Özdemir İnce

Rifat Serdaroğlu’nun mektubu

13 Mayıs 2009
SAĞLIK ve Devlet Eski Bakanı Rifat Serdaroğlu’ndan bir mektup aldım. Aktarıyorum:<br><br>"17 Nisan 2009 tarihli Köy Enstitüleri başlıklı yazınızı okudum. Size, Kronolojik sıra ile bazı tarihi bilgiler vermek istiyorum. Böylece Köy Enstitüleri’ni kimin kapattığı, kimin kapatmaktan beter ettiğini görmüş olacağız: KÖY ENSTİTÜLERİ KRONOLOJİSİ

1936 yılında Saffet Arıkan’ın Milli Eğitim Bakanlığı görevi sırasında, köy halkına pratik bilgi vermek amacı ile KÖY EĞİTMENİ PROJESİ’ne başlanır. Bu, Köy Enstitüleri’nin temelidir.

17 Nisan 1940’ta Köy Enstitüleri Kanunu kabul edilir. (TBMM’deki oylamalarla ilgili yazdıklarınıza aynen katılıyorum.)

1943 yılında yapılan 2. Milli Eğitim Şûrası’nda Köy Enstitüleri aleyhinde yaygın bir kulis faaliyeti yapılmış ve Köy Enstitüleri bir "İptidailiye dönüş" olarak kabul edilmiştir. (Bkz. Şûra kayıtları.)

1946 yılında Bakan Hasan Áli Yücel ve Köy Enstitüleri’nin mimarı Tonguç görevlerinden alınmışlardır. Milli Eğitim Bakanlığı’na Reşat Şemsettin Sirer getirilmiştir.

1947 yılında çıkarılan 5117 ve 5129 sayılı kanunlar ile öğretmene toprak verilmesi güçleştirilmiş, dağıtılmış kitaplar, aletler, hayvanlar ve malzemenin geri alınmasına karar verilmiştir. Öğretmen, yeni Türk köyünün yapıcısı değil, sadece okuma yazmayı öğreten tutucu bir bürokrat haline getirilmiştir.

1947 ve 1948 yıllarında çıkarılan 5012 ve 5210 sayılı kanunlar ile köylü, okul yapma yükümlülüğünden çıkarılmıştır.

1947-48 ders yılında, Köy Enstitüleri’nin beyin kadrosunu üreten YÜKSEK KÖY ENSTİTÜLERİ kapatılmıştır. (Bu kurum 1942-43 öğretim yılında açılmıştı.)

29.04.1947’de çıkarılan yönetmelikle öğrencilerin okul yönetimine etkin olarak katılmaları engellenmiştir.

09.05.1947 tarihli genelge ile, KIZ VE ERKEK ÖĞRENCİLER, BİRBİRLERİNDEN AYRILMIŞTIR.

20.05.1947 tarihli genelge ile, dünya klasiklerinden yapılmış çeviriler toplattırılmış ve yakılmıştır.

1948’de öğretim programı değiştirilmiş, iş eğitimi ilkeleri kaldırılarak, enstitüler klasik okullara dönüştürülmüştür."

CHP Mİ, DP Mİ?

"Bütün bunlar yapılırken iktidarda tek başına CHP vardı. 1954 yılında gerçek işlevinden uzaklaştırılmış olan Köy Enstitüleri DP iktidarı tarafından öğretmen okullarına dönüştürülerek kapatılmıştır.

Sayın İnce, şimdi size soruyorum; Köy Enstitüleri’ni, bütün bu yukarıda saydığım değişiklikleri yapan CHP mi kapatmıştır, yoksa DP mi kapatmıştır?

Ayrıca 1946’da Truman Doktrini ile Türkiye’ye askeri ve ekonomik yardımın BATI BLOKU’NUN KURALLARINA UYULMASI şartı ile gelmesi ile Hasan Áli Yücel’in Milli Eğitim Bakanlığı’ndan alınmasını (1946) da bu yukarıda belirttiğim bilgiler dahilinde değerlendirmek gerekir.

