Özdemir İnce

Ben şu işe karışmasam diyordum...

30 Aralık 2008
’ŞU iş’ dediğim, yerli bildiri lobicilerinin özür dileme kampanyası... Kim bu her türlü uygunsuz düğünlere Kamber olanlar? Sözüm bu kampanyanın cazgırlarına; imzacı gafillerine bir sözüm yok! Ermeni ve Rum lobilerinin ve benzeri lobilerin yerli tayfaları! AKP hükümetinin liberal lejyonerleri! Küresel neo-liberalizmin ortakçı ve otlakçıları! Ütopik ve seraplı ve aslında dadaist bir demokrasi adına soğuk, sıcak, ılık, ara sıcak bilumum İslam’ı durmadan Cumhuriyet rejiminin önüne dikenler! Sabık ve sakıt solcular! Bilim ve sanat alanında bir evlek yeri olmayan "rate" zevat! Tam anlamıyla bir düşkünler harmanı! Bunlar!

KIŞKIRTMA KAMPANYASI

Türk-Ermeni, Türkiye-Ermenistan, Türkiye-Ermeni diasporası ilişkilerinin sessizlik ve dinginliğe gereksinimi var. Özür diliyorum, özür dilemiyorum, teessüf ediyorum, teessüf etmiyorum gibi kampanyalar uzlaşıdan çok gerginliğe yol açar. Nitekim bizim her derde deva, yerli lobicilerin Ermenilerden özür dileme kampanyası da ters tepti.

İslamcılar ateş püskürüyor! Muhafazakárlar ateş püskürüyor! Milliyetçiler ateş püskürüyor!

Ulusalcılar ateş püskürüyor! Kemalistler ateş püskürüyor!

Bir tek sabık ve sakıt solcu neo-liberaller memnun bu işe giriştikleri için.

Normal koşullarda Ermenilere ve Ermenistan’a karşı herhangi bir husumet ve düşmanlık hissetmeyen sıradan insanları bu türden kampanyalarla kışkırtıyorlar.

Soykırım, soykırımdan dolayı özür dileme jest ve mimikleri söz konusu olduğu zaman herkesin aklına ASALA örgütünün işlediği cinayetler, 1890’lardan itibaren Ermeni komitacılar tarafından öldürülen aile efradı, atalar, dedeler akla geliyor.

Nitekim lobi tayfasının başlattığı kampanya da tersine tepti. Bile bile, uzaktan kumandalı, planlı-programlı bir kışkırtma girişimi değilse, lobi tayfasına yaraşır bir basiretsizlik bu!

ERİVAN DA MUTSUZ

Türkiye’de hiçbir hükümet "Ermeni Soykırımı" suçlamasını kabul etmez, edemez. Ermenistan, Türkiye soykırımı iddiasını resmen kabul etmeden görüşme masasına oturmaz.

Bu, karmaşık soruna karşın taraflar tenhalarda kaçamak görüşmeler yapıyorlar.

Ermenistan’ın da özür dileme şamatasından pek hoşnut olduğu söylenemez. Bunu yararlı bir jest olarak kabul ettiklerini de sanmam. Bu hoşnutsuzluk, dilenen özrün resmi olmamasından değil!.. Fincancı katırlarını ürkütmesinden!

Ermenistan’ın pragmatik ve gerçekçi olması gereken yöneticileri, bu türden sahne gösterilerinin Türkiye ile gizli flört buluşmalarına engel olmasından çekinirler!

ONUR HARÇLIK OLMAZ

Ermeni devleti ve diasporası, "Soykırımı kabul etmezsen seninle görüşmem" diyor. Yerli lobiciler, "Ermenilerden özür dilemezsen adam değilsin, barbarsın!" diyor.

Gazetelerde akla ziyan yazılar okuyoruz: Ermenilerden özür dileyenler sanki her türlü suçlarından, erdemsizliklerinden, gaddarlıklarından, her türlü utançlarından arınacaklar, paklanacaklar... Ve "Hele dur bakalım, sen ne hakla bana yol göstermeye, bana akıl vermeye, gözümü kapatıp senin peşinden gelmedim diye beni suçlamaya, karalamaya kalkıyorsun!" diye itiraz edenler utançlı duruma düşecekler, onursuzlaştıracaklar!

