Özdemir İnce

Prof. Dr. Binnaz Toprak’ın raporuna giriş

21 Ocak 2009
’SÜLEYMAN Demirel hükümeti tarafından sürülen Türkiye’nin ilk kadını Ülker İnce"ye sürgüne gittiği Yalvaç’ta (yerel söyleyiş ile "Yaleveç"te) herhangi bir baskıya uğrayıp uğramadığını sordum. Hatırlamıyordu! Ben de hatırlamıyorum. Benim ve annesi ile Tanbey’in bir-iki ziyareti dışında bir ders yılı Yalvaç’ta tek başına yaşadı. Müfettiş soruşturmasına göre, dine pek saygılı olmadığı (!), sola meyyal olduğu bilinmesine karşın herhangi bir baskı ile karşılaşmadı.

Yalvaç’ın geleneksel kadınları bölgenin geleneksel giysilerini giyiyor, başlarını epeyce büyük bir örtü ile örtüyorlardı. Memur ve öğretmen eşleri, okumuş kadınlar öteki kentli kadınlar gibi giyiniyorlar ve başlarını örtmüyorlardı.

Yalvaç Müzesi ile Lisesi pek güzeldi. İkisi de moderndi. Zaten Yalvaç yükseköğrenim onarıyla ünlüydü Türkiye’de. Osmanlı döneminde álimler yetiştirmişti. Nurculuk tarikatının yaygın olduğu söyleniyordu. Ama kamusal ortamda pek görünmüyordu tarikat.

Ülker’in Yalvaç’ta rahat etmesinin bir nedeni "mahalle baskısı"nın henüz "öteki" üzerine yönelmemiş olması ise, ikincisi Türkiye Öğretmenler Sendikası’nın Türkiye’de ve Yalvaç’ta güçlü olmasıydı. Bütün sendikalar gerçekten sendika idiler o yıllarda!

KENTLİLER GİBİ

1960 yılında okulu bitirince, kurada Yozgat Lisesi’ni çekmiştim. Bir kız arkadaşımın ricası üzerine becayiş (karşılıklı yer değiştirme) yaptık. Ben Sandıklı Ortaokulu’na gittim. Sandıklı tutuculuğuyla ünlü idi. Yerli kadınlar, klasik kara çarşafa benzemeyen, iki parçalı, damalı futa-çarşaf giyiyorlardı. Yerli ve yabancı memur takımının eş ve kızları kentliler gibi giyinmekteydi.

Sandıklı’ya varışımın ertesi günü Boz Ahmet, Hikmet Bayur (kimse asıl adını bilmezdi), daha sonra belediye başkanı olan tuhafiyeci Nimet ve 1965’te milletvekili olan avukat Ali İhsan Ulubahşi ziyaretime gelerek, bana yapılmakta olan pansiyonun yöneticiliğini önerdiler. Kabul ettim. Bu dört kişi Sandıklı’nın halk önderiydi. Nitekim Süleyman Demirel, Ali İhsan Ulubahşi’ye mektup yazarak Adalet Partisi’ni kurmasını istedi. Bu dört kişi AP’yi kurdular.

O GECE İÇMEDİM

Sandıklı’nın bütün lokantalarında içki verilirdi. Anacadde üzerinde bulunan bir lokantada hemen hemen her akşam içki içerdik. Politika konuşurduk. CHP’liler pek kızarlardı bana Demokrat Parti kuyruklarıyla düşüp kalktığım için. Adnan Menderes’in asıldığı gün bizim dörtlü ortalıkta görünmedi. Ben de içki içmeden tek başıma yemek yedim. Bunu yaslarına duyduğum saygıya yordular, beni daha çok sevdiler. Bu jestimi hep hatırlattılar bana!

HALK DA İÇERDİ

Nedret Gürcan’ın yaşadığı Dinar, Sandıklı’nın bir saat uzağındaydı. Ama Sandıklı’ya göre çok modern bir kasabaydı. Orada da lokantalarda gürül gürül içki içilirdi. Sadece memurlar değil halk da gürül gürül içerdi. İstedikleri kadar tersi ileri sürülsün, lokantalarda içki içilmesi, baskı görmeden içilebilmesi olumlu bir modernite ve özgürlük ölçüsüdür.

O yıllarda da elbette bir mahalle baskısı vardı. Ama bu baskı yabancılara, "öteki"ne yönelik değildi. Çünkü devrim yasalarının yürürlükte olduğu hissediliyordu; "mülkiye" ve yerel yönetimler olası baskıların karşısında etkili bir engeldi. Mahalle baskısı mahalleliye karşı idi ve o da dirençle karşılaştığında etkisini yitiriyordu.

