10 Ocak 2009
AZINLIKLARLA ilgili bir yazı dolayısıyla, "Mahşerin Üç Kitabı" (Doğan Yayıncılık 2005, S.259) adlı kitabımı karıştırırken okuduğum "Aydınlık Suçu" başlıklı yazımı, adını değiştirerek yaklaşık 14 yıl sonra tekrar yayınlamayı düşündüm. Daha doğrusu gereksinim duydum. Yazı önce Yeni Yüzyıl Gazetesi’ndeki köşemde (15.02.1995), sonra "Bu Ne Biçim Memleket" (Telos Yayıncılık, 1996) adlı kitabımda yayınlanmıştı. Kimliği ve kişiliği çağlar boyu tartışılan aydın için neler yazmışım bakalım:
KÖR İNANCIN PARANTEZİNDE DEĞİL
"Okumuş adam", "kültürlü adam", "kafa emekçisi", doktor, avukat, öğretmen, yönetici, vb. ile "aydın" arasında kalın bir duvar vardır. Pratik bilgi teknisyenleri diyebileceğimiz beyaz yakalılar, diplomalarının sağladığı bilgiyi satarak hayatlarını kazanırlar. "Aydınlık", hayat kazanma tarzı olmadığı için bir meslek değildir. Toplumsal bir tiptir aydın. Aydın, pozitivizm ve aydınlanma çağının ürünü olan bir tiptir: inancı (imanı) değil, mantığı ve düşünceyi seçmiştir, deney ve eleştiriyi seçmiştir. Aydınlık diploması veren okul yoktur; aydın oluş babadan oğula geçmez; aydınlık atama yoluyla da elde edilen bir görev değildir; aydınlık ihale edilmez; aydını hiçbir güç görevden alamaz.
Aydın, sorumluluk duyan bir kişidir ve bu sorumluluk duygusu kendiliğindendir; bu duygu aydına görev olarak verilmiş, ihale edilmiş değildir. Aydın, "üstüne vazife" olmayan işlere burnunu sokar, kendisini ilgilendirmeyen (karıştığı işlerde kişisel çıkarı yoktur) işlere karışır. Karışır ama mahallenin namusunun bekçisi de değildir. Bu nedenle başta devlet olmak üzere, egemen sınıflar ve güçler sevmezler aydını. Çünkü aydın, kişiliğiyle, varlığıyla, eylemiyle bir düzen değiştirmiştir; bu dünyanın kutsal düzenini değiştirmiştir. Bunu, Dostoyevski’nin Cinler’inin ak saçlı yüzbaşısı fark etmiştir. Bu nedenle şöyle haykırır: ’Tanrı yoksa benim yüzbaşılığım neye yarar?’ ya da ’Tanrı yoksa ben neyin yüzbaşısıyım?’
Yine bu nedenle, ’Egemenlik ulusundur!’ ilkesini Meclis duvarına yazdıran aydına, aynı yüzbaşı ya da Müslüman köktendinci ’Egemenlik Allah’ındır!’ diye karşılık verir. Devlet gibi, egemen sınıflar gibi, (varsayımsal olarak) Tanrı da hoşlanmaz aydından. Çünkü, düşünce dizgesi ve vicdanı özgürdür aydının, bir önyargı ya da kör inancın parantezi içinde değildir. Aydın bir kez ’evet’ derse, doksan dokuz kez ’hayır’ der. Bu nedenle globalleşen dünyanın yeni sahipleri olan ’hür teşebbüs’ ve medya dünyası da sevmez aydını. Hele aydının yazar olanını hiç mi hiç sevmez. Bu nedenle, 12 Eylül’den sonra, aydının Frenkçesi olan ’entelektüel’ sözcüğünü ikiye bölüp ’entel’ ve ’lektüel’ yapmıştır. ’Entel’ şimdilik belli: kuraklığın, enflasyonun, rüşvetin, şiddetin, Avrupa Birliği’ne alınmamanın ve belki de palazlanan mafyanın nedenidir bu ’enteller’ (!). Güya, entel sıfatını barlara ’takılan’ yarı aydınlara vermişler. Unutulmasın; yarı bakire olunamayacağı gibi yarı aydın da olunmaz. Aydın (entelektüel) ve entelektüalizm düşmanlığı faşizm illetinin ilk belirtileridir. Son günlerde medyada ve sokakta tanık olduğumuz da budur. Bu nedenle; dünyanın bütün aydınları birleşiniz!"
