27 Kasım 2003
<B>YERYÜZÜNDEN </B>şekerin kökünün kazınmasını talep ediyorum.<br><br>Kimden talep edeceğimi bilemediğimden ortaya söylüyorum. Kim şeydecekse etsin artık. Hayır, günün 24 saati çeşitli kılıklara girerek karşıma çıkmaya devam edecekse, o zaman biri pankreasıma bir şey söylesin lütfen.
Allara morlara bulanıp kavanozlara gireni reddetsem kakaoyla halvet olup gelene dayanamıyorum.
‘‘Çifte felaket’’ deyip hamurlusundan kaçsam, sütlüsüne tosluyorum.
Bu da bir nevi terör. Neticede öldürüyor.
Her bir pastanın üzerinde krema kılığına girmiş bir terörist yayılmış yatmakta...
Allah hayır etsin, galiba deliriyorum. Ağır tahrikle ağır nefis mücadelesinin neticesi de ağır olur tabii böyle.
Kötü kraliçenin zehirli elmaları gibi görüyorum bütün tatlıları.
Yersem gittim...
Hayır gelip öpecek prens de yok. Charles var gerçi ama onun da kimleri öpmeye meraklı olduğunu öğrendik. Önce bıyık bırakmam icap edecek, dedikodulara bakılırsa.
***
‘‘Nedir bu durum?’’ diye sordum geçen gün aile dostumuz bir doktora... Anlattı.
Şekerin düşüğünü, yükseğini, her iki durumda pankreasın takındığı tavrı...
Şimdi bayram günü tıbbi bilgi verecek değilim size... Üstelik üç gündür şekere bulanmışken... Sadece şunu söyleyeyim, siz tatildesiniz ama pankreasınız fazla mesaide.
‘‘Bayramdan sonra keserim tatlıyı, o da normal mesaisine döner’’ diyorsanız o kadar kolay değil. Allah şaşırtmasın, şaşırdı mı şaşırıyor pankreas. Ondan sonra koyveriyor ensülini... Kökü koruyana kadar.
Şimdi konunun uzmanı doktorlar saçını başını yoluyordur ama benim anladığım bu.
Tabii her tatlı yiyenin sonu bu olacak diye bir şey yok. Gerçi gazetelerin sağlık köşelerine bakarsanız hepimiz potansiyel şeker hastasıyız. Zaten beni bayram günü bu konuda yazı yazacak hale getiren de basın. Ne yapayım, her şeyin suçlusu basın olduğuna göre yine odur (!)
***
Peki ne yapacağız?
Yok, basını susturma konusunu kastetmiyorum; hiç tatlı yemeyecek miyiz, onu diyorum.
Yiyeceğiz. Mecburen. Yoksa ne olacak bunca tatlıcı? Artık bir sanayi oluştu, yemeyip de ekonomiyi altüst edecek halimiz yok.
Yiyeceğiz... Fakat çok değil az...
Hızlı değil yavaş.
Tek başına değil, başka yiyeceklerle beraber...
Aç karnına değil, tok karnına...
Ve üzerine bol su içeceğiz.
Aslında bu yazıyı bayramın ilk günü yazmalıydım. İş işten geçti, yükünüzü aldınız ama bundan sonrası için bir hayrım dokunsun bari okur álemine.
MIŞ-MUŞ
Hava tahmininde Avrupa'da ilk 5'teymişiz.
Fakat buna rağmen neden ‘‘Yağmur yağdı böyle oldu’’ diye başlıklar atmak zorunda kalıyoruz acaba?
*
Dünyada her üç kadından biri tecavüz kurbanıymış.
Allah Allah! Hálá tecavüze gerek bıraktıracak kadın var demek...
*
Aşk bağımlılık yaratıyormuş.
Bağımlılıktan değil, bir öncekine nispet yapayım derken o noktaya geliniyor.
*
Zeynep Özal anılarını yazdıracakmış.
Ona bir Meydan Larousse ekibi lazım.
Yazının Devamını Oku 25 Kasım 2003
<B>BİR </B>son yıllar geyiği.. ‘‘Eski bayramlara ne oldu?’’
Aslında bayramlara bir şey olmadı. Yine eskisi gibi çıkıp geliyor bayram... Daha ne yapsın?
‘‘Şekeri, mendili boşverin’’ mi dedi?
‘‘Evde oturanı yakarım’’ diye tehdit mi etti?
O, gayet vefakár ve sebatkár, her defasında beklendiği gün ve saatte, yıl içerisindeki yerini alıyor.
Tuhaflaşan bizleriz.
Tüketim toplumu olmanın bir uzantısı bu da... Manevi değerleri de tüketiyoruz habire. İşte bu arada bayramlarla olan seviyeli beraberliğimiz de bitti.
Gördüğüm kadarıyla bir tek annemin beraberliği devam ediyor. Hálá kapıya gelecek çocuklara vermek üzere arasına para koyacağı kumaş mendiller bulup alıyor bir yerlerden. Halbuki kapıya gelen çocuk da kalmadı artık. Uzak mahallelerden toplanıp gelirlerdi. Şimdi her gün bayram onlara... Trafiğe çıkıyorlar artık. Ellerinde mendil, sakız, çiçek, bez...
