21 Nisan 2009
11 Nisan 2009 tarihli Hürriyet Cumartesi’de Ayşe Arman’ın bir söyleşisi yayınlandı: "Kocamı Fethullahçılara kaptırdım, oğlumu asla vermeyeceğim." Leyla T., New York’ta yaşayan 36 yaşında bir reklamcı. İstanbul’da halkla ilişkiler yaparken bir ressama áşık oluyor ve onun peşinden New York’a gidiyor. Evleniyorlar, bir de oğulları oluyor. Ama günün birinde peri masalı bir kábusa dönüşüyor: Kocasını Fethullahçılara kaptırıyor.
Leyla T.’nin kocası tam anlamıyla bir New York bohemiymiş, şimdi beş vakit namazında bir cemaat neferi.
AĞZINIZ UÇUKLAR
Öykünün benim için ilginç bir yanı yok. Leyla T.’nin kocası yetişkin bir insan, en azından otuzlarında, kırklarında. Özgür bir karar vermiş. Bizi ilgilendirmez. Leyla T.’nin aklı varsa kocasından hemen boşanır. Kimseden şikáyet etmeye hakkı yok.
Türkiye’nin yüzlerce il, ilçe ve kasabalarındaki evlerde ve yurtlarda binlerce çocuk şu anda Fethullahçı haddesinden geçmekte ve hükümet bu işlere engel olacağına teşvik etmekte. Okulların adını bile anmıyorum. Uşak’taki ya da başka bir yerdeki yurtlar hakkında bana anlatılanları aktarsam ağzınız uçuklar.
Mercedes arabasının anahtarını Fethullahçı kadroya teslim edip çalındı diye ortalığı velveleye veren kadınlar biliyorum.
EN TEHLİKELİ GRUP
Mesut Hasan Benli’nin eski MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun’la ilgili haberinden bir alıntı yapacağım:
"Yemekte Fethullah Gülen cemaatinin faaliyetleri hakkında bilgi veren Atasagun bu grubu en tehlikeli grup olarak gördüğünü belirtiyor. Cemaatin 60 trilyon lira bir parayı yönettiğini öne süren Atasagun, şöyle devam ediyor: ’Yurtdışındaki okul açma faaliyetleri çok iyi organize ediliyor. Bizim gözlemlerimize göre bu Gülen grubunun başarabileceği bir şey değil. Mutlaka başka bir destek konusu. Taa MSP’den beri bunlar hükümet ortağı olduklarında üç bakanlık üzerinde çok ısrarlı oluyorlar. Milli Eğitim, İçişleri, Adalet. Bir de fırsat bulabilirlerse Sanayi Bakanlığı. Bunlar sonunda devletin pek çok kademesinde yer etmişler. Belki size ters gelecek bu söylediğim, ama şöyle yumruğu vurmadan bu temizlenmez. Biz içimizde irticacı barındırmayız. Şu kadarını söyleyeyim, bizde şu an imam-hatipten mezun olmuş kimse yok." (Radikal, 29.03.09, s. 9)
MEZRA MUHTARI DEĞİL
Bunları söyleyen eski MİT Müsteşarı, unutulmuş bir mezra-köyün muhtarı değil! Bu nedenle kendisine "Peki siz ne yaptınız, efendim?" diye soru sormak hakkına sahibiz.
Şenkal Atasagun, Arap ülkelerindeki, başta Sudan olmak üzere Afrika’daki Müslüman ülkelerdeki İslamcı örgütlerin yaptıklarıyla ilgili bilgi sahibi değil mi(ydi)? İslamcı örgüt, cemaat ve tarikatın (bir siyasal İslam hareketi olarak) iktidarı ele geçirmeye kalkışacağını bilmiyor mu(ydu)? Türkiye’deki oluşumların yurtdışı ilişkilerini araştırmamışlar mı?
Bu sorularıma bir yanıt alacağımı sanmıyorum. Bu konuda Faik Bulut’un "İslamcı Örgütler 1" (Cumhuriyet Kitapları) adlı kitabını okumanızı tavsiye ederim.
(Devam edecek.)
Yazının Devamını Oku 19 Nisan 2009
YAZDIKLARIMA bozulan, yazdıklarımı hazmedemeyen ham okurlar bana "Moruk" derler, "Yaşını başını almışsın torunlarına bak!" derler. İyi de, torun yok ki bakayım. Atama yoluyla dedesi olduğum, Orhan Alkaya’nın kızı Asûde de taa Anadolu yakasında oturmakta!
