atlamak geçmez akıldan.

Serin bir çınaraltı özlemez gönül. Enseye yapışan saçlar bir hışımla tepeye toplanmaz. Gömlekler yapışmaz artık sırtımıza.

Yaz bitti.

Dolunay sefaları da...

Refik taşımıştır masaları içeri.

Ece çoktan kapadı üstünü.

* * *

Yaz bitti.

Kimse dört gözle imbatı beklemez artık İzmir'de.

Annem nisanda açtığı balkon kapısını kapamıştır şimdi.

Yaz bitti.

Gidecek kuşlar gitmiştir. Kalanlar da pek görünmez ortalarda.

Sere serpelik mazi olacak bir süre. Şimdi omuzları kaldırma, elleri birbirine sürtüp ısıtma zamanı.

Sokaklar gözden düşüyor yavaş yavaş, evler kıymete biniyor yeniden.

Yaz bitti.

Lambaların saltanatı başladı. Hele saatler de geri alınınca...

Vantilatörler nereye konulacağı bilinmeyen bir yayıntı artık.

Yelpazeler dolabın bir köşesinde.

Yaz bitti.

Gitmesek de dönmesek de bir tatil umudu vardı içimizde, o da bitti yazla beraber.

Gerçi yazı kışı olmaz tatilin ama bir genel temayül var işte.

Yaz bitti.

Rehavet kalktı. Şimdi bir sürü şeye yetişmek lazım.

Püfür püfür güvertelerle tiril tiril elbiseler de öteki yaza artık.

Yaz bitti.

Neyse ki ‘‘Sıcaklarla uğraşıyoruz’’ muhabbeti de...

Ama soğuklarla uğraşır onlar şimdi de.

Dikkat ettim, konuşacak lafı olmayanların baş konusu havalar. Hani bilmediğimiz bir şey söyleseler, razıyım.

Ama ‘‘Ne bu sıcak yav’’, ‘‘Ne bu soğuk yav.’’ O kadar.

Hiçbir durumdan ders çıkarmayı beceremeyen yurdum insanı buna karşılık her durumdan şikáyet edecek bir şey bulup çıkarmakta mahirdir.

Yaz bitti.

Hep söylenen ama hiç başıma gelmeyen yaz aşklarına ne olur, denize mi gömülür yoksa kışa taşınır mı bazıları, işte onu bilemem.


MIŞ-MUŞ

Nüfusun üçte ikisi dişini özel günlerde fırçalıyormuş.

‘‘Damat tıraşı’’nı bilirdik, ‘‘Damat fırçası’’ var demek bir de.

Japonlar estetikle ‘‘badem gözlü’’ oluyorlarmış.

Şükür bir konuda onları geçtik; bizim estetikle olduğumuz daha çok şey var. Elma yanaklı, gül dudaklı, fındık burunlu...

Irak'a önce ramazan erzakı gidecekmiş.

Sus payı.
Yazının Devamını Oku

Babama mektup

11 Ekim 2003
Sevgili Babacığım, ‘‘Küs mü geldi aniden?

Sus mu geldi aniden?’’

Nedir bu diyeceksin. Şarkı sözü. Buraları uzun uzun anlatacağıma bir özet çıkarayım dedim. Yukarıdaki iki satır bir fikir sahibi olmana yeter sanıyorum.

Dilimiz bu olunca halimizin ne olduğunu tahmin edersin artık.

Ama ben yine de seni bilgilendirmeyi sürdüreceğim.

ORMANIN VAR MI YANGININ VAR

En son Burgazada'yı yaktık babacığım.

Evet, o güzelim Burgazada'yı...

Tam orman yangını sezonu kapandı derken böyle bir sezon sonu sürprizi yaşadık.

Gerçi alıştık artık. ‘‘Ormanın var mı yangının var’’ diye düşünüyoruz. Tuhaf olan buna karşılık söndürme hususunda en ufak bir ilerleme kaydedemeyişimiz.

Ormanlar yanıyor biz habire seyrediyoruz. ‘‘Sonsuza kadar yanacak hali yok, etrafta yanacak bir şey kalmayınca sönecektir haliyle’’ diye düşünüyoruz zahir.