Ne oldu da mahalle baskısı kendinden olmayanı ötekileştirdi? Prof. Dr. Binnaz Toprak’ın raporu işte bu sorunu ameliyata alıyor. Cumaya devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku

Kıskanç Hacı Amca

20 Ocak 2009
YIL 1966! Dönem Süleyman Demirel’in devr-i saadeti!.. Ben Paris’te Fransız hükümetinin burslusu olarak tahsil-terbiye görmekteyim. Ülker de Aydın’da İngilizce öğretmeni. Oğlumuz Tanbey iki yaşında. Bir gün Ankara’dan okula bir müfettiş gelip Ülker’in ifadesini alıyor: "Dini değerlere saygısızlık" ediyormuş ve "sol eğilimli" imiş... Ülker durumu bana yazdı. İşin aslı, Adalet Partisi il yönetiminin torpil baskılarına direnmesi idi... Çıkmak üzere olan doktora bursuna boş verip Haziran 1966’da Türkiye’ye döndüm.

DEMİREL SÜRGÜNÜ

Temmuz ayında Ülker’i Isparta’nın Yalvaç Lisesi’ne sürdüler. Böylece Ülker, "Demirel hükümetinin sürdüğü ilk kadın" unvanını kazandı ülkede. Yapılacak bir şey yoktu. Türkiye Öğretmenler Sendikası yürütmenin durdurulması davası açtı ama dava sonuçlanıncaya kadar Yalvaç’a gitmesi, benim de Paris’e onunla birlikte geri dönmek hayallerimden vazgeçmem gerekiyordu. Ben zorunlu olarak Aydın’da kalacaktım.

Aydın’dan otobüse binip Isparta’ya gittik ve akşamüzeri vardık. Otobüs garajında, "Ekstra kaza" Yalvaç’a harekete hazır bir otobüs vardı. Ona bindik. Karanlıkta ikide bir "Küt!" diye bir şeye çarpıyordu. Şoför muavini bunların köpek olduğunu söylüyordu.

Gece yarısı Yalvaç’a vardık. Bir caminin ve bir ulu çınarın yanında, üzerinde otel yazan bir binaya girdik. Otel kátibi çarşafların birkaç gün önce değiştirildiğini söyledi. Yorganın üzerinde soyunmadan uyuduk.

HOLLYWOOD SOKAĞI

Yalvaç’ta yeni evlerin yapıldığı bir sokağın dışında kiralık ev yoktu. Öğretmenler yardım etmek istiyorlardı. Biri bizi "Hacı Amca" diye birine gönderdi. Kapıyı çaldık. Bir yaşlı kadın kapıyı açtı. Başındaki örtünün ucunu ağzına sıkıştırmıştı. Ülker kadına derdini anlattı. İkisi birlikte yukarı çıktılar, Ben kapının önünde epeyce bekledim. İndiler. Kadın memnun, gülümsüyordu. Yukarı katlarında bir yer varmış Ülker’e uygun.

"Hacı Amcan pek memnun oldu. Kimimiz kimsemiz yok, bize can yoldaşı olur" dedi. Ancak bir mesele vardı. Evli olduğumuza göre, arada sırada Yalvaç’a gelecek miydim?

"Elbette, dedim, küçük bir oğlumuz var, o da gelir."

"İşte bu olmadı,
dedi kadın, Hacı Amcan pek kıskançtır. Evde yabancı istemez."

Bunun üzerine, Hacı Amcamın karısının gözlerinin içine bakarak konuştum:

"Hacı Amcam da pek akıllıymış. Ben 28 yaşında dünya güzeli karımı emanet edip gideceğim, Hacı Amcam da anam yaşındaki karısını kıskanacak benden."

Hemen gidip "Hollywood" sokağındaki evlerden birinin alt katını kiraladık.

KASABA PARMAK

Öğleden sonra Yalvaç çarşısını dolaşıyorduk. Birkaç bakkal dükkánının rafları tıkabasa içki doluydu. Özellikle de Tekel Kanyak’ı. Bunları mutaassıp ve muhafazakár Yalvaçlılar içiyordu. Bir kasabın önünde durduk. Yandaki berberden biri çıkıp, kasabın kıçına bir parmak attı. Kasap, müşteriyi bırakıp elinde satır berberi kovalamaya başladı. Tam bir Ortaçağ manzarası idi. Yalvaçlılar kızmasınlar bana. Yarın övgülerini yapacağım!

