10 Temmuz 2010
“KİMLİK”, kimlik arayışı ve kimlik davasını, “birlik” ve “bütünlük” düşmanlığına dönüştüren ve Türkiye’yi bu anlayışa yönlendirmeye çalışanların düşünsel sefaletinden söz etmek istiyorum. İlkel kimlik davası ve açılımı sadece bunalım getirir.
Şimdi Edgar Morin’i izleyelim:
* * *
“Gerçekten de soyut bir Avrupa evrenselciliği vardır. Komünist evrenselciliği de soyut idi. Ulusların kendilerine özgü gerçekliklerini reddediyordu. Bana göre, büyük Avrupa evrenselciliği özeleştiriye dayanır. Montaigne’in özeleştirisi, fatihlerin (conquistador) gerçek barbarlar olduğunu, Amerika yerlilerinin yamyam olmadığını gösteriyordu. Gerçek evrenselcilik (tümelcilik) çeşitliliğe (farklılığa) saygı duyar: Evrenselciliğin kaynağı farklılıktır (çeşitliliktir), ama farklılığın da kaynağı birliktir; işte bu unutuluyor. Tekvin, Yaratıcı’yı tekil bir çoğulluk halinde sunar. Evrenin başlangıcından beri birlik çoğulluğu içerir. Yaratıcı güç işte buradadır. Tekillikler (biriciklikler) uğruna tepişirken, evrensellik (üniversal) unutulur, soyuta tutsak olunur. Egemen düşünce, birlik ile farklılık arasındaki bağı görmek yeteneğinden yoksun durumda.”
“Çağdaş (modern) Avrupa’nın en büyük özelliği posthıristiyan (Hıristiyanlığı aşmış) olmasıdır. Artık ne demokrasi, ne bilim, ne de teknik Hıristiyan’dır. Hıristiyanlığın kaynağında olan İncil kardeşliği artık laikleşti.”
Yazının Devamını Oku 9 Temmuz 2010
EDGAR Morin’in bir cümlesini aylardır arıyordum. Meğer kesip ayırdığım 27 Kasım 2009 tarihli Liberation’da imiş.
Edgar Morin, “Gerçek evrenselcilik (tümelcilik) çeşitliliğe (farklılığa) saygı duyar: Evrenselciliğin kaynağı farklılıktır (çeşitliliktir), ama farklılığın da kaynağı birliktir; işte bu unutuluyor” diyor.
* * *
Yazıyı (aslında bir söyleşi) boşuna aramamışım aylarca. Edgar Morin’e şöyle bir soru soruyorlar: “1989 yılında Berlin duvarı yıkılıyor ve Avrupa muzaffer oluyor. Böylece Avrupa’nın son bölünmesi de sona ermiş oluyor. Evrensel değerler adına, uygarlığı evrenselleşiyor. Ama bir paradoks var: 1989’dan bu yana, Avrupa daha çok kendisine Roma, Atina ve Kudüs’ten miras kalan hümanizmadan çok parasıyla, pazarıyla ilgileniyor gibi. Avrupa’nın evrenselliğinden geriye ne kaldı?”
Şimdi Edgar Morin’e kulak verelim:
Yazının Devamını Oku 7 Temmuz 2010
26 Haziran’da yayımlanan yazımın başlığı “Müslümanlar neden çağa uyumsuz?” idi. Bugünkü yazının adı: “Neden Müslümanlar çağa uyumsuz?” Bu konuda bir yazı daha yazacak olsam adı “Çağa Müslümanlar neden uyumsuz?” olabilir.
Türkçenin anlatım gücü işte bu yumuşaklıktan geliyor.
Sonuç olarak bir çağa uyumsuz bir insan topluluğu var: Kusur ya da suç çağda mı yoksa uyumsuz olan insan toplumu (topluluğu) mu? Toplum olamamış insan topluluğunda mı?
PARA İŞİNDEN İFTİHAR
Ben “Müslümanlar neden çağa uyumsuz?” diye sorarken, ilgili insan yığışımına “Kadınlarınızı neden ‘dürüm’ haline getiriyorsunuz?” diye çıkışmıyordum. Bana ne!