SON CÜMLEYİ KESİNLİKLE YAZMAZDIM
Bu yazıyı şimdi yazsaydım son cümlesini kesinlikle yazmazdım. Dünyanın bütün aydınlarının birleşmesi gerekmez. Gerekmez, çünkü aydının arkası, dayısı, sürüsü olmamalı! Biraz düşünelim bakalım: Aydın tanımına uyan sabık ve sakıt solcu var mı? AKP hükümetinin izinden giden İslamcılar, neoliberaller "münevver" sayılabilir mi?
Yazının Devamını Oku 9 Ocak 2009
BASINIMIZIN en harbi yazıcısının kim olduğunu sorsalar, sordukları kişinin Yeni Şafak yazarı Hayrettin Karaman olduğunu söylerim. Bunun en son örneğine 02.01.09 ve 04.01.08 tarihli yazılarında tanık oluyoruz. Kendisini kutlamak istediğim bu iki yazıda laik düşüncenin en kusursuz tanımını da yapıyor. İlk yazının son bölümünü birlikte okuyalım: "Laik düzende dini yaşarken devlet, dindarların değil, laiklerin arkasındadır. Dindarların baskısına karşı laikleri korumayı tercih eder. Dindarların din özgürlüğü, karşı taraf baskı hissediyorsa kısıtlanabilir. AİHM’ye de bir yorumunda ’din özgürlüğünün, bir dine inanmayanları korumayı öncelediğine’ işaret etmiştir. Şu halde laik düzen içinde Müslümanca yaşamak isteyen kimselerin din özgürlüğü, farklı olanların özgürlük sınırında son bulmaktadır."
İMZAMI ATARIM
Hayrettin Karaman’ın çağdaş laikliği tanımlayan bu satırlarının altına imzamı derhal atarım.
Laikliğin birçok tanımı vardır: Din ile devlet işlerinin ayrılması; devletin ve kurumlarının dini referans olarak almaması... Daha sofistike tanımları da vardır. Ama işi karmaşıklaştırmayalım. Basitten, yalından gidelim.
İlkel dinlerin ne zaman başladığını bilmiyoruz. Ama yaklaşık da olsa Musevilik’in, Hıristiyanlık ve İslam’ın başlangıç tarihleri belli. Laikliğin geçmişi ise birkaç yüzyıllık. Demek ki laiklik dinlerin yarattığı sıkıntı ve sorunlar yüzünden ortaya çıkmış. Çıktı!
1789 Büyük Fransız Devrimi Hıristiyanlığın yeryüzü egemenliğine büyük oranda son verdi. Türkiye Cumhuriyeti’nin laikliği ise (sanıldığı ve iddia edildiği gibi dindarın dinini yaşamasına değil) İslam’ın yeryüzü egemenliğine sınır getirdi. Karıştırılmasın!
İnsan ve toplum yeryüzü yaşamında ve gündelik işlerinde dinin kurallarına karşı özgürleşmek istiyordu. Bu özgürleşmek istek ve bilinci Tanrı’nın ve dinin reddi anlamına gelmez. Tanrı’ya inanarak, bir dine mensup olarak laikleşmenin mümkün olduğunu bütün dünyada ve Türkiye’de görmekteyiz. Laikliğin amacı ve görevi dinin ve siyasal dincilerin baskısına karşı birey ve toplumu korumak ve dinin egemenlik alanını sınırlandırmaktır.
Hayrettin Karaman da tasviri tanımında bu durumu doğrulamaktadır.
SINIRLAMAK ZORUNDA
Ama Hayrettin Karaman ilk yazıya şöyle devam ediyor: "Bu kurala göre ’emir bi’l-ma’rûf nehiy ani’l-mürker’ vazifesine bakalım. Bu vazife Müslümanlar üzerine farz-ı kifayedir; mutlaka birileri tarafından yapılmalıdır. İslam toplumu, açıkça ihlal edilen din kurallarına tepki göstermeli, kötülüğü engellemeli, iyiliği (bu arada dindarlığı) yaşatmalı ve yaymalıdır. Ama bu vazife mutlak değildir, şartları vardır" diyor.
İyi de Türkiye toplumu bir İslam toplumu değil ki!.. İçinde Müslümanların da yaşadığı bir laik düzen toplumu. Laik düzen toplumunda yasalar vardır ve egemendir. Böyle bir toplumda, laiklik bizzat din kurallarının bir anlamda ihlali sayılır. Çünkü dinin kurallarını sınırlamaktadır, sınırlamak zorundadır.
MAHALLE BASKISI
Laik düzen bireylerin dinlerini yaşamasına karışmıyorsa (ki Türkiye’de karışmıyor), Müslümanların misyonerleşmesi laik düzenin ihlali anlamına gelmez mi? Gelir!
