9 Ekim 2004
Renkli gözler, pembe beyaz ten, sarı saçlar, gönlünce iyice aydınlanan bir yüz... Boy bos desen yerinde... Kimsenin hakkını yemiş olmayayım ama gelmiş geçmiş en güzel politikacı eşi galiba. Üstüne üstlük iş güç sahibi. Mustafa Sarıgül’ün eşinden bahsediyorum. İnsanoğlunun Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisine denk gelen kısmı hakkında biraz bilgi sahibi biriyseniz. ‘Bize ne Mustafa Sarıgül’ün eşinden?’ demezsiniz herhalde.
Lider olacaksanız, istediğiniz kadar aranan vasıfları haiz olunuz, illaki halkın beğenisine sunabileceğiniz bir de eşiniz olacak. Aksi halde güdük kaldınız demektir. Bunu ilk rahmetli Özal keşfetmişti. Ondan önce, gittiği her yere elinde karısını da götüren başka politikacı görmemiştik. Gerçi Semra Hanım’ın enteresan kişiliği yüzünden yaratılmak istenen etki ters tepti, o başka... Diyeceğim bu el ele kürsülere çıkmalar falan Özal’ın Türkiye’ye sunduğu yeniliklerden biridir.
Ecevit’in hakkını yediğimi düşünenler olabilir. Hayır, yemiyorum. Fakat onun durumu biraz farklı. Rahşan Hanım eş olarak değil, bizzat politikanın içinde biri olarak Bülent Bey’in yanında yer almıştır. Hatta kimin kimi elinden tutup gezdirdiği tartışılır.
Bakın, Deniz Baykal’ın bir türlü istediği mertebeye ulaşamaması bununla ilgili olabilir. Eşini gören olmadı henüz. Değil kürsüye el ele çıkmak, evde ara sıra aynı odaya denk düştüklerinden bile şüpheliyim.
Gerçi bence doğrusunu yapıyor Baykal. O verilmek istenen ‘Bakın biz mutlu bir aileyiz, Türkiye’yi de mutlandıracağız’ mesajı bende ters tepiyor mesela. Sanki ‘Kadının yeri kocasının yanıdır’ diyorlarmış gibi geliyor, geriliyorum.
Ama ben Türkiye’nin çoğunluğunu temsil etmiyorum tabii. Bir zamanlar ‘Berna Hanım Mesut Bey’in yerine geçsin’ diyenleri hatırlarsınız... ANAP’ın bitişinin nedeni bile Berna Hanım olabilir. Berna Hanım’ın bel fıtığı olup da ortadan çekilmesiyle ANAP’ın siyasi arenadan çekilmesi aynı günlere denk geliyor zira.
Kısaca ‘Bir elinde ‘eş’in varsa, ‘oy’un var demektir’ denilebilir. Hele eşin eli yüzü düzgünse...
Bu durumda Mustafa Sarıgül yaşadı. Elinde bir de bu kart var. Zaten o da bunun farkında ki bugüne kadar hiçbir açılışta, hiçbir kutlamada rastlamadığımız Aylin Hanım’ı sık sık görür olduk.
Etimuayyen
‘A, mavi sıvı!’ dedim görünce... Sonra altını çevirip bakmışım ki arkasına geçmiş mi geçmemiş mi...
Gizlendiği yerden çıkıp ortaya saçılalı çok olduğundan ben de rahatça söz ediyorum. Neydi o niyetlenip niyetlenip alamadan dükkándan çıktığımız günler...
Efendim uzatmayayım, bizim hijyenik kadın bağının yeni bir modeli çıkmış. Ya da ben yeni gördüm, bilmiyorum.
‘Mavi sıvılı ped’
Gerçi bu ilk intiba. İnceleyince görüyorsunuz ki ‘Mavi’si var lakin ‘sıvı’sı yok. ‘Kuru mavi’ diyebiliriz yani.
Şöyle tarif edeyim... Coğrafya atlasındaki haritaları aklınıza getirin. Getirdiniz mi? Şimdi okyanuslara gelin... Hani derinliğine göre koyudan açığa doğru iç içe geçmiş terliksi hayvan şeklinde mavilikler vardır... İşte pedin tam orta yerinde öyle bir mavilik. Ayrıca dört kenarında mavi çizgiler.
Şimdi ‘A mavi sıvı!’ dediğim günden beri, bunun ne manáya geldiğini düşünüyorum. O çizgiler ‘Buradan öteye geçmeyiniz!’ demek oluyor herhalde. Sızdırmazlık sınırı. Yani ‘Bu sınırın içerisinde bir sızdırma olursa kabahat bizde’ demeye getiriyorlar. Hele tam ortadaki mavi lekenin orada husule gelen sızdırmalarda götür pedi al tazminatı!
Ama çizginin dışından mesul değiller. Bu durum kullanıcının santimi sütunu denk getirememesinden doğuyor zira.
