Özdemir İnce

Adnan Menderes ve bir zihinsel yapının otopsisi

2 Mayıs 2009
KİMSENİN cinsel hayatı ve tercihleri ilgilendirmez beni. Ancak, 1 Mart 2009 tarihli Pazar Vatan’da yayınlandığı için, gazetenin kamusal alana aktardığı bilgileri kullanacağım. Kullanacağım bilgi 1950-1960 yılları arasında Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanlığını yapmış olan Adnan Menderes’le ilgili. Gazetenin elemanlarından Buket Aşçı, roman yazarı Yılmaz Karakoyunlu ile bir söyleşi yapmış. Söyleşinin konusu Adnan Menderes’in aşkları.

Bugün bu konuda yazacağım, ama bir başka düzlemde yazacağım. Aşk faslını kısa keseceğim.

Yalnız bir şey itiraf edeceğim: 1956-1960 yılları arasında Ankara’da yaşadım. Öğrenciydim. İkinci Yenici Pazar Pastası ve Salim (Şengil) Amca’nın Seçilmiş Hikayeler ve Dost dergileri yüzünden haftanın birkaç günü Rüzgárlı Sokak’taydım. Rüzgárlı Sokak o yıllarda Ankara’nın Babıáli’si idi. Gazeteci arkadaşlarım vardı. Bazen Ahmed Arif’in çalıştığı gazetede sabahlardım. Ama Adnan Menderes’in aşklarını 27 Mayıs’tan önce duymamıştım.

AYAK YIKATMA

Adnan Menderes’in aşkları Yassıada duruşmalarında ne yazık ki dava konusu oldu. Ayhan Aydan tanık olarak dinlendi ama Suzan Sözen’in tanık olarak dinlenip dinlenmediğini hatırlamıyorum.

Yıllardır basında bu konuda birçok yazı ve söyleşi okuduk. En sonuncusu olan Yılmaz Karakoyunlu söyleşisi öyküyü bir kez daha hatırlatıyor.

Adnan Menderes’in Ayhan Aydan ve Suzan Sözen ile ilişkilerinin ortak özelliği bu iki hanımın da ilişki döneminde fiilen evli olmaları.

Kendi ifadesine göre Suzan Sözen, Menderes’in koynuna girerek Emniyet Müdürü olan kocasının atama yerini değiştirtmiş.

Benim tuhafıma giden, Adnan Menderes’in eve geldiği zaman sevgilisi soprano Ayhan Aydan’a ayaklarını yıkatması. Neden acaba? Bir maço fantezisi mi?

KİMSE AŞAĞILAMADI

Bu ilişkiler üzerine romanlar yazılmadıysa yakında yazılır, film yapılmadıysa yakında yapılır. Belki de yapılmıştır. Sinema izlemediğim için bilemiyorum.

Fakat dikkatimi bir şey çekti: Adnan Menderes’in aşklarını diline dolayan, Menderes ve sevgililerini küçük düşüren gazete yazılarına rastlamadım. Adnan Menderes ve temsil ettiği politikayı sevmeyen, dahası bunlardan nefret eden onlarca gazeteci var ülkede. Bunların hiçbirinin ne Hürriyet’te, ne Milliyet’te, ne Cumhuriyet’te, ne Akşam’da, ne Vatan’da bu aşk ilişkileri konusunda aşağılayıcı bir yazısına rastlamadım. Bu hoşuma gitti!

MUSTAFA KEMAL OLSAYDI

Şimdi düşünüyorum da Mustafa Kemal’in (ya da İsmet İnönü’nün) sevgilileri olsaydı, sevgililerinin kocaları bu ilişkiyi bilselerdi; Mustafa Kemal’in, kocalar evdeyken sevgililerinin evine gittiği şu günler ortaya çıksaydı, İslamcı, dinci, muhafazakár sağcı gazeteler ve televizyonlar yeri göğü inletmezler miydi? Neden susuyorlar?

Bir zamanlar Çetin Altan’ın viskisini, şimdilerde Ertuğrul Özkök’ün şarabını dillerine dolayanlar bu konuda neden sustular her zaman? Susmaları çok iyi aslında, ama benim anladığım anlamda susmuyorlar, "Bizden" kaygısıyla susuyorlar.

Onların her şeyleri iyidir, hastır! Hırsızları da, dolandırıcıları da, hortumcuları da, hoca efendileri de, oğlancıları da, zamparaları da, mahbûbeleri de. Hepsi birbirinden iyidir!

