1 Şubat 2009
’CEMAATÇİ yapı, örgütlü toplum demek. Örgütlü toplumlar kendi mensupları için güçlü denetim mekanizmaları geliştirirler; ama aynı zamanda dışarıda kalanlara ve farklı olanlara müdahaleyi de engellerler. Belki de cemaatlere ’farklı olana tahammül’ün sigortası olarak yeniden bakmak lazım." Bu satırları geçmişi karışık biri yazıyor. Ve bu geçmiş beni ilgilendirmiyor. Ancak bu yazarın adının önünde "Prof. Dr" unvanı var. Militana dönüşmüş bir akademisyenden daha tehlikelisi yoktur; bilime de, gerçeklere de, doğrulara da ihanet ederler.
* * *
Prof. Dr. Binnaz Toprak’ın raporu, "sporadique" cemaatlerin hal ve gidişinin "Prof. Dr." yazarın sunduğu gibi olmadığını gösteriyor. Ayrıca ortaçağa özgü anakronik cemaatlerin günümüzde övgüsünü yapmak, anakronik bir değerlendirme olmuyor mu?
Ulusal devlet, cemaatlerin sonudur. Sonu olmalı. Cemaatler ve cemaatler federasyonu, ulusal devletin en büyük düşmanıdır, fetret halidir.
"Cemaat"in ne türlüsü olursa olsun, tutucudur ve dışarıya karşı saldırgandır.
Çeteden, mafya ailesinden geçerek meslek loncalarına, dinsel sapınç topluluklarına varıncaya kadar "cemiyet-toplum" olamamış çıkar topluluklarının tamamı "cemaat" niteleme sıfatıyla adlandırılır.
İnsan topluluklarının "toplum", "ulus" düzeyine erişemediği feodal süreçlerde hep cemaatler ve loncalar vardır; uluslaşma evresinin başlamasıyla cemaatlerin çöküşü başlar. Ulusal toplumlar (ulusal devletler) sanayi devrimlerinin ürünleridir. Türkiye’nin doğusunda cemaatlerin, kabile ve aşiretlerin egemenlik sürdürmelerinin nedeni, kuşkusuz yörenin sanayileşmemesidir, ama yörenin sanayileşememesi de yörede cemaatlerin, kabile ve aşiretlerin egemenliklerine bağlanabilir. Biri ötekinin hem nedeni, hem sonucu!
Bazen süreç tersine işler, bunalımların sonunda ulusal toplum tekrar cemaatlere, kabile ve aşiretlere bölünür. Bu fetret dönemidir! Ve böylesine durumlar, dış güçlerin yararına ve çıkarınadır. Bu nedenle dış ve düşman güçler, ulusların cemaatlere dağılması sürecini başlatırlar ve kışkırtırlar.
* * *
Bu nedenle "cemaatleri" ve cemaat yapılarını örnek olarak öne çıkartıp övgülerini yapmak, ulusal çıkarlarla bağdaşmaz.
Cemaat, evrensel tanımlama ile bir "fraksiyon"dur; bizim siyasal dilimizde bir "hizip"tir.
Türkiye’nin son 50 yıllık siyasal deneyimi, siyasal partileri destekleyen cemaatlerin giderek bizzat siyasal partiye dönüştüklerini göstermektedir. Henüz bir siyasal parti adını almamış olmalarına karşın, parti örgütü gibi çalışmaktadırlar. Fethullah cemaati, tabelasız bir siyasal parti kimliği taşımaktadır artık. Ve bu "Prof. Dr." bu partinin militanı ve partizanı!..
Prof. Dr. Binnaz Toprak’ın araştırması, bu gerçeği ortaya çıkardığı için cemaat mensuplarının ve sempatizanlarının saldırısına hedef olmuş durumda. Yapılaşma olarak Müslüman Kardeşler hareketinden ilham alan Fethullah hareketinin, şimdilik, resmen partileşeceğini sanmıyorum. Toplum içinde toplum, paralel bir toplum, "İslami" bir toplum yaratma operasyonu başarıyla devam ettiği sürece partileşmelerinin bir faydası yoktur. Onlar için (şimdilik) önemli olan, toplumsal yapıları ve kamu kurumlarını ele geçirmek ve yönlendirmek.
