Pakize Suda

Sizden iyi olmasın!

11 Ocak 2005
<B>GAZETE </B>köşelerini hak etmenin bir şartı da okurun nabzını tutuyor olabilmektir herhalde. Ne okumak, hangi konuyu görmek ister... Fakat bu nabız tutma işi gidip tek tek her okura ne istediğini sormak şeklinde olmuyor. Yoksa oradan çıkan netice bellidir ve hiç de inandırıcı değildir. Hani televizyon programları konusunda topumuzun beyanının ‘Belgeselden başka bir şey seyretmiyorum’ olmasına karşılık reyting raporlarında ‘Size Anne Diyebilir miyim?’in birinci çıkması gibi...

‘Yalancının mumu reyting raporuna kadar yanarmış’ diyebiliriz.

‘Vay sen bize yalancı mı demek istiyorsun!’ demeyin.

Asla! Üstelik ne haddime!

Sadece ‘Şurada 40 kişiyiz, birbirimizi biliriz’ diyorum.

Netice olarak bazılarının ‘Bu da olur mu!’ dediği yazılar, ‘okura rağmen’ o köşelerde yer alıyor değil.

Hiçbir yazar, öteki yazarın ‘konu’sunu kınamasın!

Kendisine şikáyette bulunan okurun dolduruşuna da gelmesin!

Zira aynı okur bir bakmışsınız o ‘Hiç beğenmiyorum’ dediği yazarın boynuna sarılmış ‘Yazılarınıza bayılıyorum’ diyor. Hatta ‘Bir tek sizi okuyorum’ dediğinden de emin olabilirsiniz.

* * *

Ádetimizdir... Birine iltifat edeceksek, aynı işi yapan ötekileri karalayarak gerçekleştiririz bunu.

Mesela Ata Demirer’e gidip ‘Vallahi herkes seni, Cem Yılmaz’dan daha çok beğeniyor’ deriz. Bu kadarla kalsa iyi. Aynı gün Cem Yılmaz’a ‘Sen kim, o kim’ dememiz de var.

İlla ki biri ötekinden iyi olacak. Hepsi iyi olursa, olmuyor. 70 milyon nüfus var, topu topu beş kişi çıkmış bizi güldürebilen, o da fazla geliyor. Mutlaka eleyeceğiz öteki dördünü. Gönlümüz mü dardır nedir...

Evet, galiba toplum olarak genel davranış biçimimiz bu. Birini gıyabında överken karşısındakine ‘Sizden iyi olmasın’ diyen başka birileri var mıdır yeryüzünde?

Son olarak, ne okur ne de yazar kısmı dertlensin bu hususta... ‘Her kör satıcının bir kör alıcısı vardır’ derler. Var nitekim.


MIŞ-MUŞ

Tansu Çiller, politika yaptığı yıllarla ilgili birkaç kitap birden yazacakmış.

E, potları iki kitap tutar zaten.

Bilim adamları şimdikinden kat kat daha güçlü ilaçlar yapılmasını sağlayacak yeni bir protein bulmuşlar.

Hastalar umutlanmasın, bu da erkeğin ereksiyonu için kullanılacaktır.

Aylin Sarıgül, ‘2. Rahşan vakası olmam’ demiş.

Aman gözünüzü seveyim, ‘1. Aylin vakası’ da olmayın!

Yeşim Salkım, ‘Koyu feministim’ demiş.

Lakin aynı zamanda ‘şeffaf’ ki görünmüyor.

Merkez Bankası Başkanı Serdengeçti, ‘YTL’ye geçişte ne başım ağrıdı ne midem’ demiş.

Duyan da transplantasyon oldu zannedecek.
Yazının Devamını Oku

İşaret geldi

9 Ocak 2005
<B>BU </B>sabah baktım içimde bir sevinç bir sevinç... Ki genellikle <B>‘Anasını satayım, yine uyandık’</B> durumunda olurum. Çocukluğumda da ağlayarak uyanırmışım. ‘Öğle uykusuna yatırmaya korkardım’ diyor annem. Yani sonradan hayata küsmekle falan bir ilgisi yok durumumun. Doğuştan böyleyim.

Neyse birkaç saat sonra dünyanın en şeker insanı olmasam da diyalog kurulacak kıvama geliyorum.

Uzatmayayım, bu sabah sevinçle uyanınca haliyle şaşırdım kendime. ‘Ne olmuştu?’ diye düşünmeye başladım. Hani gece yatmadan önce biri arayıp ‘Sana bir müjdem var’ falan mı demişti? Yooo...

Neydi o zaman?

Durduk yerde gelmiş olamazdı bu hal. Belki de anacığımın bebekliğimde ‘Allah’ım şu çocuk bi kerecik olsun gülücükler saçarak uyansın’ şeklinde ettiği dualar ancak kabul görmüştü.

