Özdemir İnce

DİSK 42 yaşında

13 Şubat 2009
1961 Anayasası’nda yazıyor olmasına karşın dönemin hükümetleri, işçilere grev hakkı tanımaya yanaşmıyorlardı. Türkiye sendikacılık tarihinde 28 Ocak 1963 tarihinin çok önemli ve anlamlı bir yeri vardır: Kavel işçileri Anayasa’da ifade edilen grev hakkını ilk kez fiilen kullandılar. Yılbaşı ikramiyelerinin ödenmemesi, ücretlerinin azaltılmak istenmesi, işçilere sendikadan istifa etmeleri için baskı yapılması ve dört temsilcinin işten çıkarılması üzerine Kavel işçileri, 28 Ocak’ta beş günlük oturma grevi başlattılar.

Kavel işçileri grevinin DİSK’e giden yolda bir kilometre taşı olduğunu düşünüyorum. Sendikanın örgütsel anlayışı bu grev ile "sosyal model" sendikadan siyasal (sınıfsal) çıkar ve haklar sendikacılığına evrilmeye başladı. Bu çok önemlidir! Çünkü işçi sınıfı ya bir siyasal partiyi destekleyecek ya da kendi siyasal partisini kuracak, anlamına gelir. Kavel işçileri grevinin ilk ürünü DİSK’in kurulması oldu. Bugün Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) 42 yaşına giriyor. Yani olgunluk yaşına... 12 Şubat 1967 günü TÜRK-İŞ içinde yer alan Türkiye Maden-İş, Lastik-İş, Basın-İş, Gıda-İş ve Türkiye Maden-İş (Zonguldak) sendikalarının ortak (kuruluş) genel kurulları İstanbul’da toplandı. 13 Şubat günü bu beş sendikanın delegelerinin ortak kararıyla Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu, DİSK kuruldu.

* * *

DİSK, 12 Mart ortamında ve sonrasında Anayasa ve demokrasiye aykırı yasaların iptali için uğraş verdi. İnsanca ve demokratik bir çalışma hayatını gerçekleştirecek bir düzen değişikliği anlayışına yöneldi. Grevleri yasaklayan, lokavtları serbest bırakan devlet politikasına karşı çıktı. 1973 genel seçimlerinde işçileri, köylüleri, esnafı, memurları ve tüm dar gelirli vatandaşları CHP’ye oy vermeye çağırdı. CHP yüzde 33.3 oy aldı, 185 milletvekili çıkardı.

12 Eylül askeri diktatoryası, DİSK’i hedef alan baskıları, tutuklamaları, mahkemeleri, davaları, mallarına el koymaları ile konfederasyonu tarumar etti.

12 Eylül 1980 öncesinde DİSK’in 550 bin üyesi vardı. 12 Eylül sonrası DİSK aklandıktan sonra Çalışma Bakanlığı’nın Ocak 1992’de yayınladığı rakamlara göre üye sayısı 81 bin 670 idi. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın 17 Ocak 2009 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan tebliğine göre üye sayısı 422 bin 785 kişi... Ama DİSK, bakanlığın Avrupa Birliği’ne şirin görünmek için örgütlü işçi (!) sayısını abarttığı kanısında. Gerçek sayının 120-150 bin arasında olduğu düşünülüyor. Mevcut antidemokratik sendika yasalarından, örgütlenme özgürlüğünün olmamasından, noter şartı ve barajlardan dolayı, aktif sendikalı ve gerçek üye sayısı eski düzeyine ulaşamıyor.

* * *

İşçi sınıfının sendikalar bünyesinde kendi sosyal ve siyasal haklarını savunup kullanamadığı ülkelerde demokrasinin yerleşip gelişmesi olanaksızdır. Ancak, dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde sağcı ve dinci işçi sendikası yoktur, ama bir hilkat garibesi olarak Türkiye’de vardır. Anadolu kobilerinde ve daha büyük işletmelerde işçiler sendikalara gireceğine tarikatlara girmektedir. Bir zamanlar işçi sınıfının sendikalaşmasının karşısında siyasal iktidarlar vardı, şimdi bir de dinsel tarikatlar var. Ancak her sorunu çözmek için daha fazla demokrasi isteyen "çok bilmişler"in bu acı gerçeği gördüklerini sanmıyorum. Ağalar ve beyler! İşçisiz, emekçisiz demokrasi mutlaka faşizme dönüşür!
Yazının Devamını Oku