Sayın İnce, size bu sunduklarımı doğrulattıktan sonra kamuoyunu doğru bilgilendireceğinize inancım tamdır. Sağlık ve başarı dileklerimle saygılar sunarım."
Yazının Devamını Oku

’İmam-vali üzerine ciddi uyarılar’ konusunda

12 Mayıs 2009
BAZI okurlar, Mardin’in Bilge Köyü’nde işlenen 44 ölümlü cinayet konusunda özel yazı yazıp yazmayacağımı merak ediyorlar. Yazmayacağım, yazmam. Belki ilerde! Ama ben haftada beş gün bu türden sapıklık ve sapkınlıkların kökenini, ruhunu yazmıyor muyum? Yazıyorum. Bugün de bu konuda yazacağım.

Haa, "İmam-vali üzerine ciddi uyarılar"ın bu işle ne ilgisi var, diye soracaksınız. Var!

EĞİTSEL SAPKINLIK

İmam hatip mezunu, düzenlenen tezgáh sayesinde Mekteb-i Mülkiye ya da Hukuk’tan diploma alıp "imam-vali" olmuş, ben, bu sıfatının elinden alınmasını, bütün kazanımlarının hiçlenmesini önermiyorum kuşkusuz. Bu türden eğitsel sapkınlıklara son verilmesini istiyorum. Bu yanlış uygulamanın sona erdirilmesini, yoksul çocukların okutulması konusunda devletin daha ciddi, daha planlı-programlı davranmasını öneriyorum.

O zaman bu okullar asıl ve gerçek amacına yönelebilir.

Ama deniliyor ki imam hatipler olmasaydı köylünün, yoksulun çocukları açıkta kalacak, okuyamayacaktı. Bu okullara karşı olmak yoksul düşmanı olmaktır.

Bu iddialar külliyen yalan! İşe bir örnekle başlayacağım:

SÜLEYMAN DEMİREL

Büyük tarihçi Ordinaryüs Prof. Dr. Enver Ziya Karal (1909-1982). Kosova doğumlu, göçmen. İlkokulu darüleytamda (yetim ve öksüzleri korumak için 1914’te açılan yurtlar) okumuş, 1923 yılında Edirne Sultanisi’ne (Lisesi) leyli-meccani (parasız yatılı) girmiş; daha sonra 1933 yılında devlet tarafından Fransa’ya gönderilmiş. Kurtuluş Savaşı’nda bile eğitim ve öğrenimi örgütleyen, yoksul çocukları koruyan halkçı ve hakçı yönetim 8 Haziran 1926 tarih ve 915 sayılı "Lise ve Orta Mekteplere Alınacak Leyli Meccani Talebe Hakkında Kanun" çıkarmış. Şehit ve savaş malulü gazi çocuklarını, yoksul çocukları sokakta bırakmamış, korumuş ve okutmuş.

Okutulan öğrencilerden biri Enver Ziya Karal. Aklımda kaldığına göre Prof. Dr. Mustafa İnan, Süleyman Demirel. Daha binlerce, yüz binlerce mezun yönetici, bilim adamı, sivil meslek sahibi... Her ailede bir tane mutlaka vardır.

KUYRUKLU YALAN

Demek ki imam hatip okullarının yoksul çocukları okutmayı amaçladığını söylemek kuyruklu bir yalan. Çünkü parasız-yatılı sistemi var devletin. Bu sistemi geliştirmek cumhuriyet hükümetlerinin işi. Yüzlerce imam hatip okulu açacağına her ortaöğretim okulunun bulunduğu yerde parasız-yatılı öğrenciler için yurtlar, pansiyonlar açarsın. Böylece yoksul öğrencilerin imam hatiplere yığılmasını önlersin. Bu okulları kuruluş yasası ve amaçları sınırları içinde yönetir ve yönlendirirsin.

Amaç yoksul çocukları okulsuz bırakmamak ise yapılacak ilk iş temeli 1926 yılında atılmış "parasız-yatılı" sistemini geliştirmek, çağdaşlaştırmak.

Ama sorun yoksul çocukları okutmak değil, onları eğitimin ve toplumun İslamileştirilmesi operasyonunda kullanmak.