* * *

Sonunda buldum.

Dün akşam dergileri karıştırırken bir ünlü firmanın reklamını görmüştüm. Yazlık elbise giymiş bir mankenin fotoğrafının altında ‘İlkbahar-Yaz 2005’ yazıyordu.

Şimdi bir kısım tepkisever okurum ‘Senin tuzun kuru tabii, modayı takip edersin. Güney Asya’dakiler yardım beklerken...’ mealindeki mesajlarını yazmaya başlamışlardır bile. Fakat acele etmeyiniz, tetikte tepki vermeyi bekleyen sevgili okurlarım! Koşa koşa ilkbahar-yaz koleksiyonundan gardırobum için seçim yapacağımdan değil... Bu reklam ilkbaharın ucunun göründüğünün resmidir benim için. Sevincim bundan.

Her sene işaretler gelmeye başladığında böyle olurum. İlk işareti mağazaların kış indirimini ilan ettikleri gün almıştık. Bu ilkbahar-yaz koleksiyonu ikinci işaret oluyor.

* * *

Aslında tabiatta ne işaretler vardır kimbilir. Fakat apartman dairesinden nasıl görüp farkına varacaksınız... Benim şahsen son gördüğüm tabiat, evdeki Afrika menekşesi. Kuş ötüşü duysak, acaba bir yere mi sıkışıp kaldı zavallıcık diye koşup bakacağız neredeyse. Halbuki normal ötüşünü yapıyor. Ama duymaya duymaya geldiğimiz nokta budur.

Netice olarak sadece vitrinlerden takip eder hale geldik mevsimleri. Bakıyoruz leylek yerine yaz koleksiyonu gelmiş.

Neyse ki benim çok sevdiğim o takvimler var. Gurbet elde memleketten haber alır gibi duyuyoruz ki kuşların çiftleşme mevsimine girmişiz ya da kalem aşısı zamanı gelmiş.

Fakat korkum bu takvimlerin de zamana uydurulması. Bir bakmışsınız ‘Zemherir Fırtınası’yla ‘Ayandan Fırtınası’ arasına ‘İlkbahar-Yaz Koleksiyonu’nu sıkıştırmışlar. Olur mu olur.


MIŞ-MUŞ

Erdoğan tsunami bölgesine gidecekmiş.

Görüyorsunuz gövde gösterisi hususunda da dünyada sınırlar kalkmış bulunuyor.

Havalimanlarımızın güvenlik notu kötüymüş.

Deve ‘Nerem doğru ki’ demiş.

Mankenliğe Amerika’da devam edecek olan Tuğçe Kazaz, ‘Tuğçe’yle aramızda fark var’ diyen eski sevgilisi Kenan Doğulu’ya, güya boyunun kısalığını kastederek ‘Aramızdaki tek fark 10 cm’dir’ demiş.

Eğer Tuğçe hepimizin anladığı şeyi demek istediyse, yani bu ince göndermeyi yapabildiyse hakikaten, Amerika’ya beyin göçü oldu diyebiliriz.
Yazının Devamını Oku

Aslında aşk yazmamak lazım

8 Ocak 2005
Bugün cumartesi. Yani hafta sonu. Aşk konusu çok uygun düşer. Fakat bir yandan da aslında aşk üzerine hiç yazmamak lazım. Hayır, ‘Aşkınız ömrünüzün son gününde bile ilk gün tazeliğini muhafaza edecektir’, ‘Adamın gözü 25 sene sonra da sizden başkasını görmeyecektir’ falan desem mesele yok. Fakat benimki daima ‘Yakında görürsünüz gününüzü’ mealinde olduğundan aşka yeni soyunmuşlar için yıkıcı oluyor haliyle.

İnsanlar umut dolu bir yolculuğa çıkmışken ‘Yol kapalı, geri dönün’ demek gibi bir şey benim yaptığım. Ya da sinemanın kapısına dikilip içeri girenlere filmin sonunu söylemek gibi.

Hepimizin başına geldi... Çiçeği burnunda bir aşıkken aldanmak ister insan. Daha önce on defa yaşamış olsa bile, her seferinde hayatında ilk defa aşık oluyormuş gibi başlamak ister. E, bu arada birilerinin ‘Dikkat’ levhası gibi ha bire karşısına çıkması hoş değil tabii.

Tam tersine pembe yalanlarla destek olmak lazım. Hani nasıl depremde, tren kazasında falan halkın morali düşünülerek (!) hayatını kaybedenlerin sayısında indirime gidiliyorsa, burada da aşıkların moralini yüksek tutmaya çalışacaksınız. Dün aşık olmuş birinin duymak isteyeceği en son şey aşkın ömrünün üç yıl olduğu gibi saptamalardır herhalde.