İslámcılar "Eski şair", "Beşinci sınıf şair" derler. "Senin kuşağının hepsi döndü, sen hálá Marksizm otlağında otluyorsun!" derler. "Ben gencim benim adam olma ihtimalim var ama sen ihtiyarsın, böyle bir şansın yok!" da derler.
Bunlara zaman zaman cevap veririm: "Gençlik sadece yatakta ve idmanda işe yarar! Ama ikisi de yetenek ve teknik ister!" derim.
70 OLDU 70
22 Mart 2009 günü İstanbul’dan sonra Edirne’de miting konuşması yapan ve CHP lideri Baykal’a saldıran Başbakan Erdoğan, 70-80 yaşındaki insanların siyaset yapmaması gerektiğini belirterek, şunları söylemiş: "Kalk akıl ver, danışmanlık yap, vakıfların başında ol. Yaşın 70 oldu 70. Hálá meydanlarda hakaret ediyorsun!" (Milliyet, 23.03.09)
Baykal’ın verdiği aklı başında akılları elinin tersiyle iten Başbakan, (yandaşlarına göre) Sultan ve Halife (!) Recep Tayyip Erdoğan’a da aynı cevabı vereceğim:
"Gençlik sadece yatakta ve idmanda işe yarar! Ama ikisi de yetenek ve teknik ister!"
Gençlerin büyük bir çoğunluğu cinsel gücü cinsel ilişki sayısına ve kadını hamile bırakma şansına bağlar.
Cinsel gücün bunun ikisiyle de ilişkisi yoktur! Cinsel güç kadını karada, denizde, havada mutlu etme ve mutlu olma sanatıyla doğru orantılıdır! Cinsel güç, horozun tavuğa binip inmesi benzeri bir idman anlayışıyla ölçülmez.
HAMASÇI GENÇ
23 Mart 2009 tarihli Milliyet Gazetesi’nin ikinci sayfasında, 90 yaşında son romanını yayımlayan Vedat Türkali ile yapılan bir söyleşi yer alıyor. Vedat Türkali bu yeni romanı "Yalancı Tanıklar Kahvesi"nde 12 Eylül’e giden günleri anlatıyor. Mücadele gücünü yitirmediğini söyleyen Türkali "Devrimci yolun bıkkınlığı olmaz. Yolumda mutlulukla yürüyorum ben!" diyor.
Kasımpaşa delikanlısı Erdoğan Bey biraderimize gelince: Gerçekten demokratik bir ülkede politikada bozguna uğrayacak bu zat, Türkiye gibi demokrasisi engelli bir ülkede demokrasi eksikli bir yığışımın oyuyla iktidara gelebiliyor.
Halkın değerlerini(!) şerbetleyerek, halkın inanç ve hurafelerine rüşvet vererek kazanılan iktidar demokratik olma şerefine hiçbir zaman erişemez.
Demokrasinin ölçüsü ne genel seçimlerdir, ne parlamentodur; demokrasinin ölçüsü basın özgürlüğü ile düşünceyi açıklama özgürlüğüdür.
Anayasa’ya karşı sabıkası tescilli Başbakan Erdoğan ve AKP’nin bazı Arap ülkeleri dışında bir dirhem saygınlığı bulunmuyor. Hamasçı bir genç olan Başbakan’ın "Palestinian National Authorty" (yani Filistin Ulusal Yönetimi) nezninde de herhangi bir itibarı yok!
GÖRGÜSÜZLÜK
Siyaset áleminde, entelektüel dünyada gençlikten söz etmek çok ayıptır, görgüsüzlüğün belirtisidir. "Gençlik bilseydi, yaşlılık yapabilseydi" diye yağlı bir laf da vardır. İyi de, gençliğin bilmediği kesin ama yapabileceği de şüpheli. Tıpkı AKP’nin genç(!) ve kibirli Vezir-i Kebir’i gibi.
