18 Haziran 2010
BEN bütün Türkleri sevmem. Bazılarını severim: Hepsini değil ama bazı şairleri ve yazarları; dünyanın en büyük ressamlarından Alaettin Aksoy’u, Nebahat Çehre, Tarık Akan, Rutkay Aziz ve Çiçek Arif’i; Hürriyet Gazetesi’nde Ayça Aktan ve Doğaner Gönen’in şahsında yazıişleri mensuplarını; telefon santralında ve ulaştırmada çalışanları severim. Zeynep ve Ali Erten’i severim.
Çocukluğumun Mersinlilerinden Mersinli Ahmet’i, Bombacı İlhan’ı, Araliktan Nusret’i, Deli Kadir ve anasını, Deli Cemil’i, Cilveli Cennet’i, Kont Ahmet’i, Fedai Mustafa’yı, Saraç Mahmut’u severim. Türk dünyasının geri kalanından nefret etmem elbette.
Sağsolcuları sevmem ama 68’in otlaklarında otlayan dinozor arkadaşları çok severim.
Eski Araplardan başta İmriülkays olmak üzere Yedi Askı şairlerini, Hallac ve Niffari’yi, Al Maarri ve Abû Nuwâs’ı; yenilerden Venus Khoury Ghata’yı, Adonis’i, Abdellatif Lâabi ve Tahar Bekri’yi, Abdalwahab Meddeb ve Muhammed Bennis’i severim. Ayrıca eski şarkıcı ve dansözlerden Behiyye Şıkşık, Tahiyye Karyoka, Abdelwahab, Ferid El Atraş’ı severim.
Sevdiğim Fransızlar, Amerikalılar, Almanlar, Ruslar, Yunanlar, Güney Amerikalılar, Asyalılar, Afrikalılar, Avustralyalılar ve Okyanusyalılar vardır. Yüreğim ve sabrım o kadar geniş değildir. Bu nedenle herkesi sevemem.
TÜRK MİLLETİ ARAP’SIZ YAŞAYABİLECEĞİNİ KANITLADI
10 Haziran günü İstanbul’da düzenlenen Türk-Arap İşbirliği Forumu’nda konuşan Başbakan Erdoğan, “Türkiye’nin Batı’dan koptuğunu iddia edenler art niyetli, kötü niyetli bir propagandanın taşeronlarıdır. Yüzyıl boyunca Türkiye ile Arap dünyası, işte bu art niyetli propagandanın bir neticesi olarak birbirine sırtını dönmüş, birbirinden uzak kalmıştır. Türk-Arap dostluğu geçmişe dayanır. İstiklal Marşı’nın şairi Mehmet Âkif Ersoy’un şu dizeleri bu gerçeği ortaya koyar: Türk Arap’sız yaşayamaz; kim ki yaşar der, delidir. Arap’ın Türk hem sağ gözüdür, hem sağ elidir” (Hürriyet, 11.06.10) demiş.
Oysa Türk milleti Arap’sız yaşayabileceğini yüz yıla yakındır pek güzel kanıtladı. “Ne Şam’ın şekeri, ne Arap’ın yüzü!” sözünü Türklerin ataları acaba ne zaman söylemiş olabilir? Araplar bu deyişi biliyorlar ve çok kızıyorlar.
Aklı başında bir Arap’ın da Türklerin Arapların sağ gözü ve sağ eli olmasını kabul edebileceğini sanmam. Hamas işte bu nedenle Türkiye’nin değil de Mısır’ın arabuluculuğunu kabul etti. Emir Hüseyin ve Wahabi isyanlarını, 1914-1918 arasında İngiliz Lawrence’in peşinde yedikleri herzeleri unutalım. Sayın Başbakan, Türkleri sağ göz ve sağ el olarak kullanan Araplara bir talimat verse de Kuzey Kıbrıs Türk Devleti’ni resmen tanısalar bari.
Başbakan yaptığı konuşmada Arapça “al caar, kabl ed daar” da demiş. “Ev alma komşu al” anlamına geliyormuş. Ancak, Arapçada bir de “Men dakka duka” (Çalma elin kapısını çalarlar kapını) diye bir deyiş de vardır. Ve çok daha derin anlamlıdır.
Pek yakında sevdiğim Arap dostlarımı göreceğim. Kendilerine soracağım, bakalım, Türklerin Arapların sağ gözü ve sağ eli olmasını kabul ederler mi? Sol gözün ve sol elin ne günahı var? Arap meftunu ya da İsrail taşeronu olmadan da bir başka dünya mümkündür!