‘Su içene yılan bile dokunmaz’ demişler... Benzetmemi seveyim, aşıklar da bir nevi su içiyor sayılırlar. Dokunmayacaksınız. Geçen gün bir arkadaşımın kızı, ki kendisi sevgilisiyle henüz cicim aylarını yaşamaktadır, ağlamaklı bir yüzle ‘Hiçbir şeyin arkasını dönüp uyuduğuna inanmıyorum’ dedi.

‘Tabii tabii’ dedim cevaben. Kızcağız sonsuza kadar burunlarının ucunu yapıştırıp şaşılaşmış gözlerle birbirlerine bakıp duracaklarını zannederken neden bozayım moralini?

Bu yazıyı da zaten günah çıkarmak için yazıyorum. Bu hususta çok ettim gençlere... Fakat günah çıkaran bir daha günaha girmeyecek diye bir şey yok. Beyaz sayfa açıp yeniden başlarız ama bugün değil.

Zaten gündemde ‘aşktan da üstün’ konular var. Aşağıda bunlardan birini bulacaksınız.

‘Dini kurtaralım Bülent!’

Rahşan Ecevit’in ‘Din elden gidiyor!’ feryadı... Herkes yazdı gerçi ama takdir edersiniz ki köşesi olan biri için kaçırılacak konu değil. Bir daha nereden bulacağım böylesini. Kaç Rahşan Ecevit var şu memlekette ki, kalksın benzer bir inciyi pıt diye düşürsün ağzından. Mevcut olan tek Rahşan Ecevit’imiz de öyle zırt pırt konuşan biri değildir. Bir daha kimbilir ne zaman şey eder.

Netice olarak benim de yorumumu okumak durumdasınız.

Şimdi efendim, işin enteresan tarafı... Yok, lafa böyle başlarsam sanki olayın enteresan olmayan tarafı da varmış gibi anlaşılır ki aslında yok.

En enteresan tarafı diyeyim bari. Öteki az enteresan kısımları bir kenara bırakayım. Misal bu feryadı Demokratik SOL Parti’li birinin ettiğini falan... Hakikaten az enteresandır bu. Zira son senelerde durum öyle bir hale gelmiştir ki, partilerin sağda olanları kapısına sarmısak, solda olanları soğan asmalıdırlar ki vatandaş şaşırmasın hangisi neydi...

Neyse, uzatmayayım; olayın herhalde en enteresan tarafı, dinin elde en sıkı tutulduğunu sandığımız bir dönemde aslında elden gitmekte olduğunu duymamızdır. Bu devirde de elden gidiyorsa... Yani tam ‘Kubbeler miğferimiz, minareler süngümüz olacaktır’ diyen zihniyet tek başına iktidardayken...

Hayır bir taraftan da ‘Laiklik çaktırmadan gidiyor’ diyenler de var. Dünyada ikisinin aynı anda gittiği başka ülke yok benim bildiğim. Nevi şahsına münhasır bir ülkeyiz anlayacağınız.

Belki de yukarıda sözünü ettiğim soğan sarımsak meselesine önem verilmediği için aslında ateist bir partinin işbaşında olduğunun farkında değiliz. Bir tek Rahşan Ecevit fark etti belki de bunu. Yılların tecrübesi var ne de olsa. ‘Dini kurtaralım Bülent’ demiştir bisküvisini çaya batırırken...

Yazıyı nihayetlendirmeden annemin de yorumuna yer vermek istiyorum.

Annem, dul maaşı misali babamdan kendisine intikal etmiş olan ‘Ecevitçilik’ halinden asla vazgeçmedi. Ecevitler’e laf söyletmez, toz kondurmaz. Nitekim Rahşan Hanım’ın iddiasını ve arkasından gelen tepkileri duyunca ‘Rahşan Hanım onu demek istemedi’ dedi.

Rahşan Hanım aslında ‘Ana-babalarımızdan gördüğümüz, öğrendiğimiz Müslümanlık elden gidiyor’ demek istemiş. ‘Sözde dindarlar’ başka bir sistemi oturtmaya çalışıyorlarmış aslında... Bunu kalabalıklara dini kullanarak kabul ettirmek daha kolay oluyormuş.

Ben bilmem, Rahşan Hanım bunu mu demek istedi... Ama bu memleket annemi bile teorisyen yaptı, onu biliyorum.

MIŞ-MUŞ

CHP’de kılıçlar çekilmiş. Esas kınına girdiği zaman haber verin bize!

İtalyanlar domatesten plastik torba yapacaklarmış.

Bizim de plastik gibi domateslerimiz var buna karşılık...

Baykal Sarıgül’e ‘cerahat’ demiş. E, vücutta ‘mikrop’ olunca bir yerden patlak verecek tabii.