Veyl ki veyl, vay ki vay, cumhuriyetçilere, solculara ve devrimcilere!...
Yazının Devamını Oku

1 Mayıs ve 100 yaşında Yannis Ritsos

1 Mayıs 2009
ARTIK pek az insan yazılarında atasözü ve deyim kullanıyor. Oysa 1 Mayıs 2009’a uygun ne güzel bir atasözü var: "Elden gelen öğün olmaz, o da vaktinde gelmez!"

Başbakan Erdoğan’ın Antakya’ya tatile giderken yaptığı açıklamaya bakın: "Arkadaşlara talimat verdim, 1 Mayıs’ı tatil yapacaklar!"

Başbakan, 1 Mayıs’ın "Bayram" olmasına dair bir kanun çıkartacaklar, demek istiyordu. TBMM’deki AKP’liler bir yasa çıkartacaklar anlamına geliyordu bu. Çıkardılar!

Bu kuşkusuz Başbakan’ın bir lütfu, ulufesi ve günümüzün diliyle sadakası değil. Uzun ve kanlı bir maceranın, direnişin buruk meyvesi. Ama işçi sınıfı, demokratik haklarının çok gerisinde.

* * *

Meyveyi hak sahibi dalından kopartıp alırsa bir başka manzara vardır. Hak sahibine hakkını vermesi gereken vaktinde verirse, manzara başkadır. 1 Mayıs’ın yasal olarak tanınması, toplumsal ve sınıfsal hakkın geç de olsa verilmesi olduğu için ne rüşvet ne de sadakadır.

Sırası geçmişken bir yalanı düzeltelim: Efendim, "bu" sanayi sonrası ve postmodern dönemde işçi sınıfının ortadan kalktığını, işçilerin artık "işçi" olmadığını söylerler.

Burada bir ikilem var: Beyaz yakalılar mı işçi sınıfına eklendi yoksa işçi sınıfı mı beyaz yakalılara eklendi? Bu yanılsama 2001 ve 2009 ekonomik bunalımlarıyla artık sona erdi:

İşini kaybedip işsiz kalabilen herkes işçidir, emeğini satarak geçinen herkes işçidir, emekçidir.

Kuşkusuz işçi sınıfı katmanlıdır artık ve bu katmanların kendilerini bir işçi gibi hissetmeleri gerekir. İşçi sınıfı bilinci için bu duygu ve duyarlık son derece önemlidir.

Çukurova’nın pamuk tarlalarında pamuk toplarken Amerikan sigarası içen "Urumlu" gülünçtür; aynı sigarayı ayakkabı boyarken tüttüren çocuk da çok komiktir.

* * *

Gazete okurlarım arasında kaç kişi tanır bilemem ama Yunan şairi Yannis Ritsos ülkemizde çok sevilir. Yeri Názım Hikmet’in yanıdır. Şiirlerinin epeycesini 1975’ten bu yana Prof. Dr. İoanna Kuçuradi ve Herkül Millas’la birlikte Türkçeye çevirdim. Cevat Çapan da epeyce çevirdi.

Yannis Ritsos, 1 Mayıs 1909 doğumludur. Hayatı Názım Hikmet’in hayatına benzer. İlki iç savaştan sonra, ikincisi Albaylar Cuntası zamanında iki fasıl yaşadığı işkenceli sürgünler döneminde gösterdiği direnç dillere destandır.

Yıl 1970. Ritsos, Samos Adası’nın Karlovassi kasabasındaki evinde ev hapsinde idi. O yıl yapılacak uluslararası iki toplantıya davet edilmişti. Şaire izin verilmesi için büyük bir uluslararası baskı vardı. "Kimmiş bu adam?" diye merak eden Cunta’nın başkan yardımcısı Stelios Pattakos, Ritsos’u Samos Adası’ndan Atina’ya getirtti. Şair ile Pattakos, içişleri bakanlığında karşılaştılar:

Pattakos, "Siz bir şairsiniz, niçin politikaya karışıyorsunuz?" diye sordu.

Ritsos soruyu yanıtladı: "Bir şair ülkesinin en büyük vatandaşıdır, işte bu yüzden politikayla ilgilenmek zorundadır."

Görüşme bu iki cümle ile sona erdi. Ritsos mevcutlu olarak Samos Adası’na geri gönderildi.