(Bu girişten sonra, yarından itibaren, Prof. Dr. Binnaz Toprak’ın "Türkiye’de Farklı Olmak: Din ve Muhafazakárlık Ekseninde Ötekileştirilenler" raporu üzerine yazılarıma başlayacağım.)
Yazının Devamını Oku

İstanbul Ticaret Odası’nın iki kültür hizmeti

18 Ocak 2009
1978 yılı ağustos ayında Selanik’te uluslararası Aristoteles (MÖ 384-322) semineri düzenlenmişti. Aralarında birkaç yakın dostum olan felsefeciler ve filozoflar katılıyordu toplantıya. Türkiye’den Prof. Dr. İoanna Kuçuradi davetli idi. Ülker ve ben de o sırada Selanik’teydik. Büyük şair Yannis Ritsos ile buluşmak için Atina ve Samos Adası’na gidiyorduk.

Aristoteles, Makedonya’nın Halkidikya yarımadasındaki Stagira köyünde doğduğu için yakınlarındaki lüks bir otelde yemek daveti vardı. İoanna, bizi de davet ettirdi.

Yemekten önce seminerin sponsoru Selanik Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı olağanüstü güzel bir konuşma yaptı. Çok etkilendim. Bizim Ticaret ve Sanayi Odası Başkanlarımız, öteki meslek odaları başkanlarımız aynı şeyi ne zaman yapacaklar, diye kederli kederli düşünmeye başladım.

HAKLARINI YEMİŞİM

Bunun ilk örneğini bizim Mersin’in Ticaret ve Sanayi Odası başta olmak üzere her kültür faaliyetini gönüllü destekleyen meslek odaları verdi. Mersin Uluslararası Müzik Festivali’ni, Mersin Kenti Edebiyat Ödülü’nü destekliyorlar; Mersin Üniversitesi ile birlikte seminerler düzenliyorlar.

İstanbul Ticaret Odası Yayın Broşürü ile birlikte, İTO-Kırmızı Yayınları’nın değişik fotoğrafçıların ortak ürünü "Bir Sarışın Kurt" adlı hiç bilinmeyen Atatürk fotoğraflarının derlendiği albüm, ardından büyük fotoğraf emekçisi Ara Güler’in "İstanbul’da Alınteri" adlı şaheser insan manzaraları albümü elime geçince İTO’nun hakkını yediğimi fark ettim.

Bu iki albümün "madde olarak" dünya standartlarını yakaladığını kesinlikle söyleyebilirim. Káğıt ve baskı kalitesi kusursuz, bizde her zaman sorun olan cilt işi çok iyi kotarılmış.

İTO yayınları listelerini incelediğim zaman meslek içi eğitim kitaplarının yanı sıra Avrupa Birliği üzerine, ekonomi üzerine, kültür konularında çok doyurucu yayınlar yapıldığını gördüm. Ekonominin temel direklerinden olan serbest meslek erbabının, meslek örgütleri İTO ile gurur duymaları gerektiğini düşündüm.

3 MİLYON SEÇMEN

İTO Sicil ve Tescil Müdürlüğü’nün verdiği bilgiye göre İTO’nun 279 bin 141’i aktif olmak üzere 350 bin dolayında üyesi var. Bu üyelerin ticarethane, atölye, mağaza, dükkán, fabrika gibi işyerlerinin sayısı 350 binin çok üzerinde olmalı. Aktif olarak çalışan 279 bin 141 üyenin işyerlerinde 3 milyon dolayında insan çalışıyor.

Demek oluyor ki İstanbul Ticaret Odası üyeleriyle ve bunların aileleriyle, çalışanlarıyla birlikte en azından 6-7 milyonluk bir nüfusun kaderiyle ilgileniyor. Bu 6-7 milyonluk insan topluluğu gene en azından 3 milyondan fazla seçmeni (belki daha fazla) temsil ediyor. Toplam olarak belki İstanbul’un yarı nüfusu kadar bir insan topluluğu. Bu topluluk aynı zamanda Türkiye nüfusunun en azından 15-20’de birine denk düşmekte.

BAŞKAN’I KUTLUYORUM

Müthiş bir siyasal, ekonomik, toplumsal güç. Türkiye’nin ve İstanbul’un kaderi üzerinde büyük söz sahibi. Ancak öyle bir güç ki İstanbul’u ve ülkeyi hem vezir hem de rezil edebilir. Bu bakımdan İTO’nun ve üyelerinin "kalite"si son derece önemli.