Türkiye’de çok uzun süredir İslamcılar bilerek, dindarlar belki bilmeyerek laik toplum ve bireyler üzerinde mahalle baskısı kuruyorlar. Sayın Karaman tarafından değerlendirilen bu gerçek anlaşılmadan Türkiye’de huzuru korumak çok zor. Zaten zorlaşmış durumda.
Yazının Devamını Oku 7 Ocak 2009
2 Ocak Cuma günü yayınlanan yazım şöyle bitiyordu:<br><br>Halkın çoğunluğunun Müslüman olduğu bir ülkede bir genç kızın başını örtmesi elbette özgür seçim sayılamaz. Ama buna karşın Hıristiyanların çoğunluk olduğu bir ülkede bir dönmenin başına türban geçirmesi özgür seçim sayılabilir. Çünkü birinde gelenek ve görenekler, dinsel referanslar arkada, ikincisinde ise karşıdadır. Referansları ve gelenekleri arkasına alan kişinin yaptığı seçime özgür seçim denilemez. O aslında sürüye, çoğunluğa katılmıştır.
ADANALIYA ÇİN YEMEĞİ
Cemaatin seçimi = Geleneğin ve göreneğin seçimi! Ama bireyin değil! Bireyin, cemaatin seçimine uymasını bir özgür seçim olarak tanımlamamız olanaksız. Birey ancak cemaatin, gelenek ve göreneğin hazır modelini reddederse özgür bir seçim yapmış olur.
Seçimin özgür olması için tercih ile ekolojik ortam arasında bir uyuşmazlık, bir çelişki, bir zıtlık olması gerekir. Örneğin bir genç kızın, görücü usulü evliliklerin egemen olduğu bir cemaatte eşini kendisinin seçmesi özgür seçimdir.
Üç kuşaktır doktor ya da avukatlar üreten bir aileden gelen bir delikanlının aile geleneğine karşın matematikçi ya da davulcu olmayı seçmesi de özgür seçimdir.
Ülker İnce bu günler Slavoj Zizek okuyor. Zizek’e pek kanım ısınmasa da söyledikleri bana ilginç ve zekice geliyor. Örneğin "Bir Çin köylüsünün Çin yemeği yemesi özgür seçim değildir" diyormuş. "Ama bir Adanalının New York’ta bir Çin lokantasına gidip ender bilinen bir Çin yemeği ısmarlaması Adanalı deyişiyle "Özgür Seçimin Allahı’dır!"
BALIĞIN KAVAĞA ÇIKMASI
Örneğin Cumhurbaşkanı ya da Başbakan’ın muhterem refikalarından birinin 2009 yılında başını açması geç kalmış bir özgür seçim sayılabilir.
Cumhurbaşkanı’nın oğullarından birinin başını örtmeyen, mini etekli bir Cumhuriyet kızı ile evlenmesi özgür seçimdir. Ama ekolojik tutsaklık nedeniyle onların böyle bir şey yapması balığın kavağa çıkması gibi bir şey olur. Çünkü oğlan tarafı mini eteğin uzamasını, başın sıkı sıkı örtülmesini, kayınvalidenin örnek alınmasını isteyecektir.
Tanıdığım bir Alevi kızı var, tiyatro ve sinema oyuncusu. Ailesine karşın mı tiyatro ve sinema oyuncusu oldu sormadım. Ama Ankara Devlet Konservatuvarı’nda okuduğuna göre bir aile baskısı söz konusu değil.
Şöyle bir örnek düşünelim: Annesi ve babası hacca gitmiş, annesinin başı türbanlı bir kızın balerin, buz patencisi, jimnastikçi, tenasül hastalıkları uzmanı, hekim ya da pilot olma şansı yüzde kaçtır?
4 YIL SONRA TAK
Çağdaşlaşma ve çağcıllaşmanın lokomotifi, motoru gelenek ve göreneği reddeden, geri püskürten özgür seçimdir. İnsanların, gelenek ve göreneğin düdüksüz "düdüklü tenceresi"nden kendiliğinden kurtulması olanaksız. Bir devrim gerekir. Cumhuriyet Devrimi gibi. Düdüklü tencere patlamadan olmaz böyle şeyler!
Üniversite kapısına türbanla dayanan hanım kızlarımızın başındaki türbanın özgür seçim olduğunu ileri süren sosyologlarımız bile var. Ancak anlamadığım şu: 18 yaşına kadar başını açıp okula gelen bu kızların dört yıl daha sabredip daha sonra tesettüre girmeleri akıl kárı değil mi? Nasıl olsa yüzde 99’u çalışmayacak. Neden maraza çıkartıyorlar böyle?