O yıllarda bir sorumu şöyle yanıtlamıştı: "Politik yaşamım şiirim kadar önemlidir. Sözünü ettiğin gibi bir Ritsos mitosu varsa, bu sadece şiirden oluşmamıştır."
Yazının Devamını Oku

Arap olmayan karışmasın

29 Nisan 2009
1 Eylül 2002 tarihinde "Arap’tan Demokrasi Öğrenmek!" başlıklı bir yazı yayınlamıştım. Bu yazı üzerine İslamcı gazetelerde hakkımda bir küfür yarışı başlamış, ne Arap düşmanlığım ne de ırkçılığım kalmıştı. Arapların entelektüel dünyasını epeyce tanırım, bu dünyanın entelektüel ve yazarları arasında gene epeyce dostum ve tanıdığım vardır.

Zaman ve Radikal gazetelerinin çevirtip yayınladığı yazıları okuma alışkanlığınız varsa, Arap yazarların laik cumhuriyetten pek hoşlanmadıklarını fark etmişsinizdir. Laiklik ve devrimlerin Türkiye’yi bir açmaza soktuğunu yazarlar ve bizlere ders verirler.

Aralarında yakın dostum Muhammed Nureddin de olmak üzere, Arap dünyasının çağdaşlaşması, özgürleşmesi, bağımsızlaşması, laikleşmesi konusunda tek satır yazmazlar. Ben, adını verdiğim yazımda Arap yazarlara bize demokrasi öğretmekten vazgeçip feodal Arap toplumlarına demokrasinin ne olduğunu anlatmalarını tavsiye etmiştim. Bu konudaki düşüncem değişmedi. Aksine daha da güçlendi.

ERDOĞAN’IN GÜCÜ

Başbakan Erdoğan Davos gösterisinden sonra Arap dünyasında epeyce saygınlık ve hayranlık kazandı. Bunun üzerine Arap yazarlar da kaleme sarıldılar, Erdoğan’a övgüler düzdüler; kendi liderlerine onu örnek gösterdiler. Ancak Erdoğan’ın yaptığı yanlış gösterinin kaynağındaki gücün nereden geldiğini anlama çabası göstermediler. Erdoğan, her ne kadar kendisi yürekten inanmasa da, gücünü laik, demokratik bir cumhuriyetin sahip olduğu niteliklerden alıyordu. Başbakan Erdoğan, Türk halkının tepkisini evrensel demokrasi, özgürlük ve adalet değerlerine bağlamak yerine, İslami değerlere bağlasa da gösterdiği hamasi tepki Arap liderlerinin pek hoşuna gitmedi. Neden? Çünkü Arap halkları bu örnekten hareketle işin özüne gidebilir ve laik ve demokratik Türkiye’yi keşfedebilirdi.

HEDEF TÜRKİYE’DİR

Türkiye’nin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, "Şûra’ya konuşan ilk Müslüman lider" (Zaman, 05.02.08) olarak "Suud Meclisi’nde İslam dünyasını birlikte hareket etmeye" davet ederken, aralarında Mısır, Suudi Arabistan ve Ürdün’ün de bulunduğu bir grup Arap ülkesinin dışişleri bakanı "Arap olmayanların, Arap ülkelerindeki gelişmelere karışmasından rahatsızlık duyuyoruz" (Taraf, 05.02.08) diye açıklama yapıyordu.

Cumhurbaşkanı Gül’ün konuşması ile bazı Arap ülkeleri dışişleri bakanlarının sözleri aynı güne rastlıyordu. Arap olmayanların Arapların işlerine karışmasını istemeyen dışişleri bakanları arasında Suudi dışişleri bakanı da bulunmaktaydı.

Arap olmadıkları halde Arapların işine karışanların kimler olduğu kuşkusuz biliniyor: ABD, AB, Fransa, Rusya, Almanya ve son olarak da Türkiye!

Burada hedef alınan ülke Türkiye’dir! Ötekilerin Arapların işine karışmak için onlardan izin almaları gerekmez. Gerekmediğini de I. Dünya Savaşı’nın öncesinden ve sonrasından gayet iyi bilmekteyiz. Arap liderler, AKP iktidarının ve Başbakan Erdoğan’ın temsil ettiği zihniyetten değil, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran cevherden çekinmektedirler.

BENCE İKİNCİSİ OLUR

Emir Kamuriye gibi yazarlar ("Türk müttefiki kaçırmayalım", Radikal, 18.02.08) gerçeği biraz olsun anlarmış gibi görünmektedir. Bu durumda kendimize sormamız gereken şu: AKP’nin siyaseti Arap dünyasını demokratikleştirebilir mi, yoksa Türkiye mi Araplaşır?