Nitekim hakikaten tek ağaç kalmayınca sönüyor.

Burgazada'da da öyle oldu. Yangının içine karışmadık yine. Burnumuzu sokmadık.

HER ŞEY FASA FİSO

Bak ne yazıyor gazete...

Uzun yaşamın anahtarı Girit'teymiş. Malum, zeytinyağı, sebze ve meyveye dayalı sağlıklı beslenme şekli.

Şimdi bunu okuyunca gücendim sana doğrusu.

Sen Giritli değil miydin?

Evimize zeytinyağından başka yağ girdi mi?

Sofradan doymadan kalkmaz mıydın hep?

Bir dirhem yağ var mıydı vücudunda?

Sporcu değil miydin üstelik?

Peki, bütün bunlara rağmen niye 61 yaşında bırakıp gittin bizi?

Neyse ağlamayayım şimdi. Benim ağlamam bir şey değil de... Bugün günlerden cumartesi babacığım, bizden şen şakrak yazılar beklerler.

Ama ruh hali diye de bir şey var tabii. Üstelik bu köşe zorlamalara şahit olmadı hiç. Hep samimiyet gördü.

ROMANTİKLİK ÇÖKTÜ ÜZERİME

Düşünüyorum da... Sana daima mühim haberler vermişim mektuplarımda. Hep memleket meseleleri. Sanki doymamıştın giderken bunlara. Gazeteciydin hem sen... Ortasındaydın her şeyin.

Denizi, gökyüzünü, belki aylardan ekimi özlemiş olabileceğini neden akıl etmedim hiç?

Ekim bu yıl biraz tuhaf babacığım.

Hani bilmeden bırakıverseler orta yerine, temmuz zannedersin. Gerçi her sene gider gelir böyle yazla kış arasında.

Hatta bir seferinde ‘‘Şahsiyetsiz Ekim’’ demişim. Ama belki de ekimi güzel kılan budur. Sürprizler. Yağmuru beklerken güneş, güneşi ağırlarken serinlik...

Az önce denedim sana haber vereyim diye...

Denize ekmek atınca balıklar üşüşüyor yine.

Serçeler yine durmuyorlar durdukları yerde. İki bacak üstünde, zıp zıp zıp...

Kediler hálá tedirgin. İki lokmada bir etrafı kolaçan ediyorlar. Genlerine işlemiş artık korku.

Balıkçı tekneleri denizi yara yara gidiyorlar yine. Nedense denizden gelen motor sesi hiç rahatsız etmiyor beni. Vardır elbet buna sebep bir fizik kanunu. Su sarıp sarmalayıp da gönderiyorlardır belki kıyıya sesleri.

En sevmediğim dersti lisedeyken fizik.

Ah! Şimdiki aklım olsa...

Meğer her gün bir vesileyle karşısına çıkarmış insanın hayat boyu.

Neyse bir daha dünyaya gelirsem fiziğe gereken önemi vereceğim okul yıllarımda.

AKRABA AKRABAYA BENZEMEZ

İşte sana ilginç bir haber...

Japonlar’la akraba çıkmışız.

Yarının atası olarak bir atasözü patlatayım hemen.

‘‘Akraba akrabaya benzemez.’’

Ne tarafından baksak durum bu.

Hadi fiziki benzerlikten vazgeçtim... Çift yumurta akrabasıyız diyelim. Fakat öteki hususlara ne diyeceğiz?

Onlar metroda kitap okurlar, biz pencereden yerin yedi kat dibini seyrede seyrede gideriz.

Onlar habire bir şey icat ederler, bizim daha siftahımız yok.

Onlarda bir onur bir gurur, bizde bir yüzsüzlük.

Kaç Japon yönetici ‘‘Başarısız oldum’’ diye intihar etti bugüne kadar. Bizimkiler de intihar etsin demiyorum ama, insanın yüzüne biraz kan hücum eder hiç olmazsa.

Ha bir tek onların da depremi var bizim de. Ama onları yıkacak deprem daha fayından doğmamışken biz üflesen yıkılıyoruz.