Pedin ulaştığı bu düzeyde de AB’nin parmağı olabilir. Tüketici korunuyor. Fakat yaptınız bir hayır, şunun her tarafını sızdırmaz yapacaktınız. İnsanlık hali... İnsan tam ortalamayabilir. Hayır çok mu pahalı sistem bu, anlamadım. Altın kaplıyorlar sanki. Öyle bile olsa el kadar bir şey zaten bu ped denen meret. Çarşaf değil ki. Gerçi iki uçtan uzata uzata, önü göbek deliğine, arkası bel çukuruna kadar uzananlarını da yaptılar tabii, o başka.
Sahi ben bu kadar çok çeşidi bir de bisküvide gördüm. İkisi yarışıyor. Raflara bakarken tepe sersemi oluyor insan.
Yakında bu pedlerin ‘çay saati’ için olanı çıkabilir. Gece için gündüz için var da... Neden olmasın?
Bakmışsınız bisküvilerin de muayyen günler için tavsiye edilen çeşidini üretmişler...
‘Etimuayyen’
Sancıyı stresi azaltan bilmemne katkılı!
Olur mu olur.
MIŞ-MUŞ
Şu satırları kaleme aldığım, 7 Ekim 2004 Perşembe sabah saatlerinde, mış-muş’luk haber toplayacağım günlük gazetelere henüz ulaşamamış bulunmaktayım. Malumunuz İstanbul sokakları ‘Dere geliyor dere / Kumunu sere sere’ durumunda. Lakin artık yazımı fakslamak zorundayım. Netice olarak bugün mış-muş yok.
‘Televizyonla internet ne güne duruyor’ diyeceksiniz. Ben elimi değdiremediğim habere haber demem.
Yazının Devamını Oku 30 Eylül 2004
Deniz Toros
‘Yazdıklarınıza katılıyorum. 3. kişi bir birlikteliği yıkamaz. O birliktelikte gitmeyen bir şeyler var ki ilişki bitmiştir. Murathan Mungan diyor ya ‘Giden değil kalandır terk eden.’
(...) Kimse geride bıraktığı ilişki için mücadele vermek zorunda değil ama bir ilişki bitiyorsa biraz usturuplu olmalı değil mi? Hiç kimseyi zorla sevemezsiniz ve bedeniniz size aittir, ancak bu içinizdeki taze coşkunun hoyratlığı, kısa/uzun bir zaman dilimi paylaştığınız insanın duygularını örselemek için yeterli sebep olmasa gerek.’
İyi söylüyorsunuz da... En nazik cümlelerle artık yollarını ayırmaları gerektiğini anlatan eşine ‘Hakikaten çok usturuplu yaklaştın’ diyen ve de sessizce ilişkiyi bitiren birini ne duydum ne gördüm. Seviyeyi aşağı çeken, daima, giden değil kalan oluyor.
***
Diyet Uzmanı Rukiye Karadayı
‘(...) Yeme kültürümüzü (Yemek kültürü değil) geliştirebilirsek, ne kilo alırız ne de aldığımız kiloları vermekte zorlanırız. Önüne gelen bir diyet reçetesi atıyor ortaya. Oh ne álá, tüm kilo sorunları çözüldü! Oysa diyet kişiye özeldir. Herkesin bir yeme alışkanlığı, kendine özgü bir damak zevki vardır. Ayrıca bilinen veya bilinmeyen ve kiloyu etkileyen bir sağlık sorunu da olabilir. Ya da sorunu özel yemek yemesini gerektiriyordur. Bütün bunların üzerine o kişinin psikolojik durumunu, sosyal yaşantısını da koyun. Birine verdiğiniz diyet sizce diğerine uyar mı?’
Uymaz. Ama maalesef gazetelerde ‘umuma açık’ diyet reçeteleri yayınlanıp duruyor. Diyet reçetesi enflasyonuna rağmen çoğu kişinin obezlikle arasında bir dirhem yağlık mesafe kalmasının nedeni bu demek. Ama bu böyle sürüp gidecektir. Biz komşuya iyi geldi diye en ağır kalp ilaçlarını bile doktora falan danışmadan yutan insanlarız.
***
Mustafa Fotumacı
‘Hiçbir evlilikte ne aşkı ne de cinsel heyecanı sonsuza dek sürdürmek olanaklı değil. Salt aile kavramı bizi artık tatmin etmeye yetmiyorsa, bu durumda evlilik kurumunun kendisini sorgulamaya başlasak fena olmaz. Zinayı yasaklamaktansa evliliği yasaklayalım ve insanlığı bu baş belası koşullardan kurtaralım.’
Zaten sorgulama başladı da... Artık ne zaman hüküm giyer bilinmez. Biz göremeyiz herhalde. Ama ‘yasaklamak’ deyince orada biraz duralım. Bir yasağa karşı çıkarken başka yasaklar önermemiz biraz tuhaf olmaz mı?
***
G.Ü.