Bence ikincisi olur!
Yazının Devamını Oku

Cumhuriyet Halk Partisi programına giriş

28 Nisan 2009
"PROGRAM kitabı elime geçeli neredeyse 30-40 gün oluyor. 350 sayfalık program kitabını ağır ağır okudum. Bu yazı Mısır yolculuğum sırasında yayınlanacak. Yani dün yazılmadı, biraz daha önceden yazıldı. Benim Mısır’da olduğum süre içinde program hakkında bir yazı çıkar mı basında, bilemem. Ben bu satırları yazarken herhangi bir yazı yayınlanmamıştı daha. Halkın, seçmenin, partililerin, öteki partilerin yöneticilerinin, basının ve yazarların çooook büyük bir bölümünün parti programlarını okumadıklarını çok iyi biliyoruz.

Ama partileri, özellikle de cumhuriyetçi ve sol partileri sıkıştırmak için "Doğru dürüst, dişe dokunur bir programları yok ki!" derler. Ama kazın ayağı öyle değil.

CHP, benim kafa ve gönlümdeki CHP’den çok uzak. Ama işte 350 sayfalık bir program yayınlamış, ne var ki CHP’den program bekleyenler ortalıkta yok."

6 OKUN İÇİNDE

Yukarıdaki bölümü yazdıktan sonra yazıyı sürdürmedim. Devamını Lüksemburg’da yazıyorum: İkinci Cumhuriyetçilerin, neo-liberallerin sarakaya aldıkları Altı Ok, programın başında yer alıyor: Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik, Devrimcilik.

Hepsi ciddiyetle uygulandığı zaman sol, sosyal demokrat ve sosyalist bir içerik kazanabilecek altı şiar! Şimdi, yedinci ok olarak "Neden ’Demokrasi’ yok?" diye soracaklar çıkacaktır. Ben, demokrasinin altı okun içinde olduğunu biliyorum, ama yeminli CHP düşmanlarının ağzını kapatmak için, benim yaptığım türden bir açıklama ve eklenti yapılabilirdi. Ayrıca yeniyetme allame takımı için bazı netameli sayılabilecek okların açıklama notları doyurucu olacak mı, bilemem, ama benim için yeterli.

Milliyetçilik: "Türkiye Cumhuriyeti din, dil, ırk ve etnik köken temelleri üzerinde değil, siyasal bilinç ve ideal beraberliği zemininde kurulmuştur. Milliyetçilik, ırk, köken, din, mezhep, bölgecilik, kavimcilik anlayışlarının, ulusal düzeyde aşılmasıdır."

Bırakalım şimdi, 1940’lardan örnekler sıralamayı, Varlık Vergisi’ni falan... Çok beğenilen ABD milliyetçiliğinden farklı bir milliyetçilik mi? Başkalarını saymıyorum.

ALERJİ OLSUN

Efendim, halk hoşlanmıyormuş, vırtzırt laiklik öne çıkartılmamalıymış, halkın alerjisi varmış "laiklik" sözcüğüne. Varsın olsun! Türkiye’nin dingil ve dengesi laiklik oku üzerinde duruyor. Medeni Kanun (Vatandaşlık Yasası), Ceza Kanunu başta olmak üzere bütün yasalar laiklik referansının damgasını taşıyorlar. İlke olarak eğitim de öyle, yargı da öyle. Laiklik’in yerine Din oturtulsaydı Türkiye’nin hali nice olurdu?

Laiklik ilkesinin halkta alerji yarattığını ileri süren cumhuriyetçiler ve demokratlar, toplumun en tutucu kesimini oluşturan kadınlara bu gerçeği anlatmak zorundadırlar. Bu görev sadece CHP’ye düşmez; dinci partiler dışında bütün düzen partilerine ve devrimci partilere de düşer. Çağdaş liberal partiler sadece Devletçilik’e sahip çıkmayabilirler. Bu anlaşılır. Ama son ekonomik krizde devletlerin oynadığı rol neo-liberalizmin sonunun geldiğini de gösteriyor.