Yazının Devamını Oku 16 Haziran 2010
‘Yazınızı HAYRETLE okuduk. Görüş ve kanaatleriniz tamamen sizin saçma sapan görüşlerinizdir. Böyle bir yazıyı yazmaya utanmıyor musunuz bu kadar ölünün üzerine bu kadar Türk kanı üzerine. Nerde kaldı Türklüğünüz? İsrail taraftarı yazınız tamamen İsrail avukatlığı içeriyor. Hiç olmadı acılarımız geçmeden, yaralarımızı sarılmadan bu yazı yazılmamalıydı!’
* * *
“Şu anda uyku tutmadığı için, bir TV kanalında bir program seyrediyorum. Ekranda çapsız 3-4 insan var ki, anlatılamaz. (Not. 11 Haz 2010, [Televizyonun adı], gece 12.30 suları, [Programın adı]).
Bugünkü yazınız ellerinde, size İsrail yanlısı vb. ithamlarla gidiyorlar. Bırakın tutarlı devlet yönetimini, uluslararası ilişkileri, daha hukuktan, demokrasiden, ve de fikre saygıdan hiçbir şey anlamayan insanlar oldukları her hallerinden belli. Kendi fikirlerini bile ifade etmekten ve karşıdakinin fikrini dinlemekten acizler. Seyrediyorsanız, olduğundan eminim, ancak seyretmiyorsanız, sizin bunlara ciddi bir bakış atıp kahkahalarla güleceğinizi düşünüyorum. Ve de insanların sağlam fikirler arkasında durduklarında ne kadar yüceldiklerini bir daha görüyorum.”
* * *
9 Haziran günü yayımlanan “İşin Aslı Astarı” yazıma gösterilen iki tepki, iki e-posta. Daha başkaları da var. Olumsuz olanın en hafifini, en hakaretsizini, en küfürsüzünü, en suç oluşturmayanını seçtim. Olumlu olanın ise övgüsü en azını. Kuşkusuz, yazılarımda kimsenin duygu ve düşüncesine “tercüman” olmaya kalkışmadığım gibi, onlara gösterilen tepkilerden de etkilenmeyi düşünmem.
Ancak birinci e-postanın yansıttığı cemaatçi tepkinin de teşrihini, yorumunu yapmamız gerekiyor. Aralarında “ulusal” olanı da olmak üzere “bütünlük”ü reddetmeden cemaatçi olmak mümkün değildir. Toplumun bireyi içinde yaşadığı topluma karşı sorumluluk duyar. Bu sorumluluk karşılıklıdır. Oysa bir cemaatin mensubu sadece kendi cemaatine bağlıdır. Aralarında “ulusal” olanı da olmak üzere hiçbir “bütünlük”ü umursamaz.
Ulusal bütünlüğü reddeder ama kendi cemaatinin benzerleri ile yurtdışında ilişkiler kurar. Tarih ve sosyolojide buna “ümmet” ilişkisi denir. Ümmet ilişkisinin yarattığı ümmet bilinci, ulusal bilince tam anlamıyla karşıdır. Ulusal olan her şeye karşıdır. Ben, ulusal çıkarları savunduğum için, cemaatçiler tarafından “İsrail’in avukatı!” ilan ediliyorum.
* * *
Bunun böyle olduğunu son Mavi Marmara olayında gördük. Mavi Marmara seferini tasarlayanlar, hazırlayanlar, yönlendirenler ve destekleyenler Türkiye Cumhuriyeti’nin ve ulusunun çıkarlarını, güvenliğini akıllarına bile getirmediler. Ümmet tutkularının peşinde ülkeyi savaşa sokmayı bile göze aldılar.
Ancak, Irak ve Afganistan Müslümanlarının bu ümmete dahil olmadığı da ortaya çıktı.
Bir başka dünya mümkündür, ama ümmetçi kafa ile değil!
Yazının Devamını Oku 15 Haziran 2010
10 Haziran 2010 tarihli Vakit Gazetesi Arşiv sayfasına “İsrail Avukatını Buldu” diye sayfa boyu bir manşet atmış. Aynı sayfada, Kadınlar Günü’nde konuşma yapmak üzere davet edildiğim bir Karadeniz ilinde CHP’nin Altı Ok’u önünde çekilmiş bir fotoğrafım var. İki-üç yıl önce çekilmiş. Akılları sıra benim üzerimden CHP’ye de gönderme yapıyorlar. O fotoğraf doğrudur, ama herhangi bir konuşma yapmıyorum. Neden konuşma yapamayacağımı açıklamaktayım. Neyse, şimdi bu türden ucuz fitnelerle uğraşacak değilim!