Yazının Devamını Oku 6 Ocak 2009
AZINLIKLAR, azınlık hakları ve azınlıkların gerçekleri söz konusu olduğu zaman yüce ama önü tıkalı, engebeli ideallerden söz edilir: Ermeni soykırımının resmen tanınması; Patrikhane’nin ökümenik sıfatının resmen kabul edilmesi, Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması; ardından azınlık mal ve vakıflarının sahiplerine iadesi, vs. vs... GÖZYAŞLARI
Ben daha temel, daha yaşamsal, daha gündelik gerçeklerden söz etmek istiyorum. Birkaç gün önce bir Tuncelili Alevi (hanım) arkadaşımla azınlık haklarından, azınlık duygu ve duyarlığından, kendini azınlık hissetmenin olası sorunlarından söz ediyorduk. O anlattı: Hıristiyan azınlıktan bir arkadaşımız, çalıştığı üniversitenin rektörlüğünden bir resmi mektup almış. Mektupta isterse Noel dolayısıyla izin kullanabileceği yazıyormuş. Arkadaşımın arkadaşı, benim tanıdığım hanım odasına kapanmış ve hüngür hüngür ağlamış. "Adam" yerine konulduğu için ağlamış! Azınlık olmak, basınç altında yaşayan azınlık olmak budur işte!
Benim sözünü ettiğim bu işte! Ermenilerden soykırım dolayısıyla özür dilemek; Patrikhane’nin ökümenikliğinin tanınması, Heybeliada Ruhban Okulu’nun yeniden açılması için mücadele etmek türünden sorunlar on-on beş dakikada çözülür. Elektriği açmak gibi bir şey... Bir metin hazırlanır, hükümet basar imzayı! Hepsi bu kadar!..
LAİK DEVLET
1995 yılında, Yeni Yüzyıl Gazetesi’nde bir süre köşe yazıcılığı yapmıştım. Bu yazılar önce "Bu Ne Biçim Memleket" (Telos Yayıncılık, 1996), daha sonra da "Mahşerin Üç Kitabı" (Doğan Yayıncılık, 2005) adlı kitaplarımda yer almıştı.
Azınlıklar konusunda kazı yaparken "Mahşerin Üç Kitabı"mda "Hamursuz Bayramı" (S.273) adlı bir yazıma rastladım. Bu yazıdan bir alıntı yapacağım: "Ramazan ve Kurban bayramları, Nevruz Bayramı ve Hamursuz Bayramı, Anayasa ve yasalar önünde eşit haklara sahiptir. Laik devlet, bu bayramların hepsine eşit mesafede durması gereken devlettir; laik devlet ’kibar’ ve ’nazik’ düşünceli bir devlettir. // Okuduğunuz gazetenin 17 Mart 1995 tarihli sayısından öğrendiğime göre, Dışişleri Bakanlığı(mız) 21 Mart Nevruz Bayramı’nda, Türki Cumhuriyetlerden davet edilen konuklarla Meclis’in önünde Nevruz ateşi yakacakmış. ’Kibar’ ve ’nazik’ düşünceli bir davranış. // 15 Nisan - 22 Nisan tarihleri arasındaki haftada Türkiye Cumhuriyeti’nin Musevi vatandaşlarının Hamursuz (Pessah) Bayramı var. Ben kendi adıma, yasalar önünde eşit haklara sahip olduğum Musevi TC vatandaşlarının Hamursuz Bayramı’nı kutlamak istiyorum." (5 Nisan 1995)
6 OCAK’I KUTLARIM
Yazının altında, yazı kitaplaşırken 16 Temmuz 1996 günü yazılmış bir not var: "Türkiye Cumhuriyeti cumhurbaşkanı, başbakanı, Meclis başkanı, bakanları, parti başkanları yalnızca Sünni Müslüman vatandaşların değil, ama Şii, Alevi, Hıristiyan, Musevi vatandaşlarımızın da dini bayramlarını içtenlikle kutlamak gereksinimi hissettikleri ve bunu yaptıkları gün, Türkiye Cumhuriyeti gerçekten laik bir devlet olacaktır."
Dilekçecilerin, bildiricilerin ortalıkta olmadığı o yıllarda bir Ermeni, Rum ve Musevi asıllı TC vatandaşları general, Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni, emniyet müdürü olmadan Türkiye’nin gerçekten demokratikleşemeyeceğini yazıyordum. Gene yazıyorum!..