Yazının Devamını Oku 18 Nisan 2009
BİLKENT Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi ve Onursal Yargıtay Başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk, "Anayasa Mahkemelerinin Varoluş Nedeni" (13.03.09) başlıklı yazımla ilgili olarak bir eleştirel yazı gönderdi. Bu uyarı yazısı sadece beni ilgilendirmediği için, biraz gecikerek de olsa, yayınlamayı yararlı gördüm:
* * *
"Sayın İnce, bildiğiniz gibi hukukun bir iç dili vardır; kavramlar çok önemlidir. Bugünkü yazınızda yüksek mahkeme kavramını Anayasa Mahkemesi ile özdeş sanmışsınız. Birçokları gibi. Değil. Bunlar teknik hukuk kavramlarıdır. Yüksek mahkeme sistemini benimseyen ülkelerde tek bir yüksek mahkeme vardır: Anayasa yargısını, adli yargı ve idari yargıyı birlikte yürütür. İstinaf yetkisi vardır. Önüne yılda 50 ila 200 kadar dava gelir. Genelde ilke kararıyla uğraşır ve hukukun temel ilkelerini öne çıkararak yaşama geçirir. Hukuku yönlendirir. Bir başyargıcı ve 8 ile 12 arasında değişen yüksek yargıçları bulunur. Anglosakson ülkelerinde böyledir. Amerika, Kanada, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti gibi. Bu ülkelerde hukukun üstünlüğü ilkesi geçerlidir. Hukuk devleti değil. Çünkü devletin hukuk dışında olduğu düşünülmez bile.
Kara Avrupası sistemine gelince, anayasa yargısı, adli yargı ve idari yargı görevleri birbirinden ayrılmıştır. Almanya, Fransa, İtalya, İspanya, Rusya gibi. Anayasa mahkemesi, yargıtay ve danıştay eşit düzeydedir. Birbirlerinden bağımsızdırlar ve her biri kendi alanından hüküm kurar.
1961 ve 1982 anayasalarına göre yüksek mahkemedirler. Bu sonuncusu yanlış. Yurt dışına gider ve bu ayrımı belirtmezseniz, sizin sistemi yüksek mahkeme sistemi sanırlar. Ama bunlardan birinin yapısını ve üye sayısını anlatır, gelen dosyaların miktarını da söylerseniz, sizin yüksek mahkeme sistemi ile kara Avrupası sistemini bilmediğiniz açığa çıkar. Anayasa kavramı yanlış kullanılmıştır. 1961 anayasası sırasında anayasal sıralamada hukukun bütün temel kavramlarını gözeterek hukukun özünü uygulayan yargıtayın öne alınması isteği, komisyon başkanı Muammer Aksoy tarafından ’Bunlar eşit düzeyde yargı organları, sırayı bozmaya gerek yok, yeni baştan kaleme almak zorunda kalmayalım’ diye gerek görülmemiştir. İşin ilginç yanı, Yargıtay (Bozma Mahkemesi : Cour de Cassasion), Danıştay (Conseil d’Etat) kurum olarak yüksek mahkeme sisteminde yoktur. Ama kavram olarak vardır. Kimileri bunları kurum olarak yok olduğundan başka mahkemelerle karıştırıyor ve öyle çeviriyor. Sözgelimi istinaf mahkemeleriyle. 1982 Anayasası da karıştırmıştır. Esenlik dilekleriyle."
* * *
Prof. Dr. Sami Selçuk’a şöyle cevap verdim: "Sayın Selçuk, ilginize çok teşekkür ederim. Hukuk birden ayrılmış bir edebiyatçı olarak benden bu kadar. Ama hukukçuların kuvvetler ayrılığı konusunda yaptıkları açıklamalar bana yeterli görünmediği için bu yazıyı göze aldım. Saygılarımla."
Uyarı alan yazımı, yasama (TBMM) ve yürütme (hükümet) erklerinin eylem ve işlerinin yargı erki tarafından denetlenemeyeceği iddialarını çürütmek için kaleme almıştım. Yasama ve yürütme, yargıyı denetleyemiyor ama yargı, yasama ve yürütmeyi denetliyor. Bu ne demek? Hukukçular sorunu saptırmadan bu ilişkiyi açıklamak zorundadır.
NOT: Yazılarımı ay sonuna kadar yurtdışından göndereceğim. Bir aksama olursa şimdiden özür dilerim.
