6 Haziran 2010
1987 yılında bir zorunluluk gereği “Kuyudaki Taş” başlıklı bir yazı yazmış, aynı yılın kasım ayında Yeni Düşün Dergisi’nde yayımlamıştım. Bu yazı daha sonra “Söz ve Yazı” (1993) adlı kitabımda yayımlandı. Son olarak da “Yazmasam Olmazdı” (Doğan Kitap, 2004) adlı kitabımda yer aldı. Aradan tamı tamına 23 yıl geçmiş.
Başbakan’ın geçen ay yaptığı davet dolayısıyla “Yazar kimdir, kim değildir?” sorusu biraz gündeme gelmişti. Edebiyat dünyasında, gazetecilik mesleğinde, okuryazar seçkin çevrelerde bile bu sorunun yanıtı açık-seçik bilinmediği için, kamu hizmeti bağlamında konuya bir kez daha değineceğim.
1987 yılında gazete yazıcıları çok satan kitaplar yayımlamaya ve daha az satan edebiyat yazarlarına (romancı, şair, öykücü) yukardan bakmaya başlamışlardı. Dönemin ne oldum delisi gazete yazıcılarını öğrenmek isterseniz “Yazmasam Olmazdı”nın 55. sayfasını açıp yazının tamamını okuyacaksınız. Söz konusu yazıyı bu (bir) yanlışı düzeltmek için kaleme almıştım. Bu yazdıklarımın 2010 yılında da bilinmesinde sayısız yarar var:
TÜRKÇE SÖZLÜKTE YOK
Baktığım sözlüklere göre: “Gazeteye yazı yazmayı, haber toplayıp vermeyi veya herhangi bir yolla gazetenin yazı işlerinde çalışmayı iş edinen kimse”ye gazeteci deniliyor.
Sözlüklerdeki yazar tanımı çok daha özensiz: “Gazete ve dergilere yazı yazan kişi veya yapıt kaleme alan kişi.”
Kuşkusuz, gazete ve dergilere yazı yazan kişi, buralarda yazı yayınladığı için yazar olmaz. Yazarlık çok başka bir şey, ama ne yazık ki doğru tanımını Türkçe sözlüklerde bulmak olası değil. Bu nedenle ben Fransızca Le Petit Robert’e bakarım. “Yazar: Yazınsal yapıtlar yazan kimse” (l’écrivain: Personne qui compose des ouvrages littéraires) diyor. Fransızcada bir de “l’auteur” sözcüğü var ki onun anlamı biraz daha geniş, bilimsel kitapları da içeriyor bu sözcük.
HİÇ BELLİ OLMAZ
Gazetecilik mesleğinin birçok dalı var. Fransızcada, İngilizcede bunların hepsinin özel bir adı var: 1. Makale yazarı (rédacteur); 2. Fıkracı, köşe yazarı (chroniqeur); 3. Muhabir (correspondant); 4. Tiyatro, müzik, sinema gibi özel konularda yazı yazan (courriériste); 5. Eleştirmen (critique); 6. Dedikodu yazarı (échtier); 7. Başyazar (éditorialiste); 8. Özel muhabir (envoyé spécial); 9. Havadis yazarı (nouvelliste); 10. Politika yazarı (publiciste); 11. Röportajcı (reporter).
Durum böyle: Evrensel ölçülere göre, gazetede yazı yazan kimse ile edebiyat yazarı (şair, romancı, öykücü, denemeci) aynı işi yapmıyorlar. Fransızlar, tiyatro oyunları yazan kimseye de ayrı bir ad vermişler: “le dramaturge” diyorlar. Eski Yunanca “Dramatourgos”tan almışlar. Bunları bilmekte yarar var. Çünkü, hiç belli olmaz, bir gün Başbakan’ın davet edileceği bir yazarlar toplantısı düzenlemek zorunda kalınabilir.
Bir başka dünya mümkündür!
Yazının Devamını Oku 5 Haziran 2010
2 HAZİRAN tarihli bazı gazetelerin Başbakan’dan mülhem manşetleri şöyle: “Eskisi Gibi Olmayacak” (Hürriyet), “Türkiye’yi Başkalarına Benzetmeyin Bedeli Ağır Olur” (Milliyet), “Başbakan Erdoğan, İsrail hükümetini ağır eleştirdi; bir savaş ilan etmedi” (Radikal), “Ankara Teyakkuzda” (Taraf), “Düşmanlığımız Şiddetlidir” (Yeni Şafak), “Katile Uyarı” (Vakit), “Başbakan’dan İsrail’e Son Uyarı” (Zaman).<br><br>Sanki Türkiye istekleri yerine getirilmez ise İsrail’e savaş ilan edecek. ARAPLAR NEDEN SERİNKANLI!
