Özdemir İnce

Rıdvan Budak’ın mektubu

26 Mayıs 2010
“Sayın Başbakan geçtiğimiz günlerde, ‘Türkiye’de sömürü var’ diyerek, alışık olmadığımız bir çıkış yaptı. Bir başbakanın, ‘Türkiye’de sömürü var’ demesi çok önemlidir. Sendikal hareket olarak bu sözü çok önemsiyoruz. Sömürü güçlü ile güçsüzün, çalışan ile çalıştıranın, üretim aracı sahibi olanla olmayanın var olduğu binlerce yıldır gündemde olan bir olgudur. İnsanoğlu, bugün yaşadığımız dünyada da sömürüyü ortadan kaldıramamıştır. Adı ve yönetim biçimi sosyalist olan ülkelerde bile yönetenlerle yönetilenler arasında büyük farklılıklar yaşanmış, sistem değişince bu durum bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmıştır. 
Bugün dünyaya hâkim olan kapitalist sistemde, yani emek ile sermayenin var olduğu düzende, sömürünün katmerlisi vardır. Bunun nedeni, piyasa ekonomisinin denetimsiz kalmasıdır. Bu durum, ortaya yaşanması zor bir dünya çıkarmıştır.
Son ekonomik kriz de göstermiştir ki, üretim dışı kazançlar ekonominin dengelerini altüst etmektedir. Krizin başladığı gelişmiş ülkelerde ciddi bir tahribat yaşanırken, bizim gibi gelişmekte olan ülkelerin zararı katbekat fazla olmuştur. Krizle birlikte, üretimimizin ve istihdamın önemli bir bölümünü oluşturan küçük ve orta boy işletmeler başta olmak üzere, sanayimiz ciddi bir tahribata uğramıştır.
Başarılı bir devlet ve siyaset yönetimi, hem işletmeleri ayakta tutabilen, hem sömürüyü sınırlandırabilen, hem de ekonomik gelişmeyi, demokratikleşme ve çağdaşlaşma ile birlikte gerçekleştirebilen yönetimdir.
Sayın Başbakan’ın, eğer gerçekten sömürü söyleminde samimi ise, sömürüyü sınırlandırmak için atması gereken ilk adım, sendikaların önündeki 12 Eylül yasaklarını kaldırmak ve çağdaş standartlarda grevli ve toplu sözleşmeli sendikal hakları, ayrımsız kamu ve özel sektör çalışanlarına hak olarak tanınan bir düzeni kurmaktır. Aynı önemdeki bir başka şey de, Sayın Başbakan’ın kendisinin de şikâyetçi olduğu, kayıtdışı ekonominin kayıt altına alınmasıdır. Bu da sendikal hakların özgürce kullanıldığı bir ortamda mümkündür.
Aslında Sayın Başbakan’ın hedefinin sömürüyü ortadan kaldırmak olmadığını hepimiz biliyoruz. Zaten içinde yaşadığımız sistemde sömürüyü mutlak olarak ortadan kaldırmak mümkün değildir.
Ancak sömürüyü azaltmak, yani çalışanların üretimden aldığı payı artırmak mümkündür. Hepimizin bilmesi gereken gerçek şudur ki, 2008 krizi, reel sosyalizmden sonra bugünkü kapitalizmin de dünya barışını sağlayamadığını, insanlığı mutlu edemediğini açık olarak göstermiştir.
Ülkemizin ekonomik ve sosyal problemlerini aşmanın ve sömürüyü sınırlandırmanın tek yolu, gelişmiş Avrupa’nın sosyal diyalog kanallarını ülkemizde de işletmek, çalışanların sendikal haklarını güvence altına alarak sorunları diyalog yoluyla çözmeye çalışmak, toplumsal sorunların çözümünü bu anlayışla planlamaktır. Sayın Başbakan’ın fark etmesi gereken tam da budur.”
DEMOKRASİNİN GARANTİSİ
Yukarıdaki satırların yazarı Rıdvan Budak DİSK’in eski Genel Başkanı’dır. DSP eski milletvekilidir. Halen Tekstil İşçileri Sendikası Genel Başkanı’dır. Yani sözü dikkatle dinlenmesi gereken bir kıdemli! CHP’deki Kılıçdaroğlu yekinmesinin işçi sınıfını ve sendikalaşmayı da etkileyeceğini düşünüyorum. Türkiye’nin ilk sendikacılarından olan babam işçi sınıfının demokrasinin garantisi olduğunu söylerdi.
Yazının Devamını Oku