Bakın ne demek istiyordum: Aranızdan iyi bankerler, sanayiciler, bakkallar, mühendisler, vb. çıktığını biliyorum. Para konusunda, elhak, toplumun sizlere benzemeyen kesimlerinden çok daha iyisiniz. İftihara geçersiniz!
Benim sorduğum şu: Aranızdan neden büyük fizikçiler, matematikçiler, kimyacılar, bilim adamları; büyük müzisyenler, ressamlar, heykeltıraşlar, yazarlar, filozoflar çıkmıyor? O kendi tekke ve tarikat hesabınıza göre değil, dünya ölçüsüne göre. Sizin hesabınıza göre sıradan bir manzumeci olan Necip Fazıl kendi aranızda büyük şair.
Müslümanlar arasından, sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada adama benzer adam; bütün dünyanın imreneceği, örnek alacağı bir insan neden çıkmıyor? Böyle bir şey çağının çağdaşı olmadan ne yazık ki mümkün değil!
O UTANMAZ BENİM
26 Haziran 2010 günü yayınlanan yazıma aralarından kimi küncü beyinliler şöyle cevap veriyor: “Müslümanlar denilince, İslam deyince birilerinin zıvanadan çıkması, ayarlarının bozulmasının sebebi nedir acaba?.. Bir de güdük Türkçesi ile çevirdiği romanda ‘Ezan’ı şarkı, ‘Minare’yi kule, ‘Kuran’ı ‘ağıt’ yapan utanmazlar kalkıp da Müslümanlar ve İslam’a dair yazmıyorlar mı!.. İşin en kötü yanı da o?”
Namertlerin sözünü ettiği “Utanmazlar” benim. Sözünü ettikleri kitap da “Simyacı”! Romanın kahramanı Katolik genç Fas’ta hayatında ilk kez bir cami ve minare görüyor, Ezan duyuyor. Bunlarla karşılaşınca gördüklerini neye benzetecekti bre adamsılar? Kendi çocuklarınız bile Ezan’a “Minare şarkısı” demiyor mu?
İSLAM SONRASINI YAKALAYIN
Ben, Türk-Müslümanlarının dünyanın öteki Müslümanlarından “başka” olduklarını neden yazıyorum? Bir zamanlar laik ve steril ortamda öğrenim görmeleri sayesinde uygarlaştıkları için! Bunlar ise travesti Arap’a dönüşmek istiyorlar! Edgar Morin’den hareketle, Avrupa’nın Hıristiyanlığı aştığı, “Post-Hıristiyan” döneme eriştiği zaman çağı yakaladığını ve çağın önüne geçtiğini yazdım. Müslümanların, İslam sonrasını yakalayarak geri kalmışlıktan kurtulabileceklerini, çağla buluşabileceklerini ekledim. Bunun örneği olarak da Laik Cumhuriyet’i verdim. Adamlar benimle uğraşıyorlar. “Ne zaman çağın adamı olacaksınız?” sorumu cevapsız bırakıyorlar. Kendileri bilir. Çünkü onlar olmadan da bir başka dünya kurmak mümkündür!
Yazının Devamını Oku 6 Temmuz 2010
DOÇ. Dr. Füsun (Altıok) Akatlı (1944), 4 Temmuz 2010 Pazar günü akşamüzeri öldü. 66 yaşındaydı. Aynı kuşaktanız, 12 Mart kuşağından. Füsun, Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nin Felsefe Bölümü’nden mezun oldu. Mezun olduğu bölümde bir süre asistanlık yaptı. Daha sonra Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Bölümü’ne geçerek burada felsefe tarihi, sanat felsefesi, bilgi teorisi ve dil felsefesi konularında dersler verdi. 1974 yılında doktorasını tamamladı. Sanırım o günlerde Hacettepe Üniversitesi’nin Prof. Dr. İoanna Kuçuradi yönetimindeki Felsefe Bölümü’ne geçti.