10 diyetten 9’u garantisizmiş. Olsun, biz onların zayıflatma ihtimalini sevdik.
Yazının Devamını Oku

Cevap veriyorum

6 Ocak 2005
Taner Aydın

‘Sayın Suda, sizi TV’de bir programda dinledim, hayatınıza beş kişi girmiş. Bunlardan hiç unutamadığınız, diğerlerinin önüne geçen oldu mu? Yıllar geçse de hálá ‘Galiba onu seviyorum’ dediğiniz var mı?

Bir kadın, başkasını severken bir başkasıyla evlenebilir mi? Evetse bu evlilik nasıl yürür?’

Hayır, ‘Hálá seviyorum’ dediğim biri yok. Hatta bazen ‘O günlerde bile áşık değildim galiba’ diye düşündüğüm oluyor. Ama bunu ‘zaman’ın silip süpürücü etkisine veriyorum. Aksi halde benim için çok acı olur.

Bir kadın, başkasını severken bir başkasıyla evlenebilir mi?.. Bilmem. Olmamalı ama olabilir. Durumu şartlarıyla beraber değerlendirmek lazım.

***

Tomak

‘Hayvanlara karşı bu kadar hissi yaklaşımınız, hastanede ziyaretiniz göz yaşartıcı. Şahsınızı tanımıyorum ama sırf bu yazınız dolayısıyla hayatınıza gıpta etmiyor değilim. Ne kadar şanslı bir insan, sokaktaki kedilerden başka bir problemi yok diye. Yalnız aklıma takılan bir soru var; Güneydoğu Asya’daki felaketle ilgili olarak veya Irak’ta devam eden katliamla ilgili olarak ne gibi bir his içindesiniz. Saygılarımla.’

Ben sakız çiğnerken ayakta duramayan, saçını tararken konuşamayan biri intibaını mı veriyorum Allah aşkına?

Bak canım!

Hem hayvanları severim, hem de orada burada hayatını kaybedenler için üzülebilirim. Senin duygusal kapasiten darsa ben ne yapayım...

Bu arada ‘Tomak’ ne? Lakabın mı, masken mi?

Ben yazarken kimseden çekinmeyenlerdenim, ya sen?

***

Duygu, Ayşe, Can Cantürk, Esra Kartal, Ümran Çelik, Haluk Payaslıoğlu, Meral Aydınoğlu, Dilek Cebeci

Ne Ertuğrul Özkök’le Pakize Suda, ne de ‘Ertuğrul’la ‘Pakize’ yalnızmış meğer... Bakın yukarıda adlarını sıraladığım okurlarım neler diyorlar bu hususta:

‘Pakize ile Ertuğrul, başlıklı yazınızdan esinlenerek yazdığım Bursa Hakimiyet Gazetesi’nde 1 Ocak 2005’te yayımlanan ‘Ali’ başlıklı yazımı sunuyorum. Saygı ve sevgilerimle.’ HALUK PAYASLIOĞLU

‘Benim de 9 köpek, 3 keçi, bir ceylan, 3 kedi, 20 tavuğum var. Hepsinin isimleri aile fertlerimin isimleridir. Ha, bir tavuğumun ismi de Pakize.’ MERAL AYDINOĞLU

‘Keşke tüm insanlar da kedi ve köpekler kadar candan ve karşılıksız sevseler. Bu hayatın vazgeçilmez canlılarına insan isimleri vererek onları daha çok aşağıladığımız kanısındayım.’ DİLEK CEBECİ

‘Ertuğrul’u benim için öpün.’ ÖZLEM TARHAN

‘Bir Van kedim var. Adı ÇELİK. Biz ona soyadımızı verdik. Zira bizimle aynı evde yaşayan bir canlı o.’ ÜMRAN ÇELİK

‘Ertuğrul’a selamlar.’ AYŞE

‘29 yaşındayım ama hiç çocuk düşünmedim. Sadece bana ait bir köpeğimin olmasını çok istiyorum.’ DUYGU

‘Erkek arkadaşım benim adımı koydu köpeğine. İnsanın çok sevdiği bir ‘canlı’ya çok sevdiği diğer ‘canlı’nın adını vermesi ne kadar güzel.’ ESRA

MIŞ-MUŞ

Türk erkeği için önce seks geliyormuş.

Geliyor da ne oluyor, ona bakmak lazım.

*

Eğitimci hálá dayaktan yanaymış.

O eğitimciler kendilerini hiç üzmesinler, okulda uslanmayanı bilahare meydanlarda sallandırabiliriz.

*

YTL’ye geçişte sistem hatası yüzünden 14 milyara poğaça alan olmuş.

