Özdemir İnce

Mehmet Altan’ın yeni bir palavrası

6 Kasım 2007
MEHMET Altan’ın yazısını 1 Kasım tarihli Vakit Gazetesi’nin Arşiv sayfasında okudum: "Ayrıca şu klasik faşist söylem... Neymiş? Tek parti döneminde her şey iyiymiş. Ama devreye halk girince... İşler 1950’den sonra bozulmuş. Çünkü Kemalizm bu tarihten sonra iktidar olamamış. Acaba mı? 1946’da San Fransisko Konferansı’na gitmek için göstermelik ’çok partililik’ kararı alınıyor. Peki ’hukuksal mevzuat’ çok partili sisteme göre değişiyor mu? Ne gezer! Hukuksal yapı tek parti faşizmini olduğu gibi sürdürüyor." Vakit Gazetesi, yazıyı Star Gazetesi’nden aktarmış. Mehmet Altan sapla samanı gene birbirine karıştırıyor. Halkın oy kullanmasını, kaymakam dövmesini, vali kapısını tekmeyle açmasını, Beyoğlu’nda "hürriyet icabı" tramvay rayları üzerine yatmasını demokrasi sanıyor. 14 Mayıs 1950’den sonra halk "devre"ye değil, din ve siyaset "kafes"ine girmiştir.

Hukuksal mevzuatı faşist CHP değiştirmemiş... Peki 14 Mayıs’tan sonra Demokrat Parti neden değiştirmemiş? Demek ki DP de faşist! Aynı mevzuatı kullanan AP, ANAP, DYP, AKP de faşist! AKP’nin parlamento diktatoryası var, mevzuatı değiştirtmeye parti lejyoneri Mehmet Altan’ın gücü (!) yetmiyor mu?

* * *

San Francisco Konferansı’nın 1946’da toplandığını sanan Mehmet Altan’ın bir tarih dersine ihtiyacı var: Birleşmiş Milletler’in kurucu üyesi olmanın koşulu, çok partili bir rejim sahibi olmak değildi. İngiltere, Rusya ve ABD, Yalta Konferansı’nda "1 Mart 1945’ten önce ortak düşmana savaş ilan etmiş olan" milletlerin, 25 Nisan 1945-26 Haziran 1945 tarihleri arasında San Francisco’da yapılacak konferansa katılmalarına ve Birleşmiş Milletler’in kurucu üyesi olmalarına karar vermişlerdi. Türkiye 23 Şubat 1945’te Almanya ve Japonya’ya savaş ilan etti. BM Antlaşması 26 Haziran 1945’te Türk heyeti tarafından imzalandı ve 15 Ağustos’ta TBMM tarafından kabul edildi. Antlaşma 24 Ekim 1945’te yürürlüğe girdi.

Tek parti (Komünist Partisi) tarafından yönetilen Sovyetler Birliği ile Çin’in bu toplantıya katılmış olmaları, Mehmet Altan’ın yalan söylediğinin en çarpıcı kanıtıdır.

* * *

5 Eylül 1945’
te çok partili düzene geçişin ilk partisi olan Milli Kalkınma Partisi kuruldu.

7 Ocak 1946’da Demokrat Parti kuruldu. MKP ve DP kurulduğunda Türkiye çoktandır Birleşmiş Milletler üyesiydi.

"Cumhuriyeti kuranlar 1923’ten itibaren neden demokrasiyi de getirmediler?"
gibi safça sorular sorarak tarihimizle yüzleşmek isteyenler de vardır. Birey ve toplum bağlamında, insan ve kurumlar bağlamında insan haklarına dayalı özgürlükler gündelik hayata geçmeden, demokrasinin altyapısı kurulamaz. Köylü-çiftçi toplumunda demokrasi kurulamaz. Ancak altyapısı hazırlanır. Laiklik ile özgürlükler birbirine kaynamadan demokrasi kurulamaz. Ortaya çıkacak ortamı ne anarşi ne de kaos tasvir edebilir. Ülkeyi 1923-1945 arasında yönetenler ekonomi, sosyoloji ve siyaseti çok iyi biliyorlardı. Ama Mehmet Altan, 2007 yılında bunları bilmediği gibi, yalan söyleyerek milletin tarihine ve aklına hakaret ediyor.

Üniversite hocası olan Mehmet Altan, öğrencilerine yalansız bir şey öğretiyor mu acaba? Ben bu kadersiz öğrencileri düşünerek, "Prof. Dr."a, Şevket Çizmeli’nin "Menderes Demokrasi Yıldızı?" adlı kitabının 709-718 sayfaları arasını okumasını tavsiye edeceğim.
Yazının Devamını Oku

’Kürt şiiri sözcüğü keşfetti’

4 Kasım 2007
İKİ ciltlik "Kürt Şiiri Antolojisi"ni (Agora Kitaplığı) hazırlayan Selim Temo ile yapılan söyleşiye Birgün Gazetesi’nin attığı başlık: "Kürt şiiri sözcüğü keşfetti!" (14 Ekim 2007). Gökhan Gencay’ın yaptığı söyleşiyi çok dikkatli okudum. Bu cümleyi Selim Temo söylememiş, marifet gazetenin. Bir metin sözcüğü keşfetmeden zaten şiir olamaz. Gazeteciler şiir, edebiyat ve sanat işlerinde çok daha dikkatli olmalı. SAKAL-BIYIK İŞLERİ

Selim Temo’nun antolojisi toplam 1526 sayfa. Ciddi bir çalışmanın ürünü olduğu her halinden belli. Bu yazıyı Selim Temo’yu ve Agora Kitaplığı Yayınevi’ni kutlamak için yazıyorum. Kürtçe bilenlerin ve özel ilgi duyanların dışında Türkiye edebiyat ortamı Kürt şiiriyle tanışacak. Bu çok önemli. Çünkü bir halkın zihinsel ve duygusal yapısının en gizli, en gizemli doku ve dokumaları şiirlerde bulunur.

Selim Temo, "Kürtçe yazmak kahramanca bir eylemdir. Ama bu edebiyatın okuru oluşmalı. Daha çok kitap çıkmalı, daha çok dergi olmalı, Kürt dili ve edebiyatı üstündeki baskılar tamamen kaldırılmalı. ’Daha çok’ dediğim her konunun, güncel siyasal durumla ilgisi var elbette. Anadilde eğitim olmazsa, bir okur kuşağı nasıl oluşabilir?" diyor.

Selim Temo böyle bir soru sormakta haklı. Kürtler edebi Kürtçeyi bilmeden nasıl şiir yazıp, nasıl okuyacaklar? Bunun tek yolu anadilde eğitim mi, yani Kürtçe eğitim-öğretim mi? Bu sorunun yanıtı politikayı ilgilendirir: Anaokulundan doktora sonrasını da kapsayacak bir Kürtçe öğrenim sisteminin uygulanma olanağı ancak federal bir ortamda olabilir. Federal sistemin bir adım sonrası da bağımsızlık. Önümüzdeki günlerde çok tartışılacak konular?

Ama üniter sistemde de okullarda Kürtçe, Kürt edebiyatı öğretmek ve öğrenmek mümkün olabilir. Bu Kürtçe öğrenim anlamına gelmez. Sakal-bıyık işleri canımı sıkıyor!

Zaman Gazetesi’nin yayınladığı Kitap Zamanı’nın 22. sayısında "Kürt şiiri antolojisi" hakkında bir haber okudum: Selim Temo, kendisi de aralarında olmak üzere, Türkçe yazan Kürt şairleri antolojisine almamış. Antolojiyi inceledim. Haber doğru. Haberi yazan M. İlhan Atılgan şöyle bir yorumda bulunuyor: "Demek ki, şair, yazdığı dilin şairiydi. Demek ki, bir yazarın aidiyetini milliyeti değil yazdığı dil belirliyordu. Demek ki, yazarlar yazdıkları dilde kalıcı oluyor, o dilin edebiyatına ekleniyor, o dil sayesinde yüceliyorlardı. Frankfurt Edebiyat Evi’nde, Türk edebiyatını temsilen İngilizce yazdığı bir hikáyeyi İngilizce okuyan Elif Şafak’ı dinlerken bunları düşündüm."

AİDİYET DNA’SI

Türkiye’de Kürt milliyetçiliğinin yükselişe geçmesi, Türkçe yazan Kürt kökenli yazarları sıkıntıya soktu. Bunun üzerine, kendi varlıklarını meşrulaştırmak için Türk şiiri yerine Türkçe şiir formülünü icat ettiler. Hürriyet Gazetesi’nde ve edebiyat dergilerinde bu formüle şiddetle karşı çıktım, edebiyatta tek ölçünün "yazılan dil" olduğunu defalarca yazdım. Selim Temo, derlemesine sadece Kürtçe yazan şairleri alarak ve çalışmasına "Kürt Şiiri Antolojisi" adını vererek "Türkçe şiir" sapıncını ileri sürenlere doğru yolu göstermiş oluyor.

Yazarların, şairlerin anayurdu, aidiyet DNA’sı içinde yazdıkları dildir!
Yazının Devamını Oku

’Demokrasimizle Yüzleşmek’

3 Kasım 2007
’Demokrasimizle Yüzleşmek’ (Remzi Kitabevi) Emre Kongar’ın yeni kitabının adı. Bu kitabın onun en çok okunan kitabı olacağını tahmin ediyorum. Satışı en azından 200 bini bulur birkaç ay içinde. Bulsun! Bulmalı! Emre Kongar’ın benim tanıtmama ihtiyacı yok. Sığlığa, şaklabanlığa düşmeden çok okunma gizini yakalamış bir yazar. Hayranlık kazanıyor. Nasıl kazanmasın?

Emre Kongar’ın 24 kitabı yayınlanmış Remzi Kitabevi’nde. Bu 24 kitap toplam olarak 325 basım yapmış. "Demokrasimizle Yüzleşmek"in künye sayfasında açıklandığı gibi her baskı 2 binlik bir tirajı ifade ediyorsa, 24 kitap toplam olarak 625 bin adet basılmış demektir. Daha fazla tirajların yapılması durumunda bu toplam bir milyonu geçer. Hayranlık uyandıracak bir durum!

50 YILLIK DENEYİM

Kitabın 4. bölümü olan beş buçuk sayfalık "Demokrasinin Tanımı ve İşleyişi Üzerine Bazı Kuramsal Anımsatmalar" bölümü, demokrasi konusunda okuduğum en doyurucu, en kapsayıcı metin. Bunun nedeni yazarın elli yıllık bireysel deneyimi olmalı. Çünkü bizim kuşak elli yıl içinde, Batı’nın birkaç yüzyılda yaşadıklarını yaşamak şansını paylaştı; bunun kaoslu burgaçlarını geçmek ve bunalımlarını sırtlamak zorunda kaldı. Demokrasi tutkusunun "demirkırasi"ye, onun da "kırat"a dönüşmesine tanıklık ettik.

Kendi deneyimlerimi de katarak kitabın bu bölümünden sık sık yararlanacağım bundan böyle. Bu nedenle, değerli dostum Emre Kongar’a şimdiden teşekkür etmeyi bir borç bilirim.

1960’LARIN HAMLARI!

Ülkemizin İslamcıları, eski ve yeni liberalleri, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının, daha geniş çerçevede Cumhuriyet Halk Partisi’nin demokrasiyi neden getirmediğini sorarlar. Cumhuriyetçiler, bu soru karşısında, kendilerini de doyurmayan cevaplar vermeye çalışırlar. 1923’te kurulan Cumhuriyet’in demokrasinin temellerini döşemeye çalıştığını söylerler. Ki haklıdırlar. Demokrasi için gereken altyapı olmaz ise demokrasi kurulamaz. Türkiye’de olduğu gibi devrim marifetiyle yukardan getirilse bile dikişi tutmaz.

Aynı hamlığa 1960’ların turfanda solcuları da düşmüş, Cumhuriyet’i kuran ve toplumsal devrimlerini yapan kadronun Lenin’in ve Sovyetler Birliği’nin izinden giderek Türkiye’ye neden komünizm ya da sosyalizmi getirmediğini sormuşlardı. Sormakla kalmayıp Mustafa Kemal ve arkadaşlarını acımasızca eleştirmişlerdi.

Bu eleştiriyi yapanlar, Karl Marx’ı sözde okumuş insanlardı ve Marx’ın önerdiği toplumsal modelin gerçekten sanayileşmiş toplumları işaret ettiğini anlayamamışlardı. Tarih, bir saatin altmış dakika olduğunu bilmeyen köylü sınıfıyla sosyalizmin kurulamayacağını kanıtladı.

DESTEKÇİLER DE OKUSUN

Emre Kongar, demokrasinin temelinde sermaye ve işçi sınıfının varlığı ve sanayileşmiş bir toplum yapısının bulunduğunu yazıyor (s. 45). "Demokrasinin uygulanabilmesi için toplumun belli bir üretim, eğitim ve refah düzeyine ulaşmış olması gerekir" diyor. Ki 1923-1945 yılları arasında Türkiye’de bu malzeme yoktu.

Emre Kongar, toplumun yapılarının dinselleşmesinin, tarikatların siyasal güç kazanmasının demokrasiyi yok edeceğini de yazıyor. AKP destekçileri bu kitabı mutlaka okumalı.
Yazının Devamını Oku

Menderes dönemiyle yüzleşmek

2 Kasım 2007
TARİHİMİZLE, geçmişimizle "yüzleşmek" lafını ben icat etmedim! Ancak ben tarihimizle, geçmişimizle yüzleşmek isteyenlerin getirdiği sınırı kaldırarak her şeyle özgürce yüzleşiyorum. Başkalarına da bunu öneriyorum. "Tarihinizle, geçmişinizle yüzleşin!" diyen ecnebiler, aslında "Ermeni soykırımını kabul edin, Hıristiyan azınlıkları ezdiğinizi kabul edin!" diyorlar.

"Tarihimizle, geçmişimizle yüzleşelim!" diyen bizimkiler, "1923-1950 döneminin antidemokratik, faşizan, zorba, ceberrut, İslam düşmanı olduğunu kabul edin!" diyorlar. Ve söz konusu dönemi eleştirip yüzleşmek isterken, yalan sosuna buladıkları iddialarla Atatürk’ü diktatör ilan ediyorlar. Ben de diyorum ki, "Sadece 1923-1950 dönemiyle değil 1950-2006 dönemiyle de yüzleşelim". Bu dönem geçmiş değil mi?

O zaman beni, Demokrat Parti ve Adnan Menderes düşmanı ilan ediyorlar. Böyle yapıyorlar, çünkü o dönem ameliyat masasına yatırılırsa, Demokrat Parti’nin demokrat olmadığı, Adnan Menderes’in de seçilmiş hükümdar ve halife olmayı hedeflediği gerçeği ortaya çıkar.

* * *

Yeni Şafak’ın "İslamcı" yazıcısı Hüseyin Hatemi de Menderes’e karşı yatışmaz bir kin beslediğimi yazıyor (22.10.2007). Yazıcının, Avrupa’daki Hıristiyan Demokrat partiler ile Türkiye İslamcılarının İslami şeriat projelerini aynı kefeye koyması, cevap vermeyi gerektirmez bir militanlık. 1936 doğumlu bir vatandaş olarak, Adnan Menderes’in bütün yapıp ettiklerine tanıklık ettim. Adnan Menderes’in 27 Mayıs darbesi ile devrilmesine, "sakıt ve sabık" ilan edilmesine, Yassıada Yüce Divanı’nda ölüme mahkûm olmasına ve asılarak idam edilmesine tanık olacak yaşta ve bilinç düzeyinde idim.

Adnan Menderes’in idam edilmiş olması, onun siyasal geçmişini ve sorumluluklarını aklamaz. Tek parti diktatoryasında (!) Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Serbest Cumhuriyet Fırkası, Takrir-i Sükûn Kanunu, İstiklal Mahkemeleri dolayısıyla Mustafa Kemal, İnönü ve CHP’yi hedef tahtası yapanlar, Varlık Vergisi dolayısıyla CHP’nin ümüğünü sıkanlar, aşağıdaki suçlar yüzünden yargılanan gardırop demokratı Adnan Menderes’i ve demokrasinin ırzına geçen Demokrat Parti’yi nasıl savunabilirler?

1) 14.12.1953 tarih ve 6195 sayılı yasa ile CHP’nin mallarına el konulması; 2) Millet Partisi’ne oy verdiği için Kırşehir’in ilçe yapılması; 3) Hákim teminatı ve mahkeme istiklalinin ihlali; 4) Seçim kanunu üzerinde yapılan değişiklikler; 5) Tahkikat Encümeni kurulması; 6) Toplantı, Gösteri ve Yürüyüş Kanunu; 7) Çanakkale Geyikli olayları; 8) 6-7 Eylül 1955 olayları; 9) Demokrat İzmir Gazetesi’nin tahribi; 10) Topkapı olayları; 11) İstanbul-Ankara olayları. Vb...

* * *

Adnan Menderes’in, Cumhuriyet devrimlerini "Halka mal olmuş devrimler, halka mal olmamış devrimler" diye ikiye ayırması ve uygulamalarıyla Karşı Devrim’i başlatması bunlara eklenebilir. Ekonomik kalkınma mucizesi olarak şişirilen 1950-1960 dönemi ise, hem özel sektör (1950-1953) hem de devletçi ekonomiye geri dönüş (1953-1960) uygulamaları bakımından tam bir fiyaskodur. Ben, bir süredir 1950-1960 dönemiyle yüzleşiyorum. Devam edeceğim. "Hacivatlar", "Karagözler" de buyursunlar sofraya!
Yazının Devamını Oku

PKK ve Kürtçülük konusunda mavra atmak

31 Ekim 2007
KÜRT ileri gelenlerinin PKK diye bir sorunu yok. Oysa oradan başlamak gerek. PKK fesadı çözümlenmeden sorun çözümlenemez! PKK, ya silah bırakıp teslim olacak, ya TSK tarafından kökü kazınacak ya da PKK Türkiye’yi savaşta yenecek. Bunlardan hangisi gerçeğe ve akla yakın! Şimdi olasılıkları birlikte düşünelim:

HANGİSİ AKLA YAKIN

1. PKK teslim olmaz ve kökü kazınmaz; 1984’te başlayan bu durum böyle devam eder.

2. PKK teslim olur, silah bırakır. Devlet ile özel sektör el ele verip bölgede özel bir kalkınma planı uygular. Kürt dili ve edebiyatı ilkokuldan itibaren seçmeli ders olarak okulların müfredat programına girer. Birkaç üniversitede Kürt filolojisi açılır.

3. Yeni anayasaya, Sırrı Sakık’ın hayal ettiği gibi, Türk ve Kürt sözcükleri "kurucu unsurlar" olarak girer. Türk+Kürt federasyonu kurulur. Nasıl kurulur? İki uluslu federasyonlar nasıl kurulursa öyle bir federasyon kurulur. Sonra? Sonrası Allah kerim!

4. Bir referandum ya da Kürtlerin silahlı ayaklanmaları sonucu Türkiye ikiye bölünür. Doğu ve Güneydoğu’da Sevr’e uygun bir Kürt devleti kurulur.

5. Türkiye, ABD ve AB, PKK’yı silah bırakmaya zorlar. Bugün yaşamakta olduğumuz tarih kesiti, Türkiye’nin PKK’yı silah bırakmaya zorladığı izlenimi uyandırıyor. Bunun gerçekleşmesi için, Barzani’yi baskı altında tutmak, korkutmak ya da yok etmek gerekebilir.

6. Bu olasılıklara başkaları da eklenebilir.

ALAY EDİYORLAR

ABD ile AKP hükümetinin ne yapacağı belli değil. TSK hükümetin işaretini bekliyor. Halk şehit cenazelerinde ve terör karşıtı gösterilerde içini döküyor. Ama neo-liberaller, 2. Cumhuriyetçiler şehit cenazelerini kaldıran gençliğe hakaret ediyorlar; terörizmi kınayan göstericilerle alay ediyorlar, AKP hükümetini korumak için durmadan yalan söylüyorlar. Oysa kimse Irak’ın kuzeyine saldırmak istemiyor. Halk Türkiye’nin onurunun, bağımsızlığının, özgürlüğünün korunmasını, savunulmasını istiyor. Ama "barışçılar" (!) PKK ile Barzani’nin terkisine binmiş, hayali bir barışın bayrağını sallıyorlar.

TASVİRİ BIRAKIN

Benim çözüm olarak tercih ettiğim olasılık 2 numaralı olasılık. Ulusal birliğin ve üniter devletin ancak bu şekilde korunabileceğine inanıyorum. Bölünmeye gidecek federasyon çare değil. Kürt aydınları ve ileri gelenleri bu öneriyi ciddi ciddi düşünmeli.

Şimdiye kadar barışçı yolları tercih etmiş olan Ertuğrul Özkök, bundan böyle Türkiye’nin hedefinin artık Barzani olduğunu yazdı. Başka çare kalmadığını söylüyor. Ama AKP basını ve ona kuyrukluk yapan malum çevre, PKK’yı bırakıp Ertuğrul Özkök’e karşı saldırıya geçti. Bir gazete de Ertuğrul Özkök’e orgeneral kıyafeti giydirdi.

Ben PKK sorunu konusunda çözüm yolunu yazdım. Herkes gevezelik ederken Ertuğrul Özkök de yazdı. Peki halkla, gençlikle alay edenler, cenaze törenleri, terör karşıtı gösterileri suçlayanlar ve zevzek tayfası PKK fesadı konusunda ne düşünüyor? Üniter devlet mi, federasyon mu, bölünme mi? PKK nasıl etkisizleştirilecek, düzen yeniden nasıl kurulacak? Suyuna tirit durum tasviri yapmayı bırakıp ne düşünüyorlarsa yazıp söylesinler de bütün Türkiye öğrensin artık!..
Yazının Devamını Oku

Ne yapmalı ne yapmamalı?

30 Ekim 2007
BÜYÜK sorunlar karşısında ne yapmalı ya da ne yapmamalı sorusunu soranlar genellikle sorularını yanıtlamazlar. Sadece sorunu tasvir ederler. Türk basınının derdi de "tasvir"den kaynaklanıyor. Sorunumuz PKK ve ayrılıkçı Kürt milliyetçiliği. Yeni bir sorun değil. Osmanlı zamanında da Kürt sorunu vardı, daha önce de vardı, Selçuklu zamanında da, daha önce de... Her zaman vardı. Hem kendileri, hem de başkaları için sorun oldular. Feodal düzenden geçip kendi uluslarını, ulusal devletlerini kuramamış, başka devletlerin egemenliği altında yaşamış halklar, her zaman, kendilerine ve başkalarına sorun olmuşlardır.

Karşılarında her zaman Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti olmamasına karşın, Kürtler aşiret düzenini kapatıp neden sürdürülebilir bir devlet kuramamıştır?

LEYLA ZANA

Ne yapmalı sorusunu Leyla Zana şöyle yanıtlıyor:

"1999’da bütün Kürtlerin beyninde ve yüreklerinde siyasi bir deprem oldu. O süreci yaşayanlar, evlerinde gözyaşı döktüler. Bütün dünyanın işbirliğiyle Kürtlerin lideri Türkiye’ye teslim edildi. Kürtler ayrılıkçı değildir, biz terörist ve savaşçı değiliz. Bu konuşmam tarihi bir konuşmadır. Kürt kadını ’Benim çocuğum gitti, başkasının evladı gitmesin’ diye hep seslendi. Hiç kimsenin kafasında bölünme fikri yok. Yeni bir sayfa açmak istiyoruz. Kongrede tek bir ayrılıkçı ifade yoktur. Federasyon ve ayrılmak istemiyoruz. Artık kimse Kürtleri kandırmasın." (Akşam, 27.10.2007)

Tutarsız konuştuğu için Leyla Zana’ya gene kızıyorlar! Hiç olmazsa konuşuyor: Federasyon ve ayrılık istemediklerini söylüyor. Ama Abdullah Öcalan’ın affedilmesini de istiyor.

SIRRI SAKIK

Öte yandan, DTP’nin önde gelen isimlerinden Sırrı Sakık, 1 Ekim 2007 tarihli Vatan Gazetesi’nde, Mine Şenocaklı’nın, "Sizin Anayasa’da değişmesini istediğiniz madde hangisi?" sorusunu şöyle yanıtlıyor:

"Biz bütün halkları kucaklayacak bir anayasa istiyoruz. ’TC Anayasası bütün kültürlerin demokratik bir şekilde kendini ifade etmesini kabul eder’ demek bizim sorunlarımızı büyük ölçüde çözer. Ben anayasada sadece Kürtler ve Türkler olsun demiyorum, bütün halklar olmalı. Bu 1921 Anayasası’nda vardı. Yani Mustafa Kemal’in Anayasası’nda, ’Bu ülkenin asıl sahibi Kürtler ve Türklerdir’ diyor. Kürt milletvekillerine Kürdistan milletvekili, Laz milletvekillerine Lazistan milletvekili diye hitap ediyor Mustafa Kemal. Ama 1924’te ret ve inkár politikası başlıyor ve bugüne kadar devam ediyor. Biz salt Kürtlerin değil, diğer halkların kültürleri de güvence altına alınsın istiyoruz."

TÜRLÜ YEMEĞİ DEĞİL

Sırrı Sakık,
1921 Anayasası’nı okumamış galiba. Prof. Dr. Ergun Özbudun’un "1921 Anayasası" diye bir kitabı var. Okumalı! Ne hükümetin, ne özel komisyonun kanun tasarılarında, ne de 20 Ocak 1921 tarihli ve 85. numaralı Teşkilatı Esasiye Kanunu’nda (yani 1921 Anayasası’nda) herhangi bir ırk ve soy adı geçer. Ne Türklerin, ne de Kürtlerin!.. Demem o ki Sırrı Sakık’ın hayallerini 1921 Anayasası gerçekleştiremez! Çünkü anayasalar türlü yemeği değildir; ayrıştırmazlar, birleştirirler! (Arkası yarın)
Yazının Devamını Oku

Hangi Avrupa?

28 Ekim 2007
BANU Avar’ın "Hangi Avrupa?" adlı kitabı dolayısıyla, imge (imaj) kavramıyla uğraşmamız gerekiyor biraz. Bu kavramla "Şiir ve Gerçeklik" adlı kitabımda yer alan "İmgenin Serüvenleri" başlıklı, 40 sayfalık incelememde boğuşmuştum. Bu metin Türk dilinde yazılmış ilk imge incelemesidir. Bu yazımda bu incelememden yararlanacağım. * * *

Ecnebi bilgiçler, özellikle Avrupa Birliği’ne girmek konusunda "önce imajınızı değiştirin" derler. Bu öneriye bizim bilgiçler yankı verir: "Önce imajımızı değiştirelim!"

A’dan Z’ye yanlış bir öneri ve yanlış bir yankı. Hiçbir kimse, hiçbir nesne kendisiyle ilgili olarak kendi imgesini üretemez. Daha doğrusu imge salgılamayız, çevremize imge yaymayız.

İmge (imaj) duyulur bir kaynaktan gelen tasarımdır. İnsan bilgisinin ilk aşaması 5 duyunun (görme, koklama, işitme, tatma, dokunma) getirdiği imgelerdir.

İmge, duyuların bilinçteki izidir. Nesnel gerçekliğin zihinsel tasarımıdır.

İmgeler, duyusal imgeler ve ussal imgeler olmak üzere ikiye ayrılır.

Daha fazla felsefe yapmanın gereği yok: Bizimle ilgili imge bizde değil başkasının duyu ve zihin dünyalarındadır. Yani imgeler hazırdır. Kestirmeden söyleyecek olursak, imge, duyuların bilinçte bıraktığı izdir. İmge hem çağrışım, hem de önyargıdır.

İnsan olarak, dışımızdaki nesnel dünyanın imgesi vardır bizde. Başkalarına ait bu imgeyi biz kendimiz oluştururuz. Başkaları da bizimle ilgili imgeyi kendileri oluşturur.

Yani, "Önce imajınızı değiştirin" önermesi tam anlamıyla derin bir cehaleti işaret eder. Bu önermeye verilecek yanıt şudur: Sen kafandaki önyargıları, izlenimleri değiştir.

* * *

Banu Avar
’ın "Hangi Avrupa?" (Truva Yayınları) adlı kitabı, ecnebilerin duyu ve zihin dünyalarındaki Türkiye ve Türk’le ilgili bütün olumsuz önyargılara saldıran, onları yargılayan bir kitap.

Sadece yabancıların bizimle ilgili önyargıları (imgeleri) bulunmaz. Bizim de onlar hakkında olumlu ve olumsuz önyargılarımız vardır. Her ülke, her halk, her ulus, her kent hakkında...

Birkaç imge (imaj, önyargı, izlenim) anımsayalım: Nataşa, maganda, kıro, hacıağa, monşer, Türk, Fransız, Arap, Bursalı, Adanalı, Kastelli, Uzanlar, Fethullah(çı), türban, türbanlı...

* * *

Ortalama Avrupalının kafasındaki Türk imgesi nedir, bu imgenin kaynaklarının tarihsel kökenleri nelerdir? Haçlı Seferleri, İstanbul’un Fethi, Viyana Kuşatması, Yunan, Bulgar, Sırp özgürlük hareketleri, Ermeni olayları... Bu taa "Anne Türkler geliyor"a kadar gider. Bir Alman bakan, "Türkler imajlarını düzeltmeli" dediği zaman "Türkiye’ye gelmeyen Alman kaldı mı, siz kendi kafanızı düzeltin!" demiştim. Düşünsenize, Almanların Haçlı Seferleri’nde oluşmaya başlayan olumsuz Türk imgesi, son elli yılda biraz olsun değişti mi? ABD’liler, 1894 yılında, "Birleşmiş Ermenistan Dostları" derneğini Boston’da kurarak Ermeni fesadının temelini atmadılar mı?..

Banu Avar’ın "Hangi Avrupa?"sı, Avrupa Birliği’ne "Siz kendi kafanızı düzeltin!" diyen bir kitap. Örneğin İsveçlilere, Danimarkalılara soruyor: Skanlara, Eskimolara ne yaptınız?

TRT’de sansürlenerek yayınlanan "Sınırlar Arasında" belgesel dizinin sansürsüz kitabı!..
Yazının Devamını Oku

Terör, demokrasi ve Göbek Emmi yöntemi

27 Ekim 2007
MERSİN Lisesi, orta birde, Göbek Emmi lakaplı bir Türkçe öğretmenimiz vardı. Yaşlıydı, kulağı ağır işitirdi. Herhangi bir sorusunu yanıtlarken "mütemmimli" sözcüğü kullanınca geçer not alırdık: Mütemmimli cümle, mütemmimli sıfat, mütemmimli fiil... "Mütemmim", bilindiği gibi, "tamamlayan" anlamına geliyor. Dilbilgisinde ise "tümleç" deniliyor. Cümlenin üç öğesinden biri = Özne + tümleç + fiil (yüklem)...

Anlayacağınız, Göbek Emmi’ye verdiğimiz cevapların hepsi yanlıştı ama hoca "mütemmimli" hatırına bize geçer not verirdi.

AÇIL YA SUSAM!

"Teröre hiç tolerans göstermeden ve ’Silahlar sussun, sonra bakarız’ denmeden sürdürülecek demokratik açılımlar..." cümlesini okurken aklıma gene "Göbek Emmi Yöntemi" geldi. Son yıllarda zaten aklımdan çıkmıyor Göbek Emmi. Gazete yazıcıları, Ermeni, PKK ve Kıbrıs sorunları gibi fitneli-fesatlı konularda yazarken, yazılarının olur-olmaz yerine "demokrasi, demokratik, demokratikleşme" sözcüklerinden birini koyarlarsa mucize etkisi yaratacağını sanıyorlar. "Açıl ya susam!" gibi.

İyi de, nedir o demokratik açılımlar, kesilmeyi bekleyen karpuzlar mı, içinden ne çıkacak?

"Demokratik açılımlar", "daha çok demokrasi", "somut demokratik önlemler" diye bir şey yazdığınız zaman, bunların ne olduğunu alt alta yazmak zorundasınız! Yazmazsanız, Göbek Emmileşirsiniz!

EMEK, HAK, GELİR

Hiçbir özel ad, hiçbir kurum ve parti adı, hiçbir sivil toplum örgütü adı vermiyorum. "Demokratik açılımlar", "Daha çok demokrasi", "Somut demokratik önlemler" dendiği zaman benim aklıma neler geldiğini yazayım: Çağdaş, demokratik bir anayasa, demokratik siyasal partiler ve demokratik seçim yasası, barajsız bir seçim sistemi, her çalışanın sendikalandığı ve sigortalandığı bir çalışma hayatı, dünya ölçeğinde bir ulusal gelir ve bu ulusal gelirin adil ve eşit paylaşımı, bu adil ve eşit paylaşımın kişilere somut olarak yansıması, aile başı yıllık gelirin minimum 40 bin YTL olması, eğitimde eşit fırsat ve şanslar, eşsizliğin sona ermesi, insan hakları ve ifade özgürlüğünün eksiksiz olması, vb...

KÜRTLEREÖZEL HAKLAR!

Doğu ve Güneydoğu’ya "daha çok demokrasi" dendiği zaman, "demokratik açılımlar" dendiği zaman yukarıdakiler geliyor aklıma. Ancak, bunlar sadece Doğu ve Güneydoğu için değil fakat bütün Türkiye için gerekli. Öyle değil mi? Bunları kaçıncı kez yazıyorum. Ama herkes susuyor!

Türkiye ölçeğinin dışında Kürtler için "özel" demokratik haklar mı isteniyor acaba? Galiba öyle! Kürtlerin Anayasa’da kurucu unsur olmaları, Kürtçenin öğretim dili ve ikinci resmi dil olması, Sevres Anlaşması’nın çizdiği Kürdistan haritasını yürürlüğe sokup bu bölgeye başlangıç olarak özerklik verilmesi ve işe yerel yönetimlerden başlanması...

Ancak bu özel istekler "Demokratik açılımlar", "Daha çok demokrasi", "Somut demokratik önlemler" faslına kesinlikle girmez. Bu lafları bir kaftan olarak ayrılıkçı Kürt milliyetçileri kullanabilir. Bu bir ölçüde doğal karşılanabilir. Peki neo-liberaller, İkinci Cumhuriyetçiler neden kullanıyorlar bu lafları? Anlamakta güçlük çekiyorlarsa, yardımcı olalım.
Yazının Devamını Oku