1983 yılında bu görevinden ayrılarak hem kent hem meslek değiştirdi. İstanbul’a taşındı ve reklamcılık alanında çalışmaya başladı. O sırada aramız şekerrenk olduğu için bu ayrılışın nedenini bilemeyeceğim.
1991 yılında İstanbul Şehir Tiyatrosu’na geçti ve kültür işlerinden de sorumlu Başdramaturg olarak görev yaptı.
Daha sonra Yeditepe Üniversitesi’nin Felsefe Bölümü’nü kurdu.
Son olarak Doğuş Üniversitesi’nde ders veriyordu.
Füsun, Sivas kurbanı şair Metin Altıok ile 1966’da evlenip ayrıldı. 1968’de bir kızları oldu. Zeynep. Nezihe Meriç’in diliyle “Cincibir”.
OLMASI GEREKENİ OLMAYAN
Füsun, “olması gerekeni olamayanlar” sınıfına girer.
Füsun ile Metin bizim yakın arkadaşlarımızdı. Ne zaman onları düşünsem, Bodrum’da bir çocuk arabası sürerek yıkık kilise tarafından gelirler. Cincibir arabada yolculuk ettiğine göre 1968 ya da 1969 yıllarından birinde olmalı. Metin de Füsun da çırpı gibiydiler. İkisi de bir Dostoyevski romanından kaçkın. Demek ki yuvarlak hesap 1970’ten itibaren tanıyorum “Altıok” üçlüsünü. Füsun, Metin’den boşandıktan sonra da onu “Akatlı” olarak değil “Altıok” olarak düşündüm.
Yukarda “Füsun olması gerekeni olamayanlar sınıfına girer” diye yazdım. Türkiye’nin 1960-1980 yılları arasını yaşamamış olanlar bu cümlenin anlamını bilemezler. Füsun çok iyi bir felsefeci yani filozof olabilecek donanıma sahipken iyi bir felsefeci olarak kaldı.
Prof. Dr. İoanna Kuçuradi’nin danışmanlığında hazırladığı doktora tezi (1974) “Edebiyat Eserlerini Doğru Değerlendirme Problemleri ve İki Düşünür: İ. A. Richards ve N. Hartman”ı doktora jürisine sunulmadan önce okuyanlardan biriydim.
DERİNLEŞME FIRSATI OLMADI
Edebiyat eserlerini doğru değerlendirmeyi kendisine dert edinmişti ama bu alanda daha da derinleşmeye fırsat bulamadı. Oysa bir eleştiri kuramı kuramasa da birine büyük katkılarda bulunabilirdi.
Metin ile birlikte yaşadıkları fırtınalı, birbirlerini engelleyici hayat boşanmayla sonuçlandı.
Füsun bir başkası için çok önemli sayılabilecek bir yapıt bıraktı. Ama bunlar onun yapabileceklerinin ancak dörtte biri eder. Bunu bilen biri olarak son derece üzgünüm. Oysa “bir başka dünya”ya inanan Füsun için bir başka dünya mümkündü. Öyle bir dünya ki herkesin olabileceğini olduğu bir dünya! Güle güle Füsun!
Yazının Devamını Oku 4 Temmuz 2010
FRANSIZCADA “Conditionel présent” denen şart kipi “Geçmişte gelecek zaman” olarak da kullanılır. Müthiş bir yapıntı, anlatı (“fiction”) zamanıdır. Ülker, Türkçede buna “Gelecek zaman hikâyesi” dendiğini söylüyor. Roman sanatının temel direklerinden biridir. “Bu inadın cezasını on yıl sonra çekecekti.” (Cezasını çekmiş.) “Fırtınalar dindikten sonra sular sakinleşecek ve güzel günler gelecekti.” (Güzel günler hem gelmiş hem de gelmemiş olabilir.) Bu şart kipine Le Monde Gazetesi yeni bir kullanım tarzı ekledi.
“Başbakan Paris’te Sarkozy ile görüşecekmiş.” “Görüşme kesin değil”, “Görüşme olasılığı var” anlamında. O zaman cümlenin şöyle kurulması gerekir: “Başbakanın Paris’te Sarkozy ile de görüşebileceği söyleniyor”.