500 yıl önce ve bugün

11 Şubat 2009
BAŞBAKAN’ın Davos serencamı ile ilgili olarak, birçok yazıcı ve konuşmacı Ömer Seyfettin’in Pembe İncili Kaftan adlı öyküsünü anımsadı ve anımsattı. Bence bu serencam ile öykü arasında ciddi bir anlam ilişkisi olduğu kolayca söylenemez. Ancak ben bu bağlamda, Ömer Seyfettin’in Diyet adlı bir başka öyküsünün bulunduğunu hatırlatmak isterim. TC VATANDAŞI

Eşitlik falan defteri açıldığında, Türk-Kürt-Laz-Boşnak-Ermeni-Rum-Yahudi-Roman-Pomak diye sayılmasından da, böyle bir sayım yapanlardan da hoşlanmam. Benim için, 1923 Cumhuriyeti’nin yasalar önünde birbirine eşit, aralarında imtiyazsız vatandaşları vardır. Gerisi düzenbazlıktır, ikiyüzlülüktür, ırkçılığa, dinciliğe, ayrımcılığa, şovenizme ve benzeri mel’anete ödenen haraç ve rüşvettir; giydirilmek istenen kaftandır.

Uluslararası hukukta yeri var ama birine, bir TC vatandaşına "azınlık" demek de utandırır beni. Çünkü vatandaşlık, azınlık sıfatıyla bir arada ve başka sıfatlarla, kimliklerle bir arada bulunamaz. Vatandaşların adlarının yanına kimlik olarak yapıştırılan her türlü niteleme sıfatı (bunu ister başkaları ister kendileri yapsın) ayrımcılıktır, ırkçılık, etnikçiliktir. Bilmem derdimi anlatabiliyor muyum?

ENDÜLÜS’ÜN MİMARLARI

1492 yılında Yahudilerin İspanya’dan sürülmesi hem Yahudi tarihi, hem de aralarında Osmanlı tarihi de olmak üzere dünya tarihi için önemli bir dönüm noktasıdır. Arap ve Müslüman dünyası İspanya-Endülüs uygarlığıyla pek övünür ama bu övüncün aslan payının İspanya ("Sefardim") Yahudilerine ait olduğunu hep unutur.

Osmanlı’nın topraklarına aldığı Yahudiler baldırı çıplaklar, serseriler, cahiller güruhundan mı oluşmaktaydı? Elbette hayır! Endülüs ve İspanya uygarlığının yaratıcıları arasında bulunuyordu bu insanlar: Zengindiler, elittiler, bilim, bilgi ve meslek sahibi idiler. Akıllı Osmanlı padişahı Yahudileri bu özelliklerinden dolayı topraklarına aldı ya da davet etti. "İspanya" adı dolayısıyla "Sefardim" (Sefarad) olarak bilinen Yahudiler Osmanlı’nın gereksinim duyduğu becerileri, tıbbi ve teknik bilgileri, ticari ve politik uzmanlıkları getirdikleri için, özel bir kayırma ile karşılandılar.

Osmanlı topraklarına göçen Sefarad Yahudilerinin mali, maddi ve mesleki durumları Osmanlı kaynaklarında, arşivlerinde mutlaka kayıtlı olmalı. Bu Yahudilerin Osmanlı’nın gelişmesine her türlü bilgi, zenginlik ve bilimleriyle büyük katkıları oldu. Osmanlı topraklarına yerleşen Sefarad Yahudilerinin tarihi yazılmış mıdır? Bilmiyorum. Yazıldığı zaman bu insanların zavallı sığıntılar olmadığı mutlaka ortaya çıkacaktır. Bu nedenle Osmanlı’nın ciddi bir çıkar ve kár amacıyla yaptığı bir daveti, bir lütuf olarak, günümüz TC vatandaşı Musevilerin başına kakmak bilgisizlik ve görgüsüzlük olmaktadır.

BEN MİSAFİR DEĞİLİM

Türk Musevi Cemaati Başkanı Silvyo Ovadya bunun bilincinde olarak ve ilk kez "Ben misafir değilim. Hoşgörü istemiyorum. Lozan’a gerek yok. Anayasa ve demokrasi bize yeter!" diyor. Buna çok sevindim. TC vatandaşlarının yasal haklarının bir lütuf ve hoşgörü konusu yapılamayacağını yıllardır yazarım. Sonunda bunu ilgili ve sorumlu birinin dile getirdiğini görmekten son derece mutluyum.