Bence ‘‘uzaktan arkadaş’’ bile değiliz Japonlar’la.

Hadi hoşçakal babacığım.


MIŞ-MUŞ


Yeşim Salkım'ın mallarına da tedbir konmuş.

E, haydan gelen huya gider.

Derviş ‘‘CHP'de köklü bir değişim şart’’ demiş.

Baykal şimdi ‘‘Keşke ayartmasaydım şu adamı’’ diyordur.

Kalp ve kansere karşı pişmaniye yemeliymişiz.

Şimdi anlaşıldı işte! Seni hiç pişmaniye yerken görmedim babacığım. (Bakınız ‘‘Babama Mektup’’un ‘‘Her Şey Fasa Fiso’’ bölümü.)

Erdoğan kadın milletvekillerine ‘‘Sigarayı bırakıyoruz’’ demiş.

Yarın ‘‘Namaza başlıyoruz’’ derse şaşırmayın.

Deniz Akkaya ‘‘Starın gözü renkli olur’’ demiş.

‘‘Dudağı silikonlu olur’’ dememiş mi?

Aktör Arnold Schwarzenegger California Valisi seçilmiş.

Bizde durum farklı; başbakanlar falan önce seçilip sonra ‘‘artiz’’ oluyorlar.
Yazının Devamını Oku

‘Ben de köşe yazarı olmak istiyorum’

9 Ekim 2003
‘‘SİZİN tanıdığınız çoktur, bizim oğlanı bir işe yerleştirseniz...’’ ‘‘Bakın, bunlar benim şiirlerim, elimden tutsanız...’’

‘‘Çok güzel bestelerim var. Sezen Aksu sizin arkadaşınız, beni tanıştırsanız...’’

‘‘Size öykülerimi gönderiyorum, tanıdığınız bir yayınevi varsa...’’

‘‘Ben de köşe yazarı olmak istiyorum, genel yayın müdürüne tavsiye etseniz...’’

‘‘Buralarda sıkıştım kaldım, beni İstanbul'a aldırsanız...’’

Bazen diyorum ki, açayım bir irtibat bürosu, vatandaş için çalışayım. Onu oraya yerleştireyim, bunu buraya ileteyim, ötekini aldırayım, berikini tanıştırayım...

Bankada bir de hesap açtırayım, vatandaş da benim için çalışsın. Biliyorum ki kendisi için hayati önem taşıyan isteklerinin gerçekleşmesi yolunda yapmayacağı fedakárlık yoktur. (Bakınız, kendilerini kayıkla Amerika'ya götürmeyi vaat edenlere elindekini avucundakini verip Ahırkapı açıklarında kalakalanlarla, ‘‘kaset yapıcam’’ diye tarlayı satıp geldiği İstanbul'da sahte yapımcıların karşısında okuduğu iki türküyle yetinmek durumunda kalanlar.)Bakarsınız yarın okurumun profili değişir, işi büyütürüm.

‘‘Bizim bir ihale işimiz vardı da hükümette bir tanıdığınız varsa...’’

***

Aman birtakım insanları heveslendirmiş olmayayım şimdi. Zaten ışığı gören geliyor, bir de kötü niyetliler kapılmasınlar köşeciliğin cazibesine.

Gerçi kapılıp gelseler de bir şey olmaz. Bir laf vardır, ‘‘Hırsıza anahtar teslim edeceksin’’. Çok doğru. Hakikaten Allah tarafından bir dürüstlük çöküyor insana köşesi olunca.

Fakat ben her ihtimale karşı zaman zaman yaptığım gibi işimizin aslında hiç de özenilecek bir yanı olmadığından dem vurayım yine.

Vallahi altı senedir uykularım uyku değil. Sadece içim geçiyor sonra sıçrayarak uyanıyorum. Koyun bunun 25-30 kopyasını arka arkaya. İşte uyku bu.

Sebep tabii ki yazılar.

Şimdi şöyle bir sıra takip ediyor durum:

Yazdığımı pek beğenip gazeteye yolluyorum.