CHP’nin yolu

25 Mayıs 2010
22 MAYIS günü yani CHP’nin yeni genel başkanını seçeceği gün yayımlanan “Avrupa’daki Sosyal Demokrasi” başlıklı yazımdan bir bölüm aktarıyorum:

“Avrupa’nın kirli, CHP düşmanı sosyal demokrasisi CHP’ye örnek olamaz. Bu yazıda, sosyal demokrasinin ne olup ne olmadığını tartışacak değilim. Ancak Avrupa sosyal demokrasilerinin ‘sol’luğunun kuşkulu olduğunu söyleyebilirim. Tartışacaksak çağdaş sosyalizmi tartışalım: Çağdaş sosyalizmde üretim araçlarında kamu mülkiyeti ile özel mülkiyetin uyuşumlu birliğini tartışalım. Üretim araçlarındaki kamu mülkiyetinin özelleştirilmesi yoluyla halkın ve devletin soyulması oyunbazlığının foyasının meydana çıkışını konuşalım.”

SOSYAL DEMOKRASİ İSVEÇ’İ

CHP’nin yolunu çizecek, ona (haşa) yol gösterecek değilim! Ancak, ne olduğu belli olmayan Avrupa sosyal demokrasisinin Türkiye’nin işine yaramayacağını, küreselleşme abrakadabralarına karşı Türkiye’nin elinden tutamayacağını söylemek istiyorum.

İsveç’te de çalışmış bir emekli ve çok değerli diplomat dostumun, 22 Mayıs tarihli yazımla ilgili olarak gönderdiği mesajı aktarmakla yetineceğim:

Yazının Devamını Oku

Refik Halid’in ‘Deli’si

23 Mayıs 2010
YAKUP Kadri Karaos-manoğlu’nun “Gençlik ve Edebiyat Hatıraları” (İletişim Yayınları) adlı kitabından aktarıyorum (s. 72): “Bir akşam Atatürk, sofraya oturduğumuz sırada ‘Çocuklar’ demişti, ‘size bu akşam doyum olmaz bir ‘ziyafet-i edebiye çekeceğim’ ve elinde tuttuğu cep dergisi kıtasında bir kitabı göstererek: ‘Bu’ diye ilave etmişti, ‘Refik Halid’in, yirmi yıllık akıl hastasının, şuuru yerine gelip kendini baştan aşağı değişmiş bir Türkiye içinde bulunca, tekrar delirişini gösteren bir tiyatro piyesidir’ ve gözlüğünü takarak bizzat kendisi okumağa başlamıştı.
Atatürk’ün belirttiği gibi, bu komedyanın kahramanı yirmi yıllık uykusundan uyanınca etrafında her şeyin ve herkesin tanınmaz hale geldiğini hayretle görür, karısı veya kızı kapkara saçlarını sarıya boyatıp kıvrım kıvrım kıvırmış, bir peruka haline sokmuş; biri erkek öbürü kız torunları sportif kıyafetleriyle birer ip cambazına dönmüştür. Oğlan ıslık çalarak dolaşıyor, kız çıplak bacaklarını uzatarak yarı yatmış bir vaziyette oturuyor. Adam, her birine şaşkın şaşkın bakarak kim olduklarını sorar. Aldığı cevaplar onu büsbütün şaşırtır. Nerede olduğunu kendi gücüyle anlamak ister gibi bulunduğu odayı tetkike koyulur. Bu sırada gözü duvarda asılı Gazi Mustafa Kemal’in resmine takılır: ‘Ya bu İngiliz kim?’ der, çocuklarda bir kahkahadır kopar. ‘A, a? büyükbaba, o İngiliz değil, Gazi Paşa’ derler. Adamcağız bunu yersiz bir şaka sanır, kızarak söylenmeye başlar: ‘Haydi oradan külhaniler. Benimle alay mı ediyorsunuz? Böyle cascavlak Gazi Paşa mı olur? Benim bildiğim Gazi Paşalar hep saçlı sakallıdırlar. Hele Gazi Ethem Paşa’nın öyle bir sakalı vardı ki, bütün göğsünü kaplardı’.”
¡ ¡ ¡
“Buna benzer daha birçok konuşmalar? Derken büyükbaba Yakub Efendi denilen bir misafir geldiği haber verilir. Bu Yakub Efendi eski aile dostu bir hocadır. İçeri girer. Büyükbabada bilmem kaçıncı şaşkınlık! Yakub Efendi’de ne cübbe, ne sarık, ne de sakal ve bıyık. Başı da açıktır. ‘Buyurun efendim kimle müşerref oluyorum?’ ‘Aman beyefendi hazretleri, beni tanımadınız mı? Ben kırk yıllık dostunuz Yakub Hoca değil miyim?’ ‘Fesübhannalah!’ ‘Şimdi Ankara’dan geliyorum, tayyareden iner inmez ilk işim sizin ziyaretinize koşmak oldu.’ ‘Ne vazifedesiniz Ankara’da?’ ‘Türkiye Büyük Millet Meclisi âzasıyım.’
Eski delinin gözlerinde, bu sefer, hayretten ziyade korkuyu ifade eden bakışlar ve dudakları arasında ‘Ankara, tayyare, Büyük Millet Meclisi? Zavallı Yakub Efendi aklını kaybetmiş zâhir!’ mırıltıları.
Atatürk sayfalarca süren bu konuşmaları bize okurken, gözlerinden yaş gelesiye gülüyordu.
Atatürk, Karagöz perdesi karşısında bir çocuk gibi kahkahalarla güldükten sonra: ‘Yazık oldu şuna!’ diye söylendi ve İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya dönerek ‘Ne yapacaksak yapalım, onun bir an evvel memlekete dönmesinin çaresine bakalım’ dedi.”
¡ ¡ ¡
İşte böyle efendim!
Yazının Devamını Oku