Manşetin altında şöyle bir açıklama yazısı yer alıyor: “Hürriyet’te bu defa ‘Ağlayan Komando’ gibi kıvırtmalı manşet yoktu. ‘İşte İsrail’in sildiği’ gibi ıkınıp sıkınmalara başvurmadılar. Yekten İsrail ne demek istiyorsa Özdemir İnce adlı yazarları madde madde sıraladı. Şimdi okuyacaklarınıza inanmayacaksınız:”
Altında benim 9 Haziran tarihli yazımda yer alan 8. madde.
* * *
Vakit’te boy hedefi gösterilmem ilk değil. Ama bu kez işaretin arkasından gelen tehditler hem yoğunlaştı, hem çoğaldı, hem de keskinleşti. Mehmet Akif Can adlı biri 11 Haziran günü büyük harflerle yazılmış aşağıdaki tehdidi gönderdi:
“Sana sadece bu kadarını söylüyorum. Sen bir vatan hainisin, senin gibilerin bu ülkede yeri yok. Senin gazeten de Yahudi lobisinin hizmetinde. Az kaldı. O, Müslümanların hesap soracağı günler de elbette gelecek!”
Hürriyet’te yazmaya başladığım 1 Ocak 2000 tarihinden bu yana bana küfredenleri, hakaret edenleri, yazılarımı saptıranları, beni hedef gösterenleri adam yerine alıp mahkemeye vermedim. Mehmet Akif Can’ın tehdidini almasaydım, beni boy hedefi yapmasına karşın Vakit’i gene mahkemeye vermeyecektim. Bu kez hem Mehmet Akif Can’ı hem de teşvikçisi gazeteyi mahkemeye vereceğim
* * *
Yazılarımda kimsenin avukatlığını yapmadım, yapmam. Ancak benim en önemli işim yalan bozmaktır, büyü bozmaktır; bu türden yaratıklar tarafından kirletilen hava ve toprağı temizlemek, akılların bozulan zembereğini tamir etmektir.
Türkiye, Mavi Marmara operasyonu ile müthiş bir tuzağa düşürülmüştür. İsrail’i boş versek de, bundan böyle Türkiye’nin ne ABD ile, ne AB ile, ne de uygar dünya ile ilişkisi aynı kalacaktır. Türkiye halkı aldatılmaktadır: İsrail’in barbarlıkları, yasa tanımazlıkları ayrı hesaplanır ve değerlendirilir. Kuşkusuz, İsrail Mavi Marmara’ya karşı barbarca davranmıştır. Ancak Türkiye’de bilinmezden gelinen uluslararası hukuk İsrail’in karşısında değildir. Bu gerçek ve doğruyu kimse söylemese bile, bir gerçek sever olarak, halkımıza ben söylerim. Vakit gibi gazeteler beni boy hedefi yapsalar bile.
Ayrıca, sadece bazı gazeteler tarafından hedef gösterilmiyor, okurlar tarafından tehdit edilmiyoruz. Aynı işi başta Başbakan olmak üzere AKP iktidarı yapmakta ve adalet bu duruma korkudan göz yummaktadır. Türkiye, siyasal İslam’ın bataklığına boğazına kadar batırılmıştır. Böyle olsa da bir başka dünya mümkündür! Biline!
Yazının Devamını Oku 13 Haziran 2010
ŞU günler, Michel del Castillo’nun “Karar Gecesi” (Can Yayınları, 1984) adlı romanı geliyor aklıma. Ya da aklıma getiriyorlar. Michel del Castillo, bendeniz fakirin dilimize çevirdiği bu romanda “ilk polis”in Tanrı olduğunu yazar. 1984 yılından sonra yeni basımı yapılmayan bu benzersiz romandan, birlikte, bir cümle okuyalım: “Gerçek polis öyle davranmalı ki, insanlar boyun eğmek istesinler; işte gerçek polisin ülküsü.” (s. 393)
* * *
Tevrat’ın Tekvin (Yaratılış) kitabında anlatılır ama öykü neredeyse anonimleşmiştir. Adem ve Havva’nın ilk çocuğu Kabil (Kayin) çiftçi olur. İkinci oğul Habil ise çoban olur. İki kardeş bir gün emeklerinin ürününü RABB’a sungu getirirler. RAB, Habil’i ve sunusunu kabul eder. Kabil’i geri çevirir. RABB’ın neden böyle davrandığı bilinmez. İçine kıskançlık düşen Kabil kardeşi Habil’i tarlaya götürür ve orada öldürür.
