Özdemir İnce

José Saramago: Adamın hası

21 Temmuz 2010
GAZETELERİN yayınladığı kitap eklerinin en kötüsü bile ana gazetelerinden birkaç gömlek daha iyi. Örneğin bir ciddi yazarın demokrasi ve insan haklarıyla ilgili düşünceleri ana gazetelerde kolay kolay yer bulamaz. Romancı Buket Uzuner’in Portekizli yazar José Saramago ile yaptığı söyleşi VatanKitap’ın 14 Temmuz sayısında yayınlandı. Portekiz’in Nobel ödüllü yazarı Saramago’yu geçen ay yitirmiştik. Buket Uzuner, Saramago ile ölümünden az önce Kanarya Adaları’ndan Lanzarote’deki evinde görüşmüş. Sorduğu sorular bir edebiyat yazarının işini nasıl iyi yaptığını gösteriyor. Bu söyleşiyi okumalarını gazeteler için söyleşi yapan genç bayanlara özellikle ve hararetle tavsiye ederim.
GEL DE İNANMA (!)
Buket Uzuner’le hasta yatağından kalkarak konuşan Saramago: “Biliyorsunuz Bayan Buket, insanlık özgürdür, ama ne zaman özgürdür, doğduktan birkaç ay boyunca özgürdür. Hiç kimse boynunda haçla doğmaz. Sonra da kendisi Hıristiyan olmaz, onu Hıristiyan yaparlar” diyor.
Sanki Ali Bulaç’ın (Zaman, 07.07.10) aktardığı hadis gibi: “Her çocuk İslam fıtratı üzerine doğar. Sonra ebeveyni onu Yahudileştirir, Hıristiyanlaştırır ve Mecusileştirir.” (Buhari, Cenaiz, 92) Demek ki çocuklar dinsiz doğmazlarmış, Müslüman doğarlarmış. Gel de inanma(!)
Sonra Ali Bulaç ekliyor: “Özetle, iyi dediğimiz ‘insani veya evrensel değerler’ eğer gerçekten ‘iyi’ iseler, İslam’a aittirler.” Demek ki Müslümanlar iyi, ötekiler kötü!
Saramago, gerçekten özgürlükçü, insancıl bir yazar. Ali Bulaç ise onun tam karşıtı.
HALKA KAKALIYORLAR
“Demokrasi”yi soran Buket Uzuner şöyle bir cevap alıyor: “Demokratik bir sistemle yönetilmiyoruz. Demokrasi halkın belli aralıklarla oy vermesiyse, evet o yapılıyor. Bence bu bir aldatmaca. Ötesi siyasetçilerin elinde, büyük sermaye sahiplerinin, feodal beylerin, ağaların elinde. Onların büyük başarısı insanları demokrasinin böyle bir şey olduğuna inandırmaları. Mesela IMF, Dünya Bankası demokratik kurumlar değil. Bunları biz seçmedik ki... Onlar kendi aralarında oturuyorlar; bizim düşüncemizi almadan bizim için neyin iyi neyin kötü olduğuna karar veriyorlar.”
Bununla da yetinmiyorlar, bazı ulusları silah zoruyla demokratikleştiriyorlar. Demokratikleşme diye eski anayasaları boyayıp referandum dalaveresiyle halka kakalıyorlar.
‘MUHAFAZA-İ KAR’CILAR
Saramago, “İsa’ya Göre İncil” diye bir roman yazmıştı. Katolik Kilisesi onu bu kitap yüzünden aforoz etti. Bu yetmezmiş gibi romana bozulan zamanın demokratik(!) hükümeti onun Avrupa Edebiyat Ödülü’ne aday gösterilmesine engel oldu. Ama Saramago ikisine de kahkahayla gülerek öldü. Çünkü ne bu dünyada ne de öteki dünyada kimseye ihtiyacı yoktu.
Saramago, Buket’e “Türkiye’deki muhafazakârlar kim, neyi muhafaza etmek istiyorlar?” diye de sormuş. Cevabını ben vereyim: Bizde muhafazakâr yoktur; “muhafaza-i kâr”cılar vardır. Ki bütün amaçları kârlarını arttırmak ve muhafaza etmektir.
Evet, ancak gerçekten özgür insanlarla bir başka dünya mümkündür.
Yazının Devamını Oku