Durun bakalım: Kimsenin onuru, düşkün hovardaya harçlık olamaz!
Yazının Devamını Oku

Nazmi Kal’ın ’Başkent Ankara’ belgeseli önerisi

28 Aralık 2008
24 Aralık Çarşamba günü yayınlanan "Hey Gidi TRT!" yazım üzerine eski ve yeni TRT televizyonu çalışanlarından epeyce e-posta mesajı geldi. Yazımın konusu, TRT Genel Müdür Müşavirlikleri ile uzmanlık kadrolarına bakanlıklardan ve kamu kuruluşlarından yapılan 41 atama ile ilgiliydi. Yazım şu cümle ile bitiyordu: "Bu 41 vatandaş hiçbir iş yapmayacaklar, oturacak masa ve sandalyeleri olmayacak, ama birinci ve ikinci dereceden ek göstergeli avanta maaşlar alacaklar. Buna partizanlık denir!"

Mesaj sahipleri, bu atamaların ilk adım olup, yakında ikinci ve üçüncü bir operasyonla bu 41 kişinin TRT içinde aktif bölümlere yönetici olarak atanacaklarını tahmin ediyorlar. Böylece TRT de tepeden tırnağa İslamileştirilmiş olacak.

SPONSOR BULAMIYOR

Mesaj gönderenlerden biri, 50 yıllık arkadaşım Nazmi Kal idi. Nazmi bu konuya değinmiyor, kendi yaşadığı bir olayı anlatıyordu. Nazmi önce okuldan (G.E.E. Fransız Dili Bölümü), sonra TRT Televizyonu’ndan iş arkadaşımdır.

1970 ya da 1971’de TRT Televizyonu’na sınavla girmişti. O sırada Redaksiyon Müdürü idim. Sınava girdiğinde Fransızca öğretmeni idi. Hiçbir yönetici görev almadan 35 yıl program yapımcısı ve yönetmeni olarak çalıştı. Kültür ve belgesel programlarında uzmanlaştı. Son zamanlarda ekrana da çıkarak uzmanca ekonomi programları yapıyordu.

Nazmi Kal şu anda TRT’den emekli ama meslekten emekli değil. Bir "Ankara" filmi yapmak istiyor. Fakat TRT tarafından reddediliyor, ayrıca Ankara’da yapımı destekleyecek bir sponsor da bulamıyor. Nazmi’yi dinleyelim:

CUMHURİYET’İN SİMGESİ

"Cumhuriyet’in yarattığı Başkent Ankara. Atatürk’ün Ankara’yı neden başkent yaptığı; oteli dahi olmayan, Alman elçisinin vagon kiralayıp istasyonda yattığı Ankara’nın kısa sürede nasıl modern yapılara kavuştuğu o günün mimarları Holzemesiter ve Arif Hikmet Koyuncuoğlu’nun canlı tanıklıklarıyla anlatılıyor.

Ankara’nın neden başkent yapıldığı konusunda Cemal Kutay’ın anısı şöyle: ’Konya’dan bir heyet gelmiş başkent olalım diye. Cemal Kutay Hakimiyet-i Milliye muhabiri ve bir Konyalı olarak yanlarında. Buna layığız, bizi başkent yapın diyorlar. Atatürk’ün cevabı: Selçuklu Kayseri’yi, Konya’yı başkent yaptı, oraları mamur etti. Osmanlı Bursa, Edirne ve İstanbul’u başkent yaptı oraları imar etti. Bırakın Cumhuriyet de yeni bir başkent yapsın ve Ankara’yı mamur hale getirsin, Cumhuriyet’in simgesi olsun’ diyor."

UYGUN GÖRÜLMEMİŞTİR

Nazmi Kal, başta TRT olmak üzere birçok yere başvuruyor. TRT’den "Uygun görülmemiştir" yanıtı alıyor. Öteki yerler cevap vermek zahmetine bile katlanmıyorlar. Bunlardan biri Çankaya Belediye Başkanı Muzaffer Eryılmaz.

Bir dükalık olarak "İstanbul" Ankara’yı sevmez. İstanbul Dükalığı, milli mücadeleye karşı çıkmış ve aşağılamıştır. Zafer kazanıldıktan sonra Cumhuriyet’e karşı çıkmıştır. Bu ayrı bir yazının konusu. Ama İstanbul’un yeniden başkent yapılması hayalleri sona ermiş değil, aksine giderek canlanıyor. Böyle bir ortamda bir "Başkent Ankara" belgeseline destek olmamak, en azından gaflet ve dalalettir. TRT’den umudum yok. Sözüm devrimci (?) Türkiye’ye!
Yazının Devamını Oku

Çözümde ilk adım!