“RAB Kayin’e, ‘Kardeşin Habil nerede?’ diye sordu.”
“Kayin, ‘Bilmiyorum, kardeşimin bekçisi miyim ben?’ diye karşılık verdi.”
“RAB, ‘Ne yaptın?’ dedi, ‘Kardeşinin kanı topraktan bana sesleniyor.”
Tevrat’tan alıntı bu diyalog “Karar Gecesi”nde önemli bir yer tutar. Tanrı, “Kardeşine ne yapacaksın?” diye sorsaydı, Kabil kardeşi Habil’i öldür(e)mezdi. Tanrı cinayete engel olmuyor ama cinayet işlendikten sonra bir polis gibi davranıyor. Romanın kahramanına göre: Günah ve suç işlenmesine engel olmayan ama hesap tutan Tanrı ilk polistir.
* * *
1950’lerde, 60’larda, hatta 70’lerde polisler, gizli polisler, MİT’in yamakları yazar ve sanatçıların hayatında önemli yer tutardı. Özellikle de meyhanelerde.
1970’lerde televizyoncular Ankara’da Sultan Otel’in barına giderdik işten sonra. Bazen orada da çalışmayı sürdürürdük. Gazeteciler, yazarlar da gelirdi. İstanbul’dan gelen bu millet mensupları mutlaka Sultan’ın barına gelirdi. Bazen sivil polisler de gelirdi. Hiçbir şey içmeden bir köşede otururlardı. Barmen Oktay (gerçek adı değil) kaş göz ederek bizim dikkatimizi çekerdi. Oktay çok iyi bir insan, çok iyi bir barmendi. Dubleleri bol kepçe verirdi. Geçenlerde bir hanım arkadaşla o günlerden söz ederken, bana “Biliyor musun, barmen Oktay MİT ajanıymış o zamanlar” dedi. Kendi söylemiş.
Bir önceki kuşaktan bir şair anlatmıştı. Ya kendisi ya da bir arkadaşı yaşamış. Her akşam meyhanede yaşlı bir memura rastlarmış. Ama pek bir şey içmezmiş adam. Bizim şair abi meyhaneden çıkınca seğirterek tramvaya binermiş. Bir akşam o yaşlı adam yanına yaklaşmış ve “Delikanlı” demiş, “ben seni izlemekle görevli taharriyim, Allah aşkına tramvaya koşturarak binme, yetişemiyorum. Nefesim daralıyor.” Yani sivil polismiş.
Şair ağabeyimiz, adamın dediğini yapmış. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra, bir gün, taharri, “Delikanlı” demiş, “ben birkaç gün içinde emekli oluyorum. Son yıllarda senin sayende rahat ettim. Ben de sana benden sonra seni izleyecek olan taharri memurunu göstereceğim. Benim gibi değil o, genç.” Ya Metin Eloğlu ya da Fahir Aksoy anlatmıştı.
Biz de 1964 yılında, kış-kıyamette, kapının önünde gezinen birine çay ikram etmek istemiştik. “Vazife başında olmaz” demişti. Bir başka dünya mümkündür!
Yazının Devamını Oku 12 Haziran 2010
AKP’nin TBMM grup toplantısında konuşan Başbakan Erdoğan, CHP’yi ve yeni genel başkanını eleştirirken şöyle konuşmuştu: “Bol keseden vaatler Kayseri’ye deniz getirmek gibi. Bu vaatlerden benim milletim çok gördü. Unutmayın, manşetle gelen manşetle gider. Tenekeyi istediğiniz kadar altın rengine boyayın teneke kalacaktır.” (Radikal, 27.5.2010)
Teneke kimdir? Yeni genel başkan Kemal Kılıçdaroğlu mu? Hayır! Öyle olsaydı, Başbakan o ünlü belagatiyle, tadını çıkarta çıkara bunu açıkça söylerdi. CHP mi? Evet. Ama sadece CHP değil teneke olan.