* * *

Bir imam-valiye soracak olursanız, kız-erkek birlikte okunan karma okulların Mardin katliamında önemli payı var(mış). Kızları okutmak için ayrı kız okullar açmak gerekiyormuş. Cumhuriyetin kızlarla erkekleri aynı okul, aynı sınıf ve aynı sırada okutmak için kurulduğunu bilmiyor mu imam kafalı vali?
Yazının Devamını Oku

Babalar ve oğullar

10 Mayıs 2009
’NEDİR bu babalardan çektiğimiz?’ Bu cümle hayatım boyunca söylediğim en gerçekçi, en doğru cümlelerden biridir! Tanbey 12 yaşındaydı. Hiçbir hazırlık kursuna gitmeden Ankara Anadolu Lisesi’ni ilk beşte ya da onda kazanmış parlak bir öğrenciydi. Zaten daha sonra üniversiteye giriş sınavlarında sadece Hacettepe Tıp Fakültesi’ni yazarak kazandı. Ön sıradakilerden biriydi. Kendini sıksa, başkalarıyla yarışmayı istese, bütün sınavlarda birinci olabilirdi. Zaten şu anda bulunduğu yer ve donanımı bunu kanıtlıyor.

TANBEY’İN 10 LİRASI

Evet, Tanbey 12 yaşındaydı. Üniversiteyi bitirinceye kadar her sabah kapıdan uğurladım. O da her sabah bir oyun olarak elimi öptü. Her sabah "Harçlığın var mı?" diye sorardım. O da "Var, annem verdi!" derdi.

Bir sabah zorla on lira verdim. İstemeyerek aldı. Birkaç gün sonra, okula gitmeden önce odasına gittim "Paran var mı?" diye sordum. "Yok!" dedi.

Nasıl olmazdı, daha iki gün önce 10 lira vermiştim. Parayı hesaplı harcamalıydı. Bu çıkışmam üzerine ağlamaya başladı. Hemen sarıldım, ben de ağlamaya koyuldum ve o ünlü cümlemi söyledim: "Nedir bu babalardan çektiğimiz!" dedim ve özür diledim.

Annesine anlatmış, bana anlatmadı: Okulda gazoz içerken 10 lira çıkardığını gören çocuklar, "Bize de ısmarla!" demişler. O da herkese ısmarlamış ve para bitmiş.

SÖYLENMEYEN SELAMLAR

Tanbey’i bakkala falan bir şey almaya gönderdiğim zaman tıpkı babam gibi ben de oğluma, "Babamın selamı var demeyi unutma ha!" diye tembih ederdim. Tanbey bunun aramızda bir oyun türü olduğunu bilirdi. "Elbette!" derdi. Ama söylemediğini bilirdim.

Babam beni karpuz ya da bir şey almaya gönderdiği zamanlar mutlaka, "Babamın selamı var demeyi unutma!" derdi.

Karpuz iyi çıkınca bunun hikmetini kendi selamında arardı. Kabak çıkınca da "Selamımı neden söylemedin?!" diye dayak atardı.

Oysa ben hiçbir satıcıya babamın selam söylediğini söylemezdim.

OKUMANIN BİR YAŞI VAR

Bir gün bir arkadaşımla yemek yiyorduk bir meyhanede. Arkadaşım bana Tanbey’in neden öteki öğrencilerle birlikte duvarlara devrimci afiş yapıştırmaya gitmediğini sordu.

"Kendi bilir, ne yapacağına kendisi karar verir, ben karışmam!" dedim. Arkadaşım, "Sen ne biçim devrimcisin?" diye çıkışarak beni kınadı.

O dönemde, o günlerde Tanbey’in liseli yaşıtları ya kurşunlanıyor ya da hapse giriyordu. Ben ve annesi o yılların cehenneminde tek çocuğumuzun eve dönmesini kıvranarak beklerdik.

Tanbey’e hiçbir gün şunu oku, bunu oku, demedim. Evde Türkçe, Fransızca, İngilizce binlerce kitap vardı. Alıp istediğini okuyabilirdi. Kendi özel kitaplığı da vardı.

Tıbbiyeyi bitirdiği hafta kitaplığıma gitti, Engels’in "Doğanın Diyalektiği"ni ve Charles Darwin’in "Türlerin Kökeni"nin İngilizcelerini aldı. Okuduktan sonra bana gelip "Bu kitaplarda yazanlar biyolojide, moleküler biyolojide okuduklarımla örtüşüyor!" dedi.

Ben bu yazıyı, "Bilimi de, dini de okumanın bir yaşı vardır! Çocuklarımıza işkence etmeyelim!" diyebilmek için yazdım.