Biliyorum, şu günler, serinkanlı yazılar yazıp AKP hükümetini ve Başbakan’ı eleştirmek çok rizikolu bir girişim: Sonunda İslam düşmanı ve Siyonist ilan edilmek de var.
Gazze’ye yardım götüren gemilerin “insani yardım” amaçlı olduğu söyleniyor ama gazetelerde yazılanlara, televizyonlarda söylenenlere bakılırsa İslami misyonlu bir girişim olduğu da söylenebilir. İşi İslam açısından Mescid-i Aksa gibi kutsal ibadet yerlerinin İsrail tarafından işgal edilmiş olmasına kadar götürenler bile var. Görülen odur ki bu olay Türkiye’yi iyice İslamileştirmek için bir fırsat olarak kullanılmaktadır.
İsrail’in Birleşmiş Milletler kararlarını takmadığı doğrudur, Gazze’deki Filistinlilere karşı şiddet uyguladığı, onlara karşı insanlık dışı bir politika yürüttüğü doğrudur.
Ama akla gelen sorular da var: Mısır, bu olaydan sonra geçici olarak açtığı Refah sınır kapısını neden kapatmıştır? Filistin Kurtuluş Örgütü’nün denetimindeki meşru Filistin bölgesi ile Hamas’ın yönetiminde bulunan Gazze arasındaki husumetin nedenleri nedir? Arap ülkeleri yönetimleri neden Türkiye hükümetinden daha serinkanlı davranma yöntemini seçmişlerdir?
İsrail’in uyarılarına karşın izlenecek tek yol meydan okurcasına bir yardım filosu göndermek miydi? Yardımı götürenlerin uluslararası sivil toplum örgütleri olduğu söylenebilir, söyleniyor da. Ancak, çoğu marjinal olan uluslararası sivil toplum örgütlerinin peşine takılmak ciddi bir devlete yakışır mı?
TEKBİRLİ İNSANİ YARDIM!
Uluslararası medyanın, hatta İsrail basınının İsrail’in barbarca yöntemini eleştiriyor olmasının hiçbir önemi yok. Birleşmiş Milletler’in aldığı ve alacağı kınama kararlarının da artık hiçbir önemi yok. Türkiye açısından ok yaydan çıkmıştır. Artık geri adım atmanın AKP hükümeti açısından olanağı yok gibi.
Birleşmiş Milletler’e, Avrupa Birliği’ne karşın ABD işi hafife alır, İsrail gene bildiğini okursa ne olacak? Türkiye ne yapabilir? İsrail ile bütün ilişkilerini mi kesecek, İsrail’e karşı tek başına ambargo mu uygulayacak? Bir süre sonra uluslararası kamuoyunda, Türkiye’nin insani değil İslami dürtülerle tepki gösterdiği düşüncesi ağırlık kazanırsa ne olacak? İstanbul’daki İsrail karşıtı gösterilerde atılan tekbirli, cihadlı sloganların insani yardımla herhangi bir ilişkisi var mı? Bu türden gösteriler pamuk ipliğiyle bağlı iç barışı tehlikeye atmaz mı? Bütün bunlar, olanlar olmadan önce düşünülmesi gereken şeyler.
Kuşkusuz “Bir başka dünya mümkündür”, ama bu dünya öfke ile, pire için yorgan yakmakla kurulamaz.
Yazının Devamını Oku 4 Haziran 2010
BEN şiir ve edebiyat dışında kartezyen mantıklı, rasyonel kafalı bir adamım: Kürtçülere göre Kürt sorununun çözümlenmesi için tek bir yol vardır: Bölünme ve bağımsız Kürt devleti. Geçiş güzergâhında özerk bölge ve federasyon oluşumu da olabilir.
Herkes geveliyor, ama ben temel soruyu soracağım: Amaç bağımsızlık değilse PKK neden silahlı mücadele yapıyor ve neden silah bırakmıyor? Spor için mi?
‘SAVAŞLA BİTSİN’ DİYORLARMIŞ
31 Mayıs 2010 tarihli Taraf Gazetesi’nde Neşe Düzel’in eski Diyarbakır Barosu Başkanı Sezgin Tanrıkulu ile yaptığı “Kürtler Batı’da evlerini satıyor” başlıklı bir söyleşi yayımlandı.