Bu sistem de bize karşı, hata yüzünden 14 kuruşa araba falan alan yok.
Yazının Devamını Oku

Kimseyi ayıplamayacaksınız...

4 Ocak 2005
<B>HER </B>zaman söylerim... Eşi kazanmanın yolu, onu aldatmaktan geçer. ‘Öteki’ni karısı duyacak da yuvası yıkılacak diye korkan erkeğe tavsiyem, tam tersine ilişkinin derhal karısının kulağına gitmesini sağlamasıdır. Bu sayede yuvanın yıkılması bir yana, toparlanıp eski sıcak günlerine dönmesi işten değildir. Hani başka sebeplerden yıkılacaksa bile bu mesele ortaya çıktığında artık yıkılma ihtimali sıfırdır.

Sallantıda olan yuvaların ilacıdır aldatma. Sırf erkeğinki değil... Kadının aldatması da aynı etkiyi yapacaktır, emin olabilirsiniz. ‘Türk erkeği kaldırmaz’ falan demeyin. O tepkiler, esip gürlemeler toplum baskısından oluyor daha ziyade. Kendi başına bıraksanız adamı, öpüp başına koyacaktır eşini.

Tabii ki potansiyel 3. sayfa kahramanlarından bahsetmiyorum. Gerçi konu komşu, akraba baskısı olmasa onların da ne yapacağı belli olmaz, o başka. Namus cinayetlerinin çoğunda, silahın adamın eline yakınları tarafından zorla tutuşturulduğunu okuyoruz.

***

Pazar günü Milliyet’te Elif Korap’ın röportajını okuyunca iyice hak verdim kendime.

Elif Korap, eş değiştiren bir çiftle röportaj yapmış. Evet, eş değiştiren... Swinger deniliyormuş bu işe. Evli çiftler bir araya geliyor, beraber yiyip içtikten sonra sevişme faslına geçiyorlarmış. O, onun karısıyla, öteki öbürünün kocasıyla... Birbirlerinin gözü önünde.

‘A, bu kadar da olmaz!’ demeyin.

Böyle 1200 çift varmış Türkiye’de. Hiç büyük konuşmamak lazım, yarın siz de yapabilirsiniz aynı şeyi. Sadece kabul etmeniz biraz zaman alabilir, o kadar. Korap’ın röportaj yaptığı çiftin kadın olanı, tam 1 yılda ‘evet’ demiş olaya. Sizinki olmadı 2 yıl sürsün...

***

Ben artık anladım ki insanoğlu her yola gelir. Ama işte kimi hızlı, kimi yavaş... Neticede gelir yani. Doğasında var.

Bunu böyle bellediğimden beri, biri onaylamadığım bir şey yaptığında kendimden korkuyorum. ‘Eyvah demek bunu da yapacağım günün birinde’ diye. İnsan olarak onda varsa bu potansiyel, bende neden olmasın?

Geçenlerde televizyonda ‘Her kadın her an Semranım’a dönüşebilir’ manasında bir şey söyledi psikiyatr Arif Verimli. Tamamen katılıyorum. Hele bu seks denen meret dürtüden ibaret bir iş... Onu dürten şey beni neden dürtmesin? Ha, şartlar müsait değildir, o başka. Ama bir gün müsait olduğunda herkes her kıvama gelebilir.

Onun için şu hayatta kimseyi ayıplamayacaksınız.

MIŞ-MUŞ

Babalık testi yaptıranlar artmış.

Bu iyiye alamet. ‘Karı’yı tapulu malı gibi görme devri sona eriyor demek.

*

Erdoğan yeni yıla Safranbolu’da girmiş.

İnsan o evlerin içinde 1805’e girdiğini zanneder ayol!

*

YTL çok iyi başlamış.

Daha durun bakalım, bizim elimize düşmedi henüz.
Yazının Devamını Oku

Dersimiz tekrar

2 Ocak 2005
<B>OKULDA </B>yapardık... Yeni bir derse başlarken bir önceki derste öğrendiklerimizi şöyle bir toparlardık. Şimdi dizilerde de yapıyorlar aynı şeyi. Bir önceki bölümün özetini veriyorlar. Ben de yeni yılın bu ilk günlerinde yeni bir şeyler demeden önce eski dediklerime bir bakayım dedim. Erkeklere kadınlarla ilgili öğüt vermişim mesela ki değişen bir şey olmadığına göre... Yani kadınlar cephesinde... Tekrarlamakta bir mahzur yok.

Aslında kıvırıyorum. Esas sebep, perşembe akşamı başlayıp pazar akşamı bitecek olan iş gezisine tatilimsi bir hava verme isteği. Yani kafayı yeni bir yazıyla yormama arzusu.