Nota Bene: Musevi esnaf ve tüccarına senetli-senetsiz borcu olan bazı uyanık esnafın ortamdan yararlanarak bu borçlarını ödemediklerini duydum. İTO’nun dikkatine sunarım!
Yazının Devamını Oku

Aç aç yarışı!

10 Şubat 2009
CHP’nin girdiği aç aç yarışını ibret ve dehşetle izliyorum! Kara çarşafa Altı Ok’lu rozet takılması, sonra da Kocaeli vilayeti İzmit Büyükşehir Belediyesi Başkanlığı’na aday, Sefa Sirmen adlı muhterem zatın kentin mahallelerini Kuran kursları ile doldurma tasavvuru... İŞÇİYE GİT

İsterseniz bu iki girişimin sağlamasını yapalım: Kara çarşaf, gündelik ve dışarlık bir kadın giysisi olarak bir dinsel kisvedir. Aslında Arabi ve gayri milli olan bu kisve ne yazık ki 1950’den sonra, dün ve bugün, bütün hükümetlerin koruyucu kanatları altında tuhaf bir meşruiyet kazanmıştır. Ve bu giysi ve kisve giderek karşı devrimin simgesine dönüşmüştür.

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, Cumhuriyet devrimlerinin simgesi 6 Ok’lu rozeti işte bu karşı devrimci simgeye taktı. Sonra ne oldu bakın: CHP rozeti birkaç çarşafta üç ay takılı kalabildi. Eyüp’teki adaylık yarışında hesaplar tutmayınca çarşaflı turfanda partililer, Baykal’ın taktığı rozetleri törenle söküp çıkardılar.

CHP destek arayacaksa, aradığı desteğin kaynağı işçi ve memur sendikalarındadır; kentlerin emekçi ve yoksul kesimleridir. Devrimci ideolojiden boşanan bir CHP (biraz mizah yapalım), kılçıksız hamsiye benzer! 1950’den bu yana Cumhuriyet Devrimi’ni savunan CHP’nin politikası yanlış mıydı da 2009 yılında birden bunu fark etti? Bunun hesabı sorulur!

FES NE ZAMAN!

Anayasa’nın 24. maddesi bakın ne diyor? "Kimse, devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez veya kötüye kullanamaz."

CHP’ye göre AKP, Anayasa’nın 24. maddesine karşı davranışlar içindedir. Anayasa Mahkemesi de zaten bu yönde karar vermiştir.

Benim yorumuma göre CHP, 24. maddeyi çiğneyecek, ama devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırmak için değil, ama İzmit’in Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nı kazanmak için. Alt tarafı bir belediye başkanlığı yüzünden Cumhuriyet’in devrimci ruhu iki paralık oluyor.

Efendim, yozlaşma tepelerden yuvarlanan taşlara, akan çığlara benzer. Ya da hamile olup kız oğlan kız kalmak mümkün değildir! Fes açılımı ne zaman yapılacak ve bedeli ne olacak?

SABIKALANACAK

Beni üzen, CHP’nin sadece sağcı ve İslamcı gazetelerin değil bütün ulusal medyanın haber ve manşetlerinde maskara edilmesi.

"Çarşaf açılımı 87 günde bitti!" (Yeni Şafak, 05.02.09), "Baykal, Kur’an kursuna sarıldı!" (Yeni Şafak, 05.02.09), "Dinci CHP!" (Vakit, 06.02.09).

Kemal Kılıçdaroğlu’nun yorumuna göre, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın istemesi durumunda, Sefa Sirmen belediyesi yer gösterecekmiş. Böyle bir yoruma kargalar bile güler.

Kemal Kılıçdaroğlu, İsmailağa cemaatine gidip "Bana neden oy vermiyorsunuz?" diye soracakmış. CHP, seçimlerden sonra, sirk dansözleri ile "Aç Aç" yarışına giremeyeceğini çok iyi anlayacak, ama çok geç olacak, çünkü sabıkalanacak!

Anayasa’nın devrim yasalarıyla ilgili 174. maddesini unutan CHP yöneticileri, bu maddeyi okurlarsa seçtikleri yolun çıkmaz olduğunu belki anlarlar! Çok yazık, çok yazık. Kimse kazı koz anlamasın: Yasalar bağlamında kimsenin Kuran öğrenmesine karşı değilim, efendim!
Yazının Devamını Oku

68’in edebiyatı edebiyatın 68’i

8 Şubat 2009
1960-1970 arası hayatımın en güzel yıllarıydı. Kimseye sormadım ama o dönemde 20’li, 30’lu yaşlarını yaşayan bizim kuşağın da en güzel yıllarıydı bu evre. "Hayatımızın En Güzel Yılları" aynı zamanda bir film adıdır! "The Best Years of Our Live". 1946 yapımı bir William Wyler filmi. Filmin içeriğini hatırlamıyorum, ama bir İkinci Dünya Savaşı sonu filmiydi galiba. Adı beni büyülüyor: Hayatımızın en güzel yılları!