KİMİN SAYESİNDE

Kadınlar, Cumhuriyet’in kendilerine bahşettiği haklardan, seçme ve seçilme hakkından, tek eşle evlenme yasasından, boşanma haklarından, mirasla ilgili yasalardan, koca ve baba izni olmaksızın çalışma hakkından, çocuklar üzerindeki velayet hakkından, mahkemede tek başına ve birey olarak tanık olma hakkından memnunlarmış, amma velakin "laiklik"ten hoşlanmıyorlarmış. Bu hakların laiklik sayesinde kazanılmış olduğunu ve laikliğin bu haklarla eşanlamlı olduğunu anlatsanıza! CHP programı anlatıyor bunları.
Yazının Devamını Oku

Fikret Hakan’ın ’Siyah Işık’ı

26 Nisan 2009
FİKRET Hakan’ın "Siyah Işık" adlı şiir kitabını Brüksel’e kadar yanımda taşıdım. Kitabın içinde bir gazete kesiği de var "Üç Arkadaş" adlı filmi üzerine. "Siyah Işık" adı, kaldığımız The Dominican adlı otelin rengiyle de uyumlu. Otelin odalarında, banyolarında siyah egemenliği var. Siyaha özel bir tutkum olmamasına karşın geçen mayısta kaldığımda bu otele vurulmuştum. Gençliğimde otellere tutkundum.

Şimdiye kadar yüzlerce otelde kaldım. Beş yıldızlısından yıldızsızına kadar. Aklımda kalanlar; Tokyo’daki Okura Oteli, Paris’teki Raspail ve Seine Sokağı’ndaki La Louisiane otelleri, İskenderiye’deki Hotel Cecil, Kahire’de 20 yıl önce kaldığım Shepheard’s Hotel.

Geçen yıl burada, Brüksel’de kaldığım The Dominican’ı Ülker’e göstermek istedim.

* * *

Otelleri yerlerinde bırakıp Fikret Hakan’a dönelim. Fikret Hakan kitabının adını neden "Siyah Işık" koydu acaba? Kendisine sormadım, sormayacağım. Ama kitabın arka kapağındaki bir dörtlüğe başvuracağım:

"Yokluğunda başlat / Varlığını / Ey aslı ışığa dayalı / Gece."

"Varlık ve yokluk" gibi ters birlik ilişkisini düşündürüyor. Renkler arasında böylesine bir ters birlik sadece siyah ve beyaz arasında var. Öteki beş rengin tersi, karşıtı yok: Sarı, kırmızının tersi değil; kırmızı, beyazın karşıtı değil.

Siyah aydınlıkta, ışıkta güzel oluyor: Tıpkı, The Dominican’ın banyosunda olduğu gibi.

* * *

Yıl 1955. Mersin’de, Hastahane Caddesi’nde Özislam Demirsar ile yürüyoruz. Küçük Hamam Sokağı’na dönülecek yerde Güneş Sineması’nın sırt panosu var. Duvara dayamışlar. Üzerinde yeni bir filmin afişi: Battal Gazi Geliyor. Başrolde yeni bir oyuncu: Fikret Hakan.

Özislam afişe baktı baktı, "Bu Fikret Hakan, benim askeri ortaokuldan arkadaşım" dedi, "Asıl adı Bumin Gaffar Çıtanak."

23 Nisan 1934 doğumlu Fikret Hakan, 1940’ların efsane aydın ve çevirmeni Gaffar Güney hocanın oğlu. Tiyatro ve sinemaya bulaşmayıp Seçilmiş Hikáyeler Dergisi’nde yayınlanan "Sidikli" adlı öykünün izini sürseydi, zamanımızın en önemli öykü yazarı ve romancılarından biri olurdu.

Önemli olan "yazmak"! Fikret bunun farkında: Şiir yazıyor, roman yazıyor. Henüz yayınlanmayan son romanının üzerinde nasıl çalıştığını biliyorum. Yirmili yaşlarında "Sidikli"yi yazmamış biri böylesine "hevesli" kalamaz.

* * *

Fikret’le ne zaman, nerede tanıştık, anımsamıyorum. Tanıştığımızda ikimiz de birbirimizi biliyorduk. Yıllar sonra, bir gün, Gölköy’deki Antik’te tavla oynarken "Sidikli"yi sordum. Gözleri fal taşı gibi açıldı. Ama bilmemi de doğal karşıladı. O gün edebiyatla derin ilişkisinin sürdüğünü fark ettim. O sırada Telos Yayıncılık’ı yönetiyordum. "Bir dosya hazırla, bana ver" dedim. Daha sonra "Hamalın Uşakları"nı (1997) yayınladım. Ardından, babası Gaffar Güney’in eski, unutulmuş ama aranan çevirilerin bir seçme.

Şimdi simsiyah The Dominican’da Fikret’in "Kara Işık’ını (Serander Yayınları) okuyorum.