Davulcu mesela...
Bu sene herkesten bir davulcu azarlama hikáyesi dinliyorum. Gece pencereden, balkondan yetişemeyen kapıya bahşiş almaya geldiğinde yetişmiş. Ama annem ‘‘Eline sağlık evladım, pek güzel çalıyorsun’’ demiştir mutlaka. Bir de kahve pişirmiştir, kapı aralığında sohbet etmişlerdir, eminim.
‘‘Bayramın son kalesi’’ anacığım benim...
180 bin kişinin bayram münasebetiyle yurtdışına gideceğini okumuş gazetede. Çok ayıpladı. Kınıyor 180 bin kişiyi. Aslında normal zamanda seyahate gideni de ayıplar annem. Ben az mı kınama aldım bu yüzden.
Ona sorarsanız her türlü kaza belanın altında insanların devamlı hareket halinde olma durumu yatıyor. Uçak düşmesinden tutun da, değişik yemeklerin sebebiyet verdiği bağırsak bozulmalarına kadar...
Mesela şu canlı bombalar bile... Bingöl'de analarının dizi dibinde oturup dursalardı bütün bunları yaşamayacaktık anneme göre. ‘‘Her gittikleri yerden bir muzırlık öğrenip dönmüşler’’ diyor.
‘‘Ah anacım, insanın içinde kötülük olmasın, bunlar hiçbir şey yapmasalar patlangaç yapar, konu komşunun gözünü çıkarırlardı’’ diyorum ben de.
İşte böyle gayet bilimsel, toplumsal ve de siyasal konuşmalar yapıyoruz aramızda.
Neyse, bayram falan derken bir yolunu bulup annemin de bu konudaki fikirlerini kamuya duyurmuş oldum. Bir o kalmıştı biliyorsunuz. E, benim köşenin reytingi de televizyonlardaki oturumlardan az değildir herhalde...
Evet, farkındayım çok hafif oldu bugünkü yazı. Fakat şunu unutmayın ki hepiniz 9 gün tatil yapmaktayken biz işimize devam etmekteyiz. Ben de yazıları hafifletmekte buldum çareyi. Yarı tatil gibi bir şey.
Bir de deterjan firmalarıyla yarıştayım.
‘‘Beyaz ötesi’’ymiş...
Alın bakalım, ‘‘Hafif ötesi.’’
MIŞ-MUŞ
Kadına çirkin olduğunu söylemek şiddete giriyormuş.
Ne şiddeti? Cinayet, cinayet!
*
Ebru Gündeş, ‘‘Mahalleden gelen Ebru'yu büyüttüm’’ demiş.
‘‘Büyüttüm’’ diyorsa henüz büyütememiş demektir.
*
Kenan Evren bıyık bırakmış.
‘‘Vatana millete hayırlı olsun’’ diyeceğim ama o günler geride kaldı; o halde Marmaris'e hayırlı olsun!
Yazının Devamını Oku 23 Kasım 2003
<B>ENSEYİ </B>karartmamaya çalışıyoruz ama bugünlerde biraz esmerleşmedi değil. Sanki bir şey olmamış gibi alakasız konulardan söz etmek de pek kolay olmuyor ama buna topluca ihtiyacımız olduğunu varsayarak yapıyoruz işte bir haftadır.
‘‘Söz etmeye kalksan ne diyeceksin, anlar mısın?’’ derseniz, haklısınız. Anlamam. Öyle analizler falan yapamam.
Fakat şu kadarını söyleyebilirim:
İlk defa 11 Eylül'de olmak üzere gördüm ki aslında dünyada herkes, teröristler uygun gördüğü sürece sağ salim yaşayabilmektedir. Maalesef. Hani daha büyük felaketler gelmiyorsa başımıza, bu kimsenin başarısından değil, birilerinin takdiri böyle olduğundandır. Asayiş berkemalse bundan berkemal.
Ha, deniz kenarına pak etmiş arabanın içinde öpüşen iki masum gence mani olmak derseniz, kimse elimize su dökemez. Farları arabanın içine doğrultur, ‘‘Bu senin neyin oluyor?’’la başlayan ahiret soruları zinciriyle analarından emdikleri sütü burunlarından getirir, bir daha öpüşmeye tövbe ettirir, asayişi sağlamış oluruz evvel Allah. Bizim için esas patlamaya hazır arabalar bunlardır. Ateşle barut yanyana.
* * *
Biz yine gelelim başka konuya...
Sizden bir isteğim var.
Sakın ha beni şu son Pınar olayından dolayı ‘‘kadın hakları savunucusu’’ olarak bellemeyin!
Hayır, bana göre hava hoş da yüzünüz kara çıkar, haberiniz olsun.
Kişilerin cinsiyeti hiç mi hiç ilgilendirmiyor beni. Olaylarla ilgiliyim ben. Haksızlığın kime yapıldığı hiç önemli değil. Varsa ortada bir haksızlık, ki bu bir maço erkeğe bile yapılmış olabilir, bakarsınız ben ondan yana tavır almışım.