Umudumuz vardı o yıllarda! Dünyayı ve hayatı değiştirme umudu!

ANTONY’NİN KIZLARI

1968 olayları Fransa’da 1965 yılında Paris’in banliyösü Antony’de başladı. Paris Üniversitesi’nin Antony’de öğrenci yurtları vardı. Erkek öğrenciler, kız arkadaşlarını odalarına konuk olarak alabiliyorlardı, ama kızlar erkek arkadaşlarını odalarına konuk olarak alamıyorlardı. Antony’nin kızları 1965 yılının aralık ayında ayaklandılar ve müthiş bir grev yaptılar. Ben de oradaydım. Antony’de kalıyordum. Sonra Montparnasse’a taşındım.

Umudumuz vardı o yıllarda! Dünyayı ve hayatı değiştirme umudu!

STATÜKONUN REDDİ

Her şey neredeyse Kaliforniya’da Beat Generation şiir akımı (Burruoughs, Ferlinghetti, Ginsberg, Kerouac ve ötekiler) ile başladı. Gündelik hayatın mucizesini yazıyorlardı; burjuva kültürünün ve ahlakının ipliğini pazara çıkartıyorlardı. Beatnik Kuşağı’nın tarihi taa 1948’lere dayanır, ama 60’lardan sonra ete kemiğe büründü. Ve hippiler ve mini etek ile ortaya çıktı. Dünyayı algılama, zihniyet ve cinsellik olarak statükonun reddi anlamına geliyordu. Gene Kaliforniya’da Berkeley Üniversitesi’nde Herbert Marcuse adında bir profesörün peşinde öğrenciler, var olan ne varsa, siyasal ve ekonomik düzen, etik ve ahlak, gündelik hayat ve yaşam tarzı, hepsini reddediyorlardı. 1968 olayları Paris’te başladı!

141 VE 142

Biz kendi devrimimizi 1950’lerin başlarından itibaren başlatmıştık. Şiirde İkinci Yeni, tiyatroda Arena ve AST tiyatroları, soyut resim... 1960’tan sonra kanatlanıp uçmaya hazırdık. 1961 Anayasası dünyanın en yetkin anayasası idi o tarihte. Ama Ceza Kanunu’nun 141 ve 142. maddeleri olmasa. Komünizmi cezalandırmayı amaçlayan bu yasa maddeleri gerçekte her türlü özgür düşünce ve eylemi engellemekteydi. 1961 Anayasası’nı yapan asker bu iki maddeyi kaldıramazdı. Kaldıramadı. Kaldırmadı!

Ama 1961 Anayasası derinlemesine kapsadığı için, 1965’ten itibaren, bunu ve gerçek demokrasiyi iktidara gelen hükümetlerden ve çoğunlukla Süleyman Demirel’in Adalet Partisi’nden istiyorduk. Türkiye, NATO üyesi değil miydi, biz de NATO ülkelerinde olduğu kadar özgürlük ve demokrasi istiyorduk. Bu hevesle Türkiye İşçi Partisi de kurulmuştu.

Mutluyduk, çünkü dünyayı ve hayatı değiştirme umudumuz vardı!

CEHENNEM SÜRECİ

12 Mart 1971 Muhtırası ile dünya başımıza, solun başına yıkıldı. Balyoz hareketlerinin hedefi olduk; gözaltına alındık; hapishaneleri doldurduk ve işkenceden geçtik, idam edildik!