Not: Bu yazıyı aylar önce yayınlayacaktım. Kısmete bakın bugün Anneler Günü imiş!
Yazının Devamını Oku

Avrupa Günü

9 Mayıs 2009
BUGÜN "Avrupa Günü"! "Gün"ler bir vesile. Günlerle, anma günleriyle ilgili yazılar yazmak hoşuma gidiyor. Çünkü hem anımsama ve bilgi tazeleme, hem de eleştiri fırsatı veriyor.

Avrupa Konseyi, 5 Mayıs 1949’da Belçika, Danimarka, İtalya, Lüksemburg, Hollanda, Norveç, İsveç ve İngiltere tarafından kuruldu. Merkezi Strasbourg’da (Fransa).

Gördüklerinden göz kirası isteyen, ebedi ve ezeli "Düşman Kardeşler" (!) Türkiye ile Yunanistan, 11 ve 12. üye olarak 9 Ağustos 1949 tarihinde Konsey’e katılmış.

Şu anda Belarus, Kazakistan, Kosova ve Vatikan dışında bütün Avrupa ülkeleri Konsey’in üyesi. Böylece, Avrupa Konseyi sayesinde, bir Orta Asya ülkesi olan Kazakistan’ın da Avrupa’da ikamet ettiğini öğrenmiş bulunuyoruz. Kazakistan’ın Avrupa Konseyi’ne üye olmasına karşı olamam. En azından büyük şair, dostum Olcas Süleymanov’un memleketi olduğu için.

Türkiye’nin Avrupa’da olmadığı söyleniyor da...

SÜMERLER AKRABA

Oysa adı bile Türkçe! Durun, durun, hemen itiraz etmeyin! Yıllar yılı kuyruğuna teneke bağlanan mahalle kedisine çevrilen Güneş-Dil Teorisi son yıllarda uluslararası bilim çevrelerinde ciddiye alınıyor.

Başta Muazzez İlmiye Çığ olmak üzere yerli ve yabancı birçok bilim insanı Sümerliler ile Türklerin, Sümerce ile Türkçenin çok yakın akraba oldukları kanısında.

Öte yandan, kimilerini çıldırtacak bir başka iddiayı da anacağım. İsveç’in ilk tarih profesörü Sven Lagerbring (1707-1787), "Bizim atalarımız Oden’in yoldaşları Türklerdir. Bu konuda elimizde yeterli belge var. Onları Traklar ya da Getler olarak göstermek isteyenler var. Eleştirme gereği duymuyorum. Benim vardığım sonuçlar değişmiyor. Çünkü bunlar aslında Türklerle bir serüveni olan halklardır. Liderlerimiz rahatlıkla, atalarımızı Türkler ve Göçerler olarak gösteriyor" diyor.

Ben Prof. Lagerbring’in yalancısıyım ve bunları "Bilim ve Ütopya" dergisinin Nisan 2009 sayısından aktarıyorum.

AVRUPA: UYGARLIK DIŞI

Bilim ve Ütopya’nın 28-31 sayfalarında M.Ünal Mutlu’nun kaleme aldığı "Türkçe ve Kengerler (Sümerliler)" başlıklı bir makalesi var.

Yazarın iddiasına göre Avrupa sözcüğü Türkçe-Kengerce kaynaklı.

Avrupa sözcüğü, URUK/ERECH (Uygarlık) + BAR (Dışı) sözcüklerinden türeyip URUBA olmuş. Daha sonra EUROPE’a, Avrupa’ya dönüşmüş. "Avrupa"nın anlamı: "Uygarlık dışı".

Uygarlık o çağda Mezopotamya’da olduğuna göre Avrupa’nın uygarlık dışı olması çok doğal.

Son zamanlardaki bulgular, uygarlık merkezinin eski Yunan’da değil Mezopotamya ve Anadolu’da olduğunu gösteriyor.

EY ÇÜRÜK NEO-LİBERALLER

Önümüzdeki yıllarda Sümerlilerin Türk olduğu, Sümerli dili Kengerce’nin eski Türkçe olduğu yadsınmaz bir şekilde kanıtlanabilir. Ama bu, uygarlığın en önemli merkezinin 500-600 yıldır Avrupa olduğu ve Mezopotamya ile uzantısı bölgenin artık "Urukbar" (Uygarlık dışı) coğrafyada kaldığı gerçeğini değiştiremez. Değiştiremiyor! Ama neden?

AKP doğal olarak böyle şeylerle ilgilenmiyor. Türklerin ve Türkçenin Araplara ve Arapçaya akraba olmasını arzu ederdi.