Yazının Devamını Oku 31 Ocak 2009
PROF. Dr. Binnaz Toprak’ın "Türkiye’de Farklı Olmak: Din ve Muhafazakarlık Ekseninde Ötekileştirilenler" adlı araştırma raporunda, kendi hayatımdan örnekler alarak, dolaşmaya devam edelim: * * *
Yıl 1964. Aydın Lisesi’nde Fransızca öğretmeniyim. Ülker İnce İngilizce öğretmeni. Tanbey 6-7 aylık. Tanbey’i kayınvalidenin evinden aldım, çocuk arabasında kendi evimize götürüyorum. Karşıdan 60 yaşlarında, sakallı bir adam sırıtarak geliyor. Çocuk arabası süren genç baba manzarasından hoşlandığını sandım. Adam bizim hizamıza gelince "Hak tuu!" diye suratıma tükürdü ve "Ulan erkekliğin şerefini iki paralık ettiniz!" diye bağırdı.
* * *
Malatyalı olan ve İnönü Üniversitesi’nde okuyan bir kız öğrenci, sokakta bir arkadaşıyla yürürken yaşlı bir adam yanlarına yaklaşmış, ’Kızlar, utanmıyor musunuz bu etekleri giymeye, zaten saçınız, başınız da bir tarafta’ demişti. ’Donup kalmışlardı’. Üstelik giyimleri ’aşırı rahat’ değildi." (Rapor, s. 23)
Yaşlı adam, "Saçınız, başınız bir tarafta" değil, aslında "Kıçınız, başınız bir tarafta!" demiştir.
* * *
Yıl 1954-1955. Mersin Lisesi’nde okuyorum. Tarsus Amerikan Koleji’nde okuyan birkaç arkadaşım var. Benim yaşımda.
Bu arkadaşlar, okula giderken önünden geçtikleri kahvelerin önünde oturan kabadayı-kulamparaların "Lan golleçli neren oynuyor?" diye laf attıklarını söylerlerdi.
* * *
Sivas’ta görüştüğümüz üniversiteli genç kız ve erkekler şehirde dolaştıklarında kıyafet ve görünüşleri nedeniyle mahalle ’delikanlıları’nın sözlü tacizine uğradıklarından şikayet ediyorlardı." (Rapor, s. 23)
"Çeşitli üniversitelerde görüştüğümüz pek çok öğrenci, üniversite yurt ve kantinlerinin ’ülkücü reisler’ tarafından kontrol edildiğinden, kendilerine karşı çıkan farklı kimlikli öğrencilere baskı ve şiddet uyguladıklarından şikayet ettiler." (Rapor, s. 24)
"Trabzon’da bazı öğretim üyelerinin düşünce yapısının da bu tip baskılara zemin hazırladığını şikayet ettiler. Örneğin, bir öğretim üyesinin derste açık açık ’bakın arkadaşlar, Türk’ten başka millet, Müslümanlık’tan başka din tanımam, varsa farklı olan benim dersimden geçemez, çıksın’ dediğini iddia ediyorlardı." (Rapor, s. 26)
* * *
Binnaz Toprak’ın raporunda bunlar ve bunların benzeri yüzlerce örnek var. Bu rapor bir tür sosyolojik araştırma raporu olduğu kadar, aynı zamanda bir tür toplumsal ihbar raporu.
Baskı gören öğrenciler ya iyice pısacaklar, ya da bir zamanlar olduğu gibi kendi aralarında örgüt kuracaklar. Ondan sonrasında da al başına belayı, Anadolu’nun her köşesinde ’öğrenci çatışmaları manzarası’!
Bu raporu AKP hükümeti, ilgili bakanlıklar, ilgili valilik, emniyet ve belediyeler çok dikkatli ve altını çizerek okumalı. Ülkücülere, Fethullahçılara, tarikatçılara olan derin sempatilerine karşın dikkatle okumalılar. Bir gün kan gövdeyi götürürse bunun sorumlusu kendileri olacaklar. Ayrıca Trabzon Üniversitesi rektörlüğü de faşist olduğu kesin olan o öğretim üyesi konusunda ciddi bir araştırma yapmalı.
Yarın devam edeceğim!
Yazının Devamını Oku 30 Ocak 2009
ORHAN Duru halamın oğlu değildi ama ben ona "Halamoğlu" derdim. O da bana "Emmioğlu" derdi. Tanışmamızın belirgin bir gün ve görüntüsünü anımsamıyorum. Ama hep var: Pazar Postası’yla var, Muzaffer Erdost’la var, İlhan Berk’le var; Kızılay’ın Ataç Sokağı’ndaki o bahçe içindeki küçük müştemilat evde var. 1956 ile 1960 arasında bir tarihte, aynı klanın içinde buluştuk. Düşünüyorum da, hastalığı boyunca hep yanında olan Murat Katoğlu tanıştırmış olabilir bizi.