Aradan bir iki saat geçtikten sonra bende bir memnuniyetsizlik peydahlanıyor.

Kendi kendime söylenmeye başlıyorum:

‘‘Ne vardı şimdi o meseleyi kurcalayacak?’’

‘‘Hay elim kırılsaydı!’’

‘‘Yok, bırakıcam ben bu mereti.’’

Sonra işi Allah'a havale ediyorum.

‘‘Allah'ım bu gece asker ihtilal yapsın, her şey allak bullak olsun, benim yazı arada kaynasın gitsin.’’

Fakat bir şey olduğu yok tabii. Sonra bakıyorum, ‘‘Çok güldük’’, ‘‘Pek güzeldi’’, ‘‘Yine döktürmüşsün’’ falan diyor eş dost.

Arada benimle aynı fikirde olanlar da çıkıyor tabii. Ama onlara asla ‘‘Haklısınız’’ demiyorum. Aslanlar gibi savunuyorum yazdıklarımı.

Nereden baksanız zor yani netice olarak.


MIŞ-MUŞ


Sibel Can kebap yiyerek diyet yapacakmış.

Zaten epeydir yapıyor, belli.

*

CHP karışıyormuş.

A, ne zaman düzeldiydi o?

*

Mehmetçik nihayet Irak'a gidiyormuş.

Dönüşünü bilmem ama gidişi hakikaten muhteşem oldu.
Yazının Devamını Oku

‘Yedinci Kat’a

7 Ekim 2003
<B>KUDÜS </B>Postanesi, Tanrı adına gönderilen mektuplarla dolup taşıyormuş. Adresi kestiremediklerinden, <B>‘‘Yedinci Kat’’</B> yazıyorlarmış zarfın üzerine. Çocuklar daha az ödev, büyükler iş, aşk, para, eş, sağlık falan istiyorlarmış. Çok şaşırmadım doğrusu ben buna. Bizim her zaman yaptığımız şey. Tek fark, mektup yazmayız biz. Sözlü olarak isteriz. Daima acelemiz olduğundan...

Detaya girenimiz vardır.

‘‘Allah'ım Antalya'daki arsayı iyi bir fiyata satmayı, Rahmi'den alacağımı tahsil etmeyi, ikisinin üzerine bankadaki parayı da koyup Ankara'dan üç oda bir salon bir daire almayı nasip eyle!’’

Rüşvet teklif edenimiz bile vardır.

‘‘Kız hayırlısıyla bir evlensin Allah'ım, koç keseceğim!’’

‘‘Oğlan üniversitenin birine kapağı atarsa namaza başlayacağım Allah'ım.’’

Saki sevabı Allah'a yazılacak.

***

Daha da ileri gidip her sabah istek formu dolduranımız da çoktur.

‘‘Allah'ım!

Bugün yağmur yağmasın...

Tolga beni arasın, hatta kapıma gelip yalvarsın...

Trafik sıkışmasın...

Beğendiğim ekoseli etek satılmamış olsun...

Galatasaray akşamki maçı kazansın...’’

Fakat bütün bunları, başı derde girdiğinde Allah'ın adını anmanın dışında dinle imanla ilişkisi olmayanlar yapıyor daha çok.

***

İslam'ın beş şartından sadece üçüncü yerine getirebilmekte olan bendenizin başı kel mi?

Benim de birtakım isteklerim olacak.

Allah'ım, tuttuğum altın olsun. Hatta mümkünse tutmaya yetişemediklerim de altın olsun.

Başbakanımızla İtalya Başbakanı'nın mutlulukları daim olsun. İlaveten ‘‘Bir koltukta kocasınlar’’ diyeceğim ama memleketler ayrı.

Cilt bakım kremlerinin o meşhur devrim yaratan teknolojisinden bir kulun olsun fayda görsün Yarabbim.

Senin gücün her şeye yeter, şu Cumhurbaşkanımızın yüzünü güldür Allah'ım.

Yıldız Tilbe'ye bir dirhem et gönder Allah'ım.

Selami Şahin kuluna espri saçmadığı bir saniye kısmet eyle Yarabbim.