27 Aralık 2008
’KÜRT sorunu’ konusunda bugün iyice açık seçik olacağız. Kürtçüler, Kürt ırkçı ve milliyetçileri, beni Kürt düşmanı ilan etmeden önce yazdıklarımı iyice okusunlar. Bilindiği gibi son zamanlarda Kürtçe’nin eğitim-öğretim dili olması konusu öne çıkartılıyor. Dışarıdan özellikle de Fransa’dan örnekler veriliyor. Ve ayrıca Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923-1946 dönemi, serbest atış topa tutuluyor.

* * *

Biz geçmişin değerlendirmesini daha önce yaptığımız için onu şimdilik bu yazının dışında bırakalım. Yerel dil, ulusal dil, resmi dil sıfat ve kategorileri yönetim biçimiyle çok yakından ilgilidir. Kürtçe şu anda yerel dil konumunda, ama onun ulusal dil ve dahası resmi dil olmasını isteyenler, bunları savunanlar var. Bu nasıl olacak? Bunun gerçekleşmesi için devletin yapısının değişmesi gerekir:

1. Özerklik: Kürtçe ulusal ve resmi dillerden biri. 2. Federasyon: Kürtçe ulusal ve resmi dillerden biri. 3. Bölünme/Bağımsızlık: Kürtçe ulusal ve resmi dil. 4. Mevcut durum: Kürtçe sadece yerel dil. 5. Mevcut durumda reform: Kürtçe okullarda öğretilen, üniversitelerde filoloji bölümü olan, yazılı ve görsel basında kullanılan bir yerel dil.

* * *

Özerklik, federasyon ve bağımsızlık başka bir yazı dizisinin konusu. Bu konuya daha önce de birkaç kez değindim: Çok trajik ve kanlı bir iştir. Kimseye tavsiye edilmez.

Mevcut durumun sürdürülmesi, iç ve dış dinamikler nedeniyle ve insan hakları dolayısıyla mümkün değil. Bunu herkesin anlaması gerek.

Demek ki önümüzde "Mevcut durumda reform"dan başka bir seçenek bulunmuyor: Kürtçe yerel dil olarak öğretilecek ama mevcut koşullar siyasal olarak değişmedikçe yerel dil olarak kalacak ve ulusal dil, resmi dil statüsü kazanamayacak.

Ne yapalım ki gerçekler acı olsa da böyle: Yeryüzünde üç binden fazla yaşayan dil var ama sadece 205 devlet var. Resmi dil de bu sayı dolaylarında.

Tarihin cilveli diyalektiği dolayısıyla da Kürtçe, Türkiye’de sadece bir yerel dil konumunda.

"Efendim, biz mevcut durumda da Kürtçe’nin Türkçe’ye eşit olmasını; ikinci ulusal ve resmi dil olmasını istiyoruz!" diyenler, yazarlar var Kürtçüler arasında.

Böyle bir şey sadece Türkiye’de değil, dünyanın hiçbir ülkesinde mümkün değil. Bu nedende mevcut durumda Kürtçe’nin ikinci ulusal ve resmi dil olmasını istemek özerklik, federasyon, bağımsızlık istemek anlamına gelir. O başka...

* * *

Mevcut durumda reform,
ulusal birlik ve ülkenin bütünlüğü için son derece önemlidir ve bir saniye bile geçirmeden hemen hazırlıklara başlanması gerekir.

Reformun ilk adımı, Türkiye’nin en büyük üç üniversitesinde Kürt Dili ve Edebiyatı bölümlerinin kurulması olacaktır. İkinci adım, ilköğretimin 6, 7 ve 8. sınıfları ile ortaöğretimde (liselerde) Kürtçe’nin seçmeli ders olarak öğretilmesini yasallaştırmak olmalı. Bu derslerin öğretmenleri Kürt Dili ve Edebiyatı bölümlerinde yetişecek. Sokaktan gelmeyecek...

24 Aralık 2008 tarihli Radikal’in "Biz Kimiz: Kürtler 4" yazı dizisinde açıklandığına göre Kürtlerin yüzde 99.7’si öğrenim dilinin Kürtçe olmasını istiyormuş. Bu isteklerinin özerklik, federasyon ya da bağımsızlık anlamına geldiğini biliyorlar mı acaba?.. Sanmıyorum! Benden başkaları da anlatmalı bu sevimsiz gerçeği bu insanlara.
Yazının Devamını Oku

Adam haklı, ama...