Hiç öyle at gözlüğü falan takamam. Her olayı kendi içinde değerlendiririm. Öyle elimi kolumu bağlayacak yapışmış sıfatlardan da hiç hazzetmem.
Pınar olayında adeta töre cinayetinin yumuşatılmış bir hali söz konusuydu, o dokundu bana. Bu ‘‘Pınar neylerse güzel eyler’’ demek değil ki.
Hele ‘‘Kadın her zaman haklıdır’’ demek hiç değil ki ‘‘kadın hakları savunucusu’’ dendi mi bu geliyor benim aklıma. O hale getirildi zira. Her şey gibi bu da sulandırıldı.
Yani, diyeceğim...
Bana güvenmeyin arkadaşlar!
Hakkınızı savunurum ama haklıysanız eğer... Sırf kadınlığınızdan doğan bir hakkınız falan yok ortada, biliniz.
‘‘Bu yazı nereden icap etti?’’ derseniz, ben lüzum gördüm, boşverin gerisini.
MIŞ-MUŞ
Bir Alman şirketi dinlemeye karşı güvenli cep telefonu geliştirmiş.
Almanların ataları ‘‘Hırsıza kilit dayanmaz’’ diye bir laf etmemiş tabii.
Yüz nakli parmak dikmekten kolaymış.
Hülya Avşar'ı bir tenhada kıstırmaz mıyım ben şimdi...
İstanbul'da metresi 1.5 milyar liraya elbiselik kumaş varmış.
Bir başka deyişle, ‘‘İstanbul'da 'Allah akıl fikir versin' denecek birtakım insanlar varmış.’’
İstanbul'daki patlamalarla ilgili konuşma yapan Erdoğan'ın, hakkında ‘‘Siyaset yapıyor’’ dediği Baykal, ‘‘Erdoğan kendi işini yapsın’’ demiş.
İkisine de bravo! Kayıkçı kavgasının tam sırası.
İstanbul'da yaşanan terör olayları üzerine Türkiye'ye gelen İngiltere Dışişleri Bakanı, ‘‘AB yolu bir an önce Türkiye'ye açılmalı’’ demiş.
Bu da madalyonun değil, bombanın ikinci yüzü.
Yazının Devamını Oku 22 Kasım 2003
Eskiden gazetelerde <B>‘‘Faydalı Bilgiler’’</B> köşesi olurdu... ‘‘Pas lekesi nasıl çıkar?’’
‘‘Bayat ekmekler nasıl değerlendirilir?’’
‘‘Dibi tutmuş tencere nasıl temizlenir?’’
‘‘Şunun pratik yolu...’’
‘‘Bunun püf noktası...’’
Sonra ne olduysa oldu... Artık kadın kısmı kendisi mi anladı leke çıkarmakla bir yere varamayacağını, yoksa gazetelerin aniden reform yapası mı geldi... Netice olarak kadın mutfaktan çıktı yatak odasına girdi. Kısacası kendini sekse verdi.
Medyada ‘‘Kocanızı nasıl elinizde tutarsınız?’’ devri başladı.
Kadın, bacağını, göğsünü, G noktasını, şurasını, burasını keşfetti.
Boşanmaların artması, seviyeli beraberliklerin bir haftada bitmesi falan işte bu devre rastlıyor. Bir faydası olmadı anlayacağınız bu keşfin. Uyuyan yılan uyandırılmış oldu. Evlerde, yanık tencerelere içi yanık kadınlar eklendi, o kadar.
Oysa ne mutluydu annelerimiz...
Eski bayramlara ağıt yakacağınıza oturup buna üzülün bence.
‘‘Nerede eski seksler?’’
Başlamasıyla bitmesi bir olduğundan kadına bayat ekmekleri ne yapacağını düşünmesi için zaman bırakan...
Enerjisini boşaltamadığı için o tencereden bu tavaya koşuşturmasına imkán veren...
Koca dayağı bile kadınların yatak işine merak sarmasından sonra artış gösterdi.
‘‘Oramı değil, buramı uyaracaksın!’’ diyen kadını dövmez de ne yapar bir erkek?
O güne kadar şişme bebek gibi duran kadın ‘‘O yana döndür beni’’, ‘‘Bu yana savur beni’’ diye dillenince haliyle adam da dellenir.
Eskiden çiftlerin yarısı -ki kadınlara tekabül eder- mutsuzdu, şimdi tamamı...
Kadın tatmin olamadığının farkına vardı, erkek tatminsizliğe sebebiyet verdiğinin...
Budur netice.
Yani aslında annelerimizden daha kötü noktadayız. Onlarda niyet, çaba falan yoktu hiç olmazsa. Her yer, her şey pırıl pırıldı. Üstelik ki bu yazıyı kaleme almamın esas nedeni budur. Bir faydalı bilgiye ihtiyacım var.