Düşünüyorum: Sinemacı arkadaşlarımın çoğunda el değmemiş, saf bir bölge var. Orada gerçek kişiliklerini saklıyorlar. Ben orada onları görüyorum!
Yazının Devamını Oku

Genelkurmay Başkanı’ndan entelektüel ders

25 Nisan 2009
GENELKURMAY Başkanı’nın 14 Nisan 2009 günü Harp Akademileri’nde yaptığı toplantıya davetliydim, sağlık nedeniyle katılamadım. Konuşmayı televizyonda dinledikten iki gün sonra yurtdışına çıktım. Ciddi yazılarımdan bıktıklarını söyleyen bazı dostlar Paris’i, Lüksemburg’u, Brüksel’i anlatmamı istiyorlardı. Bir ara ben de öyle düşündüm. Ama olmadı, yazamadım. 18 Nisan’dan bu yana okuduğunuz yazıları Paris’te yazdım. Salıdan bu yana yayınladığım yazıların devamı olarak Genelkurmay Başkanı’nın konuşmasından (tarikat ve cemaatlerle ilgili) birkaç alıntı yapacağım:

YENİ ARAYIŞLAR

"Weber’e göre, sosyolojik açıdan, dinlerin belirli sosyal ve tarihsel ortam içinde almış olduğu görünüm yani ’yaşanan din’ önemlidir. Yaşanan din de bir noktada, kitlelerin o dini algılama ve uygulama biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır. Yaşanan dinin görüldüğü en önemli alan, sosyal ve ekonomik yaşamla dini bağdaştıran sosyal gruplar, cemaatlerdir."

"Burada gene Weber’e göre önemli bir nokta var. O da: İnanç boyutu bir sosyal olgu olarak ele alınıp bu boyut ile sosyal, ekonomik ve siyasal yaşam arasındaki etkileşim incelendiğinde, din, ekonomi ve siyaset arasında bir ilişki görülebilir. Bu görüş, geçerliliğini bugün de korumaktadır. Weber, bu düşünce çerçevesi içinde Batı kapitalizminin gelişmesiyle Protestanlık arasında çok sıkı bir bağ olduğunu öne sürmüştür. Gelişen burjuvazi ekonomik iktidarını kurduktan sonra siyasal iktidarı kilisenin ve monarşinin elinden almıştır. Böylece Batı demokrasisinin kurulmasında önemli bir evre de oluşmuştur."

"Bu durum, bugün için de geçerliliğini korumaktadır. Ancak, yakın dönemde bazı gelişmeler, dinle toplum, dinle ekonomik yapı arasında yeni bir ilişkiyi öne çıkartırken mevcut ilişkilerin de yenilenmesini sağlamıştır. Yeni kimlik ve aidiyet arayışları, ekonomik beklentiler, yaşanan büyük göç olgusu ve sosyal devlet olgusunun zayıflaması, toplumları ister istemez yeni dayanışma arayışlarına itmiştir. Bu nedenler, günümüzde de sosyal gruplaşmalara ve din ekseninde bazı cemaatleşme yapılanmalarının gittikçe artmalarına neden olmuştur."

YERYÜZÜ DESPOTLUĞU

Burada araya gireceğim: Weber’in ileri sürdüğü ilişki, yani din-kapitalizm ilişkisi Batı’da liberal ve laik düşünceyi güçlendirip kiliseyi "Göklerin Krallığına" çekilmek zorunda bırakmasına karşın, bu ilişki, bizde, aksine, "Göklerin Krallığı"nı yeryüzü despotluğuna çevirmek yolunda ilerlemektedir. Bu ilerlemenin öncülüğünü de tarikat ve cemaatler yapmaktadır. Amaçları Cumhuriyet’in laikliğini yeryüzünden kovmak. Devam edelim:

GÜÇ İMAJI YANILTIR

Weber’e göre "modern organizasyon, özgürleşmeye dayalıdır. Sivil örgütler ise giriş ve çıkışın özgür iradeye bağlı olduğu, gönüllülük temelinde işleyen açık örgütlerdir. Dinsel cemaatler ise kapalı ve içe dönüktür. Cemaate giriş ve çıkış çok farklı dinamiklere bağlıdır. Bu koşullar altında, dinsel cemaatlerin, hele çıkar çevresinde örgütlenmişse, sivil toplum hareketi olduğunu ileri sürmek çok güçtür. / Bu düşünceye rağmen, bugün de bazı din eksenli cemaatler, kendini demokratik alanın bir oyuncusu olarak takdim etmekte ve çeşitli nedenlerle de görünürde kendilerinin güçlü bir konuma geldiğine inanmaktadırlar. Ancak bu güç imajı ve algısı yanıltıcıdır. İşte bu tip bazı cemaatler hedeflerine ulaşmada kendilerine en büyük engel olarak Türk Silahlı Kuvvetleri’ni görmektedir. Bunun için de, her fırsattan istifade ederek, desteklerinin de yardımıyla TSK aleyhine faaliyetlerde bulunmaktadırlar. Bu yapılanlara karşı, hukuk devleti kapsamında TSK’nın tepkisiz ve etkisiz kalacağını düşünmek ise büyük yanılgıdır."
Yazının Devamını Oku

Temel soru: Neden? Niçin?