Ey çürük neo-liberaller, AKP’nin Avrupa Birliği’ne girmek istediğine hálá inanıyor musunuz?
Yazının Devamını Oku

Kadınların özgür birey olabilmeleri için...

8 Mayıs 2009
SİZ bu yazıyı okurken biz Paris’ten Luxembourg’a gidiyor olacağız trenle. Luxembourg’da Avrupa Şiir Akademisi’nin altı aylık toplantısına katılacağım. Hayatımın hiçbir anında bulunduğum ülkeyi ve kenti yazıya geçirmedim. Olaylarla ilgili haber yazdım ama ne şiir yazdım, ne de başka bir şey. Bir ülkede bir başka ülkeyi, bir kentte bir başka kenti yazdım. Şimdi de Paris’te Kahire’yi yazacağım. Ve bana ’Yaşadıklarını anında yaz!’ diye çıkışan dostlarımı bir kez daha kızdıracağım. (Yazıyı ancak bugün yayınlayabiliyorum.)

* * *

14 Mart 2009. Kahire, Pyramisa Oteli. Ülker’le Piano Bar’da oturuyoruz. Başta Titos Patrikios olmak üzere toplantıya dünyadan katılanların ortaya çıkmasını bekliyoruz.

Derken, otelin kapısında bir curcunadır kopuyor. Bir zurna, birkaç tef bir oyun havası salgılamaya başlıyor. Bildiğimiz ritimde. Tanıyoruz.

Kafile yavaş yavaş Piano Bar’ın önündeki alana geliyor. Tek tük entarili erkek var. Erkeklerin hepsi modern giyimli. Araplar da Karadenizliler gibi ucu sivri ayakkabıları seviyorlar.

Kadınlara gelince türlü çeşitli: Kral Faruk döneminin eski Yusuf Vehbi, Tahiyye Karyoka filmlerinde boy gösteren modern kadınların torunları kadınlar birkaç tane. Uzun etekli, başı örtülü geleneksel kadınlar çoğunlukta. Epeyce de kara çarşaflı ve peçeli kadın var. Peçe yarığından birinin gözlükleri görünüyor.

Damat pek fiyakalı. Gelin hanım beyazlar içinde, başında kocaman bir Bröton hotozu.

Herkes şakkıdı şakkıdı göbek atıyor.

* * *

Tanca’dan Kahire’ye, Beyrut’a, Bağdat’a bütün Arap kadınlarının büyük sorunları var. Bizim Medeni Kanun bağlamına giren özgürlükler ve eşitlikler konusunda.

Modern Arap edebiyatını sayemde öğrenen sağcılar ve İslamcılar benim Müslüman dünyasını hiç tanımadığımı ileri sürerler. Yeterince tanımadığım kesin ama bizimkilerden daha iyi tanıdığım da kesin. Bizimkilerin Arap kadınlarla oturup dertlerini dinlediklerini hiç sanmam.

Arap kadınlarının okumuşlarının bizimkilerden çoğu zaman iyi olduklarını söyleyebilirim. Ancak çoğunun anlayamadığı sorunlar var. Bu sorunların ne olduğunu anlatan bir kitap yakında ülkemizde yayınlanacak. Kitabın çevirmenine ve Arap kadın dostlarıma söylediklerimi burada bir kez daha tekrarlayacağım:

* * *

Arap aydını kadınlar, feministler, emansipasyonistler, özgürlükçüler, hepsi, kurtuluşlarını Kuran’da, hadislerde ve erkeklerin yaptığı tefsirlerde arıyorlar(dı). Yirminci yüzyılın başından itibaren bu hareketlerin hepsi Kuran ayetlerini, hadisleri, tefsirleri kullanan erkekler tarafından boğuldular, bozguna uğratıldılar. Müslüman Kardeşler içinde ve dışında ortaya çıkan feminist hareketler tahta kurusu gibi ezildi.

Kadınların özgür birey olabilmeleri için kutsal metin engelini ve erkek egemenliğini aşarak ideal olanı yani laikliği istemeleri ve bulmaları gerekiyor. Kuran referansıyla Arap kadınının özgürleşmesi, modernleşmesi olanaksız. Önlerinde örnek olarak Cumhuriyet Türkiyesi var!

