29 Haziran 2010
BİR tamirat (onarım) daha yapalım: 29.06.2010 günü hükümet etmekte olan AKP hükümeti bir azınlık hükümetidir. Demokratçılar hemen itiraz edecektir, ama lütfen sabır. Olması gereken her şey tersine oldu: 14 Mayıs 1950’de fiilen çokpartili rejime geçen Türkiye’de her şeyin yavaş yavaş yerine oturması gerekmez miydi, gerekmez mi?
Kırklareli Valisi Cengiz Aydoğdu, Abant Platformu’nda “DP’nin 1950’de iktidara geldiğinde CHP’yi kapatıp İnönü’yü tarihteki huzurlu yere göndermemiş olması en büyük talihsizliktir” (Hürriyet, 26.06.10) diyebildiğine göre, siyasal bilinç 60 yılda bir arpa boyu ileri gitmediği gibi birkaç arşın da geri basmış.
Ama asıl suç CHP’de: Her seçim bölgesinde birkaç fazla oy alan partinin milletvekillerinin tamamını götüreceği bir seçim yasası çıkartmışsın ve bunun demokrasi olduğunu sanmışsın.
Türkiye’nin daha sonraki yıllarda yaşadığı siyasal sapıtmanın baş sorumlusu dönemin CHP’sidir. Kendi işine yarayacağını sanarak çıkarttığı bu berbat seçim kanunudur.
Bu yasanın marifeti olarak: Demokrat Parti 1950 yılında oyların yüzde 52’sini alıp 487 milletvekilliğinin 408’ini elde etmiş. 1954 seçimlerinde oy oranı yüzde 57, milletvekili sayısı 541 üzerinden 502 olmuş.
İki seçimde de milletvekili sayısı antidemokratik oranda olsa da yüzde ellinin üzerinde oy aldığı için DP’nin 1950-1957 arasında kurduğu hükümetler çoğunluk hükümetidir.
Ama 1957 seçimlerinde yüzde 47 oy almasına karşın seçim sisteminin antidemokratik cilvesi olarak 610 milletvekilliğinin 424’ünü alarak bir azınlık hükümeti kurmuştur. Çünkü muhalefetin aldığı toplam oy oranı yüzde 53’tür.
YOZLAŞTIRILMIŞ DEMOKRASİ
1950-1960 arasında egemen olan seçim sistemi Türkiye’nin demokrasiye ait ne kadar kavram varsa hepsini yozlaştırmıştır:
1. Egemenlik kayıtsız şartsız millete aittir, ama hükümete ve Meclis’e ait değildir. 1950-1960 arasında DP hükümeti ve TBMM DP grubu bu kayıtsız şartsız egemenliğin kendisine ait olduğuna inanmış ve uygulamaları da buna göre olmuştur
2. 1950-1960 yılları arasında üçlü kuvvetler ayrılığında yargı hiçbir güce sahip değildir. Bunun için 1961 Anayasası’nı beklemek gerekecektir.
3. 1950-2010 yılları arasında sağ iktidarların ulusal egemenlik ve “milli irade” anlayışları Demokrat Parti anlayışının devamıdır yani antidemokratiktir.
DP’DEN BİR FARKI YOK
2002 yılından bu yana yaşadığımız dönemde AKP’nin siyasal zihniyet ve mantığının eski Demokrat Parti’den herhangi bir farkı bulunmamaktadır. Demokratik açılım yapacak bir iktidarın ilkin ulusal egemenlik ve milli irade kavramlarında demokratik reform yapması gerekiyor. Mevcut AKP hükümeti, ulusal egemenlik ve milli iradenin sadece yüzde 46.54’ünü temsil ederken muhalefet yüzde 53.56’sını temsil etmektedir. AKP bu koşullar altında bir azınlık hükümetidir. Benden söylemesi. Gerisi siyaset bilimcilerin işi (eğer varsa)! Başka bir dünya elbette mümkündür ama gerçek demokratik ortamda.
Yazının Devamını Oku 27 Haziran 2010
1 NİSAN 1962-30 Eylül 1963 tarihleri arasında yedek subaylık hizmetimi Bornova (İzmir) 57. Er. Eğ. Tugayı’da yaptım. “Aylak Adam” ile “Anayurt Oteli”nin yazarı Yusuf Atılgan da o yıllarda Manisa’nın Hacırahmanlı Köyü’nde otururdu. Yusuf Abi cumartesi-pazar günleri İzmir’e gelir, ya bizde ya da Entelektüel Şoför İhsan Bayram’da kalırdı. Yusuf Abi ile şimdi romancı olan Entelektüel Şoför İhsan her hafta Alsancak Stadyumu’na maça giderlerdi. Tugayda nöbetçi değilsem onlara ben de katılırdım.