Bu nedenle, bu kalitenin küçük bir göstergesi olan yukarda sözünü ettiğim iki kitabı yayınlayan, ciddi bir kültür ve yayın politikası izleyen İstanbul Ticaret Odası’nı ve onun Başkanı Murat Yalçıntaş’ı kutluyorum.
Yazının Devamını Oku

Status quo = müesses nizam = kurulu düzen

17 Ocak 2009
8 Ocak 2008, saat 10.30 dolayları. Kanal 24 ekranında Bilgi Üniversitesi’nden bir öğretim üyesi konuşuyor. Ergenekon tufanının son dalgasında gözaltına alınan asker ve sivillerin statüko (status quo)’yu temsil ettiklerini söylüyor. Daha doğrusu, statüko savunucularından bir bölümünün meşru olmayan yollara başvurmuş olabileceklerinden söz ediyor. Ve ben, bir kez daha alet çantamı açıp onarım yapmak gereksinimi duyuyorum:

* * *

Eskiden ceza kanununun 141 ve 142. maddelerine göre suçlanan komünistler "müesses nizamı yıkmaya teşebbüs"ten yargılanırlardı. Müesses nizam yani status quo yani kurulu düzen ne idi ki aşağılık vatan haini komünistler(!) yıkmaya teşebbüs ediyorlardı? Kurulu düzen denince benim aklıma şunlar geliyor: Anayasa, parlamento, anayasal devlet kurumları; toplumsal ve ekonomik düzen... Toplumsal ve ekonomik düzen denince de kapitalizm.

Demek ki eski zaman komünistleri bu düzeni yıkıp yerine bir komünist düzen kurmak istedikleri için yargılanıyorlardı, hapse atılıyorlardı. Şu günlerde Bakanlar Kurulu kararı ile vatandaşlığa alınan Názım Hikmet de galiba 141 ve 142. maddelerden hapse girmişti.

Şimdilerde bir yasal parti olan Türkiye Komünist Partisi (TKP) o zamanlar illegal bir parti idi.

Bir zamanların illegal TKP’sinin karşısında CHP, DP, AP, YTP, ANAP, MHP kurulu düzeni savunan düzen partileriydiler. Bu partilerin karşısına kısa bir süre, düzeni değiştirmek isteyen Türkiye İşçi Partisi (TİP) çıkmıştı. Bu partiler ve düzenin adaleti TİP’in çanına ot tıkadılar.

* * *

Şimdi düşünelim: Status quo’yu, müesses nizamı, kurulu düzeni savunmak iyi mi, kötü mü? Türkiye Cumhuriyeti’nin 2008 yılında kurulu düzenini değiştirmek isteyen herhangi bir siyasal akım var mı? Kimilerine göre kapatılan Milli Görüş partileri ve onların organik uzantısı olan AKP! Kurulu düzenin temel direği olan Anayasa’nın ilk dört maddesini kim değiştirmek istiyor? AKP ve DTP! Yani İslamcılar ve Kürtçüler Anayasa’nın temel direği olan, değiştirilmez dört maddesini değiştirmek istiyor. Anayasa’nın temsil ettiği status quo’yu savunanların doğal olarak AKP ve DTP’ye karşı olmaları gerekir. Gerekmez mi?

Demek ki ve buna göre: Status quo’yu savunmak, dolayısıyla Anayasal düzeni savunmak bir suç değil, tam tersine övülmesi gereken bir davranış. Örnek ve sorumlu vatandaş davranışı!

Bir yanlış anlaşılmaya yer vermemek için kafalardan Ergenekon davasını silelim. Ergenekon davasının status quo’yu korumakla herhangi bir ilişkisi olamaz. Olsa olsa, böyle bir silahlı örgüt var ise amacı müesses nizamı silah zoruyla değiştirmek olmalı!

* * *

Böyle bir niyet ya da girişimin olup olmadığı dava sona erdikten sonra anlaşılacak. Günümüzde geçerli ve yürürlükte olan mevzuata göre, demokratik seçimler yoluyla ve Anayasa’ya bağlı kalarak kurulu düzenin ekonomi anlayışını sosyalist düzenin anlayışına dönüştürmek mümkün. Hatta Anayasa’nın "sosyal hukuk devleti" anlayışına göre böyle bir dönüşüm zorunlu ve yasal bir gelişme olur.

Ama laik düzeni (zorla olmasa bile) dolaylı ve dolaysız bir şekilde değiştirmeyi amaçlamak yasadışı bir amaç değil mi? Status quo’yu değiştirmek isteyen naylon demokratlar ile anarko-liberaller, İslamcıların din-şeriat devleti amacına hizmet etmiyorlar mı acaba?

Uzun sözün kısası: Bugün Türkiye’de status quo’yu savunmak Cumhuriyet’i savunmak anlamına gelir. Ama kimilerine göre de terörü savunmak oluyor(muş)? Hay Allah!..
Yazının Devamını Oku

’Öteki’ ya da tavşan dağa küsmüş

16 Ocak 2009
’ÖTEKİ’ sıfatı son yıllarda çok moda olan post-postmodern bir kavram. Öteki aşağı, öteki yukarı! Bir savunma, bir saldırı, bir kışkırtma ve aşağılama aracı!