Yazının Devamını Oku 17 Nisan 2009
KÖY Enstitüleri düşmanca kapatılmasalardı, 1940’lardaki kuruluş biçimleriyle günümüze gelemezlerdi. Gelemezlerdi, ama bu, değişim yeteneğinden yoksun oldukları için değil, tam tersine dönüşüm ve değişime yatkın kuruluş felsefeleri dolayısıyla köklü evrim geçirirlerdi. Bu gerçekçi eğitim felsefesi onu değiştirirdi. Böylece modern köy enstitüleri günümüzde de varlığını sürdürebilirdi. Mesleksiz köylüyü meslek sahibi haline getirebilirdi.
* * *
Ağızdan dolma bilgilerle Köy Enstitüsü’nü karalayanların, "CHP bu millete karne ile ekmek yedirmiştir" diyen Başvekil Erdoğan’dan ne farkı var?
CHP "bu halk"a ne zaman karne ile ekmek yedirdi? İkinci Dünya Savaşı döneminde! CHP’nin tek parti hükümeti ülkeyi savaşa sokmadı. Peki savaşa giren ülke halkları Avrupa’da karne ile bile ekmek bulabildi mi? Bulamadı. Kadınlar yarım ekmek için kendilerini sattı.
Ne yazık ki değiştirildiği için, üzerinde ekmek karnesi (kuponu) mührü, Sümerbank mühürleri olan nüfus hüviyet cüzdanım yok. Halkçı bir yönetimin insancıl politikasının bir tanığı idi.
* * *
Dönemin plan ve program dehasının bir ürünü olan "Ekmek Karnesi"nin demokratik uygulanmasından habersiz günümüz başbakanına Köy Enstitüleri’ni sorsanız, kendi çevresinde duyduğu kara çalmaları tekrarlayacaktır: Kız ve erkek öğrencilerin aynı çatı altında karma eğitim gördüğü komünizm yuvaları olduklarını söyleyecektir. Bir de öğrencilerin ve enstitü yöneticilerin Mao gibi üniforma giydiklerini ve din düşmanı olarak yetiştirildiklerini sözlerine ekleyecektir.
Oysa, 17 Nisan 1940’da kurulan Köy Enstitüleri eğer 1954 yılında kapatılmamış olsalardı, 29 Mart 2009 seçimlerinden sonra ortaya çıkan Türkiye oy haritası ortaya çıkmazdı. Çünkü Köy Enstitüleri’nin kurulmasının ardından çıkartılması düşünülen toprak reformu Türkiye’nin yapısını kökünden değiştirecek topraksız köylüyü çiftçiye ve üreticiye dönüştürecekti.
Bir süre önce, bir televizyon kanalında, eski TİP’li Tarık Ziya Ekinci’nin de katıldığı bir programda Altan Tan DTP’nin oy aldığı bölgede toprak reformuna gereksinim olduğunu söylüyordu. Demek ki 1940’lardan bu yana toprak ağaları ve tarikat şeyhleri yüzünden Türkiye’de etkili bir toprak reformu yapılamamış.
* * *
Cumhuriyetin ilk kurulduğu yıllarda okuma-yazma oranı yüzde 5 dolaylarındaydı ve nüfusun yüzde 80’i köylerde yaşıyordu. Köy Enstitüleri, 1940 yılından başlayarak, tarım işlerine uygun geniş arazisi bulunan köylerde ya da yakınlarında açıldı. Okulların amacı köylerde çalışacak öğretmen önderler yetiştirmekti.
Köy Enstitüleri yasası çıkarken okulların uzun ömürlü olmayacağı da belliydi. Yasanın oylama günü başta Celal Bayar ve Adnan Menderes olmak üzere daha sonra Demokrat Parti’yi kuracak olan milletvekilleri TBMM’ne gelmediler. Yasa 278 milletvekilinin oyuyla kabul edildi. Aynı kadro daha sonra ünlü Toprak Kanunu’nun çıkmasına engel oldu ve Demokrat Parti’yi kurdu. 1954 yılında ise, Demokrat Parti hükümeti bu güzelim okulları kapattı. Türkiye’nin gettolaşması da Demokrat Parti döneminde başladı. İşte size Türkiye’nin geri kalmışlığının kısa tarihçesi ve baş sorumlular.
Yazının Devamını Oku 15 Nisan 2009
RESMİ olmayan ve Eğitim Reformu Girişimi’nin yayınlarından derlenen bilgilere göre, Türkiye’de ilköğretim çağındaki 1.4 milyon çocuk okula gidemiyor. Bunların 874 bini kız. Türkiye’de sekiz kızdan biri temel eğitim hakkından mahrum. Türkiye, 2015 yılına kadar ilk ve ortaöğretimde cinsiyet eşitliğini sağlayamayacak 12 ülke arasında gösterilmektedir. Türkiye’nin aynı kaderi paylaştığı ülkelerden bazıları: Etiyopya, Hindistan, Moğolistan, Irak.