Yusuf Abi o sıralar tiyatro oyuncusu güzel Serpil Gence’ye âşıktı. Evlenme umudunu Spor Toto’ya bağlamıştı. Ancak Altay ile Beşiktaş’a sadece galibiyet yazardı. Beraberlik ve yenilgiye eli varmazdı. Bazen “Senin edebiyatçılar bizim futbol maçına gittiğimizi bilseler bizi küçümserler” derdi. Ama küçümsenmek bizim umurumuzda değildi.
VOLEYBOLDA MİLLİ HOCA
Beni düzyazı yazmaya yönlendirip yüreklendiren iki kişiden biri Memet Fuat’tır. Öteki Attilâ İlhan. Memet Fuat yazı aksattığım aylar mektup yazar “Adam Sanat” için yazı isterdi benden. 1989’da İstanbul’a yerleştim ve her hafta onu görmeye Maslak’taki Adam Yayınevi’ne gitmeye başladım. Memet Fuat’ın Yeşilyurt Voleybol Takımı’nı kurduğunu pek az insan bilir. Yeşilyurt’ta ve voleybol milli takımında antrenörlük yaptığını.
Verdiğim yazı ve şiir zarflarını hemen çekmeceye koyar, bir hafta önce kaldığımız yerden devam ederdik. Memet Fuat’la pek edebiyat konuşmazdık. Eski maçları, eski futbolcuları, eski golleri konuşurduk. Benim için çok değerli anlardı.
Rahmetli şair Kemal Özer de sıkı Beşiktaşlı idi. Son zamanlarını bilmiyorum ama 80’lere kadar İnönü Stadı’ndaki maçları kaçırmazdı.
TAKIMDAN VAZGEÇİLEMEZ
Uluslararası Şiir Forumu (POESİUM 1991) sırasında havaalanında karşıladığım Polonyalı şair Miroslav Holup’un selam-sabahtan sonra bana ilk sorusu bir gece önce oynanan bir UEFA kupası maçını sormak olmuştu.
Havaalanından otele kadar hep futboldan konuşmuştuk: İnsan cinsiyet değiştirebilirdi, eşinden boşanıp sevgilisinden ayrılabilirdi, politik düzlemde sağdan sola, soldan sağa geçebilirdi, bir vatandaşlıktan vazgeçip başka bir ülkenin vatandaşı olabilirdi. Bunların hepsini insanın kendisi ve başkaları kabul edebilirdi, ama tuttuğu takımın taraftarlığından vazgeçemezdi. Lizbon’da bulunduğum, yalnızlıktan bunaldığım bir gece, otelin barında barmenle Galatasaray konuştuğumu anımsıyorum. Adam bütün futbolcuları tanıyordu.
ARTIK FUTBOL YAZMAM
Ama artık futbol yazısı yazmayacağım. İki yazı yazdım, özellikle Fenerbahçelilerden sıkı bir zaparta yedim. Yazılarımın fanatiği olan bazı okurlar derbi maçında Keita’nın atılmasıyla ilgili yorumumu hoşgörmemişlerdi. Aralarında beni artık okumayacaklarını yazanlar oldu. Her şeyi yazmamı kabul ediyorlardı ama Fenerbahçeliliklerini (kendilerince) rencide(!) etmemi kabul edemiyorlardı. İşte böyle çok zorda kalmaz isem bir daha asla futbol yazısı yazmayacağım. Ama bir başka dünya mümkündür!
Yazının Devamını Oku 26 Haziran 2010
2000 yılı öncesinde Telos Yayıncılık’ı yönetirken “Müslümanlar neden çağa uyumsuz?” sorusuna bir yanıt arayanlara yardımcı olmak için Amin Maalouf’un “Arapların Gözünden Haçlı Seferleri” adlı tarih incelemesini Mehmet Ali Kılıçbay’a çevirtip 1997 yılında yayınlamıştım. Okurlar kitabın başka bir çevirisini Yapı Kredi Yayınları’nda bulabilirler.
Kitabın beş sayfalık “Sonsöz”ü ezberlenmesini gerektirecek kadar önemlidir.