Gazze kazası

20 Temmuz 2010
NAPO-LÉON’un talihi Mısır seferinde ters dönmeye başladı. Avrupa’ya diz çöktüren Napoléon Ortadoğu’ya egemen olmak için Mısır’a asker çıkardı. Mısır’da bir süre eğleşip şirinlik muskası dağıttıktan sonra Gazze ve Yafa üzerinden Akka Kalesi’ne yürüdü. Mısır ve Filistin’i kolayca ele geçirdiği için Akka Kalesi’nin de birkaç saat içinde düşeceğini hayal ediyordu. Akka Kalesi’nin önüne gelince (18 Mart 1799) kale komutanı Cezzar Ahmed Paşa’ya bir mektup döşendi:

“İşte kalenin duvarları önüne geldim. Bir ihtiyarın geri kalmış birkaç günlük ömrünü almak bana bir şey kazandırmaz. Seninle savaşmak istemiyorum. Benimle dost ol ve kaleyi teslim et!”

Bu sırada 82 yaşında olan Cezzar Ahmed Paşa şöyle cevap verdi:

“Hamdolsun gücümüz yetiyor ve elimiz silah tutuyor. Geri kalmış birkaç günlük ömrümüzü de küffar ile cenklerde geçiririz.”

Lafın kısası Napoléon iki ayda Akka’yı ele geçiremedi. 25 Temmuz 1799 tarihinde iki gemiyle Mısır’dan sıvıştı. Yıllar sonra hayat muhasebesi yaparken “Kader beni ihtiyar bir adamın oyuncağı yaptı. Akka’da durdurulmasaydım, bütün Doğu’yu ele geçirebilirdim!” diyecektir.

MUZAFFER TALİHİN DÖNÜŞÜ


Napoléon’un Akka seferi ile Mavi Marmara’nın (aslında AKP’nin) Gazze seferini mukayese edecek değilim. Ancak, korkarım ki, Napoléon’un talihini Akka tersine çevirmişti, AKP’nin muzaffer talihini de Gazze tersine çevirdi, çevirecek.

Sırasıyla bakalım:

1. Birleşmiş Milletler, AKP hükümetinin istediği kararı çıkarmadı. Obama, AKP hükümetinin umduğu desteği ver(e)medi. Uluslararası araştırma komisyonu kurulamadı.

2. İsrail yelken indirmedi. Tam tersine çekilen bütün restleri pot arttırarak gördü.

3. Gazze yönetimi arabulucu olarak Türkiye’yi değil Mısır’ı seçti.

4. Suriye, İsrail-Suriye görüşmelerinde, fincancı dükkânını dağıtan Türkiye’nin değil ABD’nin görevlendireceği bir memurunun arabulucu olmasını istedi.

5. Kabadayı İran, İsrail’in kararlı davranışı karşısında pıstı, Gazze’ye yardım gemisi gönderemedi.

6. Çöl kartalı Kaddafi de İsrail karşısında tırstı ve gemiyi Gazze yerine Mısır’a gönderdi.

Vaziyetin durumu böyle!

PEK YAKINDA SİNEMAMIZDA

Alman tarihçi Franz Altheim, “Bir iç bunalımı ancak bir dış bunalım doğurur! Öncelik her zaman dış politikadadır!” der. Ancak AKP hükümeti bu konuda o denli başarılı ki iç bunalımı dış bunalıma çevirecek üstün yetenekleri var. Dilerim, Başbakan, emeklilik günlerinde “Gazze’de durdurulmasaydım bütün Arap dünyasını ele geçirecektim!” demez. Gazze bozgunu ancak bir film ile zafere dönüştürülebilir. Hazırlık yapan imanı bütün rejisörler varmış. Ha gayret, “Pek yakında sinemalarımızda!” Bir başka dünya mümkündür, ama sinemada değil!
Yazının Devamını Oku