‘Gösteriş olsun diye hayvansever pozuna girenleri anlatıyorsunuz. Kendimi bu tarz insanlarla ve gerçek hayvanseverler arasında görmeliyim diye düşündüm. Çünkü 3 sene öncesinde 7 yaşında ölen, Tanrı’nın bir lütfu gibi bana gelmiş cins bir köpeğim vardı. Şurada takıldım. Ben de onu gezdirirken üzerimize gelen sokak köpeklerini kovalıyor, korkutup kaçırmaya çalışıyordum. Çok vahşi olmasam da şiddet kullandığım da olmuştur. Ama köpeğim yanımda olmadığında evdeki kalmış yemekler elimde sitenin içinde saatlerce köpek aramışlığım da vardır...
Lütfen söyleyin, hayvanseverliğin hangi aşamasındayım?’
Vallahi ben de bilemedim sizi nereye koyacağımı. Şiddet var ama elde yemek sokak köpeği aramak da var. ‘Yer yer hayvansever’ denilebilir size. Ya da ne bileyim ‘Gel git akıllı’ gibi ‘Gel git hayvansever...’
Efendim, tabii ki şaka yapıyorum. Sizi kategorize etmek ne haddime!
MIŞ-MUŞ
Mutlu evliliğin sırlarını verdiği kitabı satış rekorları kıran, ABD’nin aşk gurusu Ellen Fein’i 16 yıllık kocası terk etmiş.
Böylece en son sırrı vermiş oldu: Mutlu evliliğin sırrı yoktur!
*
Bir eylül ayında korkulukları olmayan balkondan düşen, ertesi eylül üzerine kaynar su dolu tencere devrilen küçük Beyza, bu eylül de çöken briket balkon korkuluğunun altında kalarak hayatından olmuş ve böylece eylülle savaşı kaybetmiş.
Zavallı Beyza’cığın savaşı eylülle miydi yoksa çocuklarını ‘Saldım çayıra Mevlam kayıra’ zihniyetiyle büyüten ailesiyle mi?
Not: Haftaya cumartesiye kadar yokum. Topu topu 1 hafta. Sizin ‘1 ay’larınızın, hatta bazılarınızın ‘bütün yaz’ının yanında lafı bile edilmez.
Yazının Devamını Oku 28 Eylül 2004
<B>ARDI </B>arkası kesilmeyen, dünya durdukça da sürecek olan mühim araştırmalardan birinin neticesine göre, Türkiye’de cinsel ilişkide bulunma sıklığı haftada ikiymiş. Demek kesim ayrımı olmaksızın sokakta, metroda, barda, işyerinde rastladığımız her erkeğin, her saat aşk yapacakmış gibi bakan gözleri promosyondan başka bir şey değilmiş. Netice haftada topu topu iki.
Ama mevzu bu değil.
Mevzu, işadamlarının bu ortalamanın da altında kalması. Hayatın günlük akışı içerisinde paranın işe yaramadığı, hatta neredeyse aksi tesir yaptığı haller de varmış demek.
İnsanın inanası gelmiyor. Oysa bana bir tahmin yap deselerdi, işadamlarını en başa koyardım. Ne bileyim... İşadamı deyince aklıma işten ziyade aşk meşk gelmiştir daima. Hani bu işlerden elini eteğini çekse, ilişkiler áleminde ciddi bir sarsıntı yaşanır sanki. Piyasa altüst olur.
Bir de ‘İnsanın karnı doyunca aklına seks gelir’ şeklindeki yaygın kanı var.
Onun da etkisiyle herhalde, işadamı yataktan çıkmaz zannederdim.
Fakat yataktan çıkmayan kimmiş meğer... Memur.
Hakikaten ummazdım. Kendimi bildim bileli geçim sıkıntısı çeken, yüzü bir türlü gülmeyen memurda stres sıfır demek. Stresin cinsel hayatı vurduğu söylenir zira.
Bakın bir araştırmadan kaç tane netice çıkıyor. ‘Paran var mı derdin var’ sözü de doğrulanmış oluyor. Sonra ‘Kumarda kaybeden aşkta kazanır’ sözü... ‘Ak akçe kara gün içindir...’ Yok bu uymadı.
***
Fakat Allah hakikaten bir kapıyı kaparsa ötekini açıyor. İşte memurun durumu. Yüzü bir konuda gülüyor hiç olmazsa. Adalet yok derler bir de... Daha nasıl olacak... Az parası olana çok seks, çok parası olana az seks. Neticede herkesin oyalanacak bir şeyi var.
Aynı araştırmadan erkeklerin tek eşli olmadığı da çıkmış ortaya.
Bakın bu hiç bilmediğimiz bir şeydi. Araştırma yapıldığı iyi olmuş. Hakikaten sürpriz oldu bizim için. Vallahi korkulur bu araştırmacılardan. Bunlar yarın iki kere ikinin dört ettiğini de çıkarırlar ortaya.