Cumhuriyet’in verdiği armağanlara sahip çıkmayan, nankörlük eden ve her gün Arap dünyasına kayan bizim kadınlara ise söyleyecek hiçbir sözüm yok. Kendi düşen ağlamaz!

Arap kadınları Türk dizilerini neden seviyorlar? Bunun cevabını bulsunlar yeter!
Yazının Devamını Oku

Kuran dili

6 Mayıs 2009
"Bayık sakınıcılarundur zafar bulmak; bostanlar dakı üzümler, dakı emceği saklanmış avratlar yaşdaşlar, dakı kadah tolu." Yukardaki satırlar 15. yüzyıl başlarında Muhammed Bin Hamza (Molla Fenari) tarafından yapılan ve Kültür Bakanlığı tarafından (1978) yayınlanan Kuran tercümesinden aktarıldı: Nebe Suresi (79), 31-34. ayetler. Ve çeviriyi yayına hazırlayan: Dr. Ahmet Topaloğlu.

Ne anladınız? 15 sözcük arasında en fazla 5-6 sözcüğü tanıdınız. Cümle yapısı da değişik.

Anlamını çıkartamayacağımız bazı sözcüklerin anlamını yazıyorum:

Bayık: Şüphesiz ki. // Sakınıcı: Takva sahibi, kötülükten korunan.

Zafar bulmak: Kurtulma, kurtuluş. // Dakı: Ve

Emcek: Meme, bicik. // Yaşdaş: Yaşıt.

Kadah:
Kadeh. // Tolu: Dolu, dolmuş.

Şimdi günümüzün diliyle söyleyelim bu ayeti:

"Şüphesizdir ki kurtuluş kötülükten korunanlarındır; bostanlar ve üzümler, ve memeleri saklanmış yaşıt kadınlar, ve dolu kadeh."

ELMALILI VE YAŞAR NURİ’NİN MEALİNDEN

Şimdi, Nebe Suresi’nin 31-34. ayetlerinin çevirisini önce Elmalılı M. Hamdi Yazır’ın, sonra Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk’ün Türkçe mealinden aktaralım:

"Şüphesiz ki korunanlara, kurtuluş ve isteğine kavuşma var. Bostanlar var, üzümler var. Ve turunç memeli aynı yaşta genç kızlar var. Ve bir dolu kadeh var."

"Takva sahipleri için bir kurtuluş ve zafer vardır. Sulak bahçeler, bağlar, üzümler. Göğüsleri turunç gibi yaşıtlar. Dopdolu kadehler vardır."

Fransızca ve İngilizce bilenler için ayetlerin bu dillerdeki çevirileri:

"Ce sera un succès pour ceux qui craignent Dieu: des vergers et des vignes, des adolescentes d’une égale jeunesse, des coupes débordantes." (D. Masson çevirisi)

"As for those who preserve themselves from evil and follow the straight path, there is attainment for them : Orchards and vineyards, And gracefull maidens of same age, And flasks full and flowing." (Ahmed Ali çevirisi)

ORHUN TÜRKÇESİNİ NE KADAR ANLIYORSAK

Vaziyet anlaşıldı: Yeryüzünde şeytana uyup günah işlemeyen erkeklere öteki dünyada armağanlar var. Neymiş bu armağanlar, bir sayalım: Bostanlar, şarap bağları; herkese hepsi aynı yaşta (turunç memeli) genç kızlar ve içki dolu kadehler.

Amacım Allah’tan korkan erkeklerin cennette kazanacakları değerli armağanların neler olduğunu ifşa etmek değil. Kadınların neden ödüllendirmediklerini sormak da değil. Amacım şu: Nasıl biz 15. yüzyıl Türkçe çevirisini bugün anlamıyorsak, günümüz Fransız ve İngilizleri de 15. yüzyıl Fransızca ve İngilizcesiyle çevrilmiş metinleri çok zor anlarlar.