Aslına bakarsanız, Başbakan CHP üzerinden, bu partinin kurduğu 1923-1950 cumhuriyetini kastetmektedir. Teneke olan 1923-1950 cumhuriyeti ile birlikte 1950-2010 yılları arasında cumhuriyet ve demokrasiyi inatla savunan CHP’dir!
Ben böyle anlıyorum!
* * *
Bu teneke cumhuriyetin başında 1923-1938 arasında Atatürk, 1938-1950 arasında İnönü vardır.
Zamanın Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’a “Hop dedik!” demesi gibi, Mersinli çiftçiye “Ananı al git!” demesi gibi, “Kudüs’ün kaderi İstanbul’un kaderinden, Gazze’nin kaderi Ankara’dan ayrı değildir!” demesi gibi, Başbakan söylediklerini kulağı duymadan konuşuyor.
Öylesine duymamaktadır ki terör örgütü saymadığı Hamas, Türkiye’nin de altını imzaladığı uluslararası belgelere göre bir terör örgütüdür.
Başbakan, Mavi Marmara gemisinin Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku sözleşmesine göre hukuki durum ve konumunu umursamadan İsrail’e meydan okuyup ültimatom çekmekte; İsrail’e karşı kabadayılık yaparken gözden düşürülmesine her gün katkıda bulunduğu TSK’nın donanmasına, hava kuvvetlerine güvenmektedir.
Türkiye bugün eğer uluslararası planda biraz ciddiye alınıyorsa, bunun hikmeti AKP hükümetinden değil, fakat Cumhuriyet’in uygar devlet kurum ve kuruluşlarından, Anayasa Mahkemesi, Danıştay gibi anayasal kurumlarından, TSK’sından, teneke cumhuriyetin temellerini attığı sınai ve ekonomik gücünden kaynaklanmaktadır.
* * *
Günümüz CHP’sini ve onun genel başkanlarını, milletvekillerini, belediye başkanlarını, politikacılarını eleştiren herkes çok dikkatli davranmak, onun geçmişine küfretmemek zorundadır. Özellikle de 1923-1950 dönemini hedef alanlar çok daha dikkatli olmak zorundadırlar. 1923-1950 dönemi Türkiye Cumhuriyeti’nin sadece geçmişi ve bugünü değil, aynı zamanda geleceğidir. Bu dönem hiç kuşkusuz dokunulmaz değildir. Değildir ama o dönemi hiç kimse hor kullanamaz, hiç kimse o döneme saygıda kusur edemez.
Günümüzde kimse yazamasa da ben yazarım bunları. Yazmak zorundayım: Cumhuriyet hedef alınarak CHP’yi teneke olarak tanımlamak kimsenin haddi olmamak gerekir.
Evet, buna rağmen, bir başka dünya mümkündür!
Yazının Devamını Oku 11 Haziran 2010
SALI günü, televizyonda, Anayasa Mahkemesi’nin CHP’nin açtığı davayı kabul etmesini kıyasıya eleştiren iktidar temsilcilerini dinleyen Ülker, “Anayasa Mahkemesi’ne ne gerek var?” dedi ve ekledi: “Sadece şekil bakımından denetimi bir evrak memuru da yapar!” * * *
Gerçekten de Anayasa’nın 148. maddesine göre Anayasa Mahkemesi:
“Anayasa değişikliklerini sadece şekil bakımından inceler ve denetler.”
Anayasa değişikliğinin şekil bakımından inceleme ve denetimi ise:
“Teklif ve oylama çoğunluğuna ve ivedilikle görüşülemeyeceği şartına uyulup uyulmadığı ile sınırlıdır.”
148. maddenin son cümlesi ise şöyle:
“Anayasa Mahkemesi, Anayasa ile verilen diğer görevleri de yerine getirir.”
Madde metninde, Yüce Divan’lık göreviyle birlikte bu son cümle de olmasaydı, Anayasa Mahkemesi’nin kurulmasına hiç gerek yoktu. Şekil bakımından inceleme ve denetlemeyi bir evrak memuru da yapabilirdi. Yüce mahkemenin aynı zamanda “Kanunların, kanun hükmünde kararnamelerin ve TBMM İçtüzüğünün Anayasa’ya şekil ve esas bakımından uygunluğunu denetler” hükmünü hatırlatanlar çıkacaktır elbet. Ama ben Anayasa değişikliği bağlamında konuşuyorum.