Efendim, bu araştırmayı prezervatif firmaları yaptırmış. Cinsellikle ilgili onlarca netice var daha. Hepsine girecek değilim. Bir eksik var yalnız, o dikkatimi çekti. Prezervatif boylarıyla ilgili bir bilgiye rastlayamadım. Hani, hangi boyu daha çok satılıyor... Ama ben en büyük boyun kapış kapış gittiğine eminim. Benim bildiğim Türk erkeği o prezervatifi altından kıvırır, yandan karısına bir makine ayağı daralttırır, yine de eczaneye gidip ‘En küçüğünden bir kutu’ demez.
MIŞ-MUŞ
IMF Türkiye temsilcisi, ‘Ekonomi parlak döneme girdi’ demiş.
Bizimse ortada bir şey göremeyişimiz, parlaklığın gözümüzü almasından demek.
*
Marmara’da kırılması beklenen fayın yarısının zaten kırık olduğu anlaşılmış.
Biraz daha sıkın dişinizi; beş sene sonra ‘Orada zaten fay yoktu’ diyeceklerdir.
*
Kadir Topbaş, İstanbul’u ışıl ışıl yapacakmış.
Geceleri kurtardık, gündüzleri Allah kerim.
Yazının Devamını Oku 26 Eylül 2004
<B>GAZETELERİN,</B> <B>Erdoğan’</B>ın AB Genişleme Komiseri’yle el sıkışırken çekilmiş fotoğrafının altına <B>‘Artık Avrupalıyız’</B> diye yazdığı gün, depremde hasar görmüş olan Bingöl İl Sağlık Müdürlüğü’nün elinde üç tane rapor vardı. Birbirini tutmayan üç rapor... İkisi üniversiteden, biri Bayındırlık Müdürlüğü’nden alınmış. Birinin ‘Yıkılması gerekir’ dediği binaya öteki ‘Az hasarlı’, beriki ‘Orta hasarlı’ diyor.
Zevklerle renkler tartışılmazmış. Demek hasarları da tartışmamak lazım. Herkesin kendine göre bir hasar anlayışı var. Fırat Üniversitesi mesela... ‘Ben hasara hasar demem, bina yerle bir olmayınca’ diyor herhalde.
Üniversite falan ama neticede bu raporları insanlar hazırlıyor tabii. E, içinde tevekkel olanı var, pipirikli olanı var... Haliyle raporlar da ona göre oluyor.
‘Bunun bir tarifi yok mudur?’ diye bir soru gelebilir aklınıza. Yani bir binaya hangi halde ‘çok hasarlı’, hangi halde ‘az hasarlı’ denir. Vardır elbet. Fakat kahramanlarımız ‘Arife tarif gerekmez’ dedilerse...
Şimdi netice olarak müdürlükte çalışanlar bir dolduruyor, bir boşaltıyorlar binayı...
Ben çözüm olarak diyorum ki, acaba binayı bir de köpeklere mi koklatsak... Daha doğru netice alırız gibime geliyor. Bir defa yanılmadılar zira. ‘Burada adam var’ diye havladıklarında kaldırılan enkazın altından adam çıkmadığı olmadı hiç. Bakarsınız hasar tespit işini de bizden iyi yaparlar. Benim yetenek hususunda olsun; tepkilerinde, davranışlarında olsun, standardı yakalamış sevgili dostlarım...
***
Fakat bu standart hususunda insanın gözünü yaşartan müesseseler de var. Konumuzla hiç alakası yok ama...
Geçen gün şu güzel havalardan istifade dışarıda bir kahvaltı edelim dedik. Gittik Bebek’te teknelere karşı bir kafeye yerleştik. Zenginin malı züğürdün çenesini yorarmış, gözünü de okşuyor aynı zamanda. Tekneleri seyrede seyrede zeytinimizi, peynirimizi yiyeceğiz.
Kahvaltı tabakları geldi masaya. Domates, bal, tereyağı derken gözüm kaşar peynirine değdiğinde hakikaten mütehassis oldum. Hem zarafeti hem de standardı karşısında. Tül perde standardı getirilmiş kaşar peynirlerine. Hepimiz peynirimizi alıp gözümüzün önüne getirdik ki peynir yüzünden tekneleri göremeyen yok içimizde. Hani insanın eli kayar da birini biraz kalın keser... Katiyen. İnsan duygulanıyor tabii bu standart karşısında.
MIŞ-MUŞ
Samsun’da zabıtanın yaptığı ‘ağabeylik duygusu’ymuş.
Töre cinayetleri de ‘ağabeylik duygusu’ndan zaten...
*
AB kapısı açılmış.
Artık arkasında buyur edebileceğimiz salon mu var, uzun ince bir koridor mu, göreceğiz.
İlk izlenim ilişkileri belirliyormuş.
Son izlenimse ilişkileri bitiriyor.
*
Araştırmalara göre parayla saadet oluyormuş.
Bunu araştırmacılardan önce bizim kızlar keşfetti.
Yazının Devamını Oku 25 Eylül 2004
Demek Erol Taş’tan bu yana hiçbir şey değişmemiş. Yani sebatkárlığımız övünülecek düzeyde fakat başka hususlarda olsaydı keşke. Manásızlıkta bu kadar ısrarcı olmasak da olurdu. Efendim lafı şuraya getireceğim: Cennet Mahallesi adlı dizide gay rolüyle akrana geldi diye ailesi Alişan’a küsmüş.