"Öteki" kim? Bunun en yalın yanıtı: "Ben olmayan" olmalı. Ama öyle değil! Televizyonlarda, konuşma ve tartışmalarda "benden olmayan"a evrilmiş durumda. "Ben olmayan" başka "benden olmayan" başka.

Bu sorular ve olgular, felsefenin alanına girer. Ama felsefenin alanına giren bir sorunsalı ve olguyu politika ya da sokak sosyolojisinin çıkmaz sokağına sokarsak, iş içinden çıkılmaz hale gelir. Türkiye’de zaten olan bu. Neredeyse borsa ve fuhuş dünyalarına da girdi girecek!

* * *

Hegel, insanın kendisini ancak başkaları sayesinde algıladığını söyler. "Ben güzelim, o çirkin; o zengin, ben fakir!" Ancak, gördüğüm kadarıyla bizim sokak feylesofları (!) "öteki"ni bir "egemen" prototipine göre konumlandırıyor; Kürtler, Aleviler, azınlıklar, Romanlar, engelliler, eşcinseller "öteki" haline getiriliyor. Halk arasında Çingenelere "Başka" dendiğini hiç duydunuz mu? Ben eskiden çok duymuştum.

Bir soru: Bir eşcinsel, bir başka eşcinselin "öteki"si değil mi acaba?

Modern şiirin iki kurucusundan Comte de Lautreamont "Bir başkası benim" derken, Arthur Rimbaud "Ben bir başkasıdır" diyordu. Demek ki ben bir başkasıysam, bir başkası ben olmakta. Bu işler felsefe, estetik ve poetikanın işleri. Bırakalım yerlerinde kalsınlar.

Kendi varlığını alımlayamayan, algılayamayan ya da içinde yaşadığı ekolojik koşullar nedeniyle kendisi hakkında yanılsamaya kapılan birey, bir başka bireyi felsefi düzeyde nasıl algılasın? Sokaktaki insan "öteki"ni ancak gündelik yaşamın pratiğinde algılar.

Moliere’in, "Kibarlık Budalası" oyununun Monsieur Jourdain diye bir kahramanı vardır. Dil öğretmeninden nesir konuştuğunu öğrendiği zaman, "Demek ki ben nesir konuşuyorum ha?" diye şaşırır. Onun gibi, entelektüel camiada epeyce feylesof Monsieur Jourdain var!

* * *

Jurgen Habermas, "Benimsemek, kendi içine kapanmak ve ötekine karşı kapanmak değildir. ’Ötekini benimsemek’, toplumsal sınırların herkese -hatta ve özellikle de, birbirine yabancı olan ve birbirine karşı yabancı kalmak isteyenlere- açık olması demektir" ("Öteki" Olmak, "Öteki"yle Yaşamak, YKY, S.9) diyor.

Ne anlayacağız bu cümleden? Hiçbir şey anlaşılmıyor bence. "Sokaktaki Adam", "Gávur"u, "Ermeni dölü"nü, "Yonan tohumu"nu, "Gomonist"i anlar.

Felsefe güzel bir şeydir, felsefeye sonsuz saygım var, ama toplumsal ve bireysel ilişkileri felsefe değil gündelik hayatın koşulları belirliyor. Gerçekte "ben" olmayan her şey ve herkes "öteki"dir. "Öteki"ni ancak yüksek bilinç ve yüksek kültür sayesinde fark edebiliriz ve ona katlanabiliriz. Bu nitelikten yoksunlarda saygıyı ancak kurallar ve yasalar sağlar.

* * *

"Mahalle Baskısı", bu baskıyı yapanlarda yüksek bilinç ve yüksek kültür bulunmadığını gösteriyor. Bunların referansı etik ve akıl değil, fakat gelenekler ve din. "Ben" ile "öteki"nin hak ve sorumluluklarını kabul ettirmek için kendi referanslarına teslim olup "mahalle baskısı" yapanları dayanaklarından yoksun bırakmak; gelenek ve din baskılarını engellemek gerekiyor. Bunu yapacak olan yasalardır. Ama yasaları yapanlar ve uygulayanlar bizzat "mahalle baskısı"nın ürünü ve üreticileri ise, ne olacak, nasıl olacak?
Yazının Devamını Oku

Názım Hikmet’in yeniden vatandaş olması

14 Ocak 2009
6 Ocak tarihli yazımın içinde şöyle bir cümle vardı: "Ermenilerden soykırım dolayısıyla özür dilemek; Patrikhane’nin ekümenikliğinin tanınması, Heybeliada Ruhban Okulu’nun yeniden açılması için mücadele etmek türünden sorunlar on-on beş dakikada çözülür. Elektriği açmak gibi bir şey... Bir metin hazırlanır, hükümet basar imzayı! Hepsi bu kadar!..." Názım Hikmet’in yeniden vatandaşlığa alınması için Başbakan Erdoğan talimat vermiş; bunun üzerine bir metin hazırlanmış; hazırlanan metin Bakanlar Kurulu tarafından imzalanmış. Yukarda belirttiğim gibi iş olup bitmiş.