Parayı verdi düdüğü çaldı

18 Temmuz 2010
1956 yılında Ankara’ya gittim, “Edebiyat ve sanat dünyası”na resmen girdim. 60 yıldır bu işin içindeyim. Gençliğimde, gençlere haksızlık yapıldığını, engellendiklerini düşünürdüm. Her yayınevinde, her dergide bir “klik” vardı, kendi aralarında dayanışma oluyordu. Aynı meyhane masasında birlikte oturanlar birbirini tutuyor, ödül jürileri de mutlaka kimilerini kayırıyordu. Bütün kuşakların gençleri böyle düşünmüşlerdir. Günümüz gençleri de böyle düşünüyor ama şimdi ellerinin altında internet var; “Fanzin” dedikleri şey var.
ABD BURSU ALANLAR
Edebiyat ve sanatın işlerine hükümetlerin, gizli servislerin, CIA’ların burnunu soktuğunu , Frances S. Saunders’in “Parayı verdi düdüğü çaldı. Sanat ve edebiyat dünyasında CIA parmağı” (Çeviren: Ülker İnce; Kırmızı Yayınları, 2010) adlı kitabını okuyuncaya kadar aklımın kıyısına bile gelmezdi.
Hemen düşünmeye başladım: MİT bizleri meyhanelerde izlemekten başka, edebiyat ve sanat alanında acaba dalavere çevirmiş miydi? Acaba CIA Türkiye’de de parayı verip düdüğü çalmış mıydı? 1950’den bu yana türlü çeşitli ABD bursları alan yazarlar, sanatçılar, akademisyenler aynı zamanda CIA tarafından da seçilmiş olamaz mıydı?
‘GİRİŞ’TEKİ CÜMLELER
Yazar “Giriş” bölümüne şu cümlelerle başlıyor: “Soğuk Savaş’ın doruğa çıktığı bir sırada Birleşik Amerika, Batı Avrupa’da gizli bir kültürel propaganda programına büyük miktarda para ayırmıştı. Bu programın ana özelliği, böyle bir programın olmadığı iddiasıydı. Amerika’nın Merkezi İstihbarat Teşkilatı, CIA bu programı gizlilik içinde yürüttü. Bu gizli savaşın ana gövdesini Kültürel Özgürlük Kongresi oluşturuyor ve başkanlığını 1950 yılından 1967 yılına kadar CIA ajanı Michael Josselson yürütmüştü. Kongre uzun ömürlü olduğu kadar hayli başarılı da oldu. Başarısının doruğuna ulaştığı günlerde, Kültürel Özgürlük Kongresi’nin otuz beş ülkede bürosu vardı, onlarca personel çalıştırıyor, yirminin üzerinde saygın dergi yayımlıyor, resim sergileri açıyordu, bir haber ve film servisine sahipti, tanınmış kişilerin katıldığı uluslararası toplantılar düzenliyor, müzikçilere ve ressamlara ödüller dağıtıyor, konser ve sergi olanakları sağlıyordu. Tek amaç, uzun zamandır Marksizme ve komünizme yakınlık duyan Batı Avrupa aydınlarını yavaş yavaş ‘Amerikan tarzı’na daha yakın bir bakış açısına ısındırmaktı.”
BİR ‘ÜSTAT’ İŞİ
Program başarılı oldu, başarılı olmasaydı Demir Perde nasıl yıkılacaktı? Günümüzün renkli devrimlerinin kaynağında da aynı program var. Mark MacKinnon’un “Yeni Soğuk Savaş”ı (Destek Yayınları), John Persins’in “Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları I, II, III” (April Yayıncılık) ve “Parayı Verdi Düdüğü Çaldı” (Kırmızı Yayınları) günümüzün esrarlı dünyasını ve Türkiye’sini anlamak için üç rehber.
“Parayı Verdi Düdüğü Çaldı”nın çevirisi tam anlamıyla bir “üstat” işi. Demek ki anlaşılır bir çeviri yapmak da mümkünmüş. Tıpkı yeni bir dünyanın mümkün olması gibi!..
Yazının Devamını Oku

‘Kuran’da yeri var’a zeyl

17 Temmuz 2010
MÜSLÜMANLARIN çağının çağdaşı olamamasının, dünyayı ve evreni kavrayamamasının en önemli nedeni “Kuran’a yeri var” safsatasıdır. Bu aynı zamanda derin ve bulaşıcı bir aşağılık duygusunun da ifadesidir: “Siz Frenklerin, gâvurların yaptıkları icatlara, kullandıkları fenne bakmayın, bunların hepsinin kaynağı Kuran’dır!” düşüncesidir.