¡ ¡ ¡
Fransız sosyolog Edgar Morin’in 27.11.09 tarihli Libération’da yayınlanan söyleşisinden bir alıntı yapalım:
“Çağdaş (modern) Avrupa’nın en büyük özelliği post-Hıristiyan (Hıristiyanlığı aşmış, Hıristiyanlık sonrası) olmasıdır. Artık ne demokrasi, ne bilim, ne de teknik Hıristiyan’dır. Hıristiyanlığın kaynağında olan İncil kardeşliği artık laikleşti.”
“Hıristiyanlık Avrupa’nın tarih öncesidir. Bu, Grek mesajının dirilişi ile birlikte dünyayı, hayatı, insanı ve Tanrı’yı yeniden tartışan yeniden doğuşun ürünüdür. Fransız laikliği, ilerlemeye, akla ve demokrasiye olan inançla beslendi. Bugün bu inancın öğeleri dağılmaktadır. Laiklik kaynağına, Rönesans’a dönmek ve ilerleme, bilim ve akıl aralarında olmak üzere her şeyi yeniden sorunsallaştırmak (tartışmak) zorundadır.”
¡ ¡ ¡
Edgar Morin’in anlamı apaçık cümlesinden İslam dünyasıyla ilgili mesajlar çıkarabiliriz: Müslümanların çağa uyum sağlayıp çağdaş olabilmeleri için post-İslam döneme adım atmaları, bu sürece girmeleri gerekmektedir.
Bunun anlamı da çok açık: Demokrasi, bilim, teknik, hukuk başta olmak üzere bütün dünyasal düzenin din referanslarının zincirlerini kırıp laiklik tabanına oturması gerekmektedir.
“Japonya gibi Batı’nın tekniğini alıp geleneklerimize sahip çıkalım” önyargılarıyla olmaz bu iş. Zaten Japonya’nın geleneklerine sahip çıkması işi de bir yalan. 1945’ten sonra gelenekler Japonya’da yerle bir olmuştur.
Arap sermayesi istediği kadar gökdelenler diksin, otoyollar açsın hepsi havacıva. Para, teknoloji ve teknik satın alır, emek satın alır ama teknolojiyi, tekniği ve nitelikli emeği üretemez. Bunun sağlanması için bukağısız aklın ortaya çıkmasını sağlayacak bir laik eğitim düzenine sahip olmak gerekir.
¡ ¡ ¡
Müslümanların dünyasında genel şablona, genel prototipe sadece Türkiye uymuyor. Türkiye’nin yeterince sermayesi ve ihraç edecek petrolü yok ama iyi-kötü bir insan malzemesi kadrosu var. Bu kadronun yarattığı bir demokrasi, bilim, teknik, teknoloji ve hukuk var. Bunların hepsi laik bir temele oturuyor. Türkiye işte bu nedenle Batı ile yarışabilecek duruma geldi. Hacıların-hocaların duaları sayesinde değil, yetersiz de olsa laik eğitim sistemi sayesinde.
AKP iktidarı Türkiye’nin düzenini Müslüman dünyaya ihraç edeceğine, onu tekrar İslam’ın bukağı ve zincirlerine sokmak istiyor. Buna direnmek, bir başka dünya kurmaya hizmet eder.
Yazının Devamını Oku 25 Haziran 2010
YUNAN “Yorgo”lar adlarını Yunanistan dışında “George” yaparlar.
Aynı şeyi Yorgo Dalaras da yapmış, yapar. Yorgo Dalaras bir Yunan şarkıcı. En büyüklerden. Ben bilmeyenler için yazıyorum. 26 Haziran’da, Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi’nde konser verecek.
“Ya afto iparchoune i fili” (İşte dostlar bunun için vardır) adlı CD’siyle birlikte gönderilen basın bildirisine göre: Yorgo Dalaras, Avrupa’ya ilk çıkışının 25. yıldönümü vesilesiyle yaptığı turne kapsamında Avrupa sahnelerini dolaşıyor(muş). Yazdığım gibi İstanbul durağında 26 Haziran günü Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi’nde.
Yorgo Dalaras’a kendisini keşfeden Mikis Theodorakis eşlik ediyor. Zülfü Livaneli de İstanbul konserinin onur konuğu. Basın bildirisinde yer almayan bir bilgi de ben vereyim: Yorgo Dalaras’la birlikte, yakın dostum, çalgıcı ve besteci Aleko (Alexandros) Karozas da geliyor. Hangi sıfatla geliyor, bilmiyorum ama, Aleko, bence, son derece önemli bir bestecidir.