Bankacılık işlemleri sahiden televizyon reklamlarındaki gibi olsun.

Mahmut Tuncer'in dilini eşek arısı soksun Yarabbim.

Şansal Büyüka'yla Erman Toroğlu'nu başımızdan eksik etme Allah'ım. Dolayısıyla oynanmış, bitmiş maçların idrakinden yoksun kalmayalım.


MIŞ-MUŞ


Mustafa Sandal, ‘‘Benim Türkiye'ye Grammy sözüm var’’ demiş.

Var da... Grammy'nin öyle bir niyeti yok.

*

TBMM Başkanı Arınç'ın hayali, eşiyle Sezerler'e yemeğe gitmekmiş.

Sezerler'in en yakınlarının bile hayali de budur herhalde.

*

Cep mesajları bağımlılık yaratıyormuş.

Turkcell'de yaptı bile; günde yirmi tane ‘‘Sayın Abonemiz’’ diye başlayan mesaj geliyor.

*

Sevgilisi, Çağla Şikel için okul değiştirmiş.

Psikoloji okumanın daha faydalı olacağını düşünmüştür herhalde.
Yazının Devamını Oku

Form ve İmza Cumhuriyeti

5 Ekim 2003
<B>BİLMİYORUM,</B> teyzemin doğum yerini kaç defa söylemem icap etti şu son günlerde. Ve de baba adını...

İnşallah kırılan kalça kemiğine bir faydası olmuştur bunun.

Birine ah edecekseniz ‘‘Bürokrasilere gelesin inşallah’’ deyin.

Hayır, keyifli bir zamanımda olsam... Hiç yılmam, söyler dururum. Hatta bant doldurur veririm devlete. Basıp basıp dinlesinler. ‘‘Doğum yeri İstanbul, baba adı Recep.’’

Ama canı burnundayken insanın ‘‘Ananızın örekesi’’ diyesi geliyor cevaben.

Fakat memurun bir kabahati yok tabii. Bu onun tercihi ya da icadı değil. Ne yapsın, eli mahkûm. Yoksa bir bakmışsınız Beytüşşebab'a tayini çıkmış.

* * *

Hayır öteki devlet dairelerindekine alıştık da hastanelerde biraz tuhaf kaçıyor. Yani Allah düşürmesin ama herhangi bir hastaneye yolunuz düşerse hasta olarak yanınızda en az iki refakatçi bulunsun. Biri sizinle ilgilenirken diğeri soyunuz sopunuzla ilgili soruları cevaplandırır.

Hatta üçüncünün de bulunması iyi olur. Biri çapraz sorgudan bitap düşmüş olabilir, ‘‘Evrak gezdirme’’ işini öteki yapar hiç olmazsa.

Bakın bu ‘‘evrak gezdirme’’ işi çok önemli. En dayanıklısından bir çift bacakla en tükenmeyeninden sabır lazım. Çünkü her nedense birbirini takip eden işlemlerin yapıldığı merciler, bulundukları yer açısından birbirini takip etmezler hiçbir zaman. Biri aşağıda, öteki yukarıda, beriki öteki binadadır.

Rahmetli Özal...

‘‘Kaldırıcam’’ dedi, kaldıramadan gitti.

Ondan sonra gelenlerinse hiç böyle bir derdi olmadı.

Ecevit'in mesela...

Haberi var mıydı acaba vatandaşının bürokrasi denizinde boğulduğundan.

* * *

Şu bakanlıklar kendilerine bağlı kurumlarda gerekli reformları yapmazlarsa ne iş yaparlar çok merak ediyorum.

Biliyorum aslında.

Habire tayin ve atama yaparlar. O kadar.

Misal, bir sağlık bakanı da çıksa ve şu doktorları kátiplikten kurtarsa ya... Dolayısıyla hastalara da bir faydası dokunmuş olur.

Ama nerede? Kendisi de imzadan başını alamıyor ki.

Adeta ‘‘Form ve İmza Cumhuriyeti’’.

* * *

Şimdi ben bunları yazdım diye ne olacak?

Hiç.

Levent Kırca yıllarca skeçler yazıp oynadı da ne oldu?