Şu her bir şeyin üzerine yapıştırılan barkod mudur nedir, o etiketler var ya... Onlarla başım dertte. Çay kaşığı aldım geçenlerde... Hepsinin üzerine kendinden büyük birer tane yapıştırmışlar. Katiyen çıkmıyor, o yapışkanlı son kat.
Deterjanlı sularda mı bekletmedim, tellerle mi ovmadım... Çizik içinde kaşıklar... Kullanılmadan antika oldu. Fakat nafile.
Diyeceğim gazetelerden, kadın dergilerinden, yeniden bu ve benzeri hususlarda yardımcı olacak köşeler istiyorum. Yetti gari bacak arası mevzuu.
Ahlaklı olmak kolay değil
Yukarıdaki yazının başlığını ‘‘Nerede Eski Seksler’’ koyacaktım, vazgeçtim.
Yoksa, ‘‘seks’’in çoğul kullanılmasının garip kaçmasından değil. Ahlaki yönden. Hani olur ya... Ahlakınız bozulur. Sebep olmak istemem.
Burası ahlakı pamuk ipliğine bağlı olanların yaşadığı bir ülke.
Ama nerede bu pamuk ipliği?
Sadece dilde. Fiiliyatta bir sorunumuz yok. Her türlüsünün hakkını veririz çok şükür.
Kitap fuarında genç bir çift geldi yanıma... Kitabımı çoktan almış okumuşlar ama beni görünce imzalatmak için bir tane daha aldılar. Yani beni seviyor, okuyorlar onu anlatmak istiyorum. Fakat genç ve çağdaş görünümlü erkek okurum ne dese beğenirsiniz?
‘‘Kitabınızın ismi farklı olsaydı daha çok satardı.’’
Hemen hatırlatayım, ‘‘Ağız Tadıyla Sevişemedik’’ idi kitabımın ismi.
Kitapçıya girip söylemekte zorlananlar olmuş dediklerine göre. Hatta kendileri de zorlanmışlar.
Yayıncım bu toplumu iyi tanıyormuş hakikaten. ‘‘Başka isim bulalım’’ demişti genç karı kocanın dile getirdiği gerekçeyle. Ama kitabın kapağını hazırlayan Latif Demirci ve ben diretmiştik. Sonra kitap çıkınca Ali Atıf Bir de aynı konuya değinen bir yazı yazmıştı. Ben de cevap vermiştim köşemden. Bir bildiği varmış demek.
Şimdiki aklım olsa...
Ne yapardım?
Kitabın ismini yine ‘‘Ağız Tadıyla Sevişemedik’’ koyardım.
Çünkü insan neslinin devamını sağlayan eylemin nesinin ayıp olduğunu hakikaten anlayamıyorum. Üstelik ‘‘sevişme’’nin yegáne anlamı bu değil.
Belki ahlaksızım, bilmiyorum. Pet reklamını seyrederken yüzüm de kızarmıyor çünkü benim. Petin sargı bezinden falan farkı yok ki gözümde. Türkiye'nin dört bir yanındaki bütün kadınlar bilsin, öğrensin, pislikten hastalanmasın istiyorum.
Ben daha çok, bakkaldan pet, kitapçıdan kitap isteyemeyen nice insanın, arkadaşının karısına/kocasına göz süzmekte bir beis görmemesini ayıplıyorum.
Çocukların yanında ‘‘sevişme’’ lafı etmeyip buna karşılık para, kıskançlık, ‘‘Senin anan, benim babam’’ kavgası yapmaktan kaçınmayanları ayıplıyorum.
Sevişme sahnelerinde zap yapıp da tabancalı, vurmalı, kırmalı, dizileri çoluk çocuk seyretmekte mahzur görmeyenleri ayıplıyorum.
Biz buralarda sevişmenin adından bile korkarsak elbet bir yerlerde birileri aile meclisi kararıyla gencecik kızları öldürür. ‘‘Çık çık’’ yapmayın sakın bu tür haberleri okuyunca... Pek farkımız yok zira.
Neyse...
Yazının girişinde ‘‘Başlıktan vazgeçtim’’ dediğime bakmayın. O sırf şu yazıya zemin hazırlamak içindi. Yoksa ben pabuç bırakmam böyle şeylere. Benim ahlak anlayışım başka.
‘‘Sevişmek' demedim, ahlaklı oldum.’’
I-ıh... Öyle kolay değil ahlaklı olmak.
MIŞ-MUŞ
Rusya Devlet Başkanı Putin de çapkın çıkmış.
Son yıllarda milletçe Rus kızlarıyla pek içli dışlı olduğumuzdan biliyoruz, ağır tahrik var, ne yapsın adamcağız.
Adalet Bakanı Çiçek ‘‘Bu kadar yolsuzlukla yabancı sermaye gelmez’’ demiş.
Geçen gün de ‘‘Bir Uzan daha çıksa Türkiye 2.80 uzanır’’ demişti. Sayın Çiçek bakan değil müfettiş sanki.
Bayramda 180 bin kişi yurtdışındaymış.
Yeni Kuşak Bayram Geleneği.
Yazının Devamını Oku 20 Kasım 2003
<B>ÇOK </B>değerli meslektaşım <B>Mahgüdük,</B> Aramıza hoşgeldin!