İMZALASAYDILAR

Değerli dostumuz Doğan Hızlan 07.01.09 tarihli "Ecevit ile Bahçeli’nin Hakkını Yemeyelim" başlıklı yazısında şöyle yazıyor: "2000 yılında zamanın Kültür Bakanı İstemihan Talay böyle bir kararname hazırladı, kararname imzaya açıldı, kararnameyi Bülent Ecevit ve Devlet Bahçeli de imzaladılar, ancak iki bakan imzalamayınca kararname yürürlüğe giremedi. Bu iki bakanın adı biliniyor. Zamanın Kültür Bakanı İstemihan Talay, bunları Cemil Çiçek’in televizyondaki konuşmasından sonra beni telefonda arayarak hatırlattı."

İstemihan Talay’ın hatırlatması, Doğan Hızlan’ın bunu yazması çok iyi oldu. Gerçekten unutmuşuz. Diyelim ki MHP’li olduğunu tahmin ettiğim o iki bakan da o kararnameyi imzalasalardı, şimdi şaire yeniden vatandaşlık veren kararnameyi imzalayan AKP kadrosu 2000 yılının kararnamesine karşı çıkacaklardı belki. Bu siyasette işler böyledir.

YA ÇEKTİKLERİ?

Názım Hikmet’e vatandaşlık verilmesi sevindirmedi beni. Verilse ne olur, verilmese ne olur?

Peki Názım’a parçalanan hayatını kim geri verecek? Názım 1951’de Türkiye’den ayrıldığı zaman oğlu Mehmet 3 aylık idi. Názım’ın eşi Münevver Andaç ve oğlu Mehmet, İtalyan yazar Joyce Lussu’nun yardımıyla 1961 yılında Türkiye’den gizlice ayrıldılar. Sanırım gene 1961’de Varşova’ya Názım’ı görmeye gittiler. Ama Názım artık bir başkasıyla evliydi.

Kendinizi Münevver Hanım, Memet ve Názım’ın yerine koyun, yüreğiniz yarılmıyor mu?

Názım’a yeniden vatandaşlık verenler, onun çektiklerini bir yana bırakalım, Münevver Hanım ile Memet’in on yıl boyunca polis gözetiminde yaşadıklarını acaba değerlendirebiliyorlar mı? Münevver ve Názım hayatta değiller artık. Trajedinin üçüncü kahramanı Memet hayatta. Babasının toprağa verilmesi dolayısıyla Moskova’ya gittiği zaman 12 yaşındaydı. Bakanlar Kurulu’nun kararnamesi artık 57 yaşında olan Memet Hikmet’e babasını geri vermeyecek.

GETİRMEYİN KİRLENMESİN

Bu karar üzerine şimdi milliyetçi-mukaddesatçılığın külüstür yazıcıları, müteşairleri "Názım Sovyet yalakasıydı" (Vakit, 07.01.09) diye geviş getirecekler. Türkiye gazetesinde Y. Bülent Bakiler diye biri, Názım’ın karısı Vera’yı haftada bir gün eski kocasına gönderdiğini yazacak. Bu yazıyı iktibas eden Vakit (12.01.09) "Bu adama mı iade-i itibar?" diye manşet atacak...

Doğrudur, bu türden insanların yaşadığı bir ülkenin vatandaşlığına alınmak itibarsızlaşmaktan da kötüdür. Bu nedenle mezarı kesinlikle Türkiye’ye getirilmemelidir. Kirletirler!