‘‘Kah kah kah, çok güzel hicvediyor adam doğrusu.’’

İşte bu kadar.

Ama yine de son bir şey:

Hangi parti bürokrasiyi azaltma yolunda bir adım atarsa (öyle ‘‘programımızda var’’ masalı falan değil ama) ömür boyu oyumu cebinde bilsin.

Hadi şimdi gidiyorum. Bakayım, teyzemin doğum yerinin yazılmadığı bir káğıt parçası kalmıştır belki...


MIŞ-MUŞ


Y.O. okulun maskotu olmuş.

Yakında ‘‘Küçük Y.’’ olarak kasedi çıkarsa şaşırmayın.

Kemal Derviş, ‘‘Deniz Bey'le yarışmam’’ demiş.

Yarışanın başına ne geldiğini biliyor.

Köşeyi dönüp vuran silah geliştirilmiş.

Yarın adres soranını da geliştirirler.

Sergen, ‘‘İyi seks yaparım’’ demiş.

Evinin kapısını da stadyum kapısına çevirecek.
Yazının Devamını Oku

Bir atılsa...

4 Ekim 2003
Bir atılsa... Rahatlayacağız.<br><br>Fakat <B>‘‘Delil isterim’’</B> dedi Birol Güven. ‘‘Gösterin beraber çekilmiş fotoğraflarını, atayım.’’

Basın olarak dört koldan uğraşıp duruyoruz o günden beri. İnsan kafasına koymasın bir kere... Başardık çok şükür. Pınar Altuğ'la Tony'yi sinemadan çıkarken görüntüledik, sunduk Birol Güven'e.

İki sevgili, pardon iki arkadaş da fazla zorluk çıkarmadılar Allah için.

İnsan böyle durumda girer dört duvar arasına ne yapacaksa yapar değil mi? Ama hayır, illa ki gezip tozulacak. Sinemaları kısmış. Halbuki ne güzel filmler var CNBC-e'de.

*

Neyse bizim açımızdan iyi oldu tabii. Toplumun namusu temizlenecek şimdi.

Biz yapacağımızı yaptık, ‘‘Al sana delil’’ dedik. Artık top Birol Güven'de.

Eli mahkûm, atacak.

O Pınar'ı atmazsa biz manşet atarız.

‘‘Tükürdüğünü yaladı.’’

Affetmez Türk toplumu sözünde durmayan adamı. O Pınar'ı affetse biz onu affetmeyiz.

Ortada çiğneme olayı var.

Ahlak kurallarını çiğneyen Pınar'ı çiğnemeyen Birol Güven'i bu toplum çiğner.

Nasıl kebapçılarda ‘‘Aile salonu’’ mevcutsa, televizyonlarda da ‘‘Aile dizileri’’ vardır. ‘‘Çocuklar Duymasın’’ da bunlardan biridir.

Bu dizilerde ‘‘Aile babaları’’yla, ‘‘Aile kadınları’’ rol alırlar. Pınar Altuğ madem ‘‘Aile kadını’’ olmaktan vazgeçmiştir, o halde dizide ne işi vardır?

Derhal atılmalıdır.

Ve Birol Güven ‘‘Namusumuzu temizledim’’ diye bir açıklama yapmalıdır.

Türkiye derin bir ‘‘Oh!’’ çekmelidir.

Bu durum neticesinde en fazla birkaç örf adet bilmez çıkıp ‘‘Star'a transfer olmakta bir beis görmeyenler Pınar'a aşkı çok gördüler’’ diyebilir, o kadar.

Onlara da münasip bir cevap vermek pek zor olmaz.

‘‘Bu ülkede aşk için evi barkı terk etmek sadece erkek kısmına mahsustur’’ denilebilir mesela.

*

Buraya kadar tamam mı?

Tamam.

Şimdi ciddiyet zamanı.

Pınar Altuğ da artık bedeli ne olursa olsun açık olmalıdır.

Ortada bir ‘‘Çocuklar görmesin, duymasın’’ esprisidir gidiyor. Çocuklar esas Pınar yüzünden sevgiliyle arkadaş kavramını karıştırmasınlar. Bu da en az öteki husus kadar önemli bence.