Bizim kuşaktan şair ve yazar Sennur Sezer, "68’in Edebiyatı, Edebiyatın 68’i" (Evrensel Basım Yayın) adlı bir incelemeli antoloji yayınladı. Kitap, kendilerini, dünyayı ve hayatı değiştirmeye adayanların yaşadığı cehennem süreçlerine tanıklık ediyor; bu dönemi etiyle kemiğiyle yaşamış olan şairlerimizin şiirlerini içeriyor. Bilgi ve ilginize sunulur! Sennur Sezer’i kutlarım. Bizim kuşak umudunu yitir(e)mez, umutsuz yaşayamaz!
Yazının Devamını Oku

Binnaz Toprak araştırması ve Avrupa Birliği

7 Şubat 2009
SİYASAL rejimlerin yapılarının, ekonomik, toplumsal ve zihinsel yapıların izdüşümlerini gündelik hayatta apaçık görmek mümkündür. Siyasal, ekonomik, toplumsal ve zihinsel yapılar bir ideoloji bileşkesi yaratarak gündelik hayatı belirler. Öyle ki bir caddede, bir sokakta, bir lokanta ve kahvede, bunların bulunduğu ülkenin hangi siyasal ve inançsal rejimle yönetildiğini anlayabiliriz. Doğal olarak bunların Avrupa Birliği standartlarına uygun olup olmadığı da gündelik hayatın bireyler üzerindeki yansımalarında(n) ortaya çıkar.

* * *

Prof. Dr. Binnaz Toprak’ın yorumlarına katılıp katılmamam, terminolojiye yansıyan bakış açısı benim açımdan hiç önemli değil. Benim için önemli olan "Türkiye’de Farklı Olmak-Din ve Muhafazakárlık Ekseninde Ötekileştirilenler" araştırma raporunun tanıklık ettiği toplumsal olgular. Bu olgularda, ben, "Batı’nın teknolojisini alalım, gelenek ve göreneklerimizi (tıpkı Japonlar gibi) koruyalım" zihniyetinin (!) yansımalarını buluyorum. Bu, modernlik ve çağdaşlığı teknolojiye indirgemekten başka bir şey değil.

Prof. Dr. Toprak’ın raporunun bize yansıttığı toplum, bir ortaçağ toplumu. Bu toplumun tamamının cep telefonu kullanması; bütün evlerin beyaz ve kahverengi eşya ile dopdolu olması; nüfusun yüzde bilmem kaçının araba kullanması hiç önemli değil. Belki istatistik olarak AB için bunlar da önemlidir. Ama bu yapay AB ailesi için önemli olan bireyin bireysel özgürlüğünü kısıtsız kullanabilmesi, insan haklarının yüksek düzeyi, demokratik bir rejim ve demokratik bir eğitim ve gündelik hayat!..

Bu rapor, araştırmanın yapıldığı bölge ve kentlerin AB normlarına uygun bir gündelik yaşama sahip olmadığını gösteriyor. Demek ki AB müktesebatının içerdiği hukuk buralarda geçerli değil. Türkiye tek boyutlu bir insana ve tek boyutlu bir topluma doğru pupa yelken gitmekte. Bu toplum şu anda Avrupa Birliği’ne giremez. Gelecekte ise (bu gidişle) hiç giremez!

* * *

Prof. Dr. Binnaz Toprak’ın araştırma raporunun sonuçlarını kişisel deneyimlerimle, okumalarımla ve başkalarının tanıklıklarıyla birleştirdiğimiz zaman bakın neler görüyoruz:

AKP hükümet ve iktidarının karşı devrimci politika ve baskıları + cemaat ve tarikatların (Nakşibendi, Nurcu, Fethullahçı, vb.) baskıları + Ülkücü Gençlik (MHP) ve Alperen Ocakları’nın (BBP) şiddete yönelik baskıları + mahallenin geleneksel baskısı... Bütün bunların toplamı, Türkiye toplumunu hızla ortaçağ zihniyet ve gündelik yaşamına doğru geri çekmektedir. Bu zihniyet ve bu zihniyetin yansımalarını taşıyan gündelik hayat içine sıkışmış, dinsel ve siyasal baskıların yönlendirdiği bir toplum AB’ye giremez.

Daha somut bir ifadeyle söyler ve örneklendirirsek: Türkiye 1950 öncesinin toplumsal ve bireysel yaşamıyla AB’ye girebilirdi. Ama 1980 sonrasının Türkiyesi asla!..

* * *

Türkiye toplumunun AB’nin modern toplum standartlarına uygun olması ya da olmaması ne AB ne de ABD için sanıldığı kadar önemlidir!