Tüm Özel Öğretim Kurumları Derneği’nin yaptığı araştırmaya göre, kız çocuklarının ortaöğretime gitme oranı Türkiye’de yüzde 45. Bu oran İran’da yüzde 69, Mısır’da yüzde 70.
Türkiye’de, 6-14 yaş grubunda kızların okullulaşmasının oranı yüzde 63.4. Bu oran Nikaragua’da yüzde 80, Mısır’da yüzde 75.7, Bangladeş’de yüzde 73.8.
"Ortaöğretim ve Yükseköğretime Geçişte Yeniden Yapılandırma Çalışması"na göre: Türkiye eğitimde öğrenci başına en az yıllık harcama yapan ülkeler arasındadır. Türkiye’de bir öğrenci için 380 dolar harcama yapılırken, Zimbabve’de bu rakam 768, Tunus’ta ise 891 dolardır.
20 BİN KM’LİK KİTAP
DİE’nin 2007 yılı verilerine göre Türkiye’de kişi başına düşen GSMS 9.333 dolar iken Muş’ta 578 dolar. Muş İli kişi başına düşen milli gelir açısından 81 il içerisinde 80. sırada yer almaktadır. Muş, nüfus ile oranlandığında Türkiye’de en fazla bedensel engelli vatandaşın yaşadığı şehirdir.
METRO Group’un Çağdaş Kızları Projesi kapsamında okutulan 1000 kızımızın her birinin aylık eğitim masrafı 40 TL’dir. Yıllık 480 TL’ye denk gelmektedir.
Emniyet Genel Müdürlüğü’nün açıkladığı verilere göre Türkiye’de son 6 yılda toplam 1190 kişi töre ve namus cinayetlerinde öldürüldü. Bu cinayetlerde öldürülen kadın sayısı 480. -Sadece Batman, Diyarbakır, Muş, Siirt, Ağrı, Bitlis, Şırnak, Hakkári, Şanlıurfa ve Van illerinde 250 bin kız öğrenci okuldan uzak yaşıyor. Bu oran Türkiye’de okula gönderilmeyen kız çocuklarının neredeyse yüzde 40’ına denk geliyor.- METRO Group Türkiye Temsilcilik Ofisi çalışanları, "İmkánsız(!) Periler?"in zorlu ama umut verici hayat öykülerini 20.000 km kat ederek bir kitap haline getirdi.
İKTİDAR İNANSA
METRO Group çalışanlarının kotardığı "İmkánsız(!) Periler?" adlı kitap Doğan Kitap tarafından armağan olarak basılmış. Yayın haklarını Doğan Egmond Yayıncılık koruyor. Kitabın bütün geliri Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD)’ne bağışlanıyor. Dernek kitaptan sağlanan geliri kız çocukların eğitimi için kullanacak.
Doğu’da bir metre karda, üzerlerinde ince bir hırka ya da sadece okul önlüğü, ayaklarında annelerinin terlikleri ve nalınlarla okula giden kızlar gözümün önüne geliyor. "Periler"in önündeki "İmkánsız" ortadan kaldırılmadan Türkiye’nin demokratikleşmesi, kalkınması olanaksız. "İmkánsız Periler"i "İmkánlı Periler"e dönüştürmek sosyal devletin görevi, ancak devletin "sosyal" olması için "iktidar"ın buna inanması gerekiyor.
80 KIZIN GELECEĞİ
"İmkánsız (!) Periler?" (Doğan Kitap, 165 sayfa) sanki bir macera romanı. İçinde inançlı ruhların yarattığı peri masalları. 20 bin kitap 80 kızımızı okula kavuşturacak. Bir kitap satın alarak bu dönüşüme katkıda bulunabilirsiniz!
Haa, Başbakan’ın yeni uçağının faturası 60 milyon doları geçiyormuş, sizce bu para ile kaç kızımızın hayatı kurtulur?