CAMİ BOMBALANMIŞ MI!
“Fatih Camii bombalanacaktı.” Geçmişte, Fatih Camii’nin bombalanması bir koşula bağlı olarak tasarlanmış. Tasarlanmamış da olabilir. Sonuçta cami bombalanmış mı? Hayır bombalanmamış. “2003 tarihli Çarşaf ve Sakal kodlu eylem planlarına göre, darbe ortamı yaratmak amacıyla Fatih ve Beyazıt camilerinde cuma günü bombalı saldırı düzenlenecekti.”
Saldırı düzenlenmiş mi? Hayır düzenlenmemiş. “Kendi jetlerimizi düşürecektik. Sıkıyönetim ilan edilmesini sağlamak için hazırlanan Oraj Hava Harekât Planı’nda, Ege’de uluslararası kriz çıkarmak amacıyla gerekirse bir Türk jetinin düşürülmesi yer alıyor.” Peki böyle bir zıpırlık yapılmış mı? Yapılmamış! Ayrıca, böyle bir harekât planı uygulanmak için hazırlanmış ise, uygulanmayan bir planın evrakının saklanması akla yakın mı? Elbette akla yakın değil! Mersin Lisesi Orta kısmında bizim Göbek Emmi lakaplı bir Türkçe öğretmenimiz vardı, roman ve öykü sanatını söyle tanımlardı: “Olmuş ya da olması mümkün olayların yer, zaman ve hars göstererek anlatılmasına roman (öykü) denir.”
Roman sanatı bir kurgu, yapıntı (fiction) sanatıdır. Zaten romanın öteki adı da “fiction”dur.
Gazetecilik dilinde “fiction” kesinlikle kullanılamaz. Gazeteci görmediğini görmüş gibi anlattığında mesleğine ihanet etmiş olur. Oysa romancı görmediğini görmüş gibi ve inandırıcı bir üslupla anlattığı zaman gerçekten romancı olur.
ROMAN ÜSLUBU PROPAGANDA
Bir gazete 20 Ocak tarihli sayısında “Fatih Camii bombalanacaktı” diye romanesk bir manşet atıyor. Ertesi gün (21 Ocak) bir başka gazete bu manşeti alıp kendisine bir manşet uyduruyor: “Balyoz darbe planı deşifre oldu. En kanlı darbe planı.”
Herhangi bir vadede bu türden spekülasyonların gerisinde “renkli devrim” yapımcılarının (prodüktörlerinin) bulunduğu kesinlikle anlaşılacaktır. Olmamış, gerçekleşmemiş olguları bir roman üslubu ile sunan bu propagandanın gerisinde CIA, Soros, NED (National Endowment for Democraty), IRI (International Republican Insttitude), NDI (National Democratic Institute), USIAD (United States Agency for International Development) gibi fesat örgütleri olabilir. Olabilir, ama her şeye karşın bir başka dünya mümkündür!
Yazının Devamını Oku 3 Temmuz 2010
AMERİKA Birleşik Dev-letleri’nde yaşayan bir okurum çok ilginç bir e-posta gönderdi. Okurum “Atatürk ilkeleri şimdi nerede uygulanıyor?” diye sorduktan sonra, kendisi yanıtlıyor: “Suudi Arabistan’da” diyor... Birlikte okuyalım:
ŞEYHLER MÜRİTLER YOK
1- Suudi Arabistan’da türbe, yatır yoktur, yasaktır. Ramazan aylarında sözde yatırlara, kısmeti açılsın diye genç kızlar, sağlığı için dua edenler, dallara, ağaçlara bez parçaları bağlayanlar, cahiliye devrinden kalma putperestlik addedilir.
2- Peygamberimize ait olduğu söylenen sakal-ı şerif, hırka-i şerif, dendan-i şerif gibi ziyaretler yoktur. Böyle davranışlar gereksiz ve şirk (Allah’a ortaklık) olarak kabul edilir.