AB ve ABD, İslami standartlara uygun (AB dışında kalmış) bir Türkiye toplumu ile birlikte yaşayabilir. Tıpkı İslami standartların egemen olduğu gerici Arap rejimleriyle gül gibi geçindiği gibi. Ancak ve sadece AB normlarına uygun bir gündelik yaşamı olan Türkiye’nin (bütün sakıncalarına karşın) geleceğe yönelik bir umudu olabilir. Fakat Prof. Dr. Binnaz Toprak’ın araştırma raporu, bu umudun giderek sönmekte olduğunu kesinlikle kanıtlıyor.
Yazının Devamını Oku

Ne demek istedim ya da hakeme gözlük

6 Şubat 2009
BİR eski dost hal ve gidişimden pek hoşnut olmadığını söyledi. Laiklikten başka söyleyecek sözü olmayan bir yazar izlenimi uyandırıyormuşum. Olabilir! Ancak izlenim ve algı kaynaktan çok alımlayıcı muhatapla ilgilidir. Yazdıklarım kendisini tedirgin ediyorsa, kendisiyle yüzleşmek zorunda bırakıyorsa, doğal olarak habbeyi kubbe yapabilir. Aziz dostumun da yaptığı bu: Laikliği savunan yazılardan neden rahatsızlık duyuyor?

Bir yılda 260 yazı yazıyorum. 50 kadarının laiklik ve Cumhuriyet devrimiyle ilgili olduğunu tahmin ediyorum. Tarih-coğrafya-yurtbilgisi konularındaki yazılarım da az değildir. Bir de alet çantamı açıp tamircilik yaptığım yazılar vardır ki yılda en azından 20-30 yazıyı bulur. Tarikatlar, cemaatler, din soygunculuğu konularında da sık sık yazarım. Yılda en azından 15-20 kitap tanıtırım. Kitaplarını tanıtarak öne çıkardığım 10 kadar yazar ve öğretim üyesi var. Yalan-dolan bozduğum yazılarım da az değildir.

* * *

Bu köşede sık sık laik ile anti-laikin aynı terazide tartılamayacağını; terazinin bir kefesine laikliğin, öteki kefesine laiklik karşıtlığının konulamayacağını yazıyorum. Çünkü yansızlık, tarafsızlık, nesnellik adına sık sık yapılan bir hata bu.

Bir okurum, "Laik bireyle laik olmayan bireyin eşit olamayacağı, Tanrı’ya inanan ile inanmayanın bir olamayacağı gibi cümleler, hukuki açıdan son derece tehlikeli ’önermeler’ / "... bu önerinin teknik özü Nazi Almanyası, Stalin Rusyası ve günümüz şeriat ülkelerinin despotik yönetimlerinin hukuki ve pratik ’ayrımcılık’ temelini oluşturur. Yasalar karşısında eşitlik nosyonunu bitirir" diye yazıyor.

Ben bu köşede habere dayalı yazılar yazmıyorum. Habere dayalı yazılarda anlam cümlenin üzerindeki kaftan gibidir. Ben iyi ya da kötü "fikir yazısı" yazıyorum. Yaptığım her metaforun açıklamasını yazamam. Okurlara hakaret olur.

Sık sık başvurduğum terazi metaforunda sözünü ettiğim eşitsizlik ve benzemezliklerin tartıldığı terazi kuşkusuz "kör" adaletin terazisi değil, birey aklının terazisi!

* * *

Laik birey ile laik olmayan birey yasalar karşısında elbette eşittir. Ancak en basit ifade ile "laik birey" Anayasa’dan yanadır; "laik olmayan birey" Anayasa karşıtıdır. Bu iki taraf 1923’ten bu yana bir türlü uzlaşamıyorlar, deniliyor. İlkin kendi kendimize düşünelim: Böyle bir anlaşmazlık uzlaşma konusu olabilir mi? Laiklik karşıtı birey Anayasa’nın ilk dört maddesi değişmeden laik Cumhuriyet ve laik birey ile anlaşabilir mi, uzlaşabilir mi?

Peki ne oluyor da hayvan pazarı cambazlarına benzeyen "hakemler" hangi hak ve akılla laik olan ile laik olmayanın uzlaşmasından söz edebilirler? Yasalara göre laiklik karşıtı eylem suçtur. Ama laik eylem yasaldır. Ve işte bu noktada yasal eşitlik ortadan kalkar!!!!!

Kuşkusuz, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları din, inanç ve ırklarına, kökenlerine bakılmaksızın, ister laik olsun, ister olmasın, ister ateist olsun ister nihilist hepsi medeni hukuk kapsamı içinde, miras ve borçlar hukuku konularında birbirine eşittirler.