Yazının Devamını Oku 14 Nisan 2009
İMAM hatip okulları üzerine yazdığım yazılara içler acısı tepki gösteriyorlar. Verdikleri cevaplar traji-komikliğin sınırlarını aşıyor: Cüneyt Arkın Tıp Fakültesi mezunuymuş, peki nasıl sinema oyunculuğu yapıyormuş! Ben iletişim fakültesi mezunu olmadığım halde nasıl "köşe yazarlığı" yapabiliyormuşum! Acınası akıl, acınası mantık, acınası zihinsel yapı! HUZUR İÇİN
Elli kez yazdım, bir kez daha yazacağım: "İmamlık" dini bir meslek, laik bir meslek değil. "Valilik" laik bir meslek, dini bir meslek değil. Buna göre "imam-vali", biri dini öteki laik iki mesleğin bireşiminden (sentezinden) oluşuyor. Bir melez oluşum! Tuhaf bir durum!
Yıllardır yaptığım işi bir kez daha yapıp, "laik" ve "laiklik" sözcük-kavramlarının ne anlama geldiğini, imam hatip mezunlarına ve yandaşlarına bir kez daha anlatacağım.
Onlar anlamayacaklar, anlamazdan gelecekler, falanca türkücü nasıl film yönetmeni olabiliyor, diye saçma sorular soracaklar.
Efendim, bir imam hatip mezunu futbol teknik direktörü olabilir, Yeşilçam’da film yönetmeni olabilir (ama TRT’de olamaz), gazeteci olabilir, Ahmet Hakan gibi Hürriyet Gazetesi’ne köşe yazarı olabilir, ama devlet bürokrasisinde mesleği dışında bir meslekte görev alamaz.
Bu nedenle, daha sonra ortaya çıkacak sakıncalı kargaşaya yol açmamak için, imam hatip mezunlarının sadece İlahiyat Fakülteleri ile (varsa) Yüksek İslam Enstitüleri’ne girmeleri karar altına alınmalıdır. (Tıpkı 3 Mart 1924 tarihli ve 430 sayılı Öğrenim Birliği Yasası’nın buyurduğu gibi!)
Türkiye’nin huzuru için herkes bu gerçeği kabul etmeli!
RUHBAN SINIFI
Eski toplum ve topluluklar neredeyse iki sınıftan oluşmaktaydı:
1. Din adamlarının ruhban sınıfı;
2. Meslek, sanat ve zanaat sahibi halk.
"Laik", "laiklik" gibi sözcük-kavramlar bu ayrımdan çıktı.
"Laik", ruhban (din adamları, rahipler) sınıfından olmayan kimse demek.
İslam’da ruhban sınıfının olmadığı söylenir ama gerçekte, en azından Türkiye’de böyle bir sınıf vardır: Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kadrosunda maaş karşılığı çalışan personel. Diyanet İşleri Başkanlığı artık açığa çıkmış gizli bir politika izleyerek her yıl binlerce imamı sivil devlet kadrolarına transfer eder. Böylece imam-öğretmen, imam-yönetici melez sınıflarının büyümesine katkıda bulunur. Devlet personelinin İslamileştirilmesi operasyonudur bu!
TERÖRİST SALDIRI
İmam hatip liselerinin müfredat programının klasik lise programına benzediği ileri sürülür. Doğru olabilir. İmam hatipler öğrencilerine din adamı (imam-hatip) formasyonu verir. Bu formasyondan geçmiş birinin devletin sivil kadrolarında görev alması devletin laik niteliğine zararlıdır, onu çökertir!
Laik devletin sivil kadrolarında laik formasyon almış personelin çalışması gerekir. Bu nedenle "imam-vali" devletin laik niteliğini bozduğu gibi devletin tarafsızlığı ilkesine de aykırı bir durumdur. Tevhid-i Tedrisat Kanunu, bu birliğin sağlanması, ikiliğin, üçlüğün ortadan kaldırılması için çıkartılmıştır. Bu gerçeğe karşın imam hatip mezunlarına sivil üniversitelerin kapısını açmak devlet kadrolarını "İslamileştirmek" demektir. Bu da Cumhuriyet’e ve onun laik devlet yapısına "terörist saldırı" anlamına gelir. Bilmem anlatabildim mi?
Yazının Devamını Oku 12 Nisan 2009
ACUN bir genç kadın! Çok yakın dostlarımızdan birinin hayat arkadaşı. Kendisi de en yakın dostlarımızdan biri. Ülker ve ben onu kızımız gibi seviyoruz. Bu nedenle bize istediği kadar nazlanabilir. Acun, sakatlık geçirdiği için dans edemeyen bir balerina. Kanatları var, ama uçamayan bir kuş gibi hissediyor kendini. Penguen gibi hissettiğini sanmam. Belki de hissediyordur.