Yarın Názım Hikmet’in (1902) doğum günü. Bu vesile ile Názım Hikmet Vakfı Sanat Galerisi’nde yeni vatandaşımızla(!) ilgili bir sergi açılıyor. (Taksim, Sıraselviler Cad. No: 10)

İçimden, "Ulan!..." diye, "Bre hödükler!.." diye başlayan yazılar yazmak geçiyor...
Yazının Devamını Oku

Türk-İslam mahalle baskısı yorumuna katkı

13 Ocak 2009
FARKINDA mısınız, "Dinozor(lar)", "Laiklik elden gidiyor paranoyası", "Bölünme paranoyası" gibi karakuşi değerlendirmeler hemen hemen kalmadı medya áleminde. Çünkü gerçeklerin Osmanlı tokadı, böyle yazanların enselerinde epeyce boza pişirdi. Cumhuriyet’i ve devrimleri savunmanın dinozorluk olmadığını; laikliğin epeycesinin elden gittiğini, gerisinin de gitmekte olduğunu; eskiden üstü kapalı olan bölünme taleplerinin kabak çekirdeği gibi açıldığını gördüler, duydular, (anladılar diyemeyeceğim) kafalarına dank etti.

Bildik terminoloji kullanılmasa da Prof. Dr. Binnaz Toprak’ın "Türkiye’de Farklı Olmak: Din ve Muhafazakárlık Ekseninde Ötekileşenler" araştırması karşısında da oyunbozanlık ettiler. Kim bunlar? İslamcılar, Türk-İslam sentezcileri, neo-liberaller, yeni mürteciler; yani, Cumhuriyet ile şu ya da bu bakımdan kan uyuşmazlığı olanlar ve bir de marazlılar...

CİNDORUK: AKP TOPLUM ANARŞİSTİ

AKP ve bütün Milli Görüş partilerinin fidanları Demokrat Parti, Adalet Partisi, Yeni Türkiye Partisi, ANAP limonluklarında yetiştiler. Bu olayı, Doğan Yayıncılık tarafından yayınlanan "Yazmasam Olmazdı" ve "Mahşerin Üç Kitabı" adlı kitaplarımda "merkez sağın trajedisi", "merkez sağın komedisi" bağlamlarında kaç kez yazmışımdır.

1950-2000 tarihleri arasının, avukat ve politikacı olarak, canlı tanıklarından Hüsamettin Cindoruk’un Prof. Dr. Binnaz Toprak’ın araştırmasını değerlendirmesi son derece önemli. Enver Aysever’in, Hüsamettin Cindoruk ile yaptığı söyleşi 4 Ocak 2009 tarihli Akşam Gazetesi’nde yayınlandı. Şimdi bu söyleşiden birkaç alıntı yapalım:

"Anadolu’da Cumhuriyetçi gelenek ve değerlere baskı var. AKP’nin siyaset yapma hakkına hep saygı duymuşumdur. Bir muhafazakár partinin olması Türkiye’de siyaseti zenginleştirir. Bütün sıkıntı AKP’nin iktidara geldikten sonra temeli Osmanlı’dan gelen dinci hareketi zorla yerleştirmek istemesidir."

"Türkiye’de yeterince Süryani, Ermeni, Musevi vatandaşlarımız var ama onların direnci yetmez. Çoğunluğu Müslüman olan insanların laikliği benimsemesi gerekir. Laiklikle Müslümanlığın çatıştığı da doğrudur."

"1991-1995 arası ben Meclis Başkanlığı yaparken (Abdullah) Gül Parlamento’daydı. Laiklik karşıtı çok önemli konuşmalar yapmıştır."

"AKP, toplum mühendisi değil, toplum anarşisti diyorum ben bunlara. Açıyorsunuz gazeteleri her gün bir bakan, belediye başkanı, AKP’li bir arkadaşımız dini bir konuda hüküm kesiyor."

BÖHÜRLER: ARTIK EŞİTLENİYORUZ


Mine Şenocaklı’nın yazar ve politikacı Ayşe Böhürler ile yaptığı söyleşi 5 Ocak 2009 tarihli Vatan Gazetesi’nde yayınlandı. Ayşe Böhürler temel görüşünü şu cümleyle özetliyor:

"Artık eşitleniyoruz! Daha önce laikler inanılmaz derecede üst muamele görmeye alışmışlardı. Şimdi herkes eşit vatandaş oluyor."

Ayşe Böhürler’in bir İslamcı olarak gerçekleri doğru değerlendirmesi çok zor. Laik Türkiye Cumhuriyeti’nde laikler hiçbir zaman Anayasa ve yasaların koruması dışında hiçbir ayrıcalık istemediler. O Anayasa ve o Anayasa’nın 174. maddesi tarafından korunan Devrim Yasaları’na karşın ve AKP’nin kayırması ile Ayşe Böhürler cemaati inanılmaz derecede üst muamele görüyor. Laiklik legaldir! Dolayısıyla yasal bir eşitlenme söz konusu değil, olamaz. Ayşe Böhürler’in mensup olduğu cemaatin ideolojisi yasalar tarafından mahkûm edilmiştir.
Yazının Devamını Oku

Ataol Behramoğlu’nun kitapları

11 Ocak 2009
ATAOL Behramoğlu, edebiyatımızın yaşayan en önemli şairlerinden biridir! Deneme yazarıdır; poetika yazarıdır; antoloji derleyicisidir; Rus edebiyatının en önemli kitap ve klasiklerini Türkçeye kazandıran bir çevirmendir; Cumhuriyet Gazetesi yazarıdır; Rus dili ve edebiyatı uzmanı olarak İstanbul Üniversitesi’nde "Doçent" unvanı sahibidir. Unuttuğum özellik ve niteliği var mı acaba? Var: Gezi ve çocuk yazını yazarı; oyun yazarı...