3- Suudi Arabistan’da imam, müezzin gibi din görevlileri ülkemizdeki gibi devlet memuru statüsünde değillerdir. Devlet bütçesinden bu gibi kişilere maaş ödenmez. Allah için yapılan görevin karşılığında para almak ayıp sayılır ve yasaktır.
4- Suudi Arabistan’da biri çıkıp da medyum olduğunu iddia ederse, o kişinin kellesi hemen gider. Medyumlar Türkiye’de açık oturumlarda konuşuyor, sözde şifa(!) dağıtıyorlar.
5- Suudi Arabistan’da Nakşilik, Nurculuk, Fethullahcılık gibi tarikatlar da yoktur. Onların şeyhleri de, müritleri de yoktur. Neden bu (bizim) tarikatların şeyhlerinden birisi bile o şeriat ülkesine gidip yerleşmez? Yoksa kelle korkusu mu?
6- Suudi Arabistan’da kız imam hatip lisesi yoktur. Bu komik bulunur. Çünkü İslamiyet’te kadın imam olmaz.
7- Suudi Arabistan’da nazar boncuğu, okunmuş su, nazara karşı geyik boynuzu, üzeklik, vs, vs gibi şeyler gericilik ve şirk addedilir, yasaktır.
8- Suudi Arabistan’da cami gibi ibadet yeri kompleksleri altında bünyesinde market, dükkan vs bulunmaz. Dinin ticarete alet edilmesi yasaktır.
Bu yazı elbette bir şeriat ülkesinin övgüsü değildir. Sadece, bir şeriat ülkesinde bile yasaklanan bazı şeylerin ülkemizde serbestçe nasıl uygulandığını hatırlatmak, güzel dinimizin nasıl sömürüldüğünü vurgulamak amacını gütmektedir. Yazdıklarımın doğru olup olmadığını Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan sormanız mümkündür.]
HALKIN MADRABAZLARI
Okurumuz laik Türkiye’de serbest olan hurafelerin, şeriat ülkesi olan Suudi Arabistan’da yasak olduğunu yazıyor. Bu, “Biz de şeriatla yönetilsek bunlar olmaz!” anlamına gelmez. Bize şeriat gelse de onun tüccar ve işletmecileri bu abrakadabralardan kesinlikle vazgeçmezler! Cumhuriyet devrimleri “halkın değerleri” olarak sunulan ve savunulan bu türden hurafeleri ortadan kaldırmayı ve halkı özgürleştirmeyi amaçlamıştı. Günümüz Cumhuriyet karşıtı mürtecilerin tamamı bu türden şirklerin ticaretini yapan, halkın değerlerine(!) saygılı madrabazlardır. Adalet, eşitlik, emeğe saygı halkın gerçek değerleridir ama tarikatçı, cemaatçi madrabazın baş düşmanıdır bu değerler!
Tarikatlara, cemaatlere, din tüccarlarına karşın bir başka dünya hâlâ mümkündür!
Yazının Devamını Oku 2 Temmuz 2010
KÜRTÇÜLÜK ya da Kürt “sorunu” hakkında düşünen, yazıp konuşanların artık bazı arkaik ya da anakronik gönderme ve tasvirlerden vazgeçmeleri gerek: “Kürt sorununun inkârı”, “Kürt yok kart-kurt Türk’ü var” gibi. “Kürt” sorunundan söz ederken, dikkat edelim ki, kendi halinden rahatsız bir topluluktan ve bu topluluğun yaşadığı bir üniter devletten söz ediyoruz. Kendi halinden rahatsız (mutlu olmayan) topluluk olmanın nedeni ve nedenleri ne? Çünkü kendi halinden memnun olmamak başka, sahip olduğu hakların yetersiz olduğunu düşünmek başka! Bu rahatsızlık, mutsuzluk, yetersizlik duygusunu yaratan yasal koşullar mı, anayasal koşullar mı? Bu topluluğun sözcüsü olduğunu söyleyen bir grup silaha sarılmış ve isyan etmiş ise durum değişiktir. Hele bir de bu topluluğun TBMM’de bir temsilci grubu varsa, iş iyice karmaşıklaşır.