Düşünün, ailesi bile... Ki sabah sete bildikleri Alişan’ı uğurlayıp akşam yine bildikleri Alişan’ı karşıladıkları halde. Rolünün hakkını vermek için bi koşu gidip gay olmadığını biliyorlar yani... Diğer seyircilerden farklı olarak...
Aslında küsmezlerdi. Fakat konu komşu rahat bırakmamıştır. Geçmiş olsuna gelenler olmuştur. ‘Vah vah! Aslan gibiydi, çok üzüldük’ demişlerdir.
Ailesi de ne yapsın... Üç beş ‘Vallahi oğlumuz hálá erkek’ savunmasından sonra sinirleri yıpranınca çareyi Alişan’a küsmekte bulmuştur.
Oysa yıllar geçti Erol Taş’ı kötü adam olarak bellediğimiz günlerin üzerinden. Ama yıllar sadece geçmiş demek. Aklımıza fikrimize dokunmadan. Aklı başında birçok oyuncunun ‘imajıma uymaz’ diye bir sürü rolü geri çevirmesi bundan demek. Durumumuzun farkındalar. Nitekim daha birkaç ay önce Çakır’a cenaze töreni tertipledik biliyorsunuz.
Bu durumda Alişan’ınkine ‘cahil cesareti’ mi demeli artık... Fakat cesaret cesarettir, tebrik etmek lazım. Kendisi nihayetinde iddialı bir oyuncu değildir. Dizide bulunmasının sebebi de hazır dinleyici kitlesini ekran başına çekme umududur herhalde. Yani ‘Bu rol hayranlarımla ilişkimi bozar abi’ de diyebilirdi. Bravo Alişan’a!
Meraklıyız ama...
Hakikaten çok şaşırdım.
Eskişehir’de, valilik bünyesinde 2 ay önce kurulan Bilgi Edinme Birimi’ne sadece bir kişi müracaat etmiş. Şehirdeki palmiyelerin ve zakkumların nereden alındığını ve kaça mal olduğunu sormuş.
Oysa ben meraktan çatlayan bir millet olduğumuzu düşünmüşümdür her zaman. Hem de aksi yönde telkinlerle büyütülmemize rağmen.
‘Üzümünü ye bağını sorma’ mesela...
Sonra merakın kediyi öldürmesi durumu var...
Birine ‘Meraklı turşucu’ derken iltifat etmek niyetinde olunmadığı da malûm.
Çocukluğumuzun en unutulmaz dayaklarını da merak yüzünden yemişizdir. Evdeki, hatta konu komşunun evindeki alet edevat, makinenin nasıl çalıştığı hususunda araştırmalar yaparken...
Fakat buna rağmen içimizdeki merak duygusunun söküp atmaya kimsenin muvaffak olamadığını düşünürdüm işte. Ama olmuşlar meğer. Çıka çıka bir meraklı çıkmış Eskişehir’den. Onunki de merak sayılmaz. Daha ziyade hesap sormaya yönelik. ‘Her şey bitti de Anadolu’nun göbeğindeki bilmemkaç senelik şehri İzmir’e, İskenderun’a benzetmek mi kaldı? Paralarımızı çarçur ediyorsunuz’ demeye getirmiş.
Fakat ben yine de genelde meraklı millet olduğumuz kanaatindeyim. Sadece o birimde bir eksiklik var. ‘Kişiler Hakkında Bilgi Edinme Birimi’ olacaktı. Olacaktı da hücumu görecektiniz. Kilitlenirdi vallahi Birim.
Artık 39 yaşında olduğunu söyleyen komşusunun aslında kaç yaşında olduğunu öğrenmek isteyen kadınlar mı ararsınız...
Tanıştığı herkesin geçmişini kurcalamakta yardım isteyenler mi...
Onun bunun, takip edemediği saatlerde ne yaptığını bilmek isteyenler mi...
Arkadaşının maaşını merak edenler mi...
Nişanlısının eski sevgilisinin penis boyunu öğrenmek isteyen bile çıkar.
MIŞ-MUŞ
Rauf Denktaş’ın torunu, Kıbrıs Cumhuriyeti kimliği alabilmek için Rum Nüfus Dairesi’ne başvurmuş.
Daha iyi bir fıkra bilen varsa beri gelsin!
Mars’ta uykular daha kısaymış. Her anlamda hayat var desenize!
Savaş analistleri Irak’ta savaşın daha 10 yıl süreceğini iddia etmişler.
Bush’un idrak süresini hesaba kattılarsa...
Bush sürekli Filistinli militanlar Ebu Nidal ile Ebu Abbas’ı karıştırıyormuş.
Kimbilir Irak’a da neresi diye girdi.
Erkeklerle dolaşmak
İşportacıların gözü aydın!