Sezgin Tanrıkulu haklı olarak AKP hükümetinin iktidarda bulunduğu süre içinde ve son açılım girişimi sırasında olumlu bir adım atmadığını ileri sürüyor. Ve bazı talepleri dile getiriyor. Ancak taleplerinin içeriğini kesinlikle açıklamıyor:
Yazının Devamını Oku 2 Haziran 2010
YAZIMA bir düzeltme ile başlayacağım: Kürtlerin kimlik sorunu yoktur, Kürtçülerin vardır. Çünkü Türklerin de kimlik sorunu yoktur, Türkçülerin vardır.
Kürtçüler, “Kürt” sözcüğünü ağzına almadığı için Kemal Kılıçdaroğlu’nu kınıyorlar. Kılıçdaroğlu’na demokrat ve özgürlükçü olmasını salık veren kimi gazete yazıcıları ise onun önerdiği bölgesel ekonomik kalkınmayı yeterli görmeyip, Kürtlerin kimlik sorunuyla ilgilenmesi gerektiğini ileri sürüyorlar. Sorun, “yoksulluk, işsizlik” değilmiş. Kılıçdaroğlu, “etnik kimlik ve inançlara odaklı siyaset anlayışı”nı anlamak, kabul etmek, bir çözüm yolu önermek zorundaymış.
SÜZME BİR GERİCİLİK
Bu özgürlükçü(!), alabildiğine demokrat(!) arkadaşların dünyadan habersiz olduklarını kabul etmemek için hiçbir engel yok.
Amin Maalouf “Çivisi Çıkmış Dünya” (YKY) adlı kitabında cemaatçiliğin demokrasiyi kolaylaştırmadığını, ama aksine, Lübnan örneğinde görüldüğü gibi, benzeri görülmemiş bir şiddete yol açtığını söyler. “Cemaatçilik yurttaşlık düşüncesinin bile yadsınmasıdır ve böyle bir temel üstüne uygar bir siyaset sistemi inşa edilemez” der (s. 44).
Yazının Devamını Oku 1 Haziran 2010
BU ayın başlarında, önce, Alman Goethe Enstitüsü’nün “Yollarda-Avrupa Edebiyatı Türkiye’ye Gidiyor/Türk Edebiyatı Avrupa’ya Gidiyor” programı çerçevesinde Sofya’da idim.
Daha sonra, 10 yılda bir verilen “Penyo Penev Uluslararası Şiir Ödülü”nü almak için Dimitrovgrad’a gittim. Ödülü verdiler, bir de kentin hemşerisi yaptılar.
Bilirim: Anadolu Ajansı tarafından dağıtılsa bile, medyamız ve basınımız benimle ilgili iyi haberlere karşı çok pinti davranır. Alışkınım! Bu kez, Sofya Büyükelçiliği tarafından resmen haberli olmasına karşın Anadolu Ajansı bana karşı sansür ya da ambargo uyguladı.
“Penyo Penev Uluslararası Şiir Ödülü” her ay değil, her yıl değil, sadece 10 yılda bir veriliyor. İlk ödülü 2000 yılında Gürcü/Rus şair ve yazar Bulat Okucava almıştı. İkincisi bana verildi. Üçüncüsü ile 2020 yılında verilecek.
İşin şiirsel, yazınsal yönünü (önemi falan) edebiyat dergilerine bırakıp Dimitrovgrad’ı anlatmalıyım:
Yazının Devamını Oku 30 Mayıs 2010
GENE Mersin! Yıllardan 1953-1954 falan. İstanbul’dan yeni bir gümrükçü atanmış limana. Güzel kızları var. O yılların delikanlıları elbette dağdan inme değil. Kızlarla nasıl konuşulacağını biliyorlar. Bunlardan biri kızlardan birine bordalamış birlikte yürüyorlar Hastane Caddesi’nde. Kız cıvıl cıvıl Haliç’i, Eyüp’ü, Pierre Loti kahvesini anlatıyor. Ben biraz arkalarında yürüyorum. Delikanlının “Kim bu hıyarloti?” dediğini duyuyorum. Pierre Loti’yi “Hıyarloti” anlayan bizim delikanlı gümrükçünün kızını tavlayamadı! Kim bu Pierre Loti?