24 Nisan 2009
ÇOCUKLAR gibi sormalıyız: Bu ne? Neden? Niçin?<br><br>"Bu ne?" sorusu nesnenin, olgunun tanımlanmasını, betimlenmesini (tasvir edilmesini) ister. "Neden? Niçin?" sorusu ise olguyu yorumlamamızı, çözümlememizi (analiz etmemizi) gerektirir.

Türkiye’nin son çeyrek yüzyıllık tarihine baktığımız zaman belli bir tarikat ya da cemaatin devlet kurumlarını, polisi, orduyu, eğitimi, yargıyı (sızarak) ele geçirmeye çalıştığını görürüz. Aynı şekilde, sanayi, finans ve ticaret dünyasına da egemen olmayı örgütlediği görülebilir.

Oysa ele geçirmek istediği bütün kuruluşlar kamusal ve anonimdir. Siyasi açıdan baktığımız zaman özel olarak hiçbir ideolojiye ait olmaması gerekir. Gerekir ama kapitalizm işlemleri bu bağlamda bir ülkenin, bir ulusun aleyhine kullanılabiliyor, kullanılıyor, kullanıldı.

Siyasetin dilinde buna fesat çevirmek (Komplo: la Conspiration) diyorlar.

MAKYAVELİZM

Bir tarikat, bir cemaat, polisi ve yargıyı ele geçirip ne yapacak? Fesadın orta direği olan imam hatip okullarıyla ilişki kurulursa bu sorunun cevabı kolayca bulunabilir! Bir tarikat, bir cemaat; okulları, eğitim sistemini ele geçirerek ne yapacak? Sanayiyi, bankacılığı, finans ve ticareti ele geçirip de ne yapacak?

Demokrasilerde siyasi partiler, kendilerini, yönetimine geldikleri ülkenin sahipleri olarak değil, fakat kiracı olarak hissederler, böyle hissetmeleri gerekir. Seçim süreleri kira sözleşmesinin sınırlarını belirler.

Demokrasi ile yönetilen bir cumhuriyette anayasal siyasal partiler marifetiyle iktidara gelmek seçenek ve olanağı varken, bir gizli siyasal partiye dönüşen bir tarikat ve cemaatin, devlet ve toplum kurumlarını, sanayi, finans, medya ve ticaret kuruluşlarını ele geçirmek ya da bunların paralelini kurmak çabalarını nasıl açıklayacağız? Niçin? Neden?

Hele eylemlerini haram (yasaklanmış eylemler), vacip (zaruri eylemler) ve caiz (cevaz verilen eylemler) üçlemesine bağlaması gereken(!) tarikat ve cemaatlerin işlerinde bu üçlüyü tersyüz etmelerine "Makyavelizm"den başka ne diyeceğiz?

SİVİL DARBE

Cumhuriyet’in kurduğu laik kurumları ele geçirip de ne yapacaklar?

Bu sorunun cevabı biliniyor artık: Cumhuriyet kurumlarını laiklikten arındırıp haram, vacip ve caiz üçlemesinin eline teslim edecekler. Böyle bir niyet ve tutkuları yok ise bu yapılan işlerin anlamı ne? Sivil darbeden başka?

AKP sivil darbe yapmıyor ise bu fesada yardımcı oluyor. Ancak bu fesat başarıya ulaşırsa AKP’nin de kellesini alır. Mutlaka! Sudan örneği karşımızda duruyor.

FESADIN PARÇASI

Adam bana cemaatin lojistik üssü ABD’den e-posta göndermiş: "Ben de imam hatip mezunuyum ama burada kanser araştırması yapıyorum" diyor. Demek ki yetenekli biriymiş! Ama yanlış: Klasik liseden mezun olup bu işleri yapsaydı daha iyi olmaz mıydı? Hiç olmazsa betimlediğim korkunç fesadın parçası olmazdı. Burada tarikatın amacı belli: Bütün okulları imam hatip haline getirmek!