Kuran ister yukardan vahiyle insin, ister insan elinden çıkmış olsun bir din kitabıdır. Bir din kitabı olarak öteki din kitapları ve Sümer dinsel metinleri ve efsaneleri ile metinlerarası ilişkisi vardır. “Kuran’da yeri var”cılar ister onaylasınlar, ister onaylamasınlar: Yukarıda yazmış olduğum cümlenin kanıtlandığı binlerce kitap var.

İNANMAYANLAR EGEMEN OLMUŞ

Diyelim ki İslam ve Kuran modern bilimle örtüşüyor. Bunun Müslümanları aşağılamaktan başka faydası ne? Kuran’a inananlar geri kalmış, yoksul, sefil; demokrasi, özgürlük ve insan haklarından yoksun. Ama Kuran’a inanmayanlar (fakat onun ilim ve irfanından yararlananlar) dünyanın egemeni olmuşlar. Bu nasıl iş?

“Bu nasıl iş?” sorusunu dünkü yazımda sözünü ettiğim sempozyuma katılan Diyanet İşleri Başkanı’na sormalı. Ben 28 Haziran tarihli Zaman Gazetesi’nin yalancısıyım. Çünkü “Kuran ve Bilimsel Hakikatler” başlıklı sempozyumu haber yapan gazetede fotoğrafı var.

Ayrıca, sempozyumda bir tebliğ sunan Bezm-i Âlem Vakıf Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Adnan Yüksel de “Anne karnında çocuğun yaratılması” konusunu ele almış. Yeryüzünde ve semada görebileceğimiz sayısız sanat eserleri arasında insanın ayrı bir yerinin olduğunu vurgulayan Yüksel, “İnsan yeryüzünün en kompleks yapısıdır. Tek hücresinden tüm doku, organ ve uzuvlarına kadar tam anlamıyla mucizedir” demiş.

Kuran’ı Kerim’de Müminun Sûresi 12-14, Hacc Sûresi 5, Vakıa Sûresi 58-59 gibi birçok ayette insanın ilk yaratılışı ve anne rahminde yaratılışının anlatıldığını hatırlatan Yüksel, bilimsel yönü ile ayetlerde anlatılan anne rahmindeki yaratılışın örtüştüğünün altını çizmiş.

İNANDIKLARI İÇİN İNANIYORLAR

Bu gayretlerin Müslümanlara ve insanlığa faydası ne? Kuran-ı Kerim ne bir doktora tezi, ne de benzeri bir şey, kendini kanıtlamaya ya da kanıtlatmaya hiçbir gereksinimi yok. İnsanlar ona bilimsel keşiflerin kaynağı(!) olduğu için inanmıyorlar, inandıkları için inanıyorlar. Kuran’da dünyanın düz olduğu yazsa da (ki yazdığını iddia edenler var) insanlar ona inanmaya devam edecektir. Kuran’ın böyle bilimsellik safsatalarına ihtiyacı yok.

Kuran’ın kendisi için, dünya, insanlık ve Müslümanlar için en büyük tehlike, Kuran’ın çağdaş dünyayı, bilimleri ve toplumsal ilişkileri açıklamak için referans yapılmasıdır.

Kuran’ın metninde hiçbir reform yapılamaz, yeni bir okuma tarzının da herhangi bir yararı olamaz. “İslam’da reform olamaz” diyenler haklıdır ve zaten gereksizdir. Fakat, tıpkı Hıristiyanlık’ta olduğu gibi din ve Kuran dünya işlerinde referans olmaktan çıkar. İşte reform budur ve bunu Cumhuriyet, kuruluşundan itibaren başarmış ve uygulamıştır. “Post-İslam” ya da “İslam sonrası” demek İslam’ın dünya işlerinde artık referans olmaması anlamına gelir. Ki buna laiklik deniliyor. Ve bu yeni bir dünya ancak laik düzende mümkündür.
Yazının Devamını Oku

Kuran’da yeri var

16 Temmuz 2010
BİLİYORSUNUZ: Eski Diyanet İşleri Başkanları, İlahiyat Fakültesi Profesörleri gazetelerde din konusunda yazılar yayınlamaktadırlar.

Dinci ve İslamcı gazetelerden söz etmiyorum. Zaten onların bütün yazarları başlı başına bir fetva makamı.