Belki de kanatlanıp uçabilmek, müzikle dilediği gibi dans edemiyorsa bile müziği kendisi üretmek istemiş olabilir. Birkaç yıl önce viyolonsel (çello) çalmayı öğrenmeye karar verdi.
Öğrendi. Öğreniyor. Birkaç ay önce, bir konserde orkestrayla bile çaldı.
* * *
Acun, para biriktirmiş ve yeni bir viyolonsel almıştı. Bir süre sonra çellonun ön yüzünde bir çökme başlamış. Bir santimetre kadar. Çellonun sesinde bir değişiklik yokmuş ama görüntüyü bozuyormuş. Çelloyu satın aldığı yere telefon etmiş. "Getirin bakalım" demişler. Çökük yeri tamir edeceklerini sanıyormuş, fakat çökük yeri görünce, "Biz bunu değiştirelim!" demişler. Çellonun yapıldığı ağaçla ilgili bir sorunmuş. Kusurlu çellonun yerine dükkánda bulunan çellolardan birini alabileceğini söylemişler. Birkaç çelloya bakmış. Daha önce parası yetmediği için alamadığı çelloyu denemiş. Alabileceğini söylemişler.
Üste kaç para vereceğini sormuş. Üste para vermeyeceğini söylemişler. "Benim çellomdan en azından iki-üç kat daha pahalıydı, sadece üzerindeki teller 600 lira ederdi" diyor.
Daha sonra, bu dükkánı ve sahibini övmemi istedi benden. Böyle bir ahlak sahibi "tüccar" övgüye değermiş. Acun’un dediğini yapıp, bu "tüccar"ı övüyor ve kutsuyorum!
Siz Acun’un çello çaldığına bakmayın: Eskiden, daha doğrusu 20. yüzyıldan önce, çalınırken müzisyenin aldığı oturuş pozisyonu dolayısıyla çok az kadın çellist vardı. O zamanlar enstrümanı dizlerin arasında tutmak "zarif olmayan" ve "bir kadına yakışmayan" bir görünüm olarak yorumlanırdı. Oysa müthiş yakışıyor günümüzde, bütün yaylı çalgılar gibi!
Bu, gövdesi 1.55-1.56 cm uzunluğunda, 76 cm eninde olan yaylı çalgı, bir keman azmanı olarak 16. yüzyılda Fransa’da ortaya çıktı. Şekli arkadan kadın vücudunu andırır. Gövdenin ön kısmı ladin ağacından, arka kısmı ile kenarlar ve boyun kısmı akça ağaçtan, kulaklar ve tuşe abanozdan yapılır. Ön tabla tellerin verdiği basınçtan çökmesin diye bir can direği ile iç kısımdan desteklenir. Arşe (yay) gül ağacından, kıllar ise at kuyruğundan yapılır.
Başlangıçta beş telli olarak yapılan bu çalgı, önceleri orkestrada bas sesleri desteklemek için kullanılmıştır. Tek başına belirgin bir çalgı olarak ortaya çıkması 18. yüzyılda oldu. Viyolonsel "insan sesine en yakın" ses çıkartan müzik aletidir.
* * *
Ben viyolonsel için yazılan müzikleri çok severim. Günlük hayatta çalışırken, evde oyalanırken müzik dinlemem. Alete bir CD koyarım, uygun bir uzaklıkla oturur, konser salonundaymışım gibi müzik dinlerim. İhsan Bey Amca da Tanbey bir yaşındayken viyolonseliyle bize gelir saatlerce çalardı. Tanbey kımıldamadan dinlerdi müziği.
Viyolonsel bir de bana "68" yıllarını anımsatır. İngiliz drama eleştirmeni Kenneth Tynan’ın "Oh Calcutta!" tiyatro revüsü ilk sahnelenişinde (1969) New York’ta 1.600’den, Londra’da 2.400’den fazla sahnede kalmıştı. Clovis Trouille’un "Oh Calcutta! Calcutta!" tablosu gözümün önüne geliyor: Arkadan, diz çökmüş, viyolonsele benzeyen çıplak kadın gövdesi.