6 Ocak kadim Anadolu Hıristiyanlarının yılbaşısıdır. Kutlarım!..
Yazının Devamını Oku 4 Ocak 2009
BİRKAÇ yıl önce de yazmıştım: 1975 yılı ramazan ayından önceydi. TRT Televizyon Program ve Yayın Planlama Müdürü idim ve dostum Zeki Sözer yurtdışında olduğu için onun görevi olan Televizyon Daire Başkanlığı’na vekálet ediyordum. Yapımcı şube müdürleri ile program planlaması toplantısı yapıyorduk. TRT Genel Müdürü Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş, toplantımıza katılmak istediğini bildirdi ve ardından toplantı salonuna geldi.
Bir süre toplantıyı izledikten sonra konuştu: "Ramazan ayı yaklaşıyor, sizin herhangi bir hazırlığınız var mı? Ramazan ayı boyunca dini programlar yayınlasak iyi olmaz mı?"
YALÇINTAŞ’IN KARARI
Program ve Yayın Planlama Müdürü olarak bu öneriyi benim yanıtlamam gerekiyordu:
"Olabilir, ancak Aleviler için muharrem ayında, Hıristiyan ve Musevi azınlıkların kutsal günlerinde de özel yayınlar yapmamız koşuluyla. Çünkü, laik bir devletin tek televizyon kanalı olarak bütün din ve mezheplere eşit uzaklıkta bulunmak zorundayız" dedim. Aklımda kaldığı kadarıyla böyle konuştum.
Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş, "Anlaşıldı, biraz düşündükten sonra cevabımı size bildireceğim" diye yanıtladı. On-on beş dakika geçti geçmedi, TRT Genel Müdürü Yalçıntaş sözlü program önerisini geri çektiğini açıkladı telefonda. 1975 yılında ve Milliyetçi Cephe hükümeti döneminde, Prof. Dr. Yalçıntaş’ın verdiği karar bence en doğru karardı. Çünkü Aleviler ve azınlıkların kutsal günleri için program yapmanın hükümet tarafından hoş karşılanmayacağını tahmin ediyordu. Sonuç olarak laik devlete saygılı idi.
TOPRAK’IN ARAŞTIRMASI
Yazımın bu bölümünde sözü, Alevi-Bektaşi Federasyonu Genel Başkanı Ali Balkız’ın TRT’den "Muharrem Orucu" boyunca bir saat yayın hakkı istemesine getirecektim. Aynı zamanda değerli bir edebiyat yazarı olan Ali Balkız, 28.12.08 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan demecinde, Türkiye kamuoyuna kendilerini anlatmayı amaçladıklarını söylüyordu. Düşünsenize, baskı altında kendilerini yüzyıllardır gizlemek zorunda kaldıkları için nüfusun kaçta kaçını oluşturduklarını bilemediğimiz Aleviler hakkında hurafeler, safsatalar ve kara çalmalar dışında kaç kişi gerçekleri biliyor?
Önümüzdeki günlerde derinlemesine incelemeye ve anlamaya çalışacağım, Prof. Dr. Binnaz Toprak’ın "Türkiye’de Farklı Olmak: Din ve Muhafazakárlık Ekseninde Ötekileştirilenler" adlı araştırmasının Alevilerle ilgili bölümü insanın içini acıtacak, vicdanını isyan ettirecek gözlemler ve izlenimlerle dolu.
TRT’Yİ KUTLARIM!
Derken, Hürriyet Gazetesi’nin değerli elemanlarından Gülden Aydın’ın "TRT’den muharremde canlı yayın sürprizi" (29.12.08) başlıklı haberini okudum. Ardından 30.12.08 Salı günü yayınlanan haberinden TRT 1, TRT 2, TRT GAP ve INT’te 12 gün sürecek muharrem programlarının başladığı haberini okuduk. Kendisiyle görüştüğüm, konuyu yakından bilen Gülden Aydın, TRT’nin ciddi bir yaklaşım içinde olduğunu söylüyor.
Salı günü Ali Balkız ile de konuştum. Girişimi olumlu karşıladığını, ancak programların içeriğinin ve "söz"ün önemli olduğunu söyledi. Programları bitiminde değerlendirecek.
TRT’nin bu girişimi son derece önemli: Sünni ramazan programları gibi Alevi muharrem programlarının da her yıl sürekli olması ve Aleviliğin anlaşılmasına öncülük etmesi gerekiyor.
Alevilerin özgürleşmesi, Türkiye için son derece önemlidir. Bu programlar sayesinde üzerlerindeki baskı belli oranda azalacaktır. Muharremin yedinci gününde TRT’yi kutlarım!