Cennet'in kocası cennetlik


Cennet, Perihan, Serpil.

Buyurun size ahlakını korumaya çalıştığımız toplumun üç ferdi.

Büyük ihtimalle ‘‘Aile dizileri’’nin sadık seyircileriydi kendileri.

Fakat oralardaki kadınların hanım hanımcıklığından pek etkilenmişe benzemiyorlar. Bilmiyorum belki de Pınar'ın malûm olayından sonra aniden azıtmışlardır.

Bir senaryo yazmaya kalksam, içine aşk, nefret, ihanet, cesaret, cinnet, cinayet, rezalet, Allah ne verdiyse katayım desem, yarı yolda birkaçından vazgeçerim. Abartmış olmaktan korkarım zira. Seyircinin inandırıcı bulmayacağını düşünürüm.

Fakat Adana'da olup biteni duyduktan sonra, insanoğlunun başına gelebilecekler ve de cesaret edebilecekleri hususunda ‘‘abartı’’ sözcüğünü lügatımdan çıkarıyorum.

Olayı duymamış olmanız imkánsız. Kaç gündür gazetelerde tefrika halinde yayımlanıyor. Ama ben yine de kısaca hatırlatayım.

Şimdi yukarıda adı geçen üç kadının birer kocası birer de sevgilisi var.

Buraya kadar her şey normal gibi görünüyor, ama değil. Yok, kadın kısmının hem bir kocası hem de bir sevgilisi olması hadisesi değil anormalliğin sebebi.

Şimdi hesaba göre ortada altı erkek bulunması gerekiyor değil mi?

Ama dört erkek var maalesef.

İşte karışıklık burada başlıyor.

Adamlardan biri hem koca hem sevgili, bir diğeri iki kere sevgili.

İçinden çıkamadınız değil mi?

Onlar da çıkamamışlar zaten.

Fakat ben durumu aydınlatmaya kararlıyım.

Bugüne kadar çözmüş olduğum mantık bulmacaları nihayet pratikte işime yarayacak.

* Cennet Hasan'ın sevgilisi

* Hasan Perihan'ın kocası

* Serpil'in sevgilisi Ferhat

* Cennet'le Serpil arkadaş

* Serpil'in kocası asker

* Cennet'in kocası cennetlik

Ben yazarken yoruldum, yaşaması ne zor olmuştur kimbilir.

Hayır tiplerine bakınca başı yemenili kendi halinde kadınlar...

Saçmalıyorum tabii şu anda. ‘‘Yemenili kadınlar aşık olmaz, kocasından öldürecek kadar nefret etmez, aldatmaz, karıncayı incitmez, falan filan’’ diye bir tez ileri sürülebilir mi?

Hem de tuhaf, vahşi, akıl almaz olayların baş kahramanlarının genellikle onların arasından çıkmasına rağmen...

Şimdi buna da alınanlar, itiraz edenler olacaktır ama hani neredeyse onlar olmasa gazeteler üçüncü sayfalarının içeriğini değiştirmek zorunda kalacaklar.

Göğsü göbeği açık Televole kızlarına yüklenmeyeceğim bundan sonra. Bir şey yaptıkları yok garibanların.

Ama sosyologlar çıkıp, bütün bu olanların, aslında Televole kültürünün bir uzantısı, yüze göze bulaştırılmış şekli olduğunu da söyleyebilirler.


MIŞ-MUŞ


TBMM'de lavabolara aptes ayarı yapılmış.

Şimdi koltuklara namaz ayarına geldi sıra.

Terminatör Arnold Schwarzenegger saç traşı için 5 bin 500 dolar ödüyormuş.

Ne var bunda? Biz de ‘‘traş’’ için 550 kişinin her birine o kadar ödüyoruz hemen hemen.

İstanbul'da yerleşim alanı kalmamış.

Büyüklerimiz bir çözüm bulurlar nasıl olsa. Misal, ‘‘Önlere yürüyelim, sıkışalım beyler!’’ derler, olur biter.
Yazının Devamını Oku