Aşağıdaki satırlar internette dönüp dolaşıp bana kadar gelmiş olan ve hangi yıl yazdığımı hatırlamadığım ‘Erkeklere Öğütler’ başlıklı yazıma aittir.

* * *

Ona hayatınızda ‘en önemli’ olduğunu sık sık söyleyin. Unutmayın, kadınlar yalnız başka kadınları değil, işinizi, annenizi, babanızı, kardeşinizi, erkek arkadaşlarınızı, bilgisayarınızı, futbol takımınızı da kıskanırlar.

Çok sevildiklerini bilmeleri yetmez. Bunu sizin ağzınızdan her an duymak isterler. Bir gün önce söylemiş olmanız hiçbir şey ifade etmez. Dün dündür, bugün her şeye yeniden başlamanız gerekir.

Kadın-erkek ilişkisi üzerine asla felsefe yapmayın. Hatta hiçbir şey üzerine yapmayın. Sizin genel anlamda söylediğiniz her sözü, o ilişkinize dair söylenmiş olarak kabul edecektir.

Anlattığı her şeyi dünyanın en ilginç konusuymuş gibi dinleyin. Tırnaklarının çabuk kırılmasından ya da daha önce bin kez anlattığı, kedisinin maskaralıklarından bahsediyor olsa bile.

Onun yanında başka bir kadının güzelliğinden, meziyetlerinden asla söz etmeyin. Sözünü ettiğiniz kişi kız kardeşi bile olsa...

TV’de asla kadınların boy gösterdiği programlara takılmayın.

Ona çok özel olduğunu hissettirin. Daha önce kimseyi bu kadar sevmediniz, hayatınızda ondan bilge kadın görmediniz falan.

Onunla yakın temas sonrasında sakın ha gözünüzü tavana dikip düşünmeyin. Yani ‘Öküz öldü ortaklık ayrıldı’ halleri takınmayın.

Romantik olun, gözlerinin içine bakın, ellerini tutun. Kadını uçurmanın tek yolu, o sizin bildiğiniz yol değildir.

Kadınlar aşkı yoğun yaşarlar. Áşık kadın için sizin dışınızdaki her şey dolgu malzemesidir. Biliyorum zor olacak ama siz de biraz gayret edin, aşkı ‘yapılacak işler’ listesinden çıkarıp hak ettiği yere koyun.

Tamam, erkek milleti olarak nihayet ‘Seni seviyorum’ diyebilmeyi başardınız. Ama bunu o kadar kuru, tatsız ve coşkusuz bir biçimde yapıyorsunuz ki... Gözünüzü seveyim, dilinizle söylemeden önce yüreğinizde ısıtın biraz şu sözü.

İki eliniz kanda olsa onu arayın. ‘İş toplantısı’ falan anlamaz kadınlar... Hem sizin de ‘İki dakika bile vaktim olmadı’ demeniz hiç inandırıcı değil. Helaya da mı gitmediniz akşama kadar?

Erkeklerin aldatmasıyla ilgili bir konuşma geçtiğinde sizin asla böyle bir şey yapmayacağınızın ipuçlarını aralara serpiştirin. Sohbet süresince o bütün duyu organlarıyla sizi takiptedir, bilmiş olun.

Etrafa attığınız bakışların ‘kaçamak’ olduğu sizin yanılgınızdan başka bir şey değildir. O, arkası dönük olsa bile nereye baktığınızı görür.

Saç rengi, biçimi, makyajı, vs. görünüşüyle ilgili değişiklikleri hemen fark edin. Bu konuda kendinize güveniniz yoksa tedbir olarak sık sık ‘Sende bir değişiklik var’ deyin. Elbet birkaçı isabet edecektir.

Sohbetleriniz sırasında bir gün ondan ayrılırsanız bunun sizin için dünyanın sonu olacağını ima edin. Yağmasanız da gürleyin.

Ne zaman sizi arayıp ‘Ne yapıyorsun?’ diye sorsa, vereceğiniz cevap ‘Seni düşünüyorum’ olsun. Biliyorsunuz, pembe yalanların hiç günahı yoktur.

Tartıştınız, size ‘Beni arama’ dedi... Bunun anlamı ‘Telefonun başında beni aramanı bekleyeceğim’ demektir.

Beraberliğiniz başlayalı kaç yıl olursa olsun, ona eskimiş muamelesi yapmayın. Hele ‘Nasıl olsa bir yere gidemez’ hallerine hiç teşebbüs etmeyin. Kadını ‘elde bir görmek’, ‘ele kaptırmak’ için birebirdir.

Bütün bu sayıp döktüklerimi yapın ama ondan hiçbirini beklemeyin. Ona vermeden almanın zevkini yaşatın.

MIŞ-MUŞ

Eski Terminatör, yeni vali Schwarzenegger, Erdoğan’ı California’ya davet etmiş.