26 Aralık 2008
ADAM haklı! "İsmini kasd-ı mahsus ile buracıkta zikretmek istemediğim birisi ’15 yılı Atatürk, 12 yılı İnönü yönetiminde geçen tek parti döneminin eleştirilmesi, tarihin en kör ve nankör tavırlarından biri olmalı’ diye uluorta esip gürlemese bu konuya değinmeyecektim. Dikkat buyuruldu ise yukardaki cümlede ’eleştiri’ tabiri kullanılıyor; tezyif, karalama veya inkár denilmiş olsa belki cümle bu kadar sakil görünmeyecek" diyor.

Benim de adını burada anmak gereği görmediğim yazıcı çok haklı! Neden kullandım, o ayrı bir konu ama "eleştiri" sözcüğünü kullanmamam gerekirdi. Onun önerdiği sözcüklerden "karalama"nın cümlemin ve yazımın anafikrine uygun olduğunu düşünüyorum.

SÜTSÜZLÜĞÜ TEZYİF

Saptırmak, sağcıların ve dincilerin en önemli özelliğidir. Ben "Tek Parti Dönemi" (09.12.08) başlıklı yazımda "tek parti dönemi"nin övgüsünü değil tanımını yaptım. 1923-1946 arasında yapılan şeyleri "ulusal düttürü, gökkonuksal avrat; Kızılay’a alınmayan hırpani köylüler; kapatılan ve ahır yapılan camiler" gibi ELEŞTİRİLER’e indirgemek, kuşkusuz tezyiflerin, karalamaların, inkárların şahıdır. Sağcı, mukaddesatçı ve dinciler bu sütsüzlüğü tezyif, karalama ve inkár için değil eleştiri (!) niyetine yapmışlardır. Öyle derler!

Ben bu türden insanlarla tartışmam! Cumhuriyet Devrimi’ne karşı olan köktenci ve Selefi takımıyla neyi neden tartışacağım? Örneğin Vakit Gazetesi, "Teröre çare İslam" diye manşet atmış. Türk ve Arap Hizbullahlarını, El Kaide’yi, Endonezya, Sri Lanka, Malezya, Sudan ve Somali gibi Afrika ülkelerindeki İslamcı çeteleri, terör örgütleri değil de barışsever izci oymakları mı sayacağız?

UŞAKLIĞIN TANIKLARI

1923-1946 arasında tek parti yönetiminden başka bir yönetim tarzı olamazdı Türkiye’de. Neden? Köklü toplumsal devrimlerin hiçbiri çok partili rejimlerde yapılamaz(dı) da ondan. Cumhuriyet’in kurucuları, İkinci Meşrutiyet ve Mütareke döneminde kurulan yüzlerce siyasal parti ve derneklerin ayrılıkçı fitnelerin yuvası olduklarını görmüşler; "Düvel-i Muazzama"nın uşaklığını yapmalarına tanık olmuşlardı. Ayrıca, o dönem çok parti rejimleri ve demokrasiler revaçta değildi dünyada. Tersini ileri sürenler, iddialarını sayısal olarak kanıtlamak zorundadır. Halep ordaysa arşın burada!

Dinciler, sağcılar, mukaddesatçılar ve günümüzün yeni mürtecileri, Tek Parti Cumhuriyeti’nin nesine karşıymışlar hele bir bakalım:

KÖR VE NANKÖRLER

İstiklal Mahkemeleri’ne, Takrir-i Sükûn Kanunu’na karşıdırlar! Çünkü her türlü mürteci bunlar sayesinde etkisizleştirilmiş, Cumhuriyet ve devrim bunlar sayesinde kök salmış, ete ve kemiğe bürünmüştür.

Eski ve yeni mürteciler, öğrenim ve öğretim birliğine ve medreselerin kapatılmasına; kıyafetin çağdaşlaşmasına; tarikatların yasaklanmasına, tekke ve zaviyelerin kapatılmasına; yazı ve dil devrimine; Medeni Kanun’a ve bunların temsil ettiği her şeye, kadınların özgürleşmesine, çocukların bilimsel ortamda öğrenim görmelerine karşı oldukları için, bunların kurucusu ve yaratıcısı olan 1923 Cumhuriyet’ine düşmandırlar. Bunu açıkça söyleyemedikleri için o dönemi (1923-1946) Tek Parti Dönemi diye yerin dibine batırırlar.