Birken iki oldunuz çok şükür. Bugün Pako'yla ikiniz köşe yazarı, yarın başka arkadaşlarınız genel yayın müdürü, milletvekili, belediye başkanı, bakan derken hayvan kısmı memlekette söz sahibi olur inşallah. Bizim çapımız ortada; ne kendimize hayrımız dokundu ne size. Bir de hayvanları görelim bakalım ki ben çok umutluyum. Şu yazı işi mesela... Gazetelerde Pako'yla senden iyisi yok.
A, bir dakika!
Belki bizim okurlardan seni tanımayan vardır, namın henüz yedi cihanda duyulmadı çünkü. Bir tanıtım arası verip, tekrar mektuba döneceğim.
Sevgili Okurlar,
Mahgüdük, bir köpek. Ama bildiğiniz köpeklerden değil. Eli kalem tutuyor. Hatta maus da tutuyor olabilir. Hayatı öyle mama tabağıyla köşe minderi arasında gidip gelmekle geçmiyor, masaya oturup yazı da yazıyor. Evden sırf dışkılamak için çıkmıyor, akıl fikir saçmak için gazeteye de gidiyor. Çok iyi tavla oynadığını da duydum.
Başka yerde olsa Mahgüdük'ü bir sirke dahil eder memleket memleket gezdirirlerdi. Fakat bizde köşe yazarı yaptılar. Uzatmayayım, kendisi Vatan Gazetesi'nin taze köşe yazarlarındandır.
***
İşte döndüm Mahgüdük'çüğüm.
Böyle canımlı cicimli hitap etmemi saygısızlık olarak nitelendirmezsin herhalde. Seninle tanışıklığımız çok eskiye dayanır, bilirsin. En az 15 sene. Bu arada senin bir özelliğin daha çıktı ortaya bak!
‘‘Dünyanın en uzun yaşayan köpeği.’’
Çünkü tanıştığımızda yeni doğmuş değildin, hatta bayağı kaşarlanmıştın bile. E, yakın zamanda gideceğe de benzemiyorsun Allah gecinden versin.
***
Geçenlerde seninle yapılan bir röportajda beni köşe yazarı olarak çok beğendiğini belirtmişsin. Hakikaten mütehassis oldum Mahgüdük. İnsan yazarlar benim adımı pek öyle uluorta telaffuz etmezler çünkü. Gerçi hemen her karşılaştığımızda iltifatlara boğarlar ama şahitler önünde konuşanı pek azdır. Ben hayvanları boşuna sevmemişim demek...
Fakat aynı röportajda sende bir insanlık alameti de gördüm ki bu beni fazlasıyla üzdü. Sen bilmezsin, biz insanlar yarım yamalak okur, yarım yamalak dinleriz. Sen de ‘‘Gerginim Biraz’’ başlıklı yazımı okumuşsun ama tek gözünle...
Ben yüzümü değil, boynumu gerdirdim. Hani fısıltı gazetesinden yayılan bir haber olsa, Mahgüdük'ün kulağına gidene kadar ‘‘boyun’’, ‘‘yüz’’ olmuş deyip hoş göreceğim. Fakat açık açık yazdıktan sonra hata kabul edemem artık.
Sana önemsiz bir ayrıntıymış gibi gelebilir ama değil. Kalın bağırsakla rahim de birbirine çok yakın ama ameliyatları farklı oluyor Mahgüdük'çüğüm.
Hayır, korkarım yarın ‘‘Pakize tulumunu çıkarttı’’ da dersin.
‘‘Yok artık!’’ deme, yaptıranlar var.
Sizin gazetede kısa boylu, kalın, saçının bir kısmı dökülmüş, kalan kısmı ağarmış, gözlüklü, fırça bıyıklı, kısacası yakışıklı bir köşe yazarı var; geçen gün estetik yaptıranlarla ilgili bir yazısını okudum, söyle ona, isterse bu konuda birkaç tüyo verebilirim kendisine. Hatta tulumunu çıkartanlardan birini o da çok iyi tanır, bir zamanlar yakıniydi.
***
Gelelim sadede...
Mahgüdük'çüğüm benim Terrier cinsi, dişi bir köpeğim var. Adı Tin Tin. Şimdi ben bunu sabah akşam dolaştırıyorum. Bu dolaştırmaların köpek sahipleri açısından hayırlara vesile olduğunu defalarca duydum ancak henüz bir şey görmedim. ‘‘Günaydın’’, ‘‘İyi akşamlar’’ o kadar.
Senin beyefendinin durumu ne? Sayende birileriyle yakınlık kurabildi mi?
Acaba diyorum, bir akşam kendini sıksan da ihtiyacını kapının önüne çıkar çıkmaz görmesen, sahibini bizim oralara kadar sürüklesen, bir rastlantı ayarlasan... Hem Tin Tin'i de koklarsın. Ha yalnız çeneni tutacaksın ki seninki terütazeliğimi Allah vergisi sansın.
Hadi göreyim seni baygın bakışlı Mahgüdük'üm!