1960’ların devrimci ve politik eylemcilerindendir. Bu nedenle birkaç kez mahpus damına girmiş, iki fasıl yurtdışında sürgün yaşamıştır. Toplam on yıl kadar. Birincisinde Rus dili ve edebiyatı çalıştı; ikincisinde Paris-Sorbonne’da, yanlış hatırlamıyorsam, karşılaştırmalı poetika konusunda doktora hazırlıkları yaptı. Bu alanda dünyanın en önemli insanlarından, ortak dostumuz Leon Robel ile çalıştı. Biyografik bilgileri burada keseceğim.

* * *

Ataol benim sayısı pek çok az olan en eski, en vefalı dostlarımdan biridir. Bu bağlamda (kendince) en önemli özelliği Ülker İnce’nin öğrencisi olmasıdır. Ülker İnce, 1958 yılında okulu bitirip Çankırı Lisesi’ne İngilizce öğretmeni olarak atandığı zaman Ataol Behramoğlu o lisede öğrenciydi. Sadece Ataol mu? İsmet Özel, Abdullah Nefes, Namık Kemal Behramoğlu da Ülker’in öğrencisi idiler. Ülker yirmi yaşındaydı. Onlar 18, 17 ve 16 falan... Namık belki daha küçük.

İsmet Özel dışında bu dörtlüden üçüyle yakın arkadaş oldum daha sonraki yıllarda. İsmet Özel ile de saygılı bir tanışıklığımız vardır.

Hey gidi günler! Ülker’i kızdırmak için kara tahtaya adımı yazarlarmış. O sırada Ülker ile nişanlı konumunda idik. Bu sıfatımla bir kez Çankırı Lisesi’ne gitmiş idim, ziyarete...

İsmet Özel yapar mıydı bilmiyorum, ama Ataol, kendi itirafına göre, yazdığı şiirleri Ülker’e gösterir imiş... Tamı tamına elli yıl geçmiş aradan, yarım yüzyıl!

* * *

12 Eylül de Ataol’u ve ailesini perişan etti. Eşini ve 2-3 yaşındaki küçük kızını İstanbul’da bırakarak yurtdışına çıkmak zorunda kaldı. O yıllarda hazırlığına birlikte başladığımız "Dünya Şiiri Antolojisi"ni bitirmek ve yayınlamak bana kaldı. Antolojinin daha sonraki baskılarında Ataol aradaki açığı kapattı.

1986’da Fransız hükümetinin verdiği bursla Arthur Rimbaud, Comte de Lautreamont ve Aloysius Bertrand konularında çalışmalar yapmak için Paris’e gittiğimde Ataol ve ailesi artık bu kentte mülteci idiler. Aynı yılın haziran ayında Ülker ve Tanbey de Paris’e geldiler. Paris’in bizim aile için bir şenlik olduğu o yıllarda, Ataol’un ailesini, yurdunu ve şiiri savunmak için tek başına verdiği "mülteci şair" kavgasına gözlerimle tanık oldum!

* * *

Güya Ataol Behramoğlu’nun yeni yayınlanan kitaplarından söz edecektim. Çünkü 6 şiir kitabı Tekin Yayınevi’nde (3-16 arasında) yeni baskılarını yaptı. Aynı yayınevi "Hayata Uzun Veda" ve "Okyanusla İlk Karşılaşma" yeni şiir kitaplarının ilk baskılarını yaptı. Ayrıca, "Yurdu Teninde Duymak" (Deneme), "Beyaz İpek Gibi Yağdı Kar" (100 seçme şiir) adlı kitapları Cumhuriyet Kitapları tarafından yayınlandı. Evrensel Basın Yayın ise "Názım Hikmet, Tabu ve Efsane" ve "Aziz Nesin’li Anılar" adlı iki kitabını yayınlandı.

Bu satırların yazarı (ben) bir "İhtiyar!" olarak "Ataoğulbey!"i sevgiyle kucaklarım!..
Yazının Devamını Oku