Bu türden gözler kuşkusuz "kör", zihniyet ve vicdanlar ise elbette "nankör" olarak tanımlanacaktır!
Yazının Devamını Oku

Hey gidi TRT

24 Aralık 2008
HEY gidi TRT, heyy! Kimsenin çiftliği olmaması, her görevin en yetenekliler tarafından yapılması için kılı kırk yararcasına yönetmelikler hazırlamış, görev, hizmet ve görevli personel tanımları yapmıştık. Bir kameramanın, bir montaj elemanının hangi yöntemle yapımcı ya da yönetmen olacağını yönetmeliğe bağlamıştık. Meslekler arasında kendiliğinden ve atamayla ne yatay ne de dikey geçiş mümkündü; meslek değiştirmek isteyen genel ya da zaman zaman açılan kurum içi sınavlara girmek ve kurslardan geçmek zorundaydı.

1970 yılında TRT Televizyonu’nun yönetmelikleri hazırlanırken her türlü yönetim ve personel alımı konularında suiistimal, yozlaşma ve kayırmalara engel olmak için elimizden geleni yapmıştık. (Bu satırların yazarı o zamanlar önce Metin Yazarı, sonra Redaksiyon Şube Müdürü ve daha sonra Program ve Yayın Planlama Müdürü idi.)

ZABIT KATİBİ ADLİ TIP MEMURU

KESK’e bağlı Haber-Sen’in hazırladığı rapora göre, TRT’den sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Aydın ve TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin döneminde, çeşitli bakanlıklardan ve kamu kurumlarından 41 kişi kuruma geçiş yapmış. Bu kişilerin bazılarının daha önce çalıştıkları kurumlarda adli tıp memuru, zabıt katibi, kimya öğretmeni, arkeolog gibi yayıncılıkla uzaktan yakından ilgisi olmayan mesleklerden olması dikkati çekiyor.

Kuruluş döneminde de üniversite ve yüksekokul mezunu değişik mesleklerden insanlar TRT Televizyonu’na girmişlerdir. Ancak yazılı ve sözlü sınavlardan sonra; mesleki kurslardan geçtikten ve kurs sonunda sınavı kazandıktan sonra. Dönemin Basın-Yayın Yüksekokulları mezunları da bu iki sınavlı süreçlerden geçerlerdi.

Örneğin, günümüz Milliyet Gazetesi yazarı, Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu Melih Aşık bu süreçlerden geçerek önce yapımcı-yönetmen, daha sonra Aktüalite Bölümü Şefi olmuştu.

Günümüzün tanınmış yönetmenlerinden Ziya Öztan’ın giriş sınavlarında "mümeyyiz" (sınav kurulu üyesi) olarak bulunmuş, daha sonra kurs hocalığını yapmıştım.

* * *

TRT’de birkaç türlü meslek vardır: Program (yapımcı, yönetmen), Haber (televizyon gazetecisi), Teknik (kamera, montaj, stüdyo,vb.), Artistik (dekor, kostüm, butafor,vb), İdari (özlük işleri, insan kaynakları, muhasebe, vb.)

İdari görevlere yatay geçiş yapılması mesleki açıdan büyük sorun çıkarmaz. Program, haber, teknik ve artistik görevlere ya sınav-kurs süreciyle ya da bu alanlarda yapıtlarıyla kendini kanıtlamış olmakla girilirdi. Bu yöntemle Yeşilçam’dan kameraman alınmış, yönetmenlere anlaşmalı görevler verilmişti.

EK GÖSTERGELİ AVANTA MAAŞLAR

Bakanlıklardan ve kamu kuruluşlarından gelenlerin (41 kişi) atandıkları kadrolara baktım: Genel Müdür Müşavirliği ve Uzmanlık. Normal yönetim düzenlerinde, kurum içi kurmay kadrolarıdır bunlar. Bu birinci ve ikinci dereceden, ek göstergeli kadrolara yayıncılık mesleğinde yaşını başını almış, deneyimli elemanlar atanır. En azından başlangıçta böyleydi. 12 Mart döneminden başlayıp Milliyetçi Cephe (MC) hükümetlerinden geçerek bu kadrolar istenmeyen elemanların kızağa çekildiği, buzdolabına konulduğu sürgün yerleri oldu. MC’ler döneminde iki kez Genel Müdür Müşavirliği’ne sürüldüm ve 12 Eylül döneminde uzman kadrosuyla emekli edildim.