Avrupa’daki sosyal demokrasi

22 Mayıs 2010
“ÖZDEMİR Abi, şimdi Kılıçdar-oğlu’nun CHP Genel Başkanlığı kesinleşti ya, yandaş tartışmatörler hemen ‘CHP sosyal demokrat dönüşümü sağlayabilecek mi?’ gibi bilmeceler soruyorlar, rüzgâr değişik yönden estiği için CHP’nin adeta güçlenmesini istermişçesine demeçler veriyorlar. Bu arkadaşlar genellikle solculuğun moda olduğu dönemlerde Marksizm mürekkebi yalamış olduklarından CHP’ye olan muhalefetlerini de utanmadan sol
söylem kullanarak yapıyorlar. Ancak kendilerinin çok iyi bildiği ama saptırdığı bir nokta var. O da şu ki: Avrupa’nın sosyal demokrat partileri her tarihsel dönemeçte işçi sınıfına, emekçi halka ve dillerinden düşürmedikleri dünya barışına ihanet etmişlerdir. Bu örnek gösterilen sosyal demokrat partiler değil miydi 1. Dünya Savaşı öncesi hükümetlerin savaş bütçelerini onaylayan? Irak’ta milyonun üzerinde insanın katledilmesine suç ortaklığı yapanlar bunlar değil mi? Irak’a saldırmak için gerekirse başka bir bahane de bulabilirdik diyen İngiliz İşçi Partili Tony Blair değil mi? Şimdi umalım da CHP Avrupa sosyal demokratlarının gerici, emekçi halkı satıcı, aldatıcı geleneğine değil de kendi antiemperyalist, cumhuriyetçi ve devrimci özüne döner. Türkiye’nin CHP’si Kurtuluş Savaşı’ndan doğmuştur, Avrupa’nın sosyal demokrat partileri ise İkinci Enternasyonal’in kendi emekçi halkının çıkarlarını sömürgeci, emperyalist sermayeye satışından doğmuştur. Şimdi bunlara Nâzım’ın dizelerini hatırlatalım: ‘Şu tosunlar bizim tarihi de okusunlar’...”
¡ ¡ ¡
Okuduğunuz iletiyi kıdemli devrimci Ali Erten gönderdi. Ali, CHP’yi “ortanın solu”na sokan mimarlardan, İnönü’nün genç bakanlarından Muammer Erten’in oğludur. Çocukluğundan bu yana siyasetin içindedir. Ali’nin yukarıda yazdığı her cümle, her satır, her sözcük doğrudur. Avrupa’nın kirli, CHP düşmanı sosyal demokrasisi CHP’ye örnek olamaz. Bu düşmanlığın kaynaklarını Ali Erten çok güzel dile getiriyor.
Bu yazıda, sosyal demokrasinin ne olup ne olmadığını tartışacak değilim. Ancak Avrupa sosyal demokrasilerinin “sol”luğunun kuşkulu olduğunu söyleyebilirim. Tartışacaksak çağdaş sosyalizmi tartışalım: Çağdaş sosyalizmde üretim araçlarında kamu mülkiyeti ile özel mülkiyetin uyuşumlu birliğini tartışalım.
Üretim araçlarındaki kamu mülkiyetinin özelleştirilmesi yoluyla halkın ve devletin soyulması oyunbazlığının foyasının meydana çıkışını konuşalım.
¡ ¡ ¡
Bizim Mersinlilerin dediği gibi “Kal neymiş, Kılıçdaroğlu Kemal alt tarafı bir bürokratmış!” Bu nedenle başarılı olamazmış. Bir de dış siyasetten anlamazmış. Çüş ve höst bre!
Sizin gökten zembille inen Süleyman Demirel’iniz Demokrat Parti’nin “Su Müdürü” değil miydi? Sevgili Turgut Özal’ınız elektrik idaresinde mühendis değil miydi?
Hiç merak edilmesin, Kılıçdaroğlu dış siyaseti, Abdullah Gül’den, R. T. Erdoğan’dan, Davutoğlu’ndan, Ali Babacan’dan çok daha iyi kotarır.
Yazının Devamını Oku

Laf değirmeni laf salatası

21 Mayıs 2010
KURULTAY öncesi CHP saflarını göbekten yarma operasyonu başladığında ben yurtdışındaydım. Çılgınca saldırıları internetten izledim. Dönüşte, okurların bu karnavala neden katılmadığımı merak ettiğini gördüm.

Hürriyet Gazetesi yazarlığım 11 yılına girdi. Ama kimi okurla hâlâ iletişim sorunumuz var: Ben her düğüne davetsiz katılan bir Kamber değilim. Kimsenin akıl hocası, kimsenin dostu, kimsenin düşmanı değilim. Deniz Baykal gidici mi kalıcı mı, geri dönecek mi? Bu konularda remil atmak benim işim değil. Bu işin yüzlerce gönüllüsü var.

CHP’YE BASIN POLİTİKASI

Ama olgular, gerçekler, jestler ve mimikler kesinlikle gözümden kaçmaz. Niyet ve alt metinleri oldukça (“oldukça”, “çok” anlamında değildir) iyi okurum. Yani “orta derecede” okurum. Şimdi aşağıdaki cümleleri okuyalım:

“Ankara’da deprem”, “CHP kaynıyor”, “CHP parçalanıyor”, “CHP’de kavga”, “CHP’de kılıçlar çekildi”, “CHP’de kriz”, “CHP’de bunalım”, “CHP’de gerilim”.