Peki 7. yüzyıl Arapçası ile inmiş olan Kuran’ı günümüz Arapları (sokaktaki Arap değil, üniversite mezunu Arap) anlayabilir mi? Biz Orhun Kitabeleri’ni ne kadar anlıyorsak onlar da Kuran’ı o kadar anlarlar, yani anlayamazlar. Bizim hocaların yüzde 99,99’u da anlamaz. Ama bazı álim kılıklı zalimler bu metinleri 8-10 yaşındaki çocuklarımıza ezberletmek istiyorlar. Zaten ezberletiyorlar!
Yazının Devamını Oku

Gene aynı püsküllü bela

5 Mayıs 2009
GEÇEN ay, Kahire’de Pyramisa Oteli’nin Piano Bar’ı önündeki lobi masasında oturuyorum. Bizimkileri bekliyorum. İki-üç basamak daha çıkıp içeride oturmak istemiyorum. Çünkü biraz "Arapça tekellüm" ettiğimi bilen garsonlar kendilerini göstermek için bir duble buzlu Jameson getirme yarışına giriyorlar. Biri bitmeden bir başkası!.. "Şükran ya ahi!" LOBİ SOHBETİ

Lobide bunca yer varken bir adam gelip yanıbaşıma oturdu. Ben gelip geçene bakarken bir süre sessiz kalan adam bana Arapça bir şeyler söyledi. Ben "Mabaarif Arabi", Arapça bilmiyorum diye cevap verdim. Yüzüme inanmadan baktı.

"İsterseniz Fransızca, İngilizce, Türkçe konuşabiliriz" dedim. "Ben Türküm!"

Adam hemen İstanbul’un güzelliklerini saymaya başladı İngilizce: Beyoğlu, Tarabya, Adalar.

Ne iş yaptığımı sordu.

Edip olduğumu söyledim ve uyduruk Arapçamla ekledim: "Muharrirün ceride!" dedim.

Kendisi de araştırmacı ve tarımcı imiş. Zamane gençlerinde iş olmadığını söyledi hemen, bütün amaçları bir káğıt parçası olan "şahadetname" almakmış. Diploma yani.

MÜSLÜMAN ADI

İş sonunda geldi Arap ülkelerinde karşılaştığım tehlikeli soruya dayandı. Adam adımı sordu.

"Özdemir İnce!" dedim. Adam anlamayarak aval aval yüzüme baktı.

"Sizin bir Müslüman adınız yok mu?"

"Yok!" dedim. "Fakat babamın adı Ahmet Şükrü, annemin adı Nasibe. (Adam "Ahmet" ve "Nasibe"yi benden sonra tekrarladı.) Onlar Osmanlı vatandaşı olarak doğdular, ben laik Cumhuriyet vatandaşı olarak doğdum."

"İyi de gene de bir Müslüman adınız olmalı eğer Müslümansanız! Peki neden Arapça bilmiyorsunuz, Arapça öğrenmiyorsunuz?"

"Peki siz neden Türkçe öğrenmediniz Osmanlı döneminde, şimdi siz neden öğrenmiyorsunuz?"

"Kuran Arapça olduğuna göre bütün Müslümanlar Arapça öğrenmeli!"

"Kuran’ı Türkçe ve Fransızca tercümelerinden okuyorum. Peki siz Kuran Arapçasını yüzde yüz anlıyor musunuz?" Bu soruyu domuzuna sordum!

"Hayır, ama büyük müfessirlerin tefsirleri var, onları okuyorum" dedi.

"Benim müfessire ihtiyacım yok. Bütün müfessirler felakettir. Kuran tefsircileri de, Marx tefsircileri de, Freud tefsircileri de... Ben kendi kendimin tefsircisiyim!"

"Ama müfessirler álimdir" diye itiraz etti.

"Aziz dostum, karşınızda oturan bendeniz de bir álim sayılırım!"

ZULAYA SAKLAYIN

Tartışma karışık sohbet bu minval üzere devam edecekti ki Titos Patrikios, Ülker ve Tanbey geldiler ve beni bu engizisyon işkencesinden kurtardılar.

Ey AKP’ye oy veren ve verecek Ayça’lar, Tansu’lar, Gülümsün’ler, Ertuğrul’lar, Oktay’lar, Doğaner’ler, Tufan’lar, Yalçın’lar! Kendinize hemen bir Müslüman adı da bulun ve bir zulaya saklayın!

Milliyet ceridesi muharriri Hasan Cemal’in böyle bir mesele-i kebiri yok! Talibani cumhuriyette de dört ayak üzerine düşecek. Gene işi iş!
Yazının Devamını Oku

’Bana da ’hırsız’ diyorlar!’