Yazının Devamını Oku 3 Ocak 2009
CENGİZ Çandar geçen ay gene öfkelenmiş, birilerine acımasızca ağzının payını veriyordu: "Dışişleri Bakanlığı’nın basına yansıdığı kadarıyla ’Azınlıklar Raporu’nun bazı gülünç değerlendirmeleri dikkatimi çekti. ’Türkiye’de 270’in üzerinde gayrimüslim ibadethanesinin bulunduğu, bunlardan 108’inin Rum Ortodoks azınlığa ait olduğu’ kaydedilmiş ve ’Patrikhane’ye Ekumeniklik verilmesinin söz konusu olamayacağı’ vurgulanarak Patrik Bartholomeos’un yabancı ülkelere yaptığı ziyaretlerde ’Ekumenik’ sıfatının kullanılmasına müdahale edilmediği belirtilmiş.
Gülünç. Çünkü: Ekumenik sıfatı, Ortodoks Hristiyanlık ile ilgili. Ta 451 yılında Halkedon Konsülü adıyla bugünkü Kadıköy’de toplanan ’Hristiyan Din Adamları Zirvesi’nin kararı uyarınca Konstantinopolis (yani bugünkü İstanbul) Kilisesi’nin konumu ’Ekumenik’ olarak belirlenmiş. Patrikhane’ye Ekumenik sıfatı verip vermemek, Türk Dışişleri Bakanlığı’nın yetkisinde olmadığı gibi, işi de değil. Fener Patrikhanesi’nin bu sıfatının yaklaşık 1500 yıllık mazisi var. Dolayısıyla, Patrik Bartholomeus’un yurtdışı ziyaretlerinde ’Ekumenik’ sıfatının kullanılmamasına müdahale edilmemesi de, Dışişleri’nin gösterdiği bir lütuf olamaz." (Radikal, 14.12.08)
’KİLİSE’ GÖRÜŞÜ
Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı, Cengiz Çandar’a cevap verir mi vermez mi, verirse nasıl bir cevap verir, bunu ben bilemem. Ancak, İstanbul Rum Patrikhanesi’nin ökümenik ("ekümenik" demek yanlıştır) olmadığını savunan ben, politik olmayan "Kilise" görüşünü yazacağım. Ancak bu görüşe Fener Rum Patrikhanesi’nin katılmaması çok doğal.
Bu konuda şimdiye kadar epeyce yazı yazdım. Yeterli olacaklarını düşündüğüm için sadece ikisinin adını vereceğim: "Fener Rum Patrikhanesi Neden Ökümenik Değil" (04.12.04); "Patrikhanenin Ökümenik Olamayışının Kanlı Tarihçesi" (12.12.04). Bu iki yazı ve öteki yazılar birçok site tarafından yayınlandığı için internette de bulabilirsiniz.
HAVARİ KURMAMIŞ
Grekçe (Helence) "oikoumene" sözcüğünden gelen ökümenik’in üç anlamı vardır: Evrensel; Bütün kiliseleri içine alan; Evrensel yargılama yetkisi.
Cengiz Çandar’ın da dediği gibi bazı kiliselere ökümeniklik sıfatı MS 451 yılında Kadıköy Konsili’nde verilmiştir, ancak bu kiliseler arasında İstanbul Patrikhanesi’nin adı bulunmamaktadır. Kadıköy Konsili’nde üç kilisenin ökümenik olduğu kabul edildi: Roma, İskenderiye, Antakya. Bu üç kilise İsa’nın üç havarisi tarafından kurulduğu için ökümeniktir. Demek ki ökümenik olmak için ilk koşul, bir havari (apostol) tarafından kurulmuş olmak. Havariler tarafından kurulan kiliseye "Apostolik Kilise" de denir.
Fener Patrikhanesi, Aziz Andreas’ın isim günü olan 30 Kasım’ı kuruluş günü olarak kutlamaktadır, ama bu sonradan icat edilmiş bir şey.
ONLAR ETMİYOR
Daha sonra Batı Roma’nın zayıflaması, Doğu Roma’nın (Bizans’ın) güçlenmesi nedeniyle İstanbul Patrikhanesi ökümenik sıfatına el koyup kullanmaya başlamış ise de bu durum Roma (Papalık) tarafından hiçbir zaman kabul edilmemiştir. Bu ret Roma’yla sınırlı değil. Kudüs gibi geleneksel, Atina ve Moskova gibi bölgesel kiliseler tarafından da kabul edilmemektedir. İstanbul’un ökümenikliği Kilise tarafından kabul edilmezken, ABD Senatosu bir madalyon bastırıp üzerine ökümenik sıfatını yazmıştır. Evrensel kiliselerin kabul etmediği ökümenik sıfatını Türkiye Cumhuriyeti neden kabul etsin?