27 Ocak 2009 Salı günü, Aşiyan’da toprağa verdiğimiz Orhan Duru (1933) Cumhuriyet edebiyatımızın en has birkaç yazarından biriydi. Ölümünden sonra yapıtı kendi başına büyüyecek ender yazarlardan biri. Çünkü onu okumak, dil simyasını çözüp anlamak, yarattığı ayrıksı evren ile iletişim kurmak için normal insan ömrü yetmez!
* * *
İlk öykü kitabı "Bırakılmış Biri"ni bana 4 Nisan 1959 günü imzaladığına göre, tanışmamız o tarihten önce. Ankara’nın Türk edebiyatının başkenti olduğu o görkemli dönem.
Orhan, bana imzaladığı "Bırakılmış Biri"ni bir kez de 1977’de sevip arkadaş saydığı oğlum Tan’a imzalamış. Tan o zaman 13 yaşındaydı ve "Bırakılmış Biri"ni yerlere yatarak onlarca kez okumuştu. "Bırakılmış Biri"ni Tanbey’in izinden giderek 18 yıl sonra bir kez daha okumuştum. Eşi benzeri olmayan bir başyapıt. Orhan 26 yaşındayken yayınlanmış. Demek ki 23, 24, 25 yaşlarında yazmış. Zamanına göre, bir öykü yazarı için çok genç bir yaş. O yaşlarda iyi şair olunabilir ama öykü yazarı olmak çok zor. Ama nedense bizim kuşağın, 1930-1936 doğumlu 50 kuşağının şair ve öykücüleri 30 yaşlarından önce varolmayı başarmışlardır.
Orhan Duru’nun ilk kitabı "Bırakılmış Biri"ni, Muzaffer Erdost "Açık Oturum Yayınları"nda yayınlamıştı. Yayınevinin 3 numaralı kitabı. Ondan önce, Henri Alleg’in "La Question"u ve Turgut Uyar’ın "Dünyanın En Güzel Arabistan"ı yayınlanmıştı. Dördüncü kitap Ece Ayhan’ın "Kınar Hanım’ın Denizleri"dir.
* * *
Şimdi yazarken ikinci kitabı "Denge Uzmanı" ile büyük bir aşama yaptığını anımsadım. Kitaplıkta aradım, bulamadım. Tanbey, Boston’a götürmüş olmalı. Bulamadım.
"Science-fiction"un karşılığı olarak kullanılan "Bilimkurgu" sözcüğünün patenti Orhan Duru’ya aittir. İlk yazılarından itibaren öykülerine bu bilimkurgu yapısı ile birlikte "gerçekleşebilir mucizeler" de girmiştir.
"Gerçekleşebilir mucizeler" dedim de aklıma geldi. Orhan Duru 1956’da AÜ Veteriner Fakültesi’ni bitirmiş, veteriner olmuştu. 27 Mayıs 1960’ta askeri devriminde Veteriner Fakültesi’nde asistan idi. Milli Birlik Komitesi, 28 Ekim 1960 günlü ve 10641 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 14 sayılı yasa ile 147 öğretim üyesinin üniversitedeki görevlerine son verdi. Bu 147’lerin 147’incisi genç asistan Orhan Duru’ydu. 147’ler olayı ne yazık ki 27 Mayıs’ın karnesindeki "en zayıf not"lardan biridir. Muzaffer Karan komünistlerin temizlendiğini söylerken, Alparslan Türkeş bu tasfiyede öteki öğretim üyelerinin tavsiyelerinin etkili olduğunu söyler. İhbarcılıktır ki fahişelik kadar eski bir meslek!
Orhan bir daha üniversiteye geri dönmedi. Böylece büyük yazar Orhan Duru oldu.
Sezer’in eşi, Ülkü’nin abisi, İştar’ın kaynı, Tezer Özlü ile Demir Özlü’nün enişteleri, Deniz’in teyzesinin kocası, Güner Sümer’in bacanağı; benim de Halamoğlu idi!..
Bir de bir zamanlar Muğla’da yaşayan bir ağabeyi vardı, tanımıştım...