Bu 41 vatandaş hiçbir iş yapmayacaklar, oturacak masa ve sandalyeleri olmayacak, ama birinci ve ikinci dereceden ek göstergeli avanta maaşlar alacaklar. Buna partizanlık denir!
Yazının Devamını Oku

Cehalet, geldiysen üç kez vur!

23 Aralık 2008
HAM Marksist çevrelerde, altyapının üstyapıyı belirlediği, ama buna karşılık, üstyapının altyapı üzerinde esamisi okunmadığına dair bir önyargı egemenliği vardır. Ancak ve ne var ki altyapı devrimleri üstyapı devrimlerini, üstyapı devrimleri de altyapı devrimlerini tetikler. Kiros Silindiri (MÖ 539), Asoka Fermanları (MÖ 272 ve 231), Medine Sözleşmesi (622), Manga Carta Libertatum (İngiltere, 1215), İngiliz Haklar Bildirisi (Petition of rights, 1628), İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi (1789), Birleşmiş Milletler Evrensel Beyannamesi (1948) gibi üstyapı (hukuksal) devrim ve reformların altyapısal etkileri olmadığını kimse iddia edemez.

Aynı şekilde, I. Meşrutiyet ve Tanzimat Fermanları’nın, son Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 174. maddesi tarafından korunan Cumhuriyet Devrim Yasaları’nın altyapı üzerinde etkisi bulunmadığını kim iddia edebilir?

Sosyologlarımız, felsefecilerimiz özgün (telif) olarak bu işlerle ilgilenmediği için, meydanı boş bulan bilgi magandaları ortalığı kasıp kavurmaktalar.

STALİN REJİMİ NEDEN İZİN VERMEDİ

Cumhuriyetin karşıtı ve düşmanları, devrimlerin üstyapısal ve biçimsel devrimler olduğu için halk üzerinde etkili olamadığını, ulus-devlet girişiminin tel tel döküldüğünü iddia ederler. Bu iddiaların gerçeklerle hiçbir ilişkisi yoktur. Olmadığına dair iki örnek vereceğim:

Slavoj Zizek, biçimin yalnızca bir biçimden ibaret olmadığını, toplumsal hayatın maddesel yönleri üzerinde izler bırakan, kendine özgü bir dinamiği bulunduğunu söyler: "Bunun böyle olduğunu, biçimsel burjuva özgürlüğünün, sendikalardan tutun da feminizme kadar, çok somut siyasal talepler ve uygulamalar sürecini başlatması gerçeğinde görebiliriz" der...

Burjuva özgürlüğünün bir yanılsamaya, başka bir gerçeği (sömürü ve sınıf egemenliği gerçeğini) saklamaya yarayan bir yalana indirgenmesine izin vermemeliyiz. Ama bu özgürlükler, toplumsal altyapı devrimlerine giden yolları da açmıştır. Burjuva özgürlüğü, kadınların oy hakkı, çalışma koşullarının düzeltilmesi gibi bazı siyasal taleplerin ifade edilmesi sürecini harekete geçirmek gibi bir yığın alanda etkili olmuştur. Burjuva özgürlüğü, Stalincilerin dediği gibi "yalnızca biçimsel" bir özgürlük idiyse ve gerçek güç ilişkilerine bir etkisi yoksa, Stalin rejimi niçin burjuva özgürlüğüne izin vermedi?

ÇİKOLATA RENKLİ BAŞKAN MUCİZESİ

Amerika’da daha düne, yani 1970’lere kadar bir zenci, beyazların gittiği lokanta ve okula gidemez, bindiği otobüse binemezken bugün Amerikalılar kendilerine (Sezen Cumhur Önal’ın diliyle) çikolata renkli bir başkan seçtiler. Bu kadar kısa bir zamanda bu kadar büyük, hatta mucize sayılabilecek bir değişim nasıl oldu? Hepimiz biliyoruz, başlangıçta (yasa ve Federal Devlet’in silah zoruyla) siyahlarla beyazlar aynı otobüse binmeye, aynı okula gitmeye, aynı otobüste, sınıfta yan yana oturmaya, aynı takımda futbol oynamaya zorlandı. Irkçı deyim ve sözcükler yasaklandı, ayıplandı. Birbirlerine karşı önyargılarının ve duygularının değişmesi beklenmedi, tam tersine bu biçimsel yakınlaşma, ruhsal ve düşünsel yakınlaşmayı da beraberinde getirdi. Sonuç meydanda.