OLTAYA GELEN ŞİİR
Yazının Devamını Oku 23 Haziran 2010
NASREDDİN Hoca ile oğlu kasabaya gidecek. Hoca eşeğe biniyor, oğlu da yürüyor. Yolda bir adama rastlıyorlar, adam “Utanmıyor musun, Hoca,” diyor, “kendin eşeğe binmişsin, küçücük çocuğu yürütüyorsun.”
Hoca, “Doğru yahu” diyor ve kendisi eşekten inerek oğlunu eşeğe bindiriyor. Bir süre sonra yine bir adama rastlıyorlar, o adam da oğlanı azarlıyor, “Yaşlı başlı baban yürürken sen eşeğe binmeye utanmıyor musun?” diye.
Bu kez ikisi birlikte eşeğe biniyorlar ve yine bir adama rastlıyorlar. Adam, “Sizde hiç insaf yok mu yahu, ikinizi birden zavallı hayvancık nasıl taşısın?” diyor. Bunun üzerine ikisi de eşekten iniyor ve yürümeye başlıyorlar ve yine bir adama rastlıyorlar, adam, “Sizde hiç akıl yok mu, eşeğe binsenize,” deyince, Hoca oğluna, “Gel,” diyor, “tut şu eşeği”. İkisi birlikte eşeği sırtlarına alıp kasabanın yolunu tutuyorlar.
CHP’YE KARIŞMA HAKKI
Londra’da yaşayan bir öğretim üyesi okurum aşağıdaki iletiyi gönderdi:
“Hiçbir partinin iç işleyişine karışmayıp da, konu CHP olunca herkesin nedense il başkanı seçimi ile bile ilgilenmesini hiç anlamıyorum.
Başka bir partinin il başkanı ile ilgilenildiğini görmedim, duymadım, okumadım.
Bu durum özellikle CHP için geçerli, herkes her konuda karışma hakkı görüyor.
İcraatı yapandan çok CHP konu oluyor genelde. Hangi bakan neden seçildi, nereden geldi diye bilmiyoruz ama CHP’nin PM üyelerinin kimlikleri herkesçe biliniyor.
Pek anlayamadığım bir durum bu. Kılıçdaroğlu iktidara eleştiride bulununca da projelerini anlatsın diye eleştiri oluyor. Projelerini anlatınca da iktidarın yaptıklarına neden karşı çıkılmıyor deniyor. Üstelik bence her konuyu da gayet güzel anlatıyor, açıklıyorlar.
Ben bir vatandaş olarak anlıyorum, projelerini de izliyorum. Her konuda da gayet de doğru açıklamalar yapılıyor.”
İBRETLİK YAZICI ESNAFI
Bir de yatak serme meselesinden dolayı karısına durmadan dayak atan bir herifin hikayesi var ama bunu daha önce yazdığım için tekrarın gereği yok. İbretlik yazıcı esnafının yazılarını ben de ibretle izliyorum. Bir zamanlar CHP ve Deniz Baykal halkla bütünleşmiyor; açlıktan, işsizlikten, sefaletten söz etmiyor diye basarlardı sıfırı. “Varsa yoksa laiklik ve irtica!” derlerdi. Şimdi, CHP’ye ve yeni genel başkanına, “Sen bırak sefalet edebiyatını Kürt meselesinden söz et!” diye bastırıyorlar.
Bence, gazetelerin yazıcı esnafı açıklamalı önce: Anadilde öğretim hakkı için ne düşünüyorlar? Anlaşıldığına göre demokratik yöntemli (!) radikal çözümleri tercih ediyorlar. Örneğin özerk bölge, Kürt-Türk Federasyonu, bağımsız Kuzey Kürdistan Kürt Devleti.
Ben bu üç çözüme de karşı değilim ama taraflısı da değilim. Kürt sorununun daha az, daha fazla demokrasi ile hiçbir ilişkisi yok. Bir başka dünya bu esnafla mümkün değildir!
Yazının Devamını Oku 22 Haziran 2010
20 Haziran 2010 tarihli Hürriyet Pazar’da ilginç bir haber var: Hürriyet Gazetesi’nin uzman yargı muhabiri Ali Dağlar “Operasyon Ağa 01” (Destek Yayınları) adlı çok ilginç olduğu kadar çok önemli bir kitap kaleme almış.