Ben bunlardan değil normal gazetelerden söz ediyorum. Ve bu gazetelerde yayınlanan din referanslı yazıları son derece önemsiyorum. Ama yazıların büyük bir çoğunluğunun beni hayal kırıklığına uğrattığını söylemek zorundayım.

Örneğin, 15 Haziran 2010 tarihli bir gazetede “Prof. Dr.” unvanlı eski bir Diyanet İşleri Başkanı şu başlık altında bir yazı yayımlamış:

“Kuran’ın söyledikleri modern gökbilime uygun düşmektedir.”

Yazının Devamını Oku

Ayrılmak istemeyen adam!

14 Temmuz 2010
DÜNKÜ yazımı yazıişlerine gönderdikten sonra gazetelerde BDP milletvekili Hasip Kaplan’ın şangırtılı demecini okudum. Bu türden demeçlere alışkın olduğum için ciddiye almadım ve yazımı yenilemek aklımın ucundan bile geçmedi. Kendi gerçek ve doğrularımı bir kez daha yazayım: İster savaş, ister barış yoluyla olsun Kürtlerin özerklik, federasyon ve bağımsız devlet istemelerine karşı değilim. Ama bu isteklerini kesinlikle desteklemedim, desteklemiyorum. Desteklemek, desteklememek! Bunlar benim için önemli değil. Benim için önemli olan şu: Özerklik, federasyon ve bağımsız devlet gerçekleşebilir mi, gerçekleşirse hangi koşullarda gerçekleşir. Bunların cevaplarını en son dün yazdım.
LAFI LAF DEĞİL
BDP’li Hasip Kaplan “Biz ayrılamayız!” demiş. Siyasetçilerin, gazetecilerin ve köşemenlerin çoğu pek Türkçe bilmedikleri için bu cümlenin ne anlama geldiğini açıklayayım:
1. Türkler ve Kürtler birbirinden ayrılamaz.
2. Hasip Kaplan Kürt olduğu için “Biz”, “Kürtler” anlamına gelir: “Kürtler, Türklerden ayrılamaz!”
3. “Ayrılmak” sürecin üçüncü evresi olduğu için “özerklik” ve “federasyon” gündemden düşmemiştir.
4. Hasip Kaplan’ın “Biz ayrılamayız!” sözü, “Ayrılamayız ama özerklik ve federasyon isteklerimizi görüşebiliriz!” anlamına gelir.
5. Hasip Kaplan sözünün ne anlama geldiğini elbette benden çok daha iyi biliyordur. Ama ben gazeteci değilim ve öteki köşemenlere hiç mi hiç benzemem. Bana bir cümlesini veren elimden kurtulamaz.
6. “Ayrılamayız!” lafı laf değil de bir tür “engagement” (angajman, vaat, yatırım, güdümlülük, bağlanma) ise bunun ne anlama gelmesi gerektiğini birlikte görelim.
İNSAN HAKLARI ESNAFI
1. Ayrılmak istemeyen(ler) PKK’nın sadece eylemlerine değil kendisine de karşı çıkar.
2. Doğu ve güneydoğuda, Mersin’de, Adana’da, İstanbul’da ve öteki yerlerde yapılan yasadışı gösterilere, barbarlık ve vandalizme karşı çıkar.
3. Karşı çıkmakla kalmaz 1. ve 2. maddede yazdıklarımla mücadele eder.
4. “Anadilde öğretim” iddialarından hemen vazgeçer. Çünkü gazeteci ve köşemen esnafı pek bilmez ama ayrılıkçılığın en önemli göstergesi “anadilde öğretim” dayatmasıdır. Yanlış anlamalarına engel olmak için bir kez daha yazayım: Anadilde öğretim ile anadilin özgürce öğrenilmesi aynı şey değildir.
5. “Ayrılık” gündemden kalkıyorsa “özerklik” koşulları elbette konuşulabilir. Ama “anadilde öğretim hakkı”nı araya sokuşturmadan.
6. Sorunu ilkokul düzeyine indirgeyerek yazdım. Anlamayan varsa sorun kendisindedir.
7. Bu satırları yazan gibi bir “ırkçı”, bir “faşist” varsa, ona kurban olayım.
8. Bir başka dünya elbette kurulur, ama “barış esnafı”, “demokrasi ve insan hakları esnafı” ile değil!
Yazının Devamını Oku