Biri de imam hatipleri eleştirerek Allah’a karşı geldiğimi, cenazemi imamların kaldırmayacağını yazıyor. Böyle mail’ler aldıkça düşünür oldum: En iyisi gayrimüslim bir ülkede ölmek ve cesedimin yakılması; küllerimin yarısının Mersin-Narlıkuyu’ya, öteki yarısının da Farilya (Gündoğan) açıklarında denize savrulması.

(Devam edecek.)
Yazının Devamını Oku

İslamcı örgütler

22 Nisan 2009
MUSTAFA Kemal Paşa 30 Ağustos 1925 günü Kastamonu’da yaptığı konuşmada şunları söylüyordu:<br><br>"Bugün ilmin, fennin, bütün kapsamıyla medeniyetin yaydığı ışık karşısında filan ya da falan şeyhin yol göstericiliğiyle maddi ve manevi saadet arayacak kadar ilkel insanların Türkiye medeni camiasında mevcudiyetini asla kabul etmiyorum. Efendiler ve ey millet; İyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru ve en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır. Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak, insan olmak için káfidir. Tarikat reisleri bu dediğim hakikatı bütün açıklığıyla idrak edecek ve kendiliklerinden derhal tekkelerini kapatacak, müritlerinin artık reşit olduklarını elbette kabul edeceklerdir." (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt 17, S.294, Kaynak Yayınları)

KORALTAN’IN PARTİSİ

"Tekke ve Zaviyelerin Kapatılmasına Dair Kanun", Konya Milletvekili Refik Bey ve beş arkadaşı tarafından hazırlanan yasa önerisiyle 30 Kasım 1925 tarihinde TBMM’de görüşülerek yasalaştı.

Yasa önerisini yapan Refik Bey, Demokrat Parti’nin kurucularından biri olan Refik Koraltan’dır. 14 Mayıs 1950 tarihinde iktidara gelen Demokrat Parti döneminde TBMM Başkanlığı yaptı. Refik Koraltan’ın kurucusu olduğu parti, önerisini verdiği yasayı ilk fırsatta çiğnemeye başladı ve tarikat şeyhlerinden, Saidi Nursi’den destek aradı. Adnan Menderes, Saidi Nursi’nin ellerini öptü.

Atatürk yaptığı bir konuşmada, "Türk Milleti’nin, milli birliğini kurmak maksadı ile bütün tarikatları kaldırdım. Çünkü onlar, ayrı ayrı cemaatlar halinde, imparatorluğun devamı müddetince milli birliği bozmuşlardı. Yeni Türkiye devleti ile Türk Milleti’nin milli birliği kurulacaktır. Artık birbirinden ayrı zümreler yaşatmayacaktır." (Enver Behnan Şapolyo, "Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi", Elif Kitabevi, S.14)

Ortaçağ’dan itibaren zamanımıza kadar Hıristiyanlık áleminde 72, Musevilikte 71, Müslümanlıkta 73 tarikat ve mezhep meydana gelmiştir. İslami tarikatlar ve mezheplerin şeyhleri ve halifelerinin kollar ve fırkalar kurmak suretiyle İslam tarikatları 204’ü bulmuştur. (Age.S11.)

BİRLİKSİZLİK NEDENİ

Arap ülkeleri ve Müslüman ülkelerinde ulusal birliğin neden kurulamadığını ciddi olarak araştıranlar bu birliksizliğin nedeninin tarikatlar olduğunu görürler. Tarikatlar ve cemaatler artık iyice politize olmuşlar ve bulundukları ülkelerde iktidar savaşına girmişlerdir. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri Filistin’in fiilen bölünmesine yol açan Hamas örgütüdür.

Aynı olguya günümüzde Sudan’da tanık olmaktayız. Siyasal partilere dönüşen tarikat ve cemaatler ülke yönetiminde söz sahibi olmak için şeytanla bile işbirliği yapmaktadır. (Faik Bulut, "İslamcı Örgütler 1" Cumhuriyet Kitapları, S.235)

HOCAEFENDİ VE ABİLER

Günümüz Türkiyesinde, 30 Kasım 1925 tarih ve 677 sayılı yasaya karşın tarikatlar "Cemaat" adı altında varlıklarını sürdürmekte. Takiye gereği "Şeyh"e "Hocaefendi" denilmekte ve Hocaefendi’nin adamları "Abi" sıfatıyla tarikat müritlerini yönetmektedir.

"Tarikat" dinin örgütlenmiş halidir ve bütün örgütlü dinler ve dinsel örgütler iktidar mücadelesi yaparlar. 1980’den bu yana bu mücadeleye tanık olmaktayız.

(Devam edecek)
Yazının Devamını Oku