Yazının Devamını Oku

İki insan (Refik Halit Karay ile Mustafa Kemal)

19 Mayıs 2010
CUMHURİYET Gazetesi yazarı Deniz Kavukçuoğlu, 1919, 1920, 1921 yıllarında, Ulusal Kurtuluş Hareketi üzerine dönemin yazar ve siyasetçilerinin görüşlerinden bir derleme yayımladı (22.02.2010).

Ben bunlardan yazar Refik Halid Karay’ın 1919 yılında yazdığı satırları aktaracağım: “Anadolu’da bir patırtı, bir gürültü, kongreler, beyannameler falan, sanki bir şey yapabilecekler. Blöf yapmanın sırası mı? Hangi teşkilatın, hangi kuvvetin var? Bu ne hayal! Kuzum Mustafa, sen deli misin?”

Refik Halid Karay’ın “Kuzum Mustafa!” dediği kişi, Mustafa Kemal Paşa. O yıllarda birine olumlu ya da olumsuz anlamda “Kuzum!” diye hitap etmek pek moda idi!

Sanırım bu yazıyı 19 Mayıs 1919’dan, Sivas ve Erzurum kongrelerinden sonra yazmıştı.

Refik Halid Karay, Mustafa Kemal Pa-şa’nın deli olduğunu sanıyordu, belki de inanıyordu.

Yazının Devamını Oku

Bizim Mersinliler dellendi!

18 Mayıs 2010
OLAY yeni değil: 10-16 Nisan tarihleri arasında yapılan “Kitap Kültür Günleri” şenliği çerçevesinde, kent merkezindeki çeşitli okullardan gelen öğrenciler Mersin Tevfik Sırrı Gür Stadyumu’nda toplanmış.

Öğrenciler yeşil çimenlerin üzerine, Mersinli hemşerilerim tribünlere oturmuş. 15 bin kişi “Haydi Beraber Okuyalım” sloganıyla aynı anda yüksek sesle kitap okuyarak rekor denemesi yapmış.

Katılımcı sayısının belirlenmesi amacıyla girenlere numaralı bilet verilmiş. Vali Hüseyin Aksoy, yaptığı konuşmada, “Bu süreçte kitap yazarları ile okurlar bir araya gelirken çeşitli paneller düzenlendi, tiyatro oyunları sahnelendi. Bugün de kitap okuma alışkanlığı kazandırmak, bu konuda toplumda bilinç oluşmasına katkı sağlamak ve insanları bu konuya yönlendirmek amacıyla okuma günü tertip ettik” demiş.

Gazetelerin yazdığına göre Vali’nin yaptığı konuşmanın ardından Mersin 9. Noteri katılımcılara rekor denemesiyle ilgili yapılması gerekenleri anlatmış. 9. Noter Guinness Dünya Rekorlar Kitabı’na alınması için başvuru yapılan etkinliğe 15 bin kişinin katıldığını ancak gerçek rakamların yapılacak sayımdan sonra belirleneceğini açıklamış. “20 bin kişinin katılmasının hedeflendiği etkinliğe aynı saatte il genelinde 300 bin öğrenci ve 16 bin öğretmenin de kitap okuyarak destek vereceği belirtilmişti” demiş.