Yazının Devamını Oku 2 Ocak 2009
’AİLE ve mahalle baskısı’, az ya da çok dinsel referanslı, bireysel özgürlükleri sınırlandırıcı bir gelenek-görenek baskısıdır. "İslami mahalle baskısı" olur ama kaynağı Cumhuriyet devrimi olan laikliğin mahalle baskısı kesinlikle olmaz. Yasal zorunluluk söz konusudur!
* * *
1956’da Mersin’in hiçbir lokanta, aşevi ve kebapçısında "Aileye mahsus salonumuz vardır" tabelası yoktu. Tarsus’ta, Adana’da var mıydı, anımsamıyorum. Ama bizlerin "Urum" dediğimiz, Toroslar’ın öte yakasındaki İç Anadolu kentlerinde bu yazıyı gördüğüm zaman ne anlama geldiğini anlamayıp şaşırmıştım.
1960 yılının yazında Konya Ereğlisi’ne bir arkadaşımın daveti üzerine gitmiştim. Amacımız İvriz Çayı’nda (Ernest Hemingway gibi) alabalık tutmak, Hitit Kaya Anıtı’nı ve öteki Hitit kaya kabartmalarını görmekti.
Toroslar’a doğru yürümeden bir gün önce, dere kıyısındaki yazlık sinemaya gittik. Bileti ben alıyordum. Gişedeki adam "Aileniz var mı?" diye sordu, "Var" dedim. Adam başını gişeden uzatıp "Nerede?" diye sordu. Ben de "Mersin’de" dedim. Adam kendisiyle dalga geçiyorum diye bana kızıp bekár tarafından iki bilet verdi.
Hayatımda ilk kez böyle bir uygulamayla karşılaşmıştım. Mersin’de kapalı ve açık sinemalarda "aile", "bekár" yerleri yoktu. Herkes karışık otururdu. Sadece kışlık Güneş Sineması’nda bazı zengin ailelerin kiraladığı localar vardı.
Sanırım o sıralar Konya, Kayseri, Yozgat, Erzurum ve benzeri kentlerde durum Ereğli’den farklı değildi. Müslüman mahalle baskısı Türkiye’de hiçbir zaman eksik olmamıştı, ama bu baskıya karşı 1950’den itibaren giderek azalsa da Cumhuriyet’in yasal baskısı vardı.
Anlaşıldığına göre Cumhuriyet’in yasal baskısı sıfırı tüketmek üzere şimdilerde.
* * *
Prof. Dr. Binnaz Toprak ve arkadaşlarının yapıp yayınladığı "Türkiye’de Farklı Olmak: Din ve Muhafazakárlık Ekseninde Ötekileşenler" (Boğaziçi Üniversitesi) başlıklı araştırmasının içerik ve sonuçlarının sağcı ve İslamcı kesimin tepkisini çekmesi benim açımdan hiç de şaşırtıcı değil. Prof. Dr. Toprak ve ekibinin bulgularını son 25 yıldır kitaplarımda, son 10 yıldır da bu sütunda yazmaktaydım. Bence yapılması ve yayınlanması çok geç kalmış bir araştırma. (Bu araştırma konusuna daha sonra döneceğim.)
Laikler, ilericiler, devrimciler üzerindeki tutucu, yobaz, İslamcı baskısı sanıldığı gibi yeni ve AKP dönemine özgü bir baskı değil. Bu baskı III. Selim’den bu yana Türkiye’de var. Cumhuriyet devrimlerinin en baskın, en etkin olduğu dönemlerde bile bu aile baskısı, bu mahalle baskısı vardı. Ancak devrimler, bu baskıları bir ölçüde geriletmişti. Prof. Dr. Toprak’ın araştırmasıyla bu gerçek ortaya çıkmış oluyor.
Karşı devrimci cephenin telaş ve isyanının nedeni, bu gerçeğin ortaya çıkmış olması!
* * *
Halkın çoğunluğunun Müslüman olduğu bir ülkede bir genç kızın başını örtmesi elbette özgür seçim sayılamaz. Aile ve mahalle baskısı nedeniyle örtmüştür. Ama buna karşın Hıristiyanların çoğunluk olduğu bir ülkede bir dönmenin başına türban geçirmesi özgür seçim sayılabilir. Çünkü birinde gelenek ve görenekler, dinsel referanslar olgunun arkasında, ikincisinde ise karşısındadır. Referansları ve gelenekleri arkasına alan kişinin yaptığı seçime özgür seçim denilemez. O aslında zamanı gelince sürüye, çoğunluğa katılmıştır.