Yazının Devamını Oku 28 Ocak 2009
GAZETELERİMİZ, dergilerimiz, televizyonlarımız, radyolarımız ABD’nin yeni başkanı Barack Hussein Obama’nın yemin töreninde yaptığı konuşmaya nasıl da hayranlar! Beni Obama’nın konuşmasından çok devlet töreninin biçim ve içeriği ilgilendiriyor: Asker, bayrak, sancak, flama, kartal, Lincoln’ün simgesel gölgesi; Anayasa Mahkemesi üyelerinin Capitol’ün platformuna girer girmez oradaki milletin ayağa kalkması.
Törenin her karesinden ABD’nin bir ulusal devlet olduğu iradesi ve duygusu taşmaktaydı. Demek ki küreselleşmenin Kábe’sinde ulusal devlet (ulus-devlet) hiç de tırıvırı devlet değilmiş. Peki Türkiye devletinin küreselleşme adına küçülmesini, tırıvırılaşmasını, ulusallığından vazgeçmesini isteyenler, tavsiye edenler neye dayanmaktadırlar?
Obama törenlerinin ABD devleti çok hoşuma gitti, gözümü ve ruhumu okşadı. Türkiye devletinin de onun gibi olmasını istiyorum. Bir dirhem aşağısı idare etmez!
* * *
İslamcılar, naylon liberaller, eski ve yeni mürteciler, ötekiler ve berikiler Başkan Obama’yı nasıl dinlediler, ne türlü feyiz aldılar, müstefit oldular bilemem. Ama ben onların kesinlikle es geçtiklerini tahmin ettiğim bir doğruyu sizinle paylaşmak istiyorum:
Obama, "ABD devleti Hıristiyanların, Müslümanların, Musevilerin, ateistlerin (Allahsız ve kitapsızların) hepsinin; Anglosaksonların, Afro-Amerikalıların, Latinlerin, Hispaniklerin, Asyalıların, Avrupalıların, Afrikalıların, bütün renk ve soydan gelenlerin tamamının ortak devletidir!" dedi mi? Dedi.
Herhangi bir ırk ve dine dayalı olmayan karma bir ulustan söz etti mi? Etti!
Yani, bir ulusun oluşturucusunun, tutkalının din ve ırk olmadığını söyledi. Çünkü Hıristiyanlık dışında birçok din ve bir de ateistler var. Onlar da ana kuzusu!
Bunların çok ötesinde bir soyut erdemler bütünü var: Ortak tarih, ortak idealler, kurucu felsefe ve ilkeler. ABD ulusunu ulus yapan bu soyut erdemlerdir. Türkiye devletini oluşturan da ne bir ırktır ne de İslam dinidir; bu Anayasa’nın başında, ilk dört maddesinde ve tamamında yer alan soyut ilkelerdir. Bir ulus, bir millet bu soyut ilkelere dayanır!
* * *
Obama bütün din ve ırkların, inançların ötesinde bir soyut ilkeler bütününü referans verdi. Birleştirici, kavşak imge ve simge olarak da Abraham Lincoln’ü seçmişti.
Şimdi gelelim bize: Bizde, oluşturucu imgeleri, birleştirici simgeleri yıkmak, ortadan kaldırmak için her şey yapılıyor. Bir naylon demokrasi adına yapılıyor bu!
Cumhuriyet’in kurucu simgesi Mustafa Kemal Atatürk’ü yok etmek için yerli ve uluslararası fesatlar çevriliyor.
Ben bunları düşündüm Obama törenlerini izlerken.
Türkiye Cumhuriyeti eğer gerçekten laik ve demokratik bir devlet ise hiç kimsenin Türkiye’den söz ederken "Nüfusunun yüzde 99’u Müslüman olan Türkiye!" türünden cümleler kuramayacağını da düşündüm. Müslümanları temsil eden yüzde 99, Hıristiyanları, Musevileri, öteki inançları ve ateistleri temsil eden yüzde 1’den daha fazla ve daha büyük değildir. Bu insani matematikte 99 ile 1 eşittir!
Obama da bütün dinozorlar(!) gibi ulustan söz etti; ağzına hiç cemaat lafı almadı.