Kitap “Erzincan-Erzurum Hattı” olarak gündelik basın terminolojisine giren kaosun tanımını yapıp olayın karanlık noktalarını ortaya çıkartıyor. Kitabın en ilginç yerine gelince, Hürriyet Pazar’ı birlikte okuyalım:
“Adliye tarihinde ilk kez bir başsavcının makamının aranıp tutuklandığı, bir orgeneralin silahlı örgüt kurmaktan bir numaralı sanık olarak iddianameye girdiği Erzurum’daki soruşturmayı başlatan savcı Osman Şanal’ın Bandırma İmam Hatip Lisesi mezunu olduğu, İstanbul Üni-versitesi’ni bitirip bir buçuk yıl avukatlık yaptığı da bu kitapta yer alıyor. Şaşırtıcı bir ayrıntı: Savcı Şanal’ın ruhsatını da, tutuklattığı Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner’in avukatı, dönemin İstanbul Baro Başkanı Turgut Kazan’ın vermiş olması. Kazan, HSYK’ca yetkisi kaldırılmasına rağmen dosyayı İstanbul’a gönderen Şanal’a ‘Militan Savcı’ ifadesini kullanmıştı.”
* * *
Bu haberin bence en önemli yanı, Savcı Osman Şanal’ın Bandırma İmam Hatip Lisesi mezunu olması. Ben, 11 yıldır bu gazetede Tevhid-i Tedrisat (Öğrenim Birliği) Kanunu’nu savunuyor ve imam hatip lisesi mezunlarının meslekleri dışında bir alanda yükseköğrenim görüp meslek değiştirmelerinin toplumsal sorunlar yaratacağını yazıyorum.
Yazının Devamını Oku 20 Haziran 2010
FİKRET Hakan 2002 yılında “İmbikli Duvar” (Serander Yayınları) adlı bir şiir kitabı yayınlamıştı. Fikret’in şiirleri kusursuzdur. Şiirle ilgilenmesi övülmelidir! Bütün öykülerinin yer aldığı “Joe Brico Masumdur” (Umuttepe Yayınları, 2009) adlı kitabı ise çağdaşları arasında kendisine kesinlikle bir yer bulur. Fikret Hakan çok önemli bir öykü yazarıdır.
Bu arada Doç. Dr. Nigar Pösteki “Fikret Hakan, Eskimeyen Yeşilçamlı” (Umuttepe Yayınları, 2009) adlı bir inceleme kitabı yayınladı.
Bu üç kitabın Fikret Hakan’ın “dellenmesiyle” herhangi bir ilişkisi yok. O, başka yerde:
* * *
Baş başa kaldığımızda başlardı “Türk Sinema Tarihi” yazma tutkusunu anlatmaya. Ben de, olabileceğine pek inanmasam da kuzu kuzu dinlerdim. Fikret, bu dinlemelerimi beğenmemiş olacak ki elime bir yazılı program vermişti. Aynen aktarıyorum:
[Ülkesinin sinema ve tiyatrosuna, 55 yılı aşkın emek vermiş, şimdilerde de çekimlerini sürdüren aktör-yönetmen Fikret Hakan’ın hazırladığı:
(Ülkesinin sanatçısı gözüyle, ülkesinin sinema tarihi),
Türk Sinema Tarihi-Fikret Hakan-1914-1975 (1. cilt)
Yarım yüzyıl biriktirilen belgeler ışığında 1000 resim arasından seçilen 300 resim+yazılı belgelerle donatılmış bir çalışma. 1000 sayfayı aşkın bir yapıt.
Kitabın yazım biçimi:
1) Tarih yıl yıl ele alındı.
2) Her yıl:
a- Yılın (belgeler açısından) tanımı.
b- 1950’ye kadar her filmin, 1951’den sonra yılın önemli filmlerinin kimlik bildirimi.
c- Olumlu-olumsuz eleştiriler (Eleştirilere de eleştirel, ironik bakışlar).
d- Demişti-Duymuştu-Söylemişti bölümü. (Yazarların kendi aralarında ve sinemacılarla tartışmaları. Kapışmalar. Klikler. Ülke siyasası ve sansür ile donanımlı açıklamalar. Belgeler.)
Son Söz:
* Hiçbir ülke sineması, böyle bir sinema kitabına sahip değil.
** Amatör bir ruhla hazırlanmış profesyonel bir çalışma (Tarafsızlık konusunda titiz).]
* * *
15 Haziran 2010. İnkılâp Kitabevi’nin Mayıs 2010’da yayınladığı “Türk Sinema Tarihi” masamın üzerinde duruyor. 21x30 cm. boyutlu. Kuşekâğıda basılmış. 1000 sayfa değil, 852 sayfa. 1914-1975 yılları arasını değil, 1914-1996 yılları arasını ele alıyor.