UZUN EŞEK DENESİNLER

Yazının Devamını Oku

Uğur Dündar ve televizyon günleri

16 Mayıs 2010
UĞUR Dündar, Nedim Şener’in kalem ürünü “Uğur Dündar, İşte Hayatım” (Doğan Kitap) adlı yaşamöyküsünü gönül okşayıcı bir ithafla gönderdi. Kitapta bir de (benimle ilgili) kıvandırıcı, onurlandırıcı bir cümle var.
Kitabın 53-91 sayfaları arasında TRT Televizyonu’ndaki hayatı (1970-1975) anlatılıyor. İşte bu dönemde Uğur’un en çok muhatap olduğu insanlardan biri bendim. Uğur yapımcı (prodüktör) idi. Ben, Ankara Televizyonu’nda gerçek kadro sahibi üç-dört kişiden biriydim. Metin Yazarı unvanım ve kadrom vardı ama gazetelerdeki karşılığı ile Yazıişleri Müdürü gibi bir şeydim. Televizyon Daire Başkanlığı program kesimi Ankara Televizyonu Müdürlüğü ile temsil ediliyordu. Müdür Erhan İmset idi. Program Müdürü ise Kenan Değer. Öteki çalışanların hiçbirinin kadrosu ve unvanı yoktu. O sırada ben bir yandan işimi yaparken bir yandan Araştırmacı kadrosunda bulunan Alpaslan Öner ile televizyonun yapısını organize ediyor, Kuruluş ve Görev Yönetmeliği’ni yazıyordum.

HER PROGRAMDA BÜYÜDÜ

Organizasyon yapıldı, herkesin adı-sanı belli oldu. Ben Öndenetim ve Redaksiyon Şube Müdürlüğü’ne getirildim. Program ve tahmini bütçe önerileri bu şubeye yapılıyor; programın yapımına ve yayınına bu şube karar veriyor; program ve film seslendirme metinlerini bu şube okuyordu. Estetik ve sanatsal değerlendirme yapıyordu. Yani bu şube kurmay başkanlığı gibi bir yerdi. Şubenin müdürü olduğum için Uğur’un kozasından çıkışına, bir kelebek olarak uçuşuna tanık oldum. Bizim kurduğumuz televizyon günümüzün televizyonları gibi değildi. Yöneticiler ve yapımcılar ekrana çıkmazdı. Ankara Televizyonu Müdürü Erhan İmset, Uğur’u ekrana çıkartarak bu kuralı bozdu. Uğur bilmez ama bu karara yönetimde epeyce muhalefet oldu. Erhan İmset, ABD’de televizyonculuk eğitimi almıştı ve öngörülü kararında haklıydı. Uğur, Sterling Hayden gibi yakışıklı bir delikanlı idi. 1970’te o 26-27 yaşındaydı, ben 32-33 yaşımdaydım. Geriye kalanlar Uğur’dan çok daha gençti. Bir bölümü, TRT özerk olduğu için kendilerinin de özerk olduklarını, bu nedenle programları canlarının istediği gibi yapabileceklerini sanırlardı. Tıpkı günümüzün Anayasa Mahkemesi, Danıştay, HSYK denetimi istemeyen AKP’sine benziyorlardı. Uğur, yetki ve sorumluluğun ne olduğunu bilirdi. Çalışkandı, çok dikkatliydi ve kendisine verilen fırsatların hiçbirini harcamadı. Her programda büyüdü.

MUTFAĞA SOKMAMIŞTIK

1969’dan 12 Mart 1971’e kadar çok mutlu idik. 12 Mart döneminde, TRT’deki Sıkıyönetim temsilcisi Albay ile yapımcı şubelerin arasında tampon olarak benim yönettiğim şube vardı. 12 Mart çok az hasarla atlatılmış ise bu şubenin her şeye siper olması sayesinde olmuştur. Sıkıyönetime televizyonun ekranını göstermiş ama mutfağa girmesine izin vermemiştir.
Bir gün Albay bana telefon etmiş “Özdemir Bey, yayınlardan çok memnunuz. Ama yayınlamadığınız, onaylamadığınız metinler, görüntüler var. Biz asıl onları merak ediyoruz” demişti. Albay’a böyle bir şeyin asla mümkün olamayacağı yanıtını vermiştim. Uğur’un kitabı bunları hatırlattı bana. Uğur’u 1975’ten bu yana hiç görmedim galiba! Merhaba Uğur!
Yazının Devamını Oku