Simitçilerin falan da... Artık mallarını döke saça kaçışmalarına gerek yok. Zabıtanın gözü başka yerde zira. Şimdi çil yavrusu gibi dağılacak olanlar gençler.
Duymuşsunuz-dur, Samsun’da belediyenin zabıta ekibi, sahil yolunda devriye gezip banklarda, çimenlerde oturan sevgilileri ‘Düzgün oturun’ diye uyarıyormuş.
Zabıtanın eline yeni görevinin yazılı olduğu káğıdı tutuşturmuşlardır...
‘Umuma açık yerde el ele tutuşanların... Bir elini yanındakinin omuzuna atanların...’
Fakat cümlenin sonunu nasıl bağladılar bilmiyorum. Çünkü sonunda vatandaşın yararına bir şey yapıldığını belirtmeleri lazım. Misal açıkta satılan simit vatandaşın sağlığını tehdit etmektedir. Gençlerin birbirine sarılması vatandaşın neresine ne yapıyor bilemediğimden... Ama onlar münasip bir şey bulmuşlardır tabii. Nitekim zabıta başkomiseri, okulu kıran kızların erkeklerle dolaşmasını engellemek için bu uygulamayı getirdiklerini söylemiş.
‘Erkeklerle dolaşmak’ ifadesine dikkatinizi çekerim. Seçilen sözcükler zihniyeti yansıtıyor. Şimdi bunlara iki gencin el ele tutuşmasında ne mahzur olduğunu sorsanız; ayrıca bunun insanın bütün ömrünce yaşayacağı en güzel şey olduğunu söyleseniz ne anlayacaklar. Zaten kimseyi zinadan içeri tıkamayacakları için sinirleri bozuk.
Yazının Devamını Oku 23 Eylül 2004
<B>OH!</B> Üstümden bir yük kalktı.<br><br><B>‘Yorgan gitti kavga bitti’</B> de denilebilir. Duymuşsunuzdur... 1 kilo vücut yağını eritebilmek için kişinin 20.5 saat tenis, 43 saat voleybol, 16 saat basketbol oynaması, 125 saat koşması, 13.4 saat ip atlaması, 5 saat güreş yapması, 17.2 saat yüzmesi gerekiyormuş.
Beğen beğen al!
Fakat alsan ne olacak... İmkánsızlık ortada. ‘Üstümden yük kalktı’ demem bu yüzden. Bükemediğin eli öpeceksin! Bükmenin mümkün olmadığını öğrenmiş bulunuyoruz. Yağımızı öpüp bağrımıza basmak kalıyor geriye.
Demek kendilerine vücudumuzdaki mevcudiyeti gayet tabii olan birtakım yerlerimize yaptığımız muameleyi yapacağız. Meme gibi mesela... Nasıl ki göğüs bölgesinde iki çıkıntının varlığı şaşılası bir durum değilse, karın bölgesinde bir tepeciğin öylece duruyor olmasında da bir beis görülmeyecek. Sen sağ ben selamet!
Belki yürürken sallanmaması ya da ne bileyim daha sivri, daha yaygın, daha şu daha bu görünmesi için sutyen misali özel karın yağı giysileri üretilebilir.
‘Yağ illa karında mı olur’ diyeceksiniz. Benimki illa orada olduğundan... Sizinki başka yerinizdeyse ona göre bir yazı kaleme alırız. Arada böyle de açıklamalı savunmamsı bir öneride bulunduktan sonra mevzua bilimsel açıdan bakarak devam ediyorum sevgili okurlarım!
*
İlk insandan bu yana geçirmiş olduğumuz evrim hepinizin malumu... Diyorum ki bu karnın göğüsten ileride olması durumu da bir evrim olabilir. Demek bundan sonra insanoğlu budur. Öyle ya 125 saat koşmakla ancak 1 kilosu eriyorsa bu meretin, erimiyor demektir. Koşa koşa burnumuz küçülür mü? Bu da onun gibi. Demek geri dönüşü bizim elimizde değil. O yağ orada duracak. Evrim değil de nedir...
Bakalım ileride neremizde neler olacak. Biz görürüz, göremeyiz... Fakat bunu gördük işte. Ne diyeyim, hayırlısı olsun hepimize.
*
Fakat her şeye rağmen insanın içinde umudumsu bir şüphe de kalıyor. ‘Acaba eritebilir miyim’ şeklinde...
Şimdi bunun 1 kilosu 125 saat koşmakla eriyorsa... Ha bire koşmayı örnek verişim en kolayı oluşundan. Ötekiler partner, pota, havuz, top falan gerektiriyor. Güreş mesela... Nasıl olacak? Cepten mesaj atacaksın...
‘İş çıkışı görüşelim mi?’
‘Akşam bana güreşe gel!’
Onun durumu uygun değil ötekini ara! Güreşi kursağında kalır insanın.