AVUKATIN ÖNERİLERİ
Genel konuşmak istediğim için bir ad vermeyeceğim. 4 Haziran tarihli yazımı bir gazetede eleştiren Diyarbakırlı bir avukat, bu konuda kendi önerilerini açıklamış:Vatandaşlığa ilişkin öneri: “Vatandaşlık temel bir haktır. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına sahip olmada ve bu hakların kullanılmasında dinsel, dilsel, ırksal, etnik ve benzeri hiçbir ayrım gözetilemez. Vatandaşlık hakkının kazanılmasına ilişkin esaslar kanunla düzenlenir. Hiç kimse, kendi isteği dışında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkartılamaz.”
Özdemir İnce der ki: Böyle bir tanıma hiçbir itirazım yoktur.
AMAÇ AYRI DEVLET
Eğitim ve öğretim hakkına ilişkin:
(1) Kimse, eğitim ve öğretim hakkından mahrum bırakılamaz.
Özdemir İnce der ki: Hiçbir itirazım yok.
(2) Herkes anadilde eğitim ve öğrenim hakkına sahiptir. Bu hak, eğitim ve öğretimin tüm aşamalarını kapsar.
Özdemir İnce der ki: Artık “anadilde öğrenim” ile “anadilin özgürce öğrenilmesi” arasındaki farkın bilindiğini düşünerek “Sorunun gözü ve kaynağı işte buradadır” diyebiliriz. Ben “anadilde öğrenim hakkı”nın ancak: (a) Özerk bölge; (b) Federasyon; (c) Bağımsızlık için ayrılma durumunda söz konusu olabileceğini düşünüyorum. Bir üniter devlette resmi dilin dışında bir anadil öğrenim dili olamaz. Olması durumunda, en kısa zamanda “ayrılık” gelir. Ancak bu itirazım, özerklik, federasyon ya da ayrı devlet çözümlerine karşı olduğum anlamına gelmez. Bu üç sonuçtan biri istenmiyorsa, anadilde öğrenim neden isteniyor? İlerde sağlam bir gerekçe, tutamak yaratmak için mi? Gevelemeye gerek yok, harbi olunsun!
(3) “Türkçeden başka dillerde eğitim ve öğretim yapılması ile ilgili esaslar, demokratik toplum düzeninin gereklerine uygun olarak düzenlenir. Türkçeden başka anadillerde eğitim yapan kurumlarda resmi dilin öğrenimi zorunludur.”
Özdemir İnce der ki: Ülkenin devlet dili olan resmi dil bir yabancı dil olarak öğretilemez. “Anadilde öğretim”in bir tek amacı vardır: Ayrı devlet kurma! Önce devletini kur, gerisi kolay. Ayrılığa giden sürecin masraf ve faturalarını TC’ye ödetme!
Bir başka dünya elbette mümkündür! Ama ortak sözcük ve kavramlarla konuşarak!
Yazının Devamını Oku 30 Haziran 2010
CÜNEYT Özdemir’in CNN’deki “5N 1K” programı 10 Haziran 2010 günü Barış ve Demokrasi Partisi’nin (BDP) genel başkanı Selahattin Demirtaş’ı konuk etmişti.
Cüneyt Özdemir, Selahattin Demirtaş ile PKK ve Abdullah Öcalan ağırlıklı bir söyleşi yaptı. BDP’nin genel başkanı Selahattin Demirtaş temelli bir Anayasa değişikliğinin Kürt sorununu kökünden çözeceğini söyledi. Ama söz konusu temelli değişikliğin sadece BDP’nin mi yoksa Öcalan ve PKK’nın da talebi olup olmadığını söylemedi. Kendisine böyle bir soru sorulsaydı cevap verebilir miydi? Bilemem! Aslına bakarsanız, söyleşinin daha verimli olabilmesi için bu sorunun sorulması gerekirdi.
* * *
BDP’nin genel başkanı üç maddede Anayasa değişikliğinin yapılmasını istiyordu:
1. Yeni vatandaşlık tanımı;
Yazının Devamını Oku