3 Mayıs 2009
1966 Temmuzu’nda Fransa’dan Türkiye’ye döndükten sonra gelecek kaygılarım koyulaşmaya başlamıştı. Bu nedenle taşradan Ankara’ya, İstanbul’a gelmeyi düşünmeye başlamıştım. 1966-1968 yılları arasında Milli Eğitim Bakanlığı’nın açtığı yurtdışı sınavlarına girdim, hepsini kazandım. Sınav sonuçları ya iptal edildi, ya baraj notu değiştirildi ya da şöyle bir mektup aldım: "Falanca tarihte açılan sınavı kazandınız. Bakanlığımız sizi üçüncü sırada göstermeyi uygun gördü." Avrupa Konseyi’nin verdiği özel burstan iki kişi yararlanacağı için beni üçüncü göstermeyi uygun görüyorlardı mesela. Benim üçüncü gösterildiğim sınavda ikinci ya da birinci olan arkadaş bir trafik kazasında öldü. Bunun üzerine Milli Eğitim Bakanlığı’na uygun bir dilekçe yazdım. Durumu anlattım. Cevap bile vermediler. O yılların boğucu ortamı beni iyice küstahlaştırmıştı. MEB’e birkaç kez şöyle telgraf çektiğimi anımsıyorum: "Kazandığım sınavın sonucunu lütfen bildirin!"

HAN BAR’DA GÖZALTI

Baktım, olacak gibi değil, öğretmenliği bıraktım ve TRT’ye geçtim. Kurulmakta olan Planlama bölümüne girecektim. Bölüm kurulamadı. Ben de Dış Haberler Müdürlüğü’nde Emil Galip Sandalcı’nın yanında çevirmen olarak çalışmaya başladım. Bir süre çevirmenlik işi yaptım. Nuri Çolakoğlu, Esin Talu Çelikkan ve Nili Tlabar’ın editörlüğünde. "Dünya Sorunları" adlı, TRT çalışanlarına yönelik "Hizmet İçi" önemli bir yayına çeviriler yapıyordum.

Bu arada rahmetli Semih Tuğrul ve rahmetli Mahmut Tali Öngören’in isteği ve yönlendirmesi üzerine kurulmakta olan Ankara Televizyonu’na geçtim. Sonunda beni mutlu eden bir işte çalışmaya başlamıştım. Öyle çalıştım ki çabucak yükseldim!

Bu arada 12 Mart oldu. "Dünya Sorunları" yayını yüzünden Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından gözaltına alındım 11 Ağustos’ta. Bodrum’da, Han Bar’da. Oysa eylül ayında Paris’e gidip ORTF (Fransız Radyo-Televizyon Kurumu) stüdyolarında en azından bir yıl staj görecektim. Yurtdışına çıkışım yasaklandığı için Paris’e gidemedim.

ÖZEL PASAPORT

Taa 1975 yılına kadar yurtdışına çıkamadım. Derken, Demokratik Alman Cumhuriyeti’nden bir festival daveti gelmiş. TRT Yönetim Kurulu, festivale Zeki Sözer (Televizyon Daire Başkanı), Özdemir İnce (Program ve Yayın Planlama Müdürü) ve Müzik-Eğlence Şubesi Müdürü Yıleri Atamer’in katılmasına karar vermiş. Ama ben pasaport alamıyorum. TRT Genel Müdürlüğü’nün talebi ve hükümetin özel kararı ile bana pasaport verildi ve Türkiye’yi DDR gibi komünist bir ülkede temsil ettim.

Biz Doğu Berlin’deyken Milliyetçi Cephe Hükümeti TRT’ye yeni bir genel müdür atamış, yeni genel müdür de ilk iş olarak Zeki Sözer’i ve beni görevden alarak "Kızakta Müşavir" yapmıştı. Ankara’ya dönüşümüzde öğrendik.

SOLCUYUM, GURURLUYUM

Bir süre böyle gitti. Gitti ama televizyonda işler iyi gitmiyordu. Bir gün yeni Televizyon Daire Başkanı beni makamına davet etti. Kendisine yardımcı olmamı istedi. Bir yetkim olmayacak ama fikir verecektim. O isterse fikirlerimi uygulayacaktı. Önerisini kabul etmedim. O zaman hüzünlü bir sesle: - "Size solcu dedikleri için üzüldüğünüzü biliyorum. Üzülmeyin, bana da ’hırsız’ diyorlar" dedi. Ben de:

- "Bana ’solcu’ dedikleri için üzülmüyorum, gurur duyuyorum!" dedim.
Yazının Devamını Oku