Ancak hiçbir hakem ya da at cambazı ortaya çıkıp laik Cumhuriyet’in yandaşları ile karşıtlarının bir araya gelip uzlaşıp anlaşmalarını tavsiye ve teklif edemez. Bu Cumhuriyet’in dinsel cemaatlerle, tarikatlarla bir araya gelip meşruiyet tartışması yapması anlamına gelir.

Yıllardır bu yanlışı düzeltmeye çalışıyorum: Cumhuriyet ve devrimlerini kimse pazarlık konusu yapamaz. Pazarlık Cumhuriyet’in iflası ve intiharıdır.
Yazının Devamını Oku

Tarikatlar ve cemaatlerin üniversite oyunları

4 Şubat 2009
BAZI sosyolog, siyaset bilimci(!), politikacılar tarafından sivil toplum örgütleri (STÖ) olarak kakalanmak istenen tarikatlar üzerine 2006 yılında da yazılar yazmıştım. O süreçte 1 Ekim 2006 günü Anadolu üniversitelerinden birinde çalışan bir öğretim üyesinden e-posta aldım. Öğretim üyesi tarikatların şerrinden korktuğu için, doğal olarak kimliğinin ve çalıştığı üniversitenin adının gizlenmesini rica ediyordu. Zaten aradan geçen zaman içinde öğretim üyesinin ve üniversitenin kimliği iyice yaygınlaştı ve anonimleşti.

Prof. Dr. Binnaz Toprak’ın araştırmasında adları verilmeyen, kimlikleri saklanan kişilerin militanlar tarafından nasıl bulunduğunu ve tehdit edildiğini ilgililerden öğrenmiş bulunuyoruz. Öğretim üyesinin e-postasından aktarıyorum:

* * *

"Tarikatlarla ilgili yazılarınızı zevkle okuyorum. Maalesef ülkemizdeki bazı ’sözde aydın’ların, bu grup ve toplulukların çağdaş toplum düzeni için ne denli büyük engel ve tehlike oluşturduklarını görmemeleri belki de görmek istememeleri, Türkiye’nin geleceği konusundaki endişelerimizi artırıyor.

20 yıllık öğretim üyeliğim boyunca, adına tarikat ya da cemaat denen bu oluşumların, nasıl çıkar ilişkileri ile iç içe olduklarını gözlemledim"
diye yazıyor.

Cemaat ve tarikat mensuplarının, öğretim üyesi tarafından saptanan bazı marifetleri:

* * *

Asistanlık sınavlarında cemaat mensuplarına önceden soru vermek.

Okul ve bölüm birincilerini, asistanlık sınavına girmemeleri konusunda uyarmak, tehdit etmek, başvuru dilekçelerini almamak ve alınmasını engellemek.

Kendi cemaatlerinden olan kişilerin tez savunma ve yeterlik sınavlarında, jüri üyelerinin kendi cemaat mensuplarından oluşmasını sağlamak. Gerektiğinde kurulmuş jürileri bozdurmak ve uygun bir jüri kurdurmak için "gerçekte onlardan olmayan ancak onlarla iyi geçinmeye çalışan" yönetici ve öğretim üyelerini kullanmak.

Derslerde kız ve erkek öğrencilerin aynı sıralarda oturmasını engellemek.

Kız öğrencilere türban takmaları için baskı yapan veya türban çıkaranları cezalandıran erkek öğrencileri koruyup kollamak.

Mezuniyet not ortalaması, işe girişte önemli olmaya başladıktan sonra, kendi cemaat mensuplarına çok yüksek notlar verip, derece sıralamasını kendilerinden olan öğrenciler lehine değiştirmek.

Kendi cemaat mensuplarının akademik yükselmelerini kolaylaştırmak için "sahte bilimsel dergiler" basmak, bunlara gerçekmiş izlenimi vermek için, (bir kısmı) kendileriyle işbirliği halindeki öğrenim üyelerinin isimlerini hakem listesine yazmak.

Yine cemaat mensuplarının akademik yükselmelerini kolaylaştırmak için, özellikle tıp ve bazı fen bilimleri alanlarında, ilgisiz bilim dallarındaki cemaat mensuplarının isimlerini ortak bir çabayla yapılmış yayınlara yazdırmak. Bazen bazı makalelerde 7-8 isme kadar çıkıyorlar.

Sonuç olarak, yukarıdakilere benzer daha birçok konuda, "kendi aralarında hukuk tanımaz bir dayanışma" içine girip, kendilerinden olmayanları "haksız rekabet"le karşı karşıya bırakıyorlar.