Bizimkinin de bir eski bir yeni halinin olduğunu duyduysa...

Romanya’da bir kadın, 67 yaşında hamile kalmış.

Ben işin hamilelik kısmından ziyade, 67 yaşına geldiğimizde bile hálá sevişiyor olacağımıza sevindim doğrusu.

Semranım, ‘Asla bakire olmayan bir gelin istemem’ demiş.

Ve bunun testini de asla Ata’ya bırakmaz.
Yazının Devamını Oku

Besteyle güfte arası abajur

1 Ocak 2005
Senenin ilk yazısı olarak hepinizin sevdiği birinden haberler versem size... Şunu bunu iğneleyeceğime... İstisnasız herkesin sevdiği kim var Türkiye’de?

Sezen Aksu.

Efendim Sezen’in son numarası ‘abajur imalatı.’ Evet abajur yapıyor. Sahne elbisesi diktirmek için aldığı kumaşları kesip biçiyor, kıvırıyor, geriyor, yapıştırıyor, dikiyor... Orasına burasına taşlar koyuyor...

Hayır, yapan insan... Heves eder, boş bir zamanında bir tane yapar. Bununki öyle değil. Seri imalata geçmiş durumda. İki beste bir güfte arasına iki de abajur sıkıştırıyor. Zannedersiniz kapıda toptancı bekliyor da bizimki ona mal yetiştiriyor. Öyle bir sorumluluk hali.

*

Bir yandan da dekorasyonla uğraşıyor. Zaten bildim bileli hiç ara vermedi. Tam bitti derken başka eve taşınır, yeniden başlar. Önder’in evini dekore ediyor şimdi. Tonmeister bilmem hangi şarkının tonunu bir ton aşağı indirirken bakıyorsunuz, o bir koşu gitmiş kumaş seçmiş gelmiş, iki köşe yastığı yapmış. Önder geçenlerde ‘Bir ara şu Boğaz Köprüsü’nün kenarına da bir oya geçiver’ demiş. Biz espriye gülüyoruz ama o bize gülebilir yakında... Oya Boğaz’ı selamlarken...

*

Elinde iş olmadığı zamanlarda eli belinde eşyaların karşısına geçip bakıyor. Ve yerlerini değiştirmeye karar veriyor. Ama öyle o duvarın önünden bu duvarın önüne değil. En kısa yolculuk odalar arasında oluyor, ki bu pek nadir rastlanan bir şey. Daha çok evden eve nakliyat söz konusu. En son, bir taşla üç kuşun vurulduğu; abajur, ayna ve heykel birlikteliğini gözler önüne seren devasa bir objeyi iki gün arayla önce Önder’in sonra Sezen’in evinde gördüm.

Bir keresinde, mermer bir altlığı, ön bahçeden arka bahçeye, arka bahçeden ön bahçeye, sonra yine arka bahçeye taşımakta olan bir yardımcısı mermeri orta yerde bırakıp gitmiş. İki sene görünmemiş. İki sene sonra döndüğünde taşıma işine kaldığı yerden devam etmiş. Bel fıtığını tedavi ettirip geldi herhalde adamcağız.

*

Bakın şimdi yazarken bile gülümsüyorum. Son günlerde icat ettiği bir şey var, elinde hasır bir sepetle geziyor evin içinde...

Yirmibeş santime yirmibeş santim, dört gözlü bir şey. Kervan’da ‘Çatal sepeti’ diye satılıyormuş. Elinin altında bulunmasını istediği her şeyi doldurmuş içine. Cep telefonu, kalem, gözlük, saç tokası, sakız, pipo, ilaç kutusu, her an açıp bir melodi ya da söz fısıldadığı mini teyp. ‘Devamlı çanta eşeleyemem’ diyor. Stüdyoya iniyoruz sepet elinde, mutfağa çıkıyoruz sepet elinde, yatmaya gidiyor sepet elinde... Annesinin çantasını koluna takmış evcilik oynayan küçük kız gibi.

Geçen gece bizi kapıdan uğurlarken yine elindeydi sepeti. ‘Sepetlemek’ dedikleri bu herhalde’ dedim çıkarken. Evine de ‘Sepetçiler Kasrı’ diyeceğim bundan böyle.

*

Artık neredeyse uyumuyor diyebilirim. Sırf üretime ara vermek istemediğinden. Var böyle bünyeler, çalışmadan duramayan... Ama Türklerden az çıkıyor. Durmaya meyilli bir milletiz daha ziyade. Öylece durup bakmaya, oturmaya... Sezen azınlığa dahil. Onların da birincisi.

Yakında kısacık uyku saatlerinde parmaklarından birini bir düzenek vasıtasıyla elektrik düğmesine bağlatabilir. Hiç olmazsa uykumda ışığı açıp kapatayım, boş durmayayım diye...