Ne diyordum... Ha, bunun 1 kilosu 125 saat koşmakla eriyorsa demek 10 gram için 1 saat 25 dakika koşulacak. E, pek de imkánsız değil. Bir tek 2 kilo yağ yakmaya ömrün vefa etmemesi durumu var işte! Fakat her şeyin başı psikoloji. Şunu benim gibi 10 gr. cinsinden ifade etselerdi moralimiz bu kadar bozulmazdı. Ha, maksat bizi çökertmekse ‘10 kilo yağı eritmek için 1250 saat koşmak gerekiyor’ deselerdi bari. Bu türlüsü arada bir yerde bıraktı bizi.
MIŞ-MUŞ
Dışişleri Bakanı Gül, AB’den şartsız tarih alacağımızı söylemiş.
AB Komisyonu ise TCK olmazsa müzakerelerin başlamayacağını açıklamış.
Durum ‘iki şıklı test sorusu’. Hangisi doğru bilin bakalım!
*
Çiğ köfte fabrikası kurulmuş.
Gerçi bugüne kadar fabrika yoktu ama çif köfteci fabrikatörlerden bol bol vardı.
Yazının Devamını Oku 21 Eylül 2004
<B>DEMEK</B> Amerikalı olmak fark etmiyor. Ben <B>‘O kadın/adam yuvamı yıktı’</B> saçmalığını bize mahsus zannederdim, değilmiş. Irmak Ünal’ın Amerikalı eşi demiş ki, ‘Irmak’la aramızda hiçbir anlaşmazlık yoktu. Birdenbire bana boşanmak istediğini söyledi. Çünkü Alp’le beraber olmaya başlamıştı. Yani yuvamızı Alp yıktı.’
Bir kadın düşünün... Kocasıyla her şey mükemmel giderken bir gün aniden başka adama gidiyor. Şimdi bunu duyunca insanın aklına ‘düğme’ geliyor. Gömlek düğmesi değil elbet. Kumanda düğmesi. Kadın ya da erkek, eşini terk edip başka birine gidenler adeta birer robotturlar çünkü. Biri çıkar düğmeye basar, bir bakmışsınız kadın ya da adam gidiyor...
Bu ‘Her şey yolundayken biri geldi yuvamızı yıktı’ açıklaması, terk edileni rahatlatıyor herhalde. Yani ‘Aslında ben yeterliydim’ demek istiyorlar. ‘Ama işte o düğme meselesi...’ Aman kumandayı kaptırmayın o zaman! Artık dolaba mı kitlersiniz...
* * *
Arkadaşlar!
İkinci adamlar, ikinci kadınlar ancak tetikleyici olabilirler. Siz, onun pijamalarıyla sizinkiler yan yana duruyor diye harika bir evliliğiniz olduğunu düşünebilirsiniz. Ama eşinizin ruhu sizi çoktan terk etmiş olabilir. Ortada olsa olsa alternatifsizlikten katlanma durumu vardır. ‘Gidecek daha iyi yer yok, bari burada pinekleyeyim’ hali.
Ha, gerçekten harika bir evliliğiniz de olabilir. Kavgasız, sevgili, saygılı... Ama işte eksik olan bir şey vardır.
Aşk mesela...
Ya da cinsel heyecansızlık...
Ve bu bir gün mutlaka bir yerden patlak verecektir. Radarlar açıktır zira. İnsan kendisi farkında olmasa bile.
Yani diyorum ki kimse aniden gitmez. Çoktan yavaş yavaş gitmeye başlamıştır da sizin haberiniz yoktur. Kendisinin de yoktur belki. Küçük küçük hareketleri fark etmeyi beceremediğimizden en son kapıdan çıkıp gittiğinde gitmiş olur ki bu da ‘ani’ gelir tabii insana.
Ama hálá ‘O adam/kadın olmasaydı oturacaktı ne güzel...’ diyebilirsiniz. E, olabilir tabii. Neydi o laf?.. Bir filmde mi geçiyordu... ‘Ruhumu satın alabilirsin ama bedenimi asla!’ Bu da onun başka türlüsü... ‘Ruhun beni terk edebilir ama bedenin asla!’
MIŞ-MUŞ
Kanserinde göğsü elbisesinden fırlayan Gülben Ergen, ‘Yeni evli bir kadınım, dikkatli olmam lazım’ demiş.
İstim arkadan geliyor.
*
Erdoğan, ‘AB ile hiçbir sorun yok’ demiş.
Sonunda onlar bize uyum sağladılar herhalde.
*
Raylar onarılacakmış.
Trenler şaşkınlıktan devrilecek bu sefer de.
*
1 kilo yağ yakmak için 5 saat güreşmek gerekiyormuş.
Sumo güreşi güreşten sayılmıyor demek.
Yazının Devamını Oku 19 Eylül 2004
<B>GEÇEN </B>cuma günü <B>Ahmet Hakan, </B>Sabah’taki köşesinde <B>Ali Babacan’</B>ın imajıyla ilgili bir yazı yazdı. Özetle, Ali Babacan’ın genç yaşta üstlendiği sorumluluğa karşın gösterdiği hazımlılıktan; daha önemsiz mevkilere gelen ‘Ne oldum delisi’, kifayetsiz muhteris, görgüsüz ve hazımsızların yanında Ali Babacan’ın tevazuunun etkileyici oluşundan söz ediyordu Ahmet Hakan. Fakat bu imajın maalesef bir sünnet düğünüyle yıkıldığından...