BAŞKA YURDU SEVEN ADAM
Onun hakkında hiçbir şey bilmeyen bir Türk bile Aziyade (Aziadé) ve İzlanda Balıkçısı (Pécheur d’Islande) adlı romanlarının adını mutlaka duymuştur. Asıl adı Marie Julien Viaud (1850-1923) olan Pierre Loti büyük bir Türk dostu olarak kabul edilir. Ömrü boyunca Türkleri ve Türkiye’yi (Osmanlı Devleti’ni) savunduğu söylenebilir. Kimileri ona casus ve Fransız emperyalizminin ajanı muamelesi de yapmışlar ama başkalarının yurdunu sevmenin ve ona saygı göstermenin bir bedeli de bu olabilir. Bana “Kendi yurdunu seven başkalarının yurdunu da sever” düşüncesini (dizesini) ilham eden insanlardan biridir.
1913 yılında Can Çekişen Türkiye (La Turquie Agonisante) adlı bir kitap yayımlayan Pierre Loti Cumhuriyet’in ilanını görmese de Kurtuluş Savaşı’nın zaferine tanık olmuştur.
1 OYLA KAYBETMEZDİK
Bu yazının bir nedeni var ama “Eniştem beni neden öptü?” değil! Son yıllarda birbirinden çarpıcı kitaplar yayımlayan Dr. Murat Yalçıntaş yönetimindeki İstanbul Ticaret Odası, bu kez, Kırmızı Yayınları ile birlikte, Alain Quella-Villéger ile Bruno Vercier’nin Ressam Pierre Loti (Pierre Loti Dessinateur) adlı bir albüm-kitabını yayınladı. İTO Başkanı Dr. Murat Yalçıntaş kitaba yazdığı önsözü şöyle bitiriyor: “Türkiye ile Fransa ilişkilerinin yüzyıllara uzanan geçmişi, inanıyorm ki, Pierre Loti gibi isimler sayesinde, daha güçlü ve kalıcı hale gelecektir. İstanbul Ticaret Odası olarak, hem bu dostluğa naçiz katkı olan, hem de Türk dostu Pierre Loti’nin farklı yönlerini tanıtan bu kitabın Türkçe çevirisini yayınlamaktan büyük bir onur duyuyoruz”.
Albüm her zaman olduğu gibi büyük bir sergi geleneğine dayanıyor: İTO, Notre Dame de Sion Fransız Lisesi ve Kırmızı Yayınları’nın işbirliği ile Notre Dame de Sion Fransız Lisesi’nde Pierre Loti’nin resimleri sergileniyor (21 Haziran’a kadar halka açık).
Daha önce de Atatürk’ün yayınlanmamış fotoğraflarından oluşan Sarışın Bir Kurt ve Çanakkale Savaşı’nın yayınlanmamış fotoğraflarından oluşan Bir Hürriyet Türküsü önce sergilenmiş daha sonra görkemli albümler halinde yayımlanmıştı. Sıra, tarih arşivi üçlemesini tamamlayacak olan Kurtuluş Savaşı fotoğraflarında.
Albümün başında Enis Batur’un kavrayıcı ve kavratıcı bir yazısı da var. Pierre Loti gibi bir Türk dostu olsaydı, 1916 Avrupa Futbol Şampiyonası ev sahipliğini Fransa’ya karşı bir oyla yitirmezdik. Pierre Loti Türkiye’yi ve Türkleri gerçekten sevmişti. Sarkozy, Pierre Loti okudu mu acaba? İsterse okumamış olsun! Sarkozy sıradan bir ölümlü, Pierre Loti ise bir ölümsüz!
Bir başka dünya mümkündür!
Yazının Devamını Oku 29 Mayıs 2010
OKURLARIMDAN Ahmet Gözübüyük, aylar önce, “İşte kendi halkını doyuran, göç alan göç vermeyen güzelim Tarsus’un hali. Halk şimdi sefil durumda ama kimin umurunda” sunu cümlesiyle birlikte Yakup Boncuk imzalı bir yazı göndermişti. Yakup Boncuk Tarsus’ta açılan yeni hizmet birimlerini haber vermeden önce çok önemli bir gerçeğin altını çiziyor:
“Tarsus’ta ne değerler yitip gitmedi, ne büyük işletmeler birbiri ardına kapılarını kapatmadı ki! Koskodsa Çukurova, Berdan, Çukobirlik, Aksantaş, Pektaş derken 55-60 çırçır fabrikası, Afra ve benzeri büyük kuruluşlar geldikleri gibi birbiri ardına kapanıp gittiler. Bugünlerde ekonomik sıkıntı çeken halkımızın en büyük derdi bu işletmelerin kapanmış olması, piyasaya sıcak para girdisi olmayışı? Kapananların yerini alan küçük işletmeler ise çare olamadı bugüne kadar? Şimdi ise bugünlerde birkaç yeni işyeri açılınca insanın morali düzeliyor?”