Hükümetin ve iktidar partisi mensuplarının bu basit gerçeği görememeleri çok şaşırtıcı.
Hele “Anayasa Mahkemesi, Anayasa ile verilen diğer görevleri de yerine getirir” cümlesinin amaç ve kapsamının ne anlama geldiği üzerinde de derin derin düşünmek gerek.
* * *
Ben Ankara Hukuk Fakültesi birinci sınıfından ayrılmış bir şairim. Ancak benim pozitivist ve kartezyen bir mantığım var. Bu mantığa dayanarak şöyle sorular geliyor aklıma:
AKP hükümeti, Anayasa’ya Hilafet’i ihya eden bir madde eklese ve bu eylem şekil bakımından tam olsa, Anayasa Mahkemesi bu değişikliği sadece şekil bakımından inceleyip, orada duracak mıdır? Anayasayı esastan ihlal eden bu girişimi iptal etmeyecek midir?
Gene AKP hükümeti, Anayasa’nın 174. maddesi tarafından korunan devrim yasalarını yürürlükten kaldıran bir Anayasa değişikliği yapsa, Yüce Mahkeme bu değişikliği sadece şekil bakımından mı inceleyecektir?
* * *
Anayasa Mahkemesi, eğer Anayasa tarafından tanımlanan kurulu düzeni korumayacaksa kurulmasının hiçbir ciddi gerekçesi olamaz.
Anayasa Mahkemesi, Anayasa değişikliklerinde, 2. maddedeki Türkiye Cumhuriyeti “Demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir” ilkesini dikkate almayacak ise bostan korkuluğundan farksız bir kurum olmaz mı?
Bu soruların yanıtını kuşkusuz Anayasa hukukçularımız verecektir. Ama bu yanıtları AKP’nin kabul edeceğini hiç sanmam. AKP gibi iktidarlar Anayasa’nın 2. maddesini gerçekten benimsedikleri zaman yeni bir dünya ve Türkiye mümkün olacaktır.
Yazının Devamını Oku 9 Haziran 2010
EMEKLİ hariciyeci dostum, Mavi Marmara seferiyle ilgili olarak birkaç yazı gönderdi. Yazıların birbiriyle örtüşen ve çelişen yerleri var.
Bu nedenle hepsini okuduktan sonra bir karara vardım: Hukuksuz gazeteciler ve televizyon alimleri sahneden çekilip, işin uzmanları söz almalı artık. Yoksa millet birbirini yiyecek duruma geldi. Uzmanlar bir değil dört alanda:
1. Devletler umumi hukuku;
2. Devletler özel hukuku;
3. Uluslararası ilişkiler (diplomasi) uzmanı;
Yazının Devamını Oku 8 Haziran 2010
İSLAMCI hassasiyet ulusal çıkarlara dahil değildir! Bu nedenle, Gazze seferi ve şamatası AKP iktidarının göstermeye çalıştığı gibi bir ulusal sorun değil, bizzat kendisinin, Milli Görüş’ün Saadet Partisi’nin ve bazı tarikatların dinsel saplantısının dışavurumudur.
Başbakan, ülkenin çıkarlarına aykırı söylediği, “Kudüs’ün kaderi İstanbul’dan, Gazze’nin kaderi Ankara’dan ayrı değildir” (Taraf, 05.06.2010) cümlesinin hesabını asla veremez. Bu cümle, İran’ın Humeyni devriminden önce İsrail’in düşmanı olmadığını, Türkiye’nin son günlerde İran’ın yoluna girdiğini söyleyen İsrail’in dışişleri bakanını haklı çıkarmaktadır.
‘DÖNECEK YERİM YOK’
2001 yılı mayıs ayında Telaviv’de, solda yer alan Meretz Partisi’nin Başkanı, eski Eğitim Bakanı Yossi Sarid’le uzun uzun söyleşmiştik. (Bak: Özdemir İnce, “Gördüğünü Kitaba Yaz”, Doğan Kitap, s. 109) Yossi Sarid’in şu sözünü hiç unutmadım:
“Benim ailem bundan yetmiş yıl önce Polonya’dan İsrail’e geldi. Bu topraklardan kovulunca onların geri dönecek bir yerleri vardı. Ben burada doğdum. Benim geri dönecek bir yerim yok. Üstelik bir aylık bir dedeyim. Artık çocuklarımızın, torunlarımızın geçmişleri bu topraklar üzerinde.”
Yazının Devamını Oku