MIŞ-MUŞ
Tayyip Erdoğan bombalı saldırılarla ilgili ‘‘O mesajı ayağımın altına alırım’’ demiş.
Ötekiler şiddetle kınarlardı, Erdoğan ‘‘kınama’’yı atmış, ‘‘şiddet’’ kalmış.
*
Adalet Bakanı Çiçek, ‘‘Bir Uzan daha çıksa Türkiye 2.80 uzar’’ demiş.
Bu mümbit topraklarda uzamanın arifesinde olduğumuz yüce milletimize duyurulur.
*
Bush Erdoğan'a, ‘‘Amerika'da dostun var, unutma’’ demiş.
Erdoğan'ın yerinde olsam, ‘‘Aptal dostum olacağına akıllı düşmanım olsun’’ diye cevap veririm.
Yazının Devamını Oku 18 Kasım 2003
<B>TAKTIM </B>ben bu mevzuya. Bütün kadınların da takması gerektiğini düşünüyorum. Bilmem doğru mu -ki gazetede okuduğum her haberin doğru olduğuna inanmak istiyorum- Çocuklar Duymasın dizisinin senaristi Birol Güven, Meltem rolü için Hülya Avşar'a teklifte bulunmuş. Pınar Altuğ'un yerine...
Neden?
Malum mevzu yüzünden.
Bilmeyen yoktur herhalde ama yine de tek cümleyle özetlemek gerekirse, Pınar, erkek milletinin sahasına el atma cüretinde bulunmuştur. Budur mevzu.
Evet, erkekler söz konusu olduğunda sıradan bir olay sayılan ‘‘evliyken başkasına aşık olma durumu’’ Pınar'ın başına gelince recmetmeye kadar vardı varacak iş.
Öteki iki işinden oldu, şimdi üçüncüsünden de olmak üzere. Gerçi kendisi kondurmak istemiyor, ‘‘Anlaşmam bitmişti’’ diyor ama o işler devam edebilecek işlerdi.
***
Ben en çok, en ufak olayda, hatta bazen fazla yanlı davranarak bayrak açan kadın yazarlara hayret ediyorum. ‘‘Gık’’ları çıkmıyor. Pınar güzel; parası pulu, cipi falan var; üstelik sarışın da... Onun için onların ilgi alanına girmiyor herhalde.
Bir de merak ettiğim bir şey var. Seyirciden Birol Güven'e baskı mı geliyor acaba? Bu köşenin okurları arasında Çocuklar Duymasın'ın seyircileri de vardır elbet. Onlara sorayım bari. Pınar Altuğ'un diziden ayrılmasını istiyor musunuz hakikaten? İnanamıyorum da ben buna...
Belki de reytinglerden bu sonucu çıkarıyordur Güven. Geçen sene kimselere kaptırmadıkları birincilik tarih olduysa... Gerçi bu konuda bir şey duymuş değilim ama eğer varsa bir düşüş, bunun sebebi kanaldan kanala gezmeleridir büyük ihtimalle. Bu üçüncü kanalları. Geçen gece aynı anda üç kanalda birden oynuyordu. Hangisi yeni, hangisi eski ben biliyorum ama bizim Fadime bilmiyor -ki kendisi dizinin baş seyircisidir- hangisine denk gelirse onu seyrediyor.
Ben bunu bilir bunu söylerim, bir dizi o kanaldan o kanala transfer olmayacak. Yoksa bitiş fermanını imzalamış oluyor. Nice örneğini gördük. Ha, eski kanallarda gösterilmesine mani olunabiliyorsa bir diyeceğim yok.
***
Gelelim Hülya Avşar'a...
O rol Hülya Avşar'a çok yakışabilir. Ama benim tanıdığım Hülya bu teklifi kabul etmez. Hiçbir kadın o rolü kabul etmemeli bence; bu zihniyete karşı olduğunu göstermeli bu şekilde. Ha, Pınar başka bir nedenle diziden ayrılırsa, o başka.
Ama ‘‘Ben profesyonelim, işime bakarım’’ diyene de kızacak halimiz yok tabii. Herkesin bir duruşu var.
Son olarak, başta belirttiğim gibi, her ne kadar gazetedeki her haberin doğru olduğuna inanmak istesem de inşallah bu seferki yanlış istihbarattır diyorum.
MIŞ-MUŞ
Bir araştırmacı Atatürk'ün boyunun 1.68 değil 1.74 olduğunu ileri sürmüş.
Aman iyi... Zaten en uzağa da biz gittik, en yükseğe de biz çıktık.
*
Emine Erdoğan, Sibel Can'ı fakir bir vatandaşın evine iftara götürmüş.
Sibel'i şişman gördü herhalde.
*
Cinsel sağlık hattını en çok gençler arıyormuş.
Yaşlılar eski günlerini aramakla meşgul olduklarından sağlık hattını arayamıyorlardır.
Yazının Devamını Oku 16 Kasım 2003
<B>BU </B>yazı seneler süren, çok sayıda deney neticesinde yazılmıştır. Hiçbir şey çıktığı yere sığmıyor.