* * *

Türkiye’de de karşı devrim ve AKP’nin yıktığı-yıkamadığı, sattığı-satamadığı ne kadar maddi ve kültürel uygarlık başarı varsa hepsi Cumhuriyet’in üstyapı devrimlerinin eseridir!
Yazının Devamını Oku

İsmail Habib Sevük ’Atatürk’le Beraber’

21 Aralık 2008
SON günlerde "Mustafa" filmini savunmak amacıyla yazılan ve yayınlanan yazıların toplandığı dosyadan rasgele bir gazete kupürü çekiyorum. "Psikoloji" ışığında yazılan "Yüzleşme vakti gelmedi mi?" başlıklı bir yazı. Bir "Prof. Dr." yazmış. Yazar soruyor: "Artık kendimizle, içimizdeki bu korkularla yüzleşmenin zamanı gelmedi mi acaba? Atatürk’e ilişkin şemalarımız içine hapsettiğimiz ’kendimize güvensizlik’ korkusunu kabul etmek, güçlükler karşısında ’ölümsüz kahramanımız’a sığınmaktan vazgeçmenin zamanı gelip geçmedi mi?"

Doğru, Türklerin iki temel korkusu vardır: 1. Ülkenin bölünmesi! 2. Dinsel ve yönetimsel irtica.

Bu iki korku şu anda ete kemiğe bürünmedi mi? Anayasa’nın ilk dört maddesi değiştirilmek istenmiyor mu? Kürtçüler, federatif ya da bağımsız bir Kuzey Kürdistan istemiyorlar mı? Demek ki korku ve kuşkular paranoya değilmiş!

* * *

Tartışmaya yol açmamak için adını vermediğim yazar acaba 1920-1939 yılları arasında yayınlanmış "Mustafa Kemal" yazılarının, kitaplarının kaçını okumuştur? "Korku"nun kaynaklarını ve "güvenç"in dayanaklarını öğrenmek için Freud’dan önce bunları okumak gerekir ve zorunludur bu.

Örneğin, İsmail Habib Sevük’ün Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayınlanan "Atatürk’le Beraber"ini Mustafa Kemal konusunda ahkám kesen kaç tarihçi, kaç sosyolog, kaç psikolog okudu acaba?

Adını verdiğim kitaptan birkaç satır okuyalım: "Kızdığı noktaların başında ise kendisini Napolyon’larla, Yavuz’larla karşılaştırmak gibi gaflar geliyordu. O zaman, o kadar hiddetleniyordu ki, sözün gerisini bile dinlemeye dayanamayarak karşısındakini susturduğu oluyordu." (S.44)

"Tatil yapmak dine aykırıdır demek kadar dinsizlik, imansızlık, küstahlık olamaz. Onlar çağdaş olmayı káfir olmak sanıyorlar, asıl küfür onların düşüncesidir.//Ey halk, dinlemeyiniz, böyle akıl ve anlayış karşıtı sözleri söyleyenlerin başlarında sarık, üzerlerinde milletvekilliği de olsa, hatta öyle sözleri size ben söylesem, dinlemeyiniz." (S.45)

Ey ahali, Başbakan Erdoğan’ın Obama’ya değil de Fatih Sultan Mehmed ya da Yavuz Sultan Selim’e benzetilmek istediğini anımsayalım!

* * *

İsmail Habib Sevük (1892-1954) bir öğretmen, gazeteci ve edebiyat tarihçisi, edebiyatçı. 1921 yılında Ankara’ya atanınca kendini Milli Mücadele’nin içinde buldu. 1921’den 1938’e kadar hep Mustafa Kemal’in yanındaydı. Mustafa Kemal, onun gazeteci ve gözlemci olarak yanında olmasını istiyordu. Bu nedenle o dönemi ve günümüzü anlamak için onun yazı ve kitaplarını mutlaka okumak gerekiyor.