Yazının Devamını Oku 31 Aralık 2008
2008 yılının en etkili, en anlamlı özetini Fransız dergisi Maniere de Voir’ın Aralık 2008-Ocak 2009 102. sayısı yapmış. Dergi, iki ayda bir "Le Monde Diplomatique" gazetelerinden yaptığı, bir konuyla ilgili seçmeler dosyası yayınlıyor. Son sayının kapağında "Le Krach du liberalisme" yazıyor. "Le krach" İngilizceden, "(to) Crash" sözcüğünden apartılmış. Çok anlamlı bir sözcük: İflas (etmek); top atmak; paldır küldür gitmek (yıkılmak); otomobili bir yere çarpmak, vb.
Okunuşu: Kraş! Etkisini çoğalmak isteyenler sonuna birkaç "ş" harfi ekleyebilirler.
Bu durumda "Le Krach du liberalisme"in Türkçe anlamı "Liberalizmin (paldır küldür; şangır şungur) Yıkılışı" oluyor.
LİBERALİZM ÇIKMAZI
"Kraş" sözcüğünü sadece Le Monde gazetesi ve yan yayınları değil, ABD ve Avrupa’da ve dünyanın geri kalan ülkelerinde de bu sözcük kullanılıyor. Bu sözcük bir sevindirici mutluluğu mu yoksa yaslı bir mutsuzluğu mu ifade ediyor? Neyi ifade ettiği önemli değil, bir gerçeği bir tokmak gibi dünyanın kafasına vuruyor: Kapitalizm ve liberalizm dünyaya ve insanlığa mutluluk, refah, eşitlik, barış ve toplumsal (sosyal) adalet getirmeyi başaramadığı gibi çıkmaza da girmiştir.
Bilenler çok iyi biliyorlar ki liberal kapitalizm başarılarının doruklarında bile insanlığa ve dünyaya mutluluk, refah, eşitlik, barış ve toplumsal (sosyal) adalet getirememiştir. Küresel liberal kapitalizm ise bunların hiçbirini küresel olmayanlardan daha fazla başaramamıştır.
Liberal kapitalist gelişmiş ülkelerin işçileri, (varsa) köylüleri, dar gelirlileri, emekçileri kuşkusuz gelişmekte olan ve geri kalmış ülkelerin aynı sınıftan insanlarından çok daha iyi koşullarda yaşamaktaydılar. Bu hep örnek verilir. Peki liberal-kapitalist-gelişmiş ülkelerdeki gelir paylaşımı, sosyal adalet gelişmekte olan, geri kalmış ülkelerin nesnel koşullarından temelde farklı mıydı (mıdır)? Görecelik dışında hiçbir fark yoktur!
EMEKLİLERE İHANET
Adını verdiğim derginin 65-66. sayfalarında yayınlanan "Emeklilik Fonlarının İhanetine Uğrayan Emekliler" başlıklı yazıda, ABD ve Birleşik Krallık’ta ekonomik kriz yüzünden iflas etmiş emeklilerin trajedileri anlatılmakta. 64 yaşında, örnek bir emekçi olan Bay Maurice Jones 30 yıldır emeklilik fonuna yatırdığı paranın uçup gittiğini söylüyor. Bir de bütün emeklilik birikimlerini yitirdikten sonra hesapta borçlu çıkanlar da var. Bizim Tanbey krizin başlarında emeklilik birikimini fondan çekip devlet tahviline yatırmak uyanıklığını gösterdiği için yüzde 15 zararda.
Bizim devlet garantili emekliler hallerine şükretmeli! Henüz bizde özel emeklilik fonlarına katılanların halinden şimdiye kadar hiç kimse söz etmedi.
BİZİMKİLER SİPERDE
Bütün dünya (sadece sosyalist düşünceliler değil, liberal kapitalizme gönül verenler de) liberalizmin çöküşünden söz ediyor. Ama bizim liberaller siperlerini inatla savunuyorlar. Liberalizme devlet denetimini devletçilikle karıştırıyorlar. Evet karıştırıyorlar! Kimi liberaller Keynesçiliğe dönüş yapmadan liberalizmin çıkmazdan kurtulamayacağını söylüyor. Ama kimileri de Kraş’ın sorumluluğunu Keynesçiliğe yüklüyor. Kraşş durumunda bile devlet piyasa ekonomisine Keynesçi müdahale yapmaktan kaçınmalıymış. Peki "İmdat!" isteyip devlete el açan kim?
Liberal kapitalizm "sosyal adalet" sınavında hep sınıfta kalmıştır! Gerisi fasa fiso!
Yazının Devamını Oku