Yazının Devamını Oku 27 Ocak 2009
BARACK Hussein Obama’nın serüveni ekseninde ABD’nin gelişim öyküsünü geciktiremem artık. Bu konuda ilk söyleyeceklerimi iki yazı içinde söyleyip Prof. Dr. Binnaz Toprak’ın ünlü ve verimli raporuna döneceğim. SÖZLÜKTEKİ KAFA
Fransız felsefeci Alain Badiou "Le Sciecle" adlı kitabında, ana-babasının kendisine 1932 yılında armağan ettiği bir Larousse sözlüğüne dehşet içinde baktığını yazar. Irklar hiyerarşisi maddesinde bir zenci kafası, goril kafası ile Avrupalı kafasının arasında yer almaktadır.
1932 yılında yayınlanan Fransızca Dictionnaire Larousse’a göre 20 Ocak 2009 günü işbaşı yapan ABD Başkanı Barack Hussein Obama’nın ataları (çok değil 77 yıl önce) henüz insan kabul edilmemekteydiler ve yerleri goril ile beyaz insan arasındaydı.
1932 yılında yayınlanan ABD sözlüklerinde Fransız sözlükleri benzeri şeyler var mıydı, bilemem. Ama 1932 yılında Afro-Amerikalıların toplumsal yerleri Larousse sözlüğünü doğrulamaktaydı.
"Zenci"den "Afro-Amerikalı" tanımına giden ve ulaşan yol bir bakıma hem uzun hem de kısa.
İç Savaşı ve daha sonra Kara Derili hareketlerini bir yana bırakalım, Barack Hussein Obama’nın doğduğu (1961) 60’lı yıllarda, beyazların boku daha değerli olduğu için, ataları beyazların girdiği helaya bile girememekteydi. Lokantaları falan bir yana bırakalım...
YASALAR UYGULANDI
Obama’nın akıllı, disiplinli çocuk olduğunu da bir yana bırakalım. Akıl ve deha, ırkçı kapıların kapalı olduğu yerde tek başına geçerli değildir. Bu mucize bakın nasıl oldu ve gerçekleşti: Ayrımcı yasaların yarattığı engellerin ABD federal mevzuatından ayıklanıp temizlenmesi ve karşıtı yasaların ödünsüz uygulanması sayesinde beyaz halkın çoğunluğunun saplantıları sarsıldı. Özet: Yasalar ve uygulanması. Doğal olarak beyaz ve siyahların ırk ayrımcılığına karşı giriştikleri mücadelenin içtenliğini de unutmayalım.
Tarihini tam anımsamıyorum ama 1960’larda, okullarda ve sınıflarda beyaz ve siyah nüfusunu yansıtacak oranlarda siyah öğrencilerin bulunması yasal bir zorunluluk haline getirildi. Okula kayıtlarda bu oran dikkate alındı. Beyazların okuduğu okullara siyah öğrenciler, siyahların okuduğu okullara beyaz öğrenciler otobüslerle taşındı.
Bu hiç de kolay olmadı. Öğrencilerin evlerine en yakın okula gitmek yerine daha uzak bir okula gitmesi dirençle karşılandı. Ve bu yöntem, polis ve asker zoruyla uygulandı.
Hollywood filmleri tepeden tırnağa zihniyet değiştirdi ve bu değişiklikler senaristlerin, yapımcıların dehasıyla olmadı. Federal baskıyla oldu.
Alabama’da beyazların üniversitesine asker korumasında gelen 8-9 siyahı gösteren fotoğraf gözümün önünde.
HALKA RAĞMEN...
Demek ki tepeden inme, halka rağmen, zorlama reformlar hiç de faşistçe değilmiş, halkın yararına imiş... Yasal zorlamalar olmasaydı, Obama ABD başkanı olup bizim İslamcıları ve liberalleri bunca sevindirebilir miydi? Demek ki bizim Cumhuriyet devrimlerinin yapılış tarzı da doğru ve haklı imiş... Demek ki çok önemli devrimler, halkın keyfine bırakılamaz imiş... Kıs kıs gülüyorum, Obama mucizesini övenler, aslında özüne ve biçimine karşı oldukları Cumhuriyet devrimlerini de övmektedirler. Yarın devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 25 Ocak 2009
YUSUF Abi (Yusuf Atılgan) fena halde áşıktı. Kendine bakacak parası vardı ama evlenecek parası yoktu. Aslında evliydi, boşanması ve sevdiği kızla (tiyatro oyuncusu Serpil Gence) evlenmesi için para gerekiyordu. Bu yüzden her hafta Spor Toto oynuyordu. Ama Beşiktaş’ın, Altay’ın maçlarında sadece galibiyeti işaretliyordu. Eli mahkûmdu. Bu yüzden de bir türlü kazanamıyordu. Gazetede yazdığımı unuttum: Yusuf Abi dediğim Yusuf Atılgan kim mi? Modern Türk edebiyatının dünya düzeyinde en büyük, en has, en gerçek ve en reklamsız birkaç romancısından biri; "Aylak Adam" ve "Anayurt Oteli"nin yazarı...