İsmail Habib Sevük, Atatürk’ün ölümünden sonra sahneden çekildi ve kendini sadece edebiyat ve edebiyat tarihine verdi. "Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi"ni (1925) beş kez okumuş ve edebiyat tartışan bir insan(!) Mustafa Kemal var İsmail Habib Sevük’ün yazdıklarında. Mutlaka okumanızı salık verdiğim kitabı yayına hazırlayan, dilini günümüze uyarlayan dostum Lütfü Tınç’ı sevgi ve hayranlıkla kutlarım.
Yazının Devamını Oku

Falih Rıfkı Atay ya da tanık vicdanı

20 Aralık 2008
ALTEMUR Kılıç’ın "Atatürk’ün Sırdaşı Kılıç Ali’nin Anıları"na (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları) yazdığı önsöz şu cümleyle biter: "Atatürk’ün son yıllarında, gazeteler, daima yanında bulunan kişilerden söz ederken zevat-ı mutade tanımlamasını yaparlardı. Babam Kılıç Ali, en çok bu unvanı ile iftihar etmişti."

* * *


Kılıç Ali’nin "zevat-ı mutade" (mutat zevat, bildik kimseler) tanımlamasıyla istediği kadar iftihar etsin, bu sıfat o dönem küçümseme olarak kullanılmaktaydı. "Mutat zevat" her zaman yanında, çevresinde, sofrasında, yolculuklarında yanında olan insanlardı. Bunlar, Selanik’ten, askerlikten, savaşlardan, önem verdiği yazar ve bilginlerden oluşmaktaydı. Ve bu çevre kıskanılmaktaydı, nefret edilmekteydi. Mustafa Kemal Paşa’ya, Mustafa Kemal Atatürk’e, Atatürk’e açıktan saldırmaya cesaret edemeyenler bu insanları küçük düşürmek, paralamak için kendi aralarında yarış halinde idi.

Mustafa Kemal’den öylesine nefret ediliyordu ki, ilk Meclis’te "İkinci Grup" adı verilen muhalefet onu bir kenara itmek için özel bir yasa bile önermişti. Bu yasaya göre milletvekili seçilebilmek için ilk koşul 1922 Türkiyesi’nin sınırları içinde doğmuş olmaktı. Oysa Mustafa Kemal Paşa, Selanik’te doğmuştu.

Böylesine aşağılık bir muhalefet tarzı mümkün müydü? Mümkündü işte!

* * *

Bugün sözünü etmek istediğim Falih Rıfkı Atay da bu ünlü zevat-ı mutade arasında yer almaktaydı. Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarının düşmanlığı Falih Rıfkı Atay’ı da haksız yere sevimsizleştirmiştir.

Günümüzde Cumhurbaşkanı’nın, Başbakan’ın, bakanların dıdısının dıdısı olanlar bile birkaç yıl içinde YTL milyoneri olurken (daha öncesi de var ama isterseniz 1914’ü başlangıç olarak seçelim), 1914’ten 1938 yılına kadar Atatürk’ün yanında bulunanlar arasında milyoner olmuş kimseyi bulamazsınız. Atatürk’ün yanında bulunanlar zaten 11 Kasım 1938 günü gözden düşüp "piyasa"dan çekildiler, çekilmek zorunda kaldılar. Artık sıra Atatürk’ün yanından uzaklaştırdıklarına, kendi istekleriyle onun yanından uzaklaşanlara gelmişti.

Falih Rıfkı Atay bir yazardı(r), bir yazarı kimse tarihten kazıyamaz. Falih Rıfkı Bey, Cumhuriyet döneminin, Mustafa Kemal ve Atatürk dönemlerinin en yakın, en bilinçli tanıklarından biridir. Kaleme aldığı 29 kitabın önemli bir bölümü bu döneme ait.

Pozitif Yayınevi, Falih Rıfkı Atay’ın bu dönemle ilgili kitaplarını yayınlamaya başladı. "İnsan Atatürk"ü gerçekten tanımak istiyorsanız bu kitapları salık veririm: Çankaya, Babanız Atatürk, Mustafa Kemal’in Mütareke Defteri, Atatürk’ün Bana Anlattıkları: Mustafa Kemal’in Ağzından Vahideddin ve Birinci Dünya Savaşı’nda Suriye-Filistin Cephesi anı ve gözlemlerinin yer aldığı Ateş ve Güneş ve Zeytindağı.

* * *

Falih Rıfkı Atay
en azından 20 yıl onun yanında bulunmuş ve Onuncu Yıldönümü Söylevi’ni yazıp söylemesine neden olmuş biridir. (Çankaya, s. 559)

"Atatürk, dedim, cumhurreisi olmazdan önce halkla temas ediyordunuz!"

Falih Rıfkı Atay’ın bu cümlesinin Atatürk’ün söylev muhasebesini yapmasına yol açtığını bilmiyordum.
Yazının Devamını Oku