Evet. Buyurun siz de deneyin. Ayırım yok, her nesne üzerinde yapabilirsiniz deneme işini.
İlaç mesela...
Karton kutuyu açın, içinden bir poşeti çekin, sonra tekrar kutuya koyun. Koyabilirseniz tabii. İttirin ittirin girmez. Kutunun kapağı da kapanmaz haliyle.
Benim evde bütün ilaç poşetleri yarı beline kadar kutusundan sarkmış olarak duruyor. Nedenini biliyorum aslında. Prospektüs potluk yapıyor. Çaresi, çıkarıp atacaksınız. Fakat ben sıkı bir prospektüs okuyucusu olduğumdan atamıyorum. Çıkarıp çıkarıp okuyorum zira. Bakıyorum neydi kontrendikasyonları... En bildiğim ilacın bile zaman zaman endikasyonlarını teyit edesim geliyor.
Neyse, konu bu değil. Diyeceğim, hele prospektüsü iki kere çıkarıp soktuysanız kutusuna, artık hiç şansınız yok, poşetleri kutusundan bağımsız muhafaza edeceksiniz.
* * *
Mesela yorgan...
Hani naylon çantada satılan yorganlar var ya... Çıkarın çantasından, bakın bakalım bir daha sığdırabiliyor musunuz aynı çantaya. İttir kaktır, yeniden katla, olmadı bu taraftan sok... Nafile!.. O çanta o yorganın değil sanki.
Başka ne geliyor aklınıza?
Ütü, elektrik süpürgesi...
Orijinal kutusuna, evinize ilk geldiği günkü gibi yerleştirip kutunun kapaklarını kapatabildiğiniz oldu mu hiç?
Olduysa nasıl becerdiğinizi bana da anlatın bi zahmet.
* * *
Hadi fabrika çıkışlı olanlardan vazgeçtim. Evde mesela, havlu dolabını boşaltıyorum, yeniden düzgünce yerleştirmek için... Neticede üç havlu elimde kalıyor. Mümkün değil sığmıyor.
Ayol beş dakika önce orada değil miydi bunlar? Hay boşaltmaz olaydım!
Geçen gün yeni cep telefonu aldım. Aslında almadım da puanım birikmiş, verdiler. Bu ikinci defadır oluyor, anlayın ne para ödediğimi...
Uzatmayayım, köpük dediğimiz malzemeden yapılmış yuvalı muhafazası var telefonun. Çıkardım yuvasından, evirdim çevirdim, ‘‘Aman şimdi buna alışmak zor’’ deyip tekrar yerine ‘‘koydum’’ demek isterdim ama koyamadım. Sığmadı.
‘‘Bu kadar da olmaz’’ diyeceksiniz şimdi.
Vallahi oldu.
Bende bir bereket durumu var belki de; elimin değdiği şey büyüyor, çoğalıyor... Bilmiyorum.
Ama durum bu.
Hiçbir şey çıktığı yere sığmıyor.
MIŞ-MUŞ
‘‘Uyumadan önce yemek kilo aldırır’’ inanışının yanlış olduğu ortaya çıkmış.
Biri bizimle dalga geçiyor.
Haftada iki kez seks, gripten koruyormuş.
Yan etkileri: Gözyaşı, dırdır, kıskançlık, ihanet, bağlanma, bağlanamama, AIDS, belsoğukluğu, mantar vs.
Erdoğan, ‘‘IMF sadece borç vermiyor, geleceğimize de hükmediyor’’ demiş.
Duyan da Erdoğan'ı sıradan vatandaş, bizi hükümet sanacak.
Yazının Devamını Oku 15 Kasım 2003
Kimdi yağmuru romantik bulan?<br><br>Derhal ilişkimi keseceğim kendisiyle. Giyinip kuşanıp duşun altına girmekten ne farkı var söyler misiniz?
Ya da habire kafamızdan aşağı kovayla su dökülmesinden?
Nesi romantik bunun?
İliklerine kadar ıslanmanın...
Dizine kadar suya batmanın...
Taksi bulamamanın...
Nesi romantik?
Özgürlüğümü alıyor bir kere elimden...
Beni yönetiyor.
Çok sevdiğim sokaklardan men ediyor...
Daha ne olsun?
‘‘Ama pencereden süzülen yağmur damlaları...’’ diyebilirsiniz.
Tamam da kaç dakika seyredebilirsiniz yağmur damlalarını?
Oysa saymadım kaç gün oldu şu yağmur başlayalı.
Siz bu satırları okuduğunuz sırada dinmiş olabilir ama bu yazı asla güme gitmeyecektir. Zira daha yolun başındayız. Önümüz yağmur. En az 6 ay.
Fakat her şerden bir hayır doğarmış; uzman kesilmeme az kaldı.
Çünkü meraklı yaptı beni bu durum. Bu kadar su boşaltımı için kaç bulut görev yapıyor?
Bir bulutun su kapasitesi nedir?
Suyunu boşaltan buluta ne oluyor?
Karadeniz ve Balkanlar'da ‘‘Bulut Dolum Tesisleri’’ mi var?