* * *

Tarikat ve cemaat değil bu mübarekler! Sanki organize suç örgütü, mafya gibi çalışıyorlar!..
Yazının Devamını Oku

Binnaz Toprak raporuna Nedret Gürcan katkısı

3 Şubat 2009
ARKADAŞIM Nedret Gürcan, "Hoşça Kal Dinar" (Heyamola Yayınları) adlı bir anı kitabı yayınladı. Bu kitaba ilerde ayrıca değineceğim, ama bugün, Prof. Dr. Binnaz Toprak’ın araştırma raporuna katkıda bulunacak bir alıntı yapacağım: * * *

"Konya’ya bir kez daha 1993’te Dinarlı arkadaşım Fethi Acar ve eşlerimizle birlikte gittik. Mevláná Hazretleri’ni ziyaret ettik. Askerken kaldığım Selçuk Palas’ta kaldık. Otel turistlere de hizmet verecek biçimde yeniden düzenlenmişti. Konya akşamında bir lokantada yemek yiyelim, bir duble içki içelim diye Aláeddin Tepesi’ndeki lokantaya gittik. Masamıza oturup sipariş vereceğimiz sırada elektrikler kesildi. Lüks ışığında yanımıza gelen garsona yemeklerimizi ve rakımızı söyledik. Garson güldü. ’Burası belediyeye aittir, içkisizdir!’ dedi. Oysa lokantaya girerken bazı masalarda rakı bardağı gözümüze çarpmıştı. ’Bize niye yok?’ dedik. Öğrendik ki, o bardaklarda ayran varmış! Kırk yıl önce ben askerken Konya’da hiçbir yerde içki yasağı yoktu." (S.188)

* * *


Ne oldu da böyle oldu?

Nedret Gürcan’ın askerlik günlerinde kaldığı otelin sahibi, birlikte Meram Bağları’nda oturak álemi yaptıkları İbrahim’in sonradan hacca gidip hacı olması ve evine çekilmesinin olağandışı bir yönü yok. Benim dedem de gençliğinde teneke teneke boğma rakı içerken haytalığı bırakıp imam olmuş; imam olmakla kalmayıp bir de muhtar olmuş... Bizde olur bunlar, tuhaf karşılanmadığı gibi övgüye de mahzar olur.

İçki baskısı Prof. Dr. Binnaz Toprak’ın araştırma raporunda önemli bir yer tutmuyor. Araştırma raporu bu konuya hiç değinmese de gerçek değişmezdi. Erbakan Hoca’nın partilerinin belediye seçimlerini kazandığı yerlerde içkiye karşı cihat açtığı biliniyor. Bu konuda yüzlerce yazı yazıldı. Ben milletin Bekri Mustafa gibi sabahtan akşama, akşamdan sabaha içki içmesini mi istiyorum? Elbette hayır! Ama içki içenin içki içmesinin karşısına çıkartılan engellerin de düşünceyi açıklama özgürlüğünün önüne çıkartılan engeller kadar önemli olduğunu, insan hakları ihlali olduğunu düşünüyorum. İhlalin daniskasıdır!

* * *

Bunlar hesaplı-kitaplı mahallevi, beldevi ve beledi baskılardır: Önce içki baskısı, ardından oruç baskısı, onun ardından cuma namazı baskısı, onun ardından tarikatlardan birine girme baskısı, bunun ardından aidat ve yardım baskısı; bunlar olurken evdeki kadınların örtünmesi için yapılan baskı; görevin istismarı konusunda baskı: torpil ve kayırma baskıları (tarikat ve cemaatlerin üniversitelerde çevirdikleri kirli dolapları yarın yazacağım).

Prof. Dr. Binnaz Toprak, "Toplumda mevcut olan farklı kimliğe uygulanan baskı ve ayrımcılığın, Anadolu’da AKP tarafından atanmış kadroların icraatları ve cemaatlerin faaliyetleriyle kaygı verici hale dönüştüğünü" söylüyor ve ekliyor: "Hükümete yakın Memur-Sen’in üye sayısı 2002’de 42 bin iken şimdi 315 bin... Sultanbeyli Belediyesi’nde bir tek Alevi çalışmıyor. O ilçede Alevilerin yaşadığı bölgenin yolları asfalt bile değil. Çamur!" (Cumhuriyet, 30.12.2008)

Demek ki 6 yılda muhafazakár cemaate 273 bin nefer katılmış. Sadece bu 273 bin neferlik birliğin Türkiye’de estirdiği, estireceği gizli terörü düşünebiliyor musunuz?
Yazının Devamını Oku