MIŞ-MUŞ

ABD’de iyi ana-baba olma kursu varmış.

Fakat maalesef başkanlar için bir kurs yok hálá.

Bebekler için zorunlu olan verem aşısı aylardır bulunamıyormuş.

Kolayı var, yetkilileri ‘Seni AB’ye veririm’ diye korkutacaksınız.

Baykal, hükümete ‘Millet sizi gözden çıkardı’ demiş.

Lakin gözden çıkarıp başının üstüne koydu, o başka.

Depresyonu ıspanakla yenmek mümkünmüş.

Doğrudur. Yıkama esnasında otuzikinci sudan sonra hálá kum çıktığını görünce ıspanaksız günlerine şükredip oturur insan.
Yazının Devamını Oku

‘Pakize’ ile ‘Ertuğrul’

30 Aralık 2004
<B>EVDEKİ </B>iki kızımı edindiğim yıllar, hayvanlarla insanlar arasında ayrım yapıyordum henüz. Birine Yelloz, birine Fıstık demem ondan. Tintin zaten ismiyle geldi. Şimdiki aklım olsaydı insan ismi koyardım. Onları bizden saydığımı anlasınlar diye. Ama artık değiştiremem tabii.

Fakat bundan sonrakilere insan ismi koyacağım. Hatta birine koydum bile.

***

Sokakta onlarca kedim var. Birine araba çarptı geçenlerde, bacağı kırıldı. Şu anda Kuruçeşme’de ‘Pako’ kliniğinde yatıyor. Bacağına protez takıldı. Bu arada Pako’da hayvanlara gösterilen ilgi ve şefkat yoğunluğundan bahsetmeden geçemeyeceğim.

‘Normali bu değil mi?’ diyeceksiniz.

‘Normal’den kastınız ‘yaygın olan’sa, değil. Hayvanlarla çok haşır neşir olan biri olarak çoğu veterinerin hayvan sevmediğine tanık oldum defalarca. Sırf puanları veteriner fakültesini tuttuğu için, mecburiyetten seçmişler bu mesleği. Her hallerinden belli oluyor. E, doktorların da tamamının yoğun insan sevgisinden ötürü o beyaz gömleği giydiğini söyleyemeyiz. Neyse oraları karıştırmayalım şimdi.

***

Ne diyordum, ha, bacağı protezli sokak kedisi Pako’da yatıyor. Hemen hemen her gün uğrayıp bakıyorum. Şimdi onunla özel bir bağ kuruldu aramızda. Kalabalıkların içinde herhangi bir kedi değil o bundan böyle.

Geçen gün artık ona bir isim koymam gerektiğini düşündüm. Tabii ki insan ismi... Ama alelade bir isim değil. Sevdiğim birinin ismi olmalıydı. Hem o da hayvansever olmalıydı ki yanlış anlamasın... Kedi erkek. Ne olabilir, ne olabilir diye düşünürken şimşek çaktı!

‘Ertuğrul.’

Evet, Ertuğrul koydum kedinin adını. Gazetenin yılbaşı kutlamasında sevgili Ertuğrul Özkök’ün onayını da aldım. O da benden izin almıştı köpeğinin ismini ‘Pakize’ koyarken. Aynı zamanda bunu bu köşeden sizlere bildirip bildiremeyeceğimi de sordum. Ona da memnun olacağını söyledi.

***

Biz Ertuğrul Özkök’le hayvanların kötü emellere alet edilmesini protesto ettik bir nevi... Birbirlerini birtakım hayvanlara benzetenlere, onlar üzerinden birbirlerine aşağılayıcı göndermeler yapanlara biz de bir gönderme yaptık.

Bir etkisi olur mu?

Sanmıyorum. Ama biz kendi çapımızda bir şeyler yaptık işte. ‘Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az.’

MIŞ-MUŞ

Baykal, ‘Kıbrıs bizim namus borcumuzdur’ demiş.

Aman namusu karıştırmayalım şimdi... Bu namus denen şeyin yöntemi, hepimizce malum, ‘temizlenmesi’ durumu da oluyor biliyorsunuz.

*

AKP’nin kadın milletvekillerinden biri, başı açık kadınlarla görüşmeyen, el sıkmayan il başkanına tepki olsun diye istifa etmiş.

İl başkanı zil takıp ağlamıştır artık...

*

Uzan yatında 1000 Euro’luk tuzluk varmış.

Ben onların yerinde olsam tuzun içine altın tozu da serpiştirirdim.

*

Asgari ücret zamlanmış, 350 milyon lira olmuş.

Yaşamak için ‘asgari ücret’ devletten, ‘azami gayret’ milletten!
Yazının Devamını Oku