İzmir’de yedeksubaylığımı yapıyordum. Yıl 1962 ve 1963. Yusuf Abi, Manisa’nın Hacırahmanlı’sından gelir, hafta sonu maçlara giderdik. Bir Beşiktaş maçında, Alsancak Stadyumu’nda, Entelektüel İhsan ile tanıştırdı.
KAFKA OKURDU
Ben zaten biliyordum İhsan’ı. Konak-Alsancak hattında çalışan dolmuşuna çok binmiştim. Yolcu beklerden Kafka, Faulkner gibi yazarları okur, teypte klasik müzik çalardı.
Tam anlamıyla bir bilgi ve öğrenme delisiydi. Bildiğini öyle yalapşap bilmezdi, köküne kadar giderdi. Roman delisiydi, müzik delisiydi, sinema delisiydi. Yusuf Atılgan delisiydi!
Anımsadığım kadarıyla sanat okulunda ya da ticaret lisesinde okumuştu, ama bitirdiğini sanmıyorum. Durmadan kendi kendine film senaryoları yazıyor, bu senaryoları gerçekleştirecek kadar para kazanmak istiyordu.
Yusuf Ağabey’in hoş bir huyu vardı: Sevdiklerini, yakınlarını birbirine düşürmeye, kavga ettirmeye bayılırdı. Bu nedenle beni ve İhsan’ı durmadan kışkırtırdı.
O sıralar Filiz ile Oğuz Onaran da Yusuf Abi’nin çok yakınıydılar. Oğuz Onaran, günümüzün Prof. Dr. Oğuz Onaran’dan başkası değil. Onlarla da tokuştururdu bizi. Muzır!..
Madem ki İzmir dönemimden söz ediyoruz, İhsan’ın eşi Ayten’den söz etmemek olmaz. Ayten, İzmir’in evlere giden en ünlü terzisi idi. İyi para kazanırdı. Bu sayede bir kitapçı ve tuhafiyeci dükkánı açtılar.
ROMAN ÖDÜLÜ
Anımsıyorum: İhsan okumak istediği kitapların çevrilip yayınlanması için kendi cebinden para vermeye hazırdı. Ülker onun istediği bir kitabı çevirse, kitap yayınlanmasa da olurdu. Sadece o okusun yeterdi. Sadece bu nedenle para ödemeye hazırdı.
"Entelektüel Şoför" İhsan Bayram olmasaydı Yusuf Abi büyük romancı Yusuf Atılgan olabilir miydi? Yusuf Abi "Aylak Adam"ın daktilo yazmasının bir kopyasını İhsanlara bırakmış. İhsan okumuş yazmayı ve Yusuf Abi’ye haber vermeden Cumhuriyet Gazetesi Roman Ödülü’ne göndermiş. Roman Ödülü kazanmasaydı Yusuf Abi’yi kimse Hacırahmanlı’daki ininden dışarı çıkartamazdı.
Ben İzmir’e askerliğimi yapmaya geldiğimde bunlar olup-bitmişti: Yusuf Abi, Yusuf Atılgan olmuş; Serpil Gence adında bir genç kız "Aylak Adam"ı okumuş ve ona áşık olmuştu...
YEDİ TAŞLI YÜZÜK
İhsan Bayram "Yedi Taşlı Yüzük"te (Şenocak Yayınları), benim anlattıklarımı değil, kendi dünyasını anlatıyor. "Yedi Taşlı Yüzük" İhsan Bayram’ın yayınlanan ilk romanı. Bohçada başkaları da var, biliyorum. Roman sanatını ve yazmayı öğrenmek için "yatırılmış" bir ömrün ürünü. Yusuf Atılgan ekürisinden, 40 yıl hiç yarışmamış bir safkan şimdi hipodromda!..