Bunları araştırıyorum.
Bugünlerde en sevdiğim grup Bulutsuzluk Özlemi. Bunu da bildirmiş olayım.
Dağılmış mıydı yoksa onlar? Hayır, bugünlerde pek takip edemiyorum da müzik piyasasını... Çok şöhretli olduğu söylenen fakat benim yüzünü ilk defa gördüğüm, hiçbir şarkısını duymadığım kadınlar peydahlandı mesela...
Neyse şimdi...
Bakın yine o ses!
Kendisi, için için yağsa bile arabalar ıslak zeminden geçerken ‘‘fışşş’’ diye bir ses çıkarıyor. Doydum artık bu sese. Kuru gürültü istiyorum. Fakat az sonra ben de aynı şeyi yapacağım. Yolları fışırdatacağım yani. Bir kebapçıya kapağı atmak niyetindeyim. Zira mutluluğun formülü benim için hakikaten çok açık.
Bir buçuk Adana
Kendimi şöyle bir yokladım da...
Tamam İzmirliyim, hatta kökenim de Girit... Zeytinyağı başımın tacı. Bardağa koyup içebilirim. Otlar falan da iyi...
Hele balık şahane.
Fakat ben önce kebapçıyım arkadaşlar.
Bunu keşfettim.
Bilmiyorum belki de Adana'dan göç etmişizdir Girit'e.
Ya da şart mıdır sevmek için aynı memleketli olmak?
Doğar doğmaz tadına bakmak?
Şart olsaydı topumuz nasıl sushici olurduk?
Sahi, ne sevdik sushiyi... Biraz daha gecikseymiş gelişi, yatırlara gidecekmişiz.
Neyse uzatmayayım, kebapçıyım ben. Hem ayırt etmeksizin hayvansever hem de kebapsever olmak çelişkili bir durum biliyorum ama oldu bir kere.
Fakat günümüz kebapçıları da başka türlüsüne imkán vermeyecek şekilde aldılar başlarını gidiyorlar. ‘‘I-ıh, sevmiyorum’’ diyecek hal bırakmadılar insanda.
Çocukluğumuzda mahalle aralarında mönüsü de dekorasyonu gibi mütevazı kebapçılar vardı. Bir yayla çorbası, bir lahmacun, bir de kebap. O kadar.
Ne kebabı? Ne bileyim ben, öyle kebap işte. Bir acılı bir acısız... Yoktu ki öyle 32 çeşit.
Sahipleri de gayet görgülü insanlardı genellikle. Misal, lahmacunun içine öyle görgüsüzce kıyma doldurmazlardı; yanlışlıkla kaçmış gibi tek tek sayılırdı kıymalar.
Diyeceğim benim kebabı sevişim içine girdiğimde La Fransız restoranına geldiğimi zannettiğim kebapçıların açılmasına denk geliyor. Aynı zamanda kebapların bir fırfırlısının icat edilmediğinin kaldığı dönemlere...
Bir de adeta ön sevişme tadında olan kebap öncesi ıvır zıvırlardır beni baştan çıkaran. Gerçi sonuç olarak ters bir durum var burada. Birini ne kadar uzun tutarsanız insanın o kadar iştahı açılıyor fakat kebapçı masasında öyle değil; bu faslı çok uzatırsanız midenizde kebaba yer kalmıyor.
Netice olarak kendimce birkaç kebapçı belledim, aralarında dönüp duruyorum.
En iyisi bunlardır demiyorum, Türkiye'deki bütün kebapçıları gezmiş değilim zira. Mesela Adanalılar hálá İstanbul'da yediklerimizin kebap olmadığını söylerler. Yazı Kebap'ın açılışının nedeni bu hatta. ‘‘İstanbullular kebap görsün’’ demiş sahibi.
Yazın Laila'daki yerine rezervasyonsuz gidilmiyordu. Alkent'teki kışlığını görmedim henüz.
Mahallemde Namlı var. Cefakár, vefakár Namlı'm... Kar kış kapıma getirir siparişimi.
Ve Hamdi. Geç buldum fakat çabuk kaybetmek niyetinde değilim. Siz de bir kebapsever olduğunuzu iddia ediyorsanız ve buna rağmen hálá Eminönü'ndeki Hamdi'yi keşfetmediyseniz o sıfat yakışmıyor size, haberiniz olsun.
E, yeter 3 tane. Koskoca jüri yok burada, 10 kebapçıyı sıralasın size...
MIŞ-MUŞ
Gribin ilacı sirke ve balmış.
İkisinin birlikteliğine kanser bile dayanamaz bence.
Konya Milli Eğitim Müdürü, kadın öğretmenleri dar kıyafetler giyerek öğrencileri tahrik etmemeleri hususunda uyarmış.
Çocukların aklında tahrik falan yoksa bile şimdi gelmiştir.
PKK ad değiştirmiş.
Ali Veli, Veli Ali.
Gül, Türkiye-AB troykası toplantısında umut vermiş, umut almış.
Her şey yolunda, bir tek AB'ye girme durumumuz hariç.
Yazının Devamını Oku