Pandora’nın kutusu açılırken

13 Temmuz 2010
ORHAN Kemal ölümsüz “Cemile”sinde ne güzel yazar “Herkeş kendi cebinden harcasın ağam!” diye. “Hep bana Rab bana” da var ama birincisi kadar çarpıcı etki yapmaz, yapmıyor. “Fazla naz âşık usandırır!” da var tabii! Kürtçülük sorunundan söz ediyorum ki Pandora’nın kutusu açılmak üzere.
Ertuğrul Özkök bir yazı yazdı (“Birlikte yaşamak zorunda mıyız?”, 06.07.10). Vay sen misin yazan! Ben de buna benzer şeyleri birkaç kez yazdım. Demek ki pilavın taşı çürük dişe denk gelmemiş. Her mesaj cümlesi kendi antitezini de içinde taşır: “Birlikte yaşamak zorundayız!”; “Birlikte yaşamak zorunda değiliz!” gibi. Üstelik birlikte yaşamak istemeyen PKK’nın eylemleri her gün yaraya tuz basarken!
‘FEDERAL DEVLET’İ OKUYUN
İsterseniz baştan alalım. Hürriyet’te yazmaya başladığım 1 Ocak 2000 tarihinden. Kürtçülük konusunda yazdıklarım kocaman bir kitabı doldurur. İlkin “Anadilde öğretim”in ne anlama geldiğini anlatmak için en azından beş yıl uğraştım. “Anadilde öğrenim” Kürtçülük davasının en önemli halkasıdır. Ardından “Daha fazla demokrasiciler” bildirileriyle birlikte geldiler. “Anadilde öğretim”in, “Daha fazla demokrasi”nin sırasıyla özerklik, federasyon, bağımsız (ayrı) devlet anlamına geldiğini yazdım. “Hayıııır, vallabilla öyle değil!” dediler. Ama artık anlaşıldı “Vehbi’nin kerrakesi” ve Çapanoğlu da ortaya çıktı.
Türkiye’nin iki türlü bölünebileceğini de yazmıştım:
1. PKK’nın TSK’yı yenmesi; 2. Referandum.
PKK, TSK’yı yenerse istediğini barış masasında söke söke alır. Ama iş referanduma kalırsa, Türkiye’nin tüm seçmen nüfusu katılacağı için “Sonuca pek güvenmeyin!” diye yazmıştım. Bakarsınız referandumdan “kahir bir ekseriyetle” ayrılma sonucu çıkar. Bu sonucun çıkması Pandora’nın kutusunun açılmasına bağlı, ki gidiş kutunun açılmakta olduğunu göstermekte.
Açıkgöz Kürtçü esnafına, Prof. Dr. Oktay Uygun’un “Federal Devlet” (XII Levha Yayınları) adlı kitabını bulup okumalarını da tavsiye etmiştim.
İŞİN BİR DE ‘AMA’SI VAR
Bir kez daha uyarmak istiyorum: Bölgesel (coğrafi) özerklik, yerel yönetimsel özerklik mümkündür. Ama bu özerkliklere “Anadilde öğretim”i eklemek mümkün değildir.
“Anadilde öğretim”in uygulanması tam özerkliktir artık. Bunun ardından federasyon ve bağımsızlık gelir. Barış içinde birlikte yaşamak isteyenler ille de “Anadilde öğretim!” diye tutturmazlar. Tuttururlarsa, bu, bağımsızlığa giden hesaplı kitaplı bir programları olduğu gerçeğini ele verir. “Merkezi hükümet versin, biz gelecekteki devlet kurumlarını kuralım; ekonomik yapılanmamızı halledelim; insan kadrolarımızı yaratalım ve sonra cumburlop gerdeğe girelim” anlamına gelir. İnsanlar samimiyete saygı duyarlar, ama enayi yerine konulmak istemezler. Kimse Kırım’ı, Bask memleketini, Katalunya’yı örnek göstermesin. Merkez bastırmasın yarın palamarı çözerler. Bu konuda söz almak isteyen kişi ilkin “Anadilde öğretim!” sorununun nasıl çözümleneceğini açıklamak zorundadır! Gerisi kolay!
Yeni bir dünya kuşkusuz mümkündür, ama işin bir de “ama”sı var!
Yazının Devamını Oku

Bedrettin Cömert olmak

11 Temmuz 2010
DOÇ. Dr. Bedrettin Cömert 22 yıl önce bugün (11.07.1978) ülkücüler tarafından öldürüldü. 38 yaşındaydı. Yaşatsalardı bu yıl 27 Eylül’de 60 yaşına basacaktı. Vezirköprü’de doğmuştu. Bir memur çocuğu idi. Eski Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Faruk Cömert’in ağabeyidir.
1960’ta Sivas Lisesi’ni, 1967 yılında Roma Üniversitesi İtalyan Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. 1971 yılında Roma Üniversitesi Felsefe bölümünde “Son Elli Yılda Türkiye’de Sanat Eleştirisi” başlıklı tezi ile doktorasını tamamladı. 1972 yılında Hacettepe Üniversitesi’ne atandı ve Sanat Tarihi Bölümü’nde yaptığı “Giotto ve San Francesco Geleneği” başlıklı tez ile ikinci doktorasını aldı.
SÖZLERİMİN KANITLARI
1970’lerin ikinci yarısında Ankara’da müthiş bir genç kuşak vardı: Şair ve yazar (Enis Batur, Ahmet Erhan, Behçet Aysan, Hüseyin Ferhat), gazeteci (Işık Kansu, Sedat Ergin, Fatih Çekirge, Ufuk Güldemir), öğretim üyeleri (Ertuğrul Özkök, Filiz ve Şahin Yenişehirlioğlu) ve diğerleri. Hepsi yakın arkadaşımdı. Bence, bunların arasında geleceği en parlak olanı Bedrettin Cömert idi. Yaşamış olsaydı, bugün, dünyanın en önemli sanat tarihçileri ve eleştirmenleri arasında yer alacaktı.
Yaşasaydı edebiyat ve sanat eleştirimiz bugün çok çağdaş bir düzeyde olurdu. Bedrettin’in ölümünden sonra yakın dostu Hasan Hüseyin’in yayımladığı “Giotto’nun Sanatı”, “Croce’nin Estetiği”, “Mitoloji ve İkonografi”, “Eleştiriye Beş Kala” adlı kitapları sözlerimin en somut kanıtıdır.
Bedrettin Cömert’in bütün kitapları birkaç yıl önce Deki Basım Yayım Ltd. Şti. (www.deki.com.tr) tarafından yayımlandı.
YAŞIYOR, YAŞATILMALI
10 Temmuz 1978 günü Türk Dil Kurumu Kurultay’ında yan yana oturuyorduk. Kurultay’dan sonra Kaş’a gidip Benedetto Croce ve Galvano Della Volpe üzerine konuşacaktık. Bir süredir poetika ve edebiyat eleştirisi konularında birlikte çalışıyorduk.
Ertesi gün saat 9 dolaylarında Kurultay’a öldürüldüğü haberi geldi.
Sabah saat 08.45’te Ankara, Gaziosmanpaşa, Karagöz Sokak’taki evinden çıkan Bedrettin mavi renkli (ünlü) vosvos arabasına İtalyan eşi Maria ile birlikte binmiş. İçinde üç kişi bulunan bir Simca araba yollarını kesmiş. İki kişi arabadan inmiş. Çapraz ateş sonucu Bedrettin olay yerinde öldü. Eşi ağır yaralandı. İki erkek çocuğu vardı.
“Tüm Öğretim Üyeleri Derneği Başkanlığı”nı yapıyordu. Kısa bir süre önce, Hacettepe Üniversitesi’nde çıkan olayları araştıran komisyonun başkanlığına getirilmişti.
Cinayete Muhsin Yazıcıoğlu’nun adı da karıştı. Ankara 5.Sulh Ceza Mahkemesi, cinayetin azmettiricisi olarak Abdullah Çatlı hakkında tutuklama kararı aldı.
Ateş edilen silahların Ankara’da pek çok cinayette kullanıldığı anlaşıldı. Polis üç saldırganı belirledi: Rifat Yıldırım, Üzeyir Bayraklı ve “Ahmet” kod adlı biri. Üçü de başka cinayetlerden aranmaktaydılar ve Almanya’ya kaçmışlardı.
Bedrettin Cömert bir başka dünyanın mümkün olduğuna inandığı için öldürüldü. Yaşıyor, yaşayacak! Yaşatılmalı!
Yazının Devamını Oku