Yazının Devamını Oku 24 Ocak 2009
BİNNAZ Toprak raporu neyi ifşa ediyor da İslamcıların, naylon demokratların ve turfanda liberallerin hışmına uğradı? Neyi açığa çıkardı? Hangi ayıbı? AKP’nin devr-i saadetinde, ülkenin "Türk-İslam mahallelerinde" gençlerin, laiklerin, Kürtlerin, Alevilerin, kadınların, dinsel ve etnik azınlıkların, içki içenlerin her türlü mahalle baskısının hedefi olduklarını adres ve tanıklarıyla ortaya çıkardı.
Baskıcı mahallelerin kabadayıları kim? Bu sorunun yanıtı da var araştırma raporunda: Dinsel cemaatler, tarikatlar ve en önde örgütlü, en planlı, hedefi en belirgin Fethullah cemaati!.. Vee Ülkücüler!.. Dikkatler ve projektörler tam bu gerçeğin üzerine çevrilmişken, Ergenekon vodvilinin yeni perdeleriyle ortalık iyice karıştı.
ERGENEKON’DAN ÖNEMLİ
Ben olan-biten hakkında kanımı söyleyeyim: Prof. Dr. Binnaz Toprak’ın "Din ve Muhafazakárlık Ekseninde Ötekileştirilenler" araştırması raporu, Ergenekon davasından çok daha önemlidir. Bu bugün anlaşılmasa bile yakın gelecekte mutlaka anlaşılacak.
Yargı, Ergenekon davasında suçluları yasa maddelerine göre cezalandıracak! Birini, bir topluluğu, bir sınıfı, bir dinsel ve etnik azınlığı, devrimi ve devrimcileri ötekileştirmenin yani bir tür "sefiller kastı" yaratmanın yasal karşılığı yok; bu, yasal bir suç değil. Ama toplumsal ve etik açısından büyük bir suç! Çok daha büyük bir insani suç!
LİNÇ VE RECME VARIR
Raporu okurken bir kenara "Vurun Kahpeye Halleri!" diye not düşmüşüm. Ötekileştirme eyleminin sonu "Vurun Kahpeye Halleri"ne, linç ve recm cezasına varıyor. Varır! Ve bu noktadan itibaren de iç barış sona erer, iç savaş başlar. Bu nedenle Binnaz Toprak’ın raporu, toplumsal göstergeleri bakımından Ergenekon davasından çok daha önemli!
Rapor, laiklerin (bireyler de tercihleriyle laik olurlar) tarikatların baskısı altında olduğunu kanıtlarıyla ortaya koyuyor, koydu.
O zaman şöyle bir mantık yürütmeyle karşı karşıya kaldık: Eee, etme bulma dünyası. Bir zamanlar laikler, dindarların üzerinde laik baskı kurmuşlardı. Sıra şimdi dindarlarda, haksızlık bunun neresinde?
DENKLEM TERS DÖNDÜ
Haydi, basitleştirdiğimiz kadar basitleştirerek soralım: Yasal laik baskı ile anti-laik mahalle baskısı aynı şey mi? "Laik birey" demek, Anayasa’nın ilk dört maddesine ve Cumhuriyet’in kurucu felsefesine inanan insan demek. Peki "anti-laik birey" ne demek? Anayasa’nın ilk dört maddesine ve Cumhuriyet’in kurucu felsefesine karşı olan insan demek!
Tanrı’ya inanan ile inanmayanın bir olamayacağı gibi laik ile anti-laik de bir değildir. Yasalar laikin yanındadır ama anti-laikin yanında değildir. Bu nedenle laik ile anti-laiki bir terazinin iki kefesine koymak son derece yanlıştır. Ve bu araştırma raporu denklemin tersine döndüğünü, iktidarın anti-laiklik ve karşı devrimden yana ağırlık koyduğunu gösteriyor!
Peki Sünni Müslümanların herhangi bir dönemde laik mahalle baskısı yaşadıklarını savunmak mümkün mü? Mümkün olması için, Sünni Müslümanların, İslam’ın beş şartından bazılarını özgürce yerine getirmelerinin laik mahalle tarafından engellenmesi gerekir. Cumhuriyet döneminde (siyasal, sağlık ve ekonomik nedenlerle bir süre engellenen) hacca gitmek dışında öteki dört şart ne zaman baskıyla engellenmiştir? Yalan söylenmesin, iftira atılmasın, ayıptır!