Kitap sadece sinema tarihi değil aynı zamanda bir siyaset tarihi.
Fikret Hakan’ı kutlarım, önünde saygı ile eğilirim. Delirince insan böyle delirmeli!
Böyle bir çalışmayı desteklediği için Efes Pilsen’i de kutlarım!
Fikret Hakan’ın “Türk Sinema Tarihi”, bir başka dünyanın mümkün olabileceğinin mutlu bir kanıtıdır!
Yazının Devamını Oku 19 Haziran 2010
BAŞBAKAN Erdoğan, Trabzon Karadeniz Teknik Üniversitesi’nin kendisine verdiği fahri doktorayı alırken ve daha sonra Atatürk Meydanı’nda yaptığı konuşmalarda gene medyayı kıyasıya eleştirip hedef tahtasına koydu. (Gazeteler, 13.06.10) Başbakan yaptığı iki konuşmada ilginç şeyler söylemiş: “Biz bugün zulüm karşısında susarsak emin olun Fatih Sultan Mehmet’in kemikleri sızlar. Eğer biz bugün çocukların ölümü karşısında gözümüzü yumarsak emin olun Yavuz Sultan Selim’in kemikleri sızlar. Devlet terörü karşısında sessiz, tepkisiz, eli kolu bağlı kalırsak, Yavuz’un kemiği sızlar.”
ÖRNEKLER ÇOK YANLIŞ
Başbakan haklıdır! Ama çocukların ölümüne sadece Gazze’de değil bütün yeryüzünde ve Türkiye’de de karşı çıkmak gerekir.
Zulüm ve devlet terörü karşısında susmamak, eli kolu bağlı durmamak gerekir. Ama verilen örnekler çok yanlış. Bu türden işlerde ne Fatih’in ne de Yavuz’un kemiği sızlar. Fatih dönemini bilmek ve Yavuz Sultan Selim’in Alevilere yaptıklarını hatırlamak, seçilen örneklerin yerinde olmadığını gösterir.
Zulüm karşısında susmamanın iki yolu var: Zalimlerin ve devlet terörü yapanların, uluslararası hukuk alanında burnundan fitil fitil getirmek. Silaha ve zora başvurmadan hesap sormak, siyasal ve ekonomik alanlarda misilleme yapmak.
Ya da zalimlerin kafasına bomba yağdırmak ki bu kesinlikle tavsiye edilmez.
Doğrudur: Başbakan susmadan konuşmanın dışında hiçbir şey yapmıyor. Muhalefeti, medyayı ve eleştiri hakkını kullanan “malum gazeteler”i İsrail’in taşeronu ve avukatı olmakla suçluyor.
İsrail’in yaptıklarını mahkûm ettikten sonra “ama” bağlacını kullanarak yardım konvoyunun uygunsuzluklarını, tahriklerini sıralayanları da suçluyor. Ona göre, İsrail mahkûm edilecek, yardım konvoyu övülecek, Başbakan’ın söylevleri alkışlanacak. Eksen kaymasından zinhar söz edilmeyecek.
KARANLIK AMAÇLAR
Acaba öyle mi? İnsan Hak ve Hürriyetleri İnsani Yardım Vakfı (İHH), dünya basınında “İnsani yardım kuruluşu maskesi takmış bir İslamcı grup” olarak biliniyor.
İHH’yi Gazze seferine bakarak değerlendirdiğimiz zaman, adı geçen vakfın bir insani yardım örgütünden çok paramiliter bir birliğe benzediğini görüyoruz.
İHH, Gazze seferine katılanlardan sorumsuzluk belgesi almasının anlamı nedir? Ölenler de dahil olmak üzere sefere katılanlar, başlarına herhangi bir felaket gelmesi durumunda İHH’nın sorumlu olmayacağını kabul eden bir kâğıt imzalamışlar. Bu bile İHH’nın bir insani yardım vakfı olmadığını kanıtlamaktadır. Yeryüzünde bu türden bir yığın karanlık amaçlı sivil toplum örgütü var. Ciddi ve sorumlu bir hükümet yönettiği ülke ve toplumu bu türden kuruluşlardan korumakla sorumlu olmak gerekir. Bizimki tam tersine onların peşinden gidiyor. Her türlü kaosta bile bir başka dünya mümkündür!
Yazının Devamını Oku