Aynı fikirdeyim.
Gazeteyi açıp da o sünnet düğününün fotoğraflarını görünce, daha önce hiç üzerinde düşünmememe rağmen, arkalarda bir yerde Ali Babacan’ın bendeki imajının çok olumlu olduğunu fark etmiştim. Dudaklarımdan ‘Hiç ummazdım’ lafı dökülüvermişti zira. Sonra ‘Demek yanılmışım’ dedim, geçtim.
Ama şimdi Ahmet Hakan’ı okuyunca... Yani onu tanıyan ve güvendiğim birinden ‘Hayatında gösterişe yer vermediğini de biliyorum’ sözünü duyunca... Nedense aklıma birden ‘kadın’ geliverdi.
Hemcinslerim kızacaklar şimdi ama dost acı söylermiş arkadaşlar. Kadınların çoğu şatafatı sever. Ayıp değil elbet. Bazen bundan vazgeçmek gerektiğini bilmemek galiba esas sorun.
Bu gözler, şatafat düşkünlüğü yüzünden eşinin başını derde sokan ne kadınlar gördü. Kocasının konumunu düşünmeyen... Hatta o konumun oluşturduğu şartlardan istifade işi daha da abartan... Göremediklerimizi de tarih kitaplarından okuduk.
***
Sünnet, evlilik, her ne ise... Düğünlerde annelerin kıyafetlerine dikkat eder misiniz hiç? Bir tek elinde zili eksiktir çoğunun.
‘Mürüvvet görmek’ diye bir deyim, bilmiyorum başka toplumlarda da var mı... Önemlidir bizim için. Çocuk doğduğu gün kendimizi hazırlamaya başlarız. Çocuğunu ayağında sallarken ‘Benim oğlum büyüyecek sünnet olacak’ şeklinde ninni güftesi yazan anneler bilirim.
Şimdi bir anne bu kadar heves etmişken, bu önemli olayı bir hastane odasında ya da aile arasındaki sade bir törenle nasıl geçiştirir?
‘Başlarım senin bakanlığından’ dese bile haklıdır. Bakanlık insanın başına üç beş kere gelebilecek bir şeydir ama insan oğlunu zırt pırt sünnet ettiremez.
Bu bağlamda ‘Mürüvvet her şeydir, imaj hiçbir şey’ diyebiliriz.
***
Bir yandan da feminist bir bakışla, bir kadın, kocası yüzünden ideallerinden neden vazgeçsin? Bu da var. Az önce kocasının başını derde sokan kadınlardan söz ettim ama buna karşılık kocasının yüzünden ‘kocasının karısı’ olarak kalmış kadınlar da kitaplara sığmaz. Hani keşke hayata bulaşsalardı da başları derde girseydi...
Özetle diyeceğim şu:
Malum sünnet düğününün tertibinde kadın parmağı olma ihtimali yüksektir. Sırf annenin parmağı olmayabilir. Teyze, hala, anneanne, babaanne... Ailenin kadınlardan müteşekkil tören tertip konseyi, Ali Babacan’a rağmen bu düğünü gerçekleştirmiş olabilir.
Bir Türk olarak onları anlamam çok zor değil. Bir kadın olarak her ne kadar düğünü çok rüküş bulmuş olsam da, devlet görevini, imajı, dedikoduyu falan takmamış olmaları hafiften hoşuma gitmiyor da değil. Bir vatandaş olaraksa bu şatafatı eleştiriyorum otomatikman.
Ha bakın ‘kadın’ konusunda, genel anlamda değil ama Babacan ailesi söz konusu olduğunda yanılıyor olabilirim. Belki de Ali Babacan’ın etrafındaki şakşakçılardan çıkmıştır fikir. ‘Size bu yakışır bakanım’ demişlerdir. Adamcağızın da basireti bağlanmıştır. Ama insan bakan olunca basireti falan bağlanmayacak işte. Her iki durumda da Babacan’ın ‘Durun bir dakika!’ demesini beklerdik.
MIŞ-MUŞ
ABD’de 40 yaşından sonra baba olmak modaymış.
Bizde 50’den sonra... Çıtırlarla ikinci izdivaç o yaşlara denk geldiğinden...
*
Osman Öcalan, ‘Tayyip Erdoğan’ı takdir ediyorum’ demiş.
Geçende Yunan Başbakanı da iyi bir şey dediydi... Dış düşmanla iç düşman bir olup zorla sevdirecekler.
*
Alman bilim adamları depreme dayanıklı ‘uzay evi’ üretmişler.
Bizimkiler şimdilik ‘Öcü geliyor, sizi yiyecek’ diyorlar.
Yazının Devamını Oku