Yazının Devamını Oku 11 Nisan 2009
29 Mart 2009 seçimlerinin cumhuriyet ve çağdaş toplum "olmak" açısından olumlu bir yanını göremiyorum. Göremiyorum çünkü sorun AKP’nin aldığı ya da kaybettiği oylar değil, cumhuriyet karşıtı oylar toplamı.
Bu oylar toplamına paralel olarak laik cumhuriyet karşıtı gizli açık yapılanmanın yaygınlaşıp kök salması. Bu iki olgu iç içe geçiyor ve aralarında da "çok" doğru bir orantı var.
* * *
Seçimlerden sonra yapılan yorumlarda, CHP’yi değerlendirenlerin ileri sürdükleri kanıt karamsarlığımı iyice kararttı. Bu yorumlara göre, CHP laiklik ve türbanı seçim söylev ve konuşmalarından çıkardığı için oyu artmış(!) Bu yoruma göre: Halk laikliği savunana oy vermiyor. (Budalaca, kuyruklu bir yalan!) Böyle olsaydı, 1950’den bu yana rendelenen, törpülenen laiklik ilkesinden bir kıymık mı kalırdı?
Bu yorumculara göre CHP laikliği kendine takıntı yapmış bir ruh hastası gibi bir şey! CHP laiklik defterini açmadı, çünkü AKP laikliğe saldır(a)madı, laikliğin halkın değerleriyle uyuşmadığını(!) ileri süremedi, laikliği yeniden (yani İslam’a göre) tanımlamak zırvalıklarına kalkışmadı. Bunları ıslah olduğu, cumhuriyetin temel ilkelerini kabul ettiği için mi yapmadı? Elbette hayır! Laiklik karşıtı girişimlerin odağı olduğu Anayasa Mahkemesi tarafından saptandığı ve bu yüce mahkeme tarafından mahkûm edildiği için laiklik karşıtı saldırıları göze alamadı. Göze alsa hakkında yeni bir kapatma davası açılırdı.
* * *
Bu kadar açık gerçeği göremiyorlar, sonra da işin uzmanı havaları içinde, CHP’nin oyunun neden yüzde iki buçuk arttığını açıklıyorlar: Laiklik defterini açmadığı için!
Demek ki halkın oyunu almak isteyen "laiklik"i ağzına almayacak! Tam tersine ona saldıracak! Halkın bu türden takıntıları yok. AKP laiklik düşmanlığının doruklarında gezindiği dönemde (bilgisayar hilelerini dikkate almazsak) seçmenden ancak yüzde 46 küsur oy alabildi.
Halkın herhangi bir saplantısı, takıntısı yok. Beni tasalandıran, beni ürküten laiklik ve cumhuriyet karşıtı tarikat ve cemaatlerin devlet yapıları içinde örgütlenmeleri, fetih ve cihat girişimleri. Devleti ele geçirmek, toplumsal düzeni yeniden yapılandırmak için çevirdikleri dolaplar, düzenledikleri fesatlar.
* * *
Türkiye’de 85 bin cami ve 90 bin imam var. Ama Diyanet İşleri Başkanlığı her yıl giderilmesi gereken 12 bin açıktan söz eder. Daha geçenlerde, Diyanet İşleri Başkanı’nın bir yerlerde görevlendirecek ilahiyatçı bulamamaktan şikayetçi olduğunu okudum.
Bazı tarikat ve cemaatler, AKP’yi de kullanarak, medya, finans, banka, işletme, holding, okul, üniversite alanlarındaki egemenliklerini güçlendirme, yayma plan ve programlarında her gün ilerlemekteler. Polisi ve orduyu ele geçirmek istiyorlar. Neden? İslam’ın bankaya, medyaya, orduya ve polise ihtiyacı mı var? İslam’ın yok ama tarikatların ve cemaatlerin var!
Bazı tarikat ve cemaatler Türkiye’de Vatikanlaşmak istiyor! Tarikat ve cemaat şeyhleri arasında papalaşmak isteyenler de var!
Türkiye’nin başında böylesine belalar dolaşırken CHP’nin laikliği unuttuğu için oyunu artırdığını ileri sürmek, bence, her türlü ihanetin üzerindedir!
Not: Dünkü yazımda 10 Nisan 1928 tarihiyle 5 Şubat 1937 tarihleri karışmıştır. Okurlardan özür dilerim.
Yazının Devamını Oku