FABRİKALARA AŞIĞIMDIR
Hey gidi aç doyuran koca Tarsus, ki biz ona Tersus derik! (Böyle diyen de konuşan da kalmadı artık.) Ezbere bilirim: Mersin-Tarsus 27 kilometredir, Mersin-Adana 67 kilometredir, Tarsus-Adana 40 kilometredir. Ama yeni yoldan değil, eski yoldan!
Yazarın sözünü ettiği fabrikalar (ki doğrusu “pavlike”dir) Türkiye’nin en eski fabrikalarıydı. Koca Şadi Eliyeşil’in kocaman bir iplik fabrikası vardı. Yazar adını anmıyor. Ekenler ailesinin fabrikası vardı. Nerede onlar? Demek ki pamuk işi, pamukçuluk, iplikçilik ve dokumacılık yatmış Çukurova’da. Kapananlar neden kapandı, bunu ben bilemem, sadece ağıt yakarım ben! 10 yaşından 18 yaşına kadar yazları iplik fabrikasında işçilik yapmış olan ben, fabrikaya, fabrikalara âşığımdır!
Fabrika demek, işçi sınıfı demektir! İşçi sınıfı demek, sınıf mücadelesi demektir! Sınıf mücadelesi demek, demokrasi demektir.
Bilinçli işçi sınıfı olmadan demokrasi de olmaz. 1950’lerde, bütün olumsuz koşullara karşın, Mersin-Tarsus-Adana’da bir işçi sınıfı vardı. Ağalar da vardı, altın dişli kızlar da vardı, saçı briyantinli, naylon gömlekli işçi delikanlılar da.
O zamanlar, Gülek Boğazı’nı aşınca Çukurova sıcak ve bataklık kokardı.
BİR BAŞKA DÜNYA MÜMKÜNDÜR
Rahmetli Kadri Şaman (Mersin Ticaret ve Sanayi Odası’nın destansı başkanı) ile Mersin/Adana rekabetinin Çukurova’ya yararlı olmadığını düşünür ve konuşurduk. Ben Mersin, Tarsus, Adana, Ceyhan ve Hatay’ın bütün ticaret ve sanayi odalarını, dahası bütün meslek odalarını içine alacak bir üst kuruluşun hayalini anlatırdım. Adanalılara, Tarsuslulara öneri götürmesini söylerdim. Biraz fantezi ama bizimkiler arasında hır çıkmaması için merkez örgüt Gülek’te olacaktı. Böyle bir şey öneren bir yazı yazdığımı da anımsıyorum! Tek tek sorsan, bütün Çukurovalılar “hallarından” şikâyetçidir. Peki öyledir de benim aslan yeğenlerim, Özdemir Emmi’nizin lafını neden dinlemezsiniz?
Bir başka dünya mümkündür!
Yazının Devamını Oku 28 Mayıs 2010
DAHA fiyakalı nasıl söylenir bilemem ama ben “Anket şirketi” diyorum.
24 Mayıs gecesi bir televizyonda, AKP nam ve hesabına anket yapan bir şirketin sahibi ya da yetkilisi CHP’nin önümüzdeki seçimde AKP’den zırnık oy alamayacağını söylüyordu.
Söyledikleri saçmalık! Öyle bir saçmalık ki adamın elindeki anket yapma ruhsatını anında iptal ettirecek türden!
Adama göre, AKP sanki bir siyasal parti değil de kuş öksesi (tıbığı)! Ökseye konan kuş kurtulamıyor. Kuşçu ökseyle yakaladığı tennure kuşunu kafese koyup pazarda satıyor. Çocukluğumda, büyükler, bu türden kuş avcılığının günah olduğunu söylerlerdi.
Ya da AKP bir siyasal parti değil de Hasan Sabbah’ın Alamut Kalesi. Haşhaşı (esrarı) çeken seçmen tıpkı bir Hasan Sabbah fedaisi gibi kendini cennete gidecek sanıyor. Kurtuluş yok! Bu nasıl demokrasidir, halkın nabzını nasıl tarafsız ve yansız tutmaktır ey ahali!?
Yazının Devamını Oku