Yazının Devamını Oku 23 Ocak 2009
TÜRKİYE gerçeklerini iyi okuyabilmek için elimizde iki araç var: 1. Hakan Yavuz’un "Modernleşen Müslümanlar: Nurcular, Nakşiler, Milli Görüş ve AK Parti" (Kitap Yayınevi) adlı kitabı. İkinci baskısı yapıldı.
2. Prof. Dr. Binnaz Toprak ve arkadaşları (İrfan Bozan, Tan Morgül ve Nedim Şener) tarafından yapılan ve "Türkiye’de Farklı Olmak: Din ve Muhafazakárlık Ekseninde Ötekileştirilenler" adıyla Boğaziçi Üniversitesi tarafından bir bilimsel araştırmalar projesi olarak yayınlanan araştırma raporu.
* * *
Dr. Hakan Yavuz’la ilgili ilk yazım 21.08.2007 tarihinde "Modernleşen Müslümanlar" adıyla yayınlandı. Bu kitaba çok önem verdim. Çünkü 41 satırda anlatmak zorunda olduğum din, tarikatlar ve iktidar ilişkisini 424 sayfada anlatıyordu. Kitap, yazılarımın daha iyi anlaşılmasına yardımcı olabilirdi.
Ardından, 30.05.2008 tarihinde yayınlanan "Fethullah okulları ve Princeton Üniversitesi vs" başlıklı yazımda, Dr. Hakan Yavuz’un kitabında tasvir ettiği din, tarikatlar ve iktidar ilişkileri gerçeğinden korkmaya başladığını yazdım. Bunun üzerine bana uzun bir açıklama mektubu gönderdi. Bunları 13, 14 ve 15 Haziran 2008 tarihli yazılarımda yayınladım. Önemli şeyler söylüyordu. Bu yazıları bulup okumanızı salık veririm.
* * *
Prof. Dr. Binnaz Toprak’ın yukarda adını verdiğim raporu sanki Dr. Hakan Yavuz’un kitabı ekseninde, benim 10 yıldır yazdığım yazıları doğrulamak için yapılmış bir araştırma. Sonuçlar benim ne denli haklı olduğumu kanıtlıyor. Haklıyım ama derin kaygılarım da var.
Şimdi mümkün olsa da Prof. Dr. Binnaz Toprak ve ekibi, "Kıskanç Hacı Amca" (20.01.08) yazımda sözünü ettiğim, 1960-1961-1966 yıllarında yakından tanıdığım Sandıklı, Dinar ve Yalvaç’ta bir "mahalle baskısı" araştırması yapabilselerdi... Eminim ki sonuç, başka yerlerde yaptıkları araştırmaların sonucundan farklı olmazdı.
Prof. Dr. Binnaz Toprak’ın araştırması, benim bir yeniyetme ve genç olarak 1950-1970 yılları arasında, "pasif" ya da "kendi halinde" diye tanımlayabileceğim muhafazakárlığın 1970-2000 yılları arasında organize olup örgütlendiğini ve 2002’den itibaren de AKP iktidarı öncülüğünde ve sayesinde saldırıya geçtiğini gösteriyor.
* * *
10 yıldır Hürriyet gazetesinde yayınladığım yazıların "muhterem zevat"ın topuğuna diken gibi battığını; ağızlarındaki yirmilik dişleri zonklattığını tepkilerinden çok iyi biliyoruz.
Prof. Dr. Binnaz Toprak ve arkadaşlarının yayınladıkları araştırmaya karşı topluca hücum dörtnalına kalkmaları, 10 yıl sonra böbürlenecekleri fesatçı-komplocu gerçeklerin şimdiden ortaya çıkmasından tedirgin olduklarını gösteriyor. Ya birileri iyice uyanır da güzelce dönen tekerleğe çomak sokarsa?
Dr. Hakan Yavuz’u, "Modernleşen Müslümanlar" kitabını henüz tam anlamıyla keşfetmediler. Keşfettikleri an Dr. Hakan Yavuz’a dünyayı cehennem ederler. Hele 13.01.2009 günü Sky Türk’te yayınlanan "Anlamak İçin" programındaki konuşmalarını dinledilerse. Dr. Hakan Yavuz, "Türkiye yurdu"nun tarikatlar sayesinde "Türkiye Oteli"ne dönüştüğünü söylüyor. Dr. Hakan Yavuz, demek ki, bu gerçeği gördüğü için korkmaya başlamış. Haklıdır, çok haklı!
Devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku