2 Kasım 2011
KURBAN Bayramı haftasındayız. Bayramlar yardımlaşmanın, dayanışmanın, paylaşmanın adı.
Tek yürek olduk; Van’daki 7.2’lik depremin yaralarını hep birlikte sarmaya çalışıyoruz. Devlet ve sivil toplum kuruluşları orada. Gece-gündüz demeden 24 saat var güçleriyle çalışıyorlar. Bölgede gönüllü çalışan arkadaşlarımız, yakınlarımız var. Sağlık ekipleriyle beraber köylere ulaşmaya çalışıyorlar. Van ve Erciş’te de durum acı. Ama daha uzaktaki köylerde durum facia. Depremden sonra köyleri kış koşulları vurdu. Onlara bir örnek Dağönü köyü. Van’a 45 kilometre uzaklıkta. Köye ciple ulaşmak bile çok zor. Yürek burkan son durum şu:
SALGIN UYARISI
60 hanenin tümü yıkılmış. Köydeki 620 kişiden 15’i ölmüş. Şu anda 605 kişiler. Kızılay çadırları ulaştırılmış. Ama yetersiz, ısıtmalı değiller. Çadırların dışında ateşler yakılıyor. Çoluk çocuk kar altında donmamak için yaşam savaşı veriyorlar. Köyden “Dağönü, ölüköy’e dönmesin” çığlığı yükseliyor.
Bölgede gönüllü çalışan doktor arkadaşlarımın salgın uyarısı da var. Barınma ve tuvalet sorunu çözülmezse, birkaç güne kalmaz salgın çıkar diye korkuyorlar.
Salgın uyarısına Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu Başkanı Canan Güllü de katılıyor. Güllü, “Erciş’e, 50 mobil WC kampanyası” başlattıklarını söyledi. Güllü bakın ne dedi:
TUVALET KADIN İÇİN AYIP
“En temel ihtiyaç tuvalet. O bölgede kadının tuvalete gittiğini hissettirmesi bile ayıp karşılanıyor. O kadınlar ne yapacak. Erciş’te barınmadan sonra en acil ihtiyacın tuvalet olduğunu belirledik. Depremin üzerinden günler geçti hala tuvalet konusu çözülemedi.
Yazının Devamını Oku 26 Ekim 2011
MAİL atan okurum, karşı apartmanın terasına yaptırılan yakın mesafedeki baz istasyonunu dava açarak, kaldırtıp kaldırtamayacağını bu konudaki yeni Yargıtay kararlarını sormuş. Okurumun bu maili üzerine, Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nin yeni kararlarına gözattım. Satır arasında kalan ve Yargıtay’ın görüş değiştirdiği anlaşılan bu örnek kararda “Limit değerlere ve güvenlik mesafesine uygun olduğu anlaşılan baz istasyonunun kaldırılmamasına” hükmediliyor. Önce bu kararın nasıl alındığına gözatalım:
Mahkeme, Yargıtay’ın daha önceki içtihatlarına uygun yerleşim alanında kurulu baz istasyonunun sökülmesi yönünde karar veriyor. GSM şirketinin temyizi üzerine dosya Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’ne geliyor. Dairenin 2008 ve 2009 yılı içtihatlarının aksine bu karar onanmayıp bu kez bozuluyor. Baz istasyonlarının limit değerlere uygun bulunmadığının ispatlanması gerektiğine vurgu yapılan karar şöyle: “Kanıtlanmayan, soyut, ‘uzun vadede zarar verir’, ‘baz istasyonu yakın mesafede’, ‘görünce moralim bozuluyor’ gibi nedenlerle dava açılması ve dava sonunda baz istasyonunun sökülmesine karar verilmesi hukuka ve yasalara uygun değildir. Limit değerlere ve güvenlik mesafesine uygun olduğu anlaşılan baz istasyonunun kaldırılmasına karar verilmesi yerinde değildir. Kararın bozulmasına.”
Üç yıl önceki karar
Oysa aynı daire, 2008’de temyiz incelemesini yaptığı benzer bir davada, baz istasyonunun “Para ile ölçülebilen bir zarar olmasa da çevre binalarda oturanların psikolojisini olumsuz etkileyerek zarar vereceği” şeklinde karar almıştı. Baz istasyonunun yerleşim yerinden uzaklaştırılmasına hükmedilen kararda GSM operatörlerinin baz istasyonunun kişilere ve çevreye bir zarar vermediği, herhangi bir olumsuz sonuç yaratmadığı iddialarını kanıtlaması gerektiğine işaret edilmişti. Kararda, “İnsanların psikolojik olarak yaşamını olumsuz biçimde etkilemekte ve bunun da insanların psikolojik yapısında tedirginlik ve ümitsizlik yaratacağı açık olup, davacıların zarar gördüğünün kabulü gerekir” denilmişti.
Yargıtay’da çalışan bazı üye ve idari personele kanser teşhisi konulması üzerine de Yargıtay kendi çatısında bulunan baz istasyonlarının da kaldırılmasına karar vermişti. Bu kararı da anımsatalım:
“Baz istasyonunun yaydığı radyasyonun referans değerlerinin altında olsa bile meskun alanlarda yarattığı radyasyondan dolayı, bu alanlarda uzun süreli radyasyona maruz kalacak insanların sağlığının olumsuz yönde etkilenecektir. Baz istasyonu uzun zaman diliminde zarar doğurabilir.
Çevredekiler için gelecek ve uzun zaman diliminde büyük endişe, psikolojik yapısında tedirginlik ve ümitsizlik yaratarak, kişilerin çalışmasını ve sağlık değerlerini olumsuz etkileyecek ve zararlı sonuç doğuracaktır. Bir istasyon, yönetmeliğe uygun çalıştırılsa dahi zarar veriyorsa, yönetmeliğe uygun olduğundan söz edilerek zarar verenin sorumluluktan kurtulması mümkün değildir.”
Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK) Başkanı Tayfun Acarer ise “Baz istasyonlarının yerleşim yerlerinin dışına çıkması demek, o yerleşim yerlerinde mobil haberleşme olmayacak demektir” açıklaması yapmış.
Yargıtay’ın tartışma yaratan bu kararına tepkiler de haftaya...
Yazının Devamını Oku 19 Ekim 2011
YARGITAY’ın yerleşik içtihatlarına göre boşanma halinde takılar kadına ait. Düğünde takılan takılar da kadının kişisel kullanımınıza yarayan eşya anlamında “kişisel mal” ve “kadına bağışlanmış” kabul ediliyor. İki yıllık evli bir kadın okurum, boşanma davası açtığında düğün takılarını isteyip istemeyeceğini ve bu konudaki Yargıtay kararlarını sormuş. Örnek kararları incelerken, kadınlara “uyarı” niteliğinde önemli bir karara rastladım.
Gram ve ispat ayarı
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, altınların “ayar, gram, cinslerinin net tespit edilemediği”, tanık ifadesi dışında, altınların kocada kaldığının ispatlanamadığı için bir kadının takı davasını reddetti. Önce, Kayseri Dörtyol’da açılıp Kurul’un önüne kadar gelen örnek davaya bakalım:
200 gramlık altın takı davası
Bir çocuklu iki yıllık evli F.Ç ve G.Ç çifti arasında anlaşmazlık doğdu. G.Ç eşyalarını toplayıp babaevine gitti. Kocanın çabasıyla çift barıştı. Mayıs 2004’te eve dönen G.Ç altı ay sonra Ekim 2004’te yine evi terk etti. Bunun üzerine koca, karısının kendisine kötü sözler söylediği iki kez evi terk ettiği iddiasıyla boşanma davası açtı. G.Ç karşı davada, 200 gram olduğunu iddia ettiği takıların o günkü değeri 6 bin lirayı talep etti. G.Ç. kendisi için 400, çoçuğu için 300 lira nafaka ve 30 bin lira tazminat istedi.
Mahkeme boşadı, takıları vermedi
Dörtyol Aile Mahkemesi 28 Kasım 2007 tarihli kararıyla, kadını “tam kusurlu” gördü. Nafaka ve maddi tazminat taleplerini reddederken, çocuğa 200 lira nafaka bağladı. Bir tanığın takıların bozdurulup kocanın hesabına yatırıldığı ifadesini “soyut” bulan mahkeme, “Ziynet eşyalarının cinsleri, gramları ile kalem kalem belirtilmediği ve takıların kocada kaldığının şüpheden uzak, kesin ispatlanamadığına karar verdi. Kadının takı davası reddedildi.
Yargıtay bozdu: Koca hoşgördü
Yargıtay temyizde boşanma kararını bozdu. Kararda, bakın ne denildi:
“Davacı tanıklarının sözünü ettiği olaylardan sonra evlilik birliğinin devam ettiği anlaşılmaktadır. Bu hal davalının (kadın) davranışlarının hoşgörüldüğünü gösterir. Hoşgörü ile karşılanan olaylar boşanma nedeni yapılamaz”
Kadının takı davası ise usulüne uygun açılmadığı gerekçesiyle bozuldu.
Kurul, mahkeme kararını onadı
Mahkeme, Yargıtay’ın “Koca hoşgördü boşayamaz” kararına uydu ve kocanın boşanma davasını reddetti. Ancak, takı kararında direndi. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 28 Eylül’de davayı görüştü. Kurul, mahkemenin direnme kararını uygun buldu ve oyçokluğu ile onadı. Kurul kararında, altınların “ayar, gram ve cinslerinin kesin net olarak tespit edilemediği, tanık ifadesi dışında kadının altınlarının kocasında kaldığını ispat edemediği” vurgulandı.
Düğün CD’si ve fotoğrafla ispatlayın
Bu karar ışığında kadın okuruma önerim şu. Düğünde takılan ziynet eşyaları için dava açabilirsiniz. Takıların aynen iadesini, bu olmadığı taktirde, cins adet ve değer olarak bildirdiğiniz takıların değerleri toplamının ödenmesini isteyebilirsiniz. Ancak, son karar ışığında yeterli görülmeyen tanık beyanı dışında, düğün fotoğrafları, CD ve başka delillerle bu takıların takıldığını ve eşinizde kaldığını ispatlama yoluna gitmeniz gerekiyor. Gram ve ispat ayarına dikkat.
Yazının Devamını Oku 12 Ekim 2011
TÖRE/namus cinayetlerinin temyiz incelemesinin yapan uzman daire Yargıtay 1. Ceza Dairesi üyesi Salih Zeki İskender töre suçlarının kitabını yazdı. “Töre saikiyle insan öldürmek suçu” (Namus cinayetleri) kitabında İskender, TCK’da değişikliğin kaçınılmaz olduğunu savundu ve değişiklik istedi.
Töre cinayetlerinin simge ismi Güldünya Tören davasını örnek veren İskender, kitabında, devletin mağduru koruyamadığını, “törenin” Kürt kültürü ile özdeşleştirilmesinin “ırkçılık” tehlikesi yarattığı uyarısı yaptı. Öğreti ve yargı kararları ışığında namus cinayetlerini işleyen İskender, “Töre saikiyle nitelikli öldürme” suçunun yeni TCK ile hukukumuzda ilk kez yeraldığını ve eleştirildiğini vurgulayarak, kitabında bakın şu çarpıcı değerlendirmeleri yaptı:
Uygulamada birlik sağlanamadı
“Töre cinayetlerinin namus cinayetlerini kapsayıp kapsamadığı tartışmaları başlamıştır. Yargıtay kararlarıyla bu sorun bir ölçüde aşılmış olmasına karşın uygulamada birlik henüz sağlanmış değildir. Töre saikiyle öldürmenin namus cinayetlerini de kapsadığı yolundaki görüşün benimsendiği anlaşılmaktadır.
Uygulamada yaşanan duraksamaların önüne geçilmesi bakımından yasal değişiklik yapılması yoluna giderilmesi kaçınılmazdır. Yasal metinden “töre saikiyle öldürme” kavramı çıkarılmalı, ‘kıskançlık, namus ve şeref saikiyle öldürme’ kavramı yanında, ‘bu öldürme suçlarında hiçbir şekilde tahrik hükümleri (cezada indirim) uygulanamaz’ ibaresi eklenmelidir.
Benzer unsurlar taşıyan cinayetler, Doğu’da veya Kürt kökenli aileler tarafından işlenmişse, ‘töre cinayeti’, Batı’da işlenmişse, ‘namus cinayeti’ veya ‘aşk cinayeti’ olarak adlandırılıyor. Yani “töre” Kürt kültürüyle özdeşleştiriliyor.
Devlet mağdurları koruyamıyor
Oysa, açık olan şudur ki; dünyanın hemen her yerinde kadınlar farklı isimlerle de adlandırılsa, namus adına öldürülüyorlar. Etnisitiye göre yorum yapmak veya sorunu bir bölgeye indirgemek ideolojik bir ‘biz ve onlar’ ayrımı yarattığı için ırkçılık tehlikesi taşımaktadır. Unutulmaması gereken bu cinayetlerin etnisitiye bağlı olmaksızın, ataerkil zihniyetin namus adı altında kadın bedeni üzerinde hakimiyet kurmasıyla doğru orantılı olduğudur.
Güldünya olayı gibi olaylara bakıldığında devletin namus/töre cinayetlerinin mağdurlarını koruma görevini yapmadığını/yapamadığını göstermektedir. Bu tablonun ülkemezin taraf olduğu ulusalüstü belgelerin ihlali anlamına geldiği açıktır. Elbette bu sorun devletin sorunudur.
Devlet etkin önleyici çözüm üretmeli
Namus cinayetlerinin önlenmesi işlevi sorumluluğu tümüyle hukukun ve hukukçunun omuzlarına yüklenemez. Yasalarda düzenlenen ağır yaptırımlar en etkili biçimde uygulansa bile ki bizce çok önemlidir sözkonusu öldürme eylemlerini üreten toplumsal yapı değişmedikçe, kan davalarında olduğu gibi namus cinayetlerinin de süre gideceğini söylemek abartılı bir öngörü sayılmamalıdır.Devlet sorunu doğru algılamalı, ulusal boyutta ele alınmasını, bilimsel zeminde etkin önleyici çözümler üretilmesini sağlamalıdır.”
“Son söz”
İskender’in kitabındaki “Son söz”e ben de katılıyorum. “Bireyin kendi yaşam biçiminden yalnız kendisine karşı sorumlu olduğu anlayışının yerleştiği, insanların haksızlığa karşı hukuksal zeminde çözüm aradığı, kadınıyla erkeğiyle özgür bireylerin oluşturduğu demokratik bir toplumda, şiddetten, namus cinayetlerinden ender ve şaşkınlıkla sözeder olmak...” dileğiyle.
İskender’in ÇÖZÜM önerileri
İSKENDER’in kitabındaki çözüm önerileri de çok çarpıcı ve bakın şöyle:
Töre/namus cinayetlerinin ortaya çıkarılması sorundur. Cinayeti işleyen erkek görünmez kılınmaktadır. Etkin soruşturma-kovuşturma sağlanmalı
Ataerkil ideolojinin ürettiği şiddet olaylarında bu değerlere bağlı görevlilerin faile hoşgörüyle yaklaştıkları unutulmamalıdır
Özel kolluk soruşturma birimleri ve özel uzman mahkemeler kurulmalıdır
CMK değiştirilip STK’ların, baroların bu davalara katılmaları sağlanmalıdır
Ulusalüstü sözleşmelerle kurulan denetim organlarının kararlarının iç hukukumuzda doğrudan uygulanması sağlanması için düzenleme yapılmalı
Töre/namus cinayetleri haberlerde meşrulaştırılıyor, erkekler için model olma tehlikesi taşıyor. Basın olumlu işlev yerine getirmesi için özendirilmeli
Medyatik-magazinsel anlayışla bu konudaki mücadelede yenilgi kaçınılmaz
Ataerkil yapının kaldırılması adına araştırma-uygulama yapılmalı
Kısa vadede yeterli sayıda kadın sığınma evleri kurulmalıdır
Her saatte etkili hizmet veren kadın danışma hatları oluşturulmalıdır
Arabuluculuk mekanizmaları harekete geçirilerek, çok yönlü eğitim çalışması yaygınlaştırılmalıdır.
Yazının Devamını Oku 5 Ekim 2011
AVRUPA Birliği geçen hafta ilk kez Türklere vize konusunu masaya yatırdı ve Türk vatandaşlarına vize kolaylığı sağlanacağını açıkladı. Bu haber bazı çevrelerde olumlu karşılansa da vize tartışmasını yeniden alevlendirdi. Türk vatandaşlarına vize uygulanmasına neden olan Schengen Tüzüğü’nün iptali için hukuk savaşı açan ve Avrupa Parlamentosu’nu (AP) devreye sokmayı başaran avukat Selim Sarıibrahimoğlu’na göre Türklere vize hukuksuz.
Tek başına hukuk mücadelesi
Türkiye’nin önde gelen ve uluslararası düzeyde tanınmış hukukçularından avukat Sarıibrahimoğlu, geçtiğimiz yıl Türklere vizesiz Avrupa konusunda tek başına hukuk mücadelesi başlatmıştı. Sarıibrahimoğlu AB hukuki belgelerine aykırı olduğunu iddia ettiği “Schengen Vize Tüzüğü” ile ilgili AP’ye Türk vatandaşlarının dilekçe hakkını kabul ettirmişti. 649/11 numaralı dosya AP Genel Sekreter Yardımcısı Francesca R. Ratti tarafından 20 Haziran’da Sarıibrahimoğlu’na verilen yanıtta, başvurunun 649/11 sayıyla işleme konulduğu, 28 AB üyesi ülkenin değerlendirmelerinin alınacağı bildirilmişti.
Odalardan destek yağdı
Sarıibrahimoğlu’nun, vize savaşına sanayi odalarından destek yağıyor. Ege Bölgesi Sanayi Odası (EBSO) baştan bu yana süreci yakından izleyip desteklerken, son olarak Samsun Ticaret ve Sanayi Odası’ndan (STSO) destek kararı çıktı. Sarıibrahimoğlu, resmi makamların ve özellikle sivil toplum kuruluşları, oda ve borsaların destek ve katkısını beklediğini vurgulayarak, bakın hukuk savaşını nasıl anlattı:
Vize uygulaması haksız
“2001’de 539/2001 sayılı Schengen Tüzüğü çıkartılarak, Türkiye, Roma Anlaşması’nın ayrılmaz bir parçası haline gelen Ankara Anlaşması hükümlerine ve ‘standstill’ kazanılmış hak kuralına karşın, tüzüğün vizeye tabi olmayan ülkelerin sıralandığı iki nolu ek listesine konulmuştur. Bu kapsamda haksız vize uygulamasının giderilmesi amacıyla hukuk büromuz tarafından Türkiye’nin vize uygulanan ülkeler arasında yer aldığı 539/2001 numaralı tüzüğün Türkiye’nin vizeye tabi ülkeler arasına geçiren Ek-1’inin iptali talebiyle Lüksemburg’daki AB Mahkemesi’nde dava açılmış ve bu uygulamadan doğan zararlara ilişkin taleplerde saklı tutulmuştur.
AB Komisyonu’nun ihmali
İlk Derece Mahkemesi’nde AB Konsey ve Komisyonu aleyhine T-220/08 sayılı dosya numarasıyla açılmış olan bu davada Mahkeme; Türkiye’nin serbest dolaşım ile ilgili haklarını ortadan kaldıran Schengen Antlaşması’nın Mart 2001’de çıktığını, Türkiye Cumhuriyeti resmi makamlarının Haziran sonuna kadar olan iki aylık zamanaşımı süresi içinde tüzüğe itiraz etmemeleri nedeniyle, tüzüğün kesinleştiğini belirtmiştir.Bu noktada mahkeme hükmüyle ortaya çıkan Türk tarafının olaydaki hatası üzerinde incelenmesi gereken bir husus olmakla birlikte, AP’nda dilekçe hakkı yoluyla yaptığımız müracaatın temel noktası bu konuda AB Komisyonu’nun ihmalidir.
Komisyon bizzat sorumlu
Nasıl ki kanunlar anayasaya aykırı olmazlar ise, AB kapsamında çıkarılan tüzükler de AB’nin Türkiye ile imzalamış olduğu uluslararası anlaşmalara aykırı olamazlar. AB Komisyonu, denetim makamı olan AB Parlamentosu’na karşı sorumludur. Ancak, AB Komisyonu’nun, vize hususunda AB Kurucu Antlaşmaların ayrılmaz bir parçası olan Ankara Antlaşması ve ek protokollerini uygulamayarak, Türkiye’yi vizeye tabi liste 1’e alması, görevini ihmal ve hatta kötüye kullanması anlamını taşımaktadır. Zira AB Komisyonu aynı zamanda AB hukukunun ve aynı zamanda hukukun genel ilkelerinden olan “eşit muamele” ilkesini de göz ardı etmiştir.
“İmtiyazlı ortaklı” tehlikeli yol
Vize kolaylığına evet demek ‘imtiyazlı ortak Türkiye’ye giden çok tehlikeli bir yoldur. Elde edilmiş bir hukuki hak ya vardır ya da yoktur. Biz AB’nin Türkiye’ye hukuk yoluyla haksızlık etmesine izin verme düşüncesinin reddinin Türkiye için hukuken doğru olduğuna inanıyoruz.”
Yazının Devamını Oku 28 Eylül 2011
ANKARA’dan mail atan okurum, motor arızası veren sıfır arabasının iade talebinin kabul edilmediğini, açacağı davada yaşadığı sıkıntı nedeniyle manevi tazminat alıp alamayacağını sormuş. Okurum için araştırdım. Aynı konuda açılan bir dava, Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nden geçti. Önce davanın nasıl açıldığına bakalım. Bir tüketici arızalı aracın iadesi yanında, manevi tazminat talep etti. Mahkeme, davayı kabul ederek, aracın bedelinin iadesine ve manevi tazminata hükmetti. Temyizde Yargıtay, tüm tüketicileri yakından ilgilendiren bir örnek karara imza attı.
“İÇ HUZURU” KRİTERİ
Daire, arızalı araba için mahkemenin verdiği maddi tazminat kararını onarken, manevi tazminatı bozdu. Oybirliği ile verilen kararda bakın ne denildi:
“Ayıplı mal satımı nedeniyle oluşan zarar, davacının iç huzurunu bozacak nitelikte bir olgu olmadığından manevi tazminat istemi kabul edilemez. Manevi zarar kişilik değerlerinde oluşan nesnel (objektif) eksilmedir. Duyulan acı, çekilen ıstırap, manevi zarar değil onun görüntüsü olarak ortaya çıkabilir. Acı ve elemin manevi zarar olarak nitelendirilmesi sonucu tüzel kişileri ve bilinçsizleri öte yandan acılarını içlerinde gizleyenleri tazminat isteme haklarından yoksun bırakmamak için yasalar, manevi tazminat verilebilecek olguları sınırlamıştır.
Bunlar kişilik değerlerinin zedelenmesi (Medeni Yasa 24), isme saldırı (Medeni Yasa 26), nişan bozulması (Medeni Yasa 121), evlenmenin feshi (Medeni Yasa 158), bedensel zarar ve ölüme neden olma (Borçlar Yasası 47) durumlarından biri ile kişilik haklarının zedelenmesidir. (Borçlar Yasası 49)
Ne zaman reddedİlİr
Medeni Yasa’nın 24 ve Borçlar Yasası’nın 49. maddesinde belirlenen kişisel çıkarlar kişilik haklarıdır. Kişilik hakları ise kişisel varlıkların korunmasıyla ilgilidir. Kişisel varlıklar, bedensel ve ruhsal tamlık ve yaşam ile nesep gibi insanın insan olmasından güç alan varlıklar ya da kişinin adı, onuru ve sır alanı gibi dolaylı varlıklar olarak iki kesimlidir. Tekniğin gelişimi ve yaşam koşullarına göre belirlenmiş varlıklar, açıklanan olgularla çevrelendirildiğinde davaya konu olayın bu çerçeve dışında kalması durumunda manevi tazminat istemi reddedilmelidir.
Yukarıda açıklanan ayıplı mal satımı nedeniyle oluşan zarar davacının iç huzurunu bozacak nitelikte bir olgu değildir. Manevi tazminatın koşullarını düzenleyen Borçlar Yasası’nın 49. maddesine göre eşya zararı kişinin sosyal, fiziki ve kişilik değerlerine saldırı oluşturacak nitelikte bir eylem olarak benimsenemez. Yerel mahkemece açıklanan yönler gözetilerek, davacının manevi tazminat isteminin tümden reddine karar verilmesi gerekirken, yerinde olmayan gerekçeyle yazılı biçimde karar verilmiş olması usul ve yasaya uygun düşmediğinden kararın bozulması gerekmiştir.”
Örnek karar ama
Bu karar bana mail atan okurum başta ayıplı malın iadesi yanında manevi tazminat talep etmeyi düşünen tüm tüketicileri için genel hatlarıyla örnek niteliği taşıyor. Ancak şunu unutmamak gerekiyor. Yargı, açılan her davayı kendi koşulları içinde değerlendirip, olaya özgü daha farklı şekilde karar oluşturabilir.
Yazının Devamını Oku 21 Eylül 2011
ASKERDE, idari görevde ve kaza kurşunuyla ölenlerin şehit sayılmaması gibi kaza geçirenlerin malül-gazi sayılmaması da tartışma yaratıyor. Ankara’da yaşayan bir okurum, 20 yaşındaki oğlunun askerde kaza geçirilip yaralandığını, malül-gazi sayılıp sayılamayacağını, bu konudaki yargı kararlarını sormuş. Bu yanıt için üzgünüm. Ama savaşta ya da terörle mücadele dışında ölenler şehit sayılmadığı gibi yaralananlara da gazilik statüsü verilmiyor. Ama, oğlunuz önce bu yönde başvuru yapmalı. Ret yanıtı verilmesi halinde ise bu idari işleme karşı dava açabileceği yer Askeri Yüksek İdare Mahkemesi (AYİM) olacak. Ancak, AYİM’in verdiği kararlar da benzer şekilde.
Kuaför er de gazi sayılmadı
AYİM, son olarak, mesleği kuaförlük olan ve havan eğitimi sırasında sağ eli yaralanan erin malül-gazi sayılması için açtığı davayı reddetti. O dava bakın şöyle açıldı:
İstanbul’da askerlik hizmetini yapan er A.K, havan namlucuk atışları sırasında sağ elinden yaralandı. Ardından, yaralanan er yapılan tedavilere rağmen sağ elini kullanma yeteneğini kayıp ettiği, asıl işi kuaförlük mesleğini yapamayacak hale geldiği savundu. Dava dilekçesinde, bu olayda hiçbir kusuru bulunmadığını, kusurun idarede olduğunu savunarak, fazlaya ilişkin haklarını saklı tutarak, gazi statüsü verilmesi için dava açtı. AYİM 3. Dairesi, davayı oybirliği ile reddetti. Örnek karar da özetle şöyle:
“Davacının yaralanması havan eğitimde havan namlucuk atışları esnasında meydana gelmiştir. Devletin sınırlarını korumak ve güvenliğini sağlamak ile harpte veya terör örgütlerine karşı yapılan mücadele veya her çeşit düşman silahlarının tesiri ile veya harp bölgesindeki harekatlar esnasında meydana gelmemiştir. Malül gazi sayılmak için kanunda sayılan hallerde yaralanma meydana gelmedğinden davacının malül gazi saygılması mümkün değildir.
Hukuka aykırılık yok
Davacının malül gazi sayılmasında hukuka aykırılık bulunmamaktadır. Davacının yaralanma olayı kanun kapsamında olmadığından kusur oranının tespiti de sonuca etkili değildir. Bu nedenle kusur oranının tespiti için bilirkişi dinlenmesine gerek görülmemiştir.”
Yazının Devamını Oku 6 Eylül 2011
MOBBİNG ile Mücadale Derneği Başkan Yardımcısı olan Prof Dr Hamit Hancı’nın, mobbingin en çok yaşandığı yerlerden birinin üniversiteler olduğu açıklaması gözleri bu konudaki tartışmaya çevirdi. Dernek, 11 Eylül’de başlatılacak anket çalışması ile üniversitedeki mobbingin tespit ederek, araştırma sonuçlarını kamuoyuna ilan edecek. Üniversitede mobbing konusundaki en çarpıcı makalelerden biri de Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Bölümü öğretim üyesi Prof Dr Yıldırım Beyatlı Doğan’a ait. Doğan’ın “Üniversitede yılgınlığa yer var mıdır?” başlıklı makalesindeki çarpıcı tespitlerini kısaca size aktarmak istiyorum:
- Üniversite nasıl bir yerdir?
“Üniversite, aydınlamanın ateşlediği aklın ışığında dünyayı anlama şeklindeki evrensel çabalara desteğin üretildiği ulaşılan sonuçların paylaşıldığı, paylaşılan sonuçların önce insanlık ülküsü ardından yurt adına eyleme dökülebildiği yerdir. Dilimizin sağladığı olağanüstü zenginliklerden biri de böylesi yerlerin ‘ocak’ sözcüğü ile taçlandırılmasıdır.
- Üniversiteler oturulsun diye var olmamıştır
Ocak, açlığın uğramadığı; doygunluğun herkes için eşdeğer olduğu, edep ve nezaket eşliğinde layık olan herkesin barındığı yerlere verilen isimdir. Ancak ocak, kamyon yükü hırsızlığın ahval-i adiyeden sayıldığı kaçak taş ocağı değildir! Gariban ülkede üniversiteler oturulsun diye var olmamıştır. Darülfünun’dan başlayarak üniversitelerin var olma nedeni toplumsal ilerleme, toplumsal refah ve aklın özgürlüğünün topluma yayılması amacını taşır.
- Cumhuriyetten nemalanan bezirganlar
Üniversiteyi seçkinci hale dönüştüren Cumhuriyet değildir. Cumhuriyetten nemalanan bezirganlardır. Bunda ne üniversitenin ne de cumhuriyetin suçu vardır. Can dayanır mı bilmem ama üniversite dayandı. Mobbing elemanı zararlılar üniversitelerde beslenip çoğaldılar.
- Akademik unvan kötülüğe bahane olamaz
İnsan kötüyse kötüdür. Akademik unvanı onun kötülüğüne bahane olamaz.
Akademik unvanı ayrı bir nedensellik taşımaz. İnsan her tarafı titreyerek sallanan bir sansar haline geldiyse, profesör veya doçent olması hatta ödül alması (Nobel bile olsa) onun söz konusu rengini örtemez. İnsan zaten bu niteliklerde değildir. Olmaması gerekir.
- Neden birisi diğerini yıldırır
Kadın ya da erkek, cinsel rolünü akademik sosa bulayıp baskı aracı haline getirenler, cumhuriyetin üniversitesinde geçerli tanımların kişisi değillerdir.
Neden birisi diğerini yıldırır? Neden birisi bir başkasını bezgin hale getirerek yok etmek ister?
- Bilimsel olmak için unvana gerek yok
Bilimsel olmak için akademik unvan taşımaya gerek yoktur. Bilimsel olma aklın ışığında belli bir yöntem doğrultusunda düşünebilmektir. Böylesi insan üniversitede tehlikelidir. Böylesi insan malumat hamalı unvanlılar için risk oluşturur. Unvanlarının bile dolduramadığı beyinsel boşlukları ortaya çıkar.
- Kıfayetsiz muhterisler
Mobbing yalnızca cinsel nitelikte diye algılanmamalı. Ama üniversite öğretim üyeliğini kompleksini tatmin amaçlı kullanan kifayetsiz muhterisler yok mu? Var! Hala var mı? Var, tabi!? Mobbing üniversiteyi ayağa kaldıracak, yıllardır üniversitedeki iktidar erkinin elinde üniversitenin bir güç aracı olarak kullanılmasına engel zihniyetteki insanların yıldırılması ve yok edilmesidir. Mobbing yaşayacak tek yer olarak üniversiteyi gören, üniversiteye bolca duvar inşa eden anlayışın, engizisyondan artık zalimliğinin adıdır.
- Mobbing adamı değilim
Ancak mensubu olduğum üniversitede ve başkalarında mobbing dayatmasını kader olarak görmeyen insanlarımız çoğalıyor. Ben mobbing mağduru değilim. Mobbing adamı da değilim. Hiç olmadım. Ama mobbingi kader kabul etmeyenlerle yürümek istiyorum.
- “Ben bir mobbing zontasıyım” diye dolaşıyorlar
Onlar için asıl tehlikelisi şu: “Annem beni akademik sanıyor ama aslında ben bir mobbing zontasıyım!” Sürekli bunları mırıldanarak dolaşanları görmediniz mi? Görmediyseniz olmadıklarından değil. Siz dikkat etmediğinizdendir. O kadar çoklar ki!”
Prof Doğan’ın çizdiği mobbing tablosu böyle. Tepki maillerinizi bekliyorum.
Yazının Devamını Oku