Evet bu festivaller sosyal medya sayesinde artık fazlasıyla bilindik.
Sadece müdavimleri değil, bu festivallerin ruhuna/kimliğine herkes aşina.
Ama bir de kimsenin bilmediği festivaller var.
Şimdi onları keşfetmek moda.
Seyahat sitesi Smart Lemur’a göre Hindistan’daki Magnetic Fields onlardan biri mesela.
Rajasthan’daki festival sanat ve müziği bir araya getiriyor.
Herkes festivalin düzenlediği yerin mistik ortamını öve öve bitiremiyor.
Lakin Magnetic Fields’ı görmek için yıl sonunu beklemeniz gerekiyor.
Ortalama bir kariyere sahip bir şef artık her dünya şehrinde kendine bir şekilde iş bulabiliyor. Özellikle zincir oteller sayesinde.
Ama sadece bu da değil.
Diyelim ki şef artık kendi şehrinde restoranını kurdu, tamamen onunla ilgileniyor.
Bu kez de başka şehirdeki restoranlardan “konuk şef” olması için teklifler almaya başlıyor.
Bazen üç günlüğüne bazen de üç haftalığına...
İstanbul’daki restoranlar da bu trend dalgasına son zamanlarda uymuştu.
En son Galvin’e Sicilyalı şef Antonio Cicero konuk olmuştu mesela iki günlüğüne.
İlki, Beyoğlu Tepebaşı’nda eskiden Nu Pera’nın olduğu yerde sessiz sedasız açılan Loco de Pera.
Mekan, son zamanların moda konsepti ‘gastobar’dan yola çıkarak kurgulanmış:
İyi kokteyl ve o kokteylle uyumlu tapas tarzı, porsiyonu az yemekler.
Loco de Pera’nın mutfak danışmanı ise tecrübeli bir şefe emanet, İsmet Saz.
Haftanın yedi günü açık olacak Loco de Pera’nın saatleri de iddialı...
Öğlen 12’den gece 02.30’a dek açık.
Geriye dönüp bakınca herkesin Atatürk Havalimanı’yla ilgili bir dolu iyi-kötü anısı vardır ama benim 2010 yılında AHL ile ilişkim başka bir şeye dönüşmüştü.
“Atatürk Havalimanı Dış Hatlar’da beş gün” başlıklı yazı dizisi için bavulumu topladığım gibi soluğu orada almış, AHL’nin iç dünyasına bakma şansı elde etmiştim.
Sadece yolcularla değil...
Duty Free/kafe çalışanlarıyla, emniyet görevlileriyle konuşmuş, kuleye çıkmış, hatta bagajların dağıtıldığı şut altı birimine inmiştim.
Bazen sabah uçuşlarının kalabalığını görmek için erkenden kalkmış, bazen de gece yarısı uçuşlarını gözlemlemek için uykusuz kalmıştım.
Ama değmişti...
Farklı biri değil, her şeyiyle tamamen “siz” işte.
Sadece hayatına dair yaptığı seçimler farklı.
Ya da başına gelen olaylar...
İşte bu yüzden o hem “siz” hem de aslında başka biri.
Pazartesi pazartesi nereden mi daldım bu konuya?
Çok net: Netflix’in ikinci sezonunu yayınladığı The OA sayesinde.
Hep hareket halinde olmam lazım. Yeni bir yere gitmem, orayı tüm duyularımla yaşayıp deneyimlemem lazım.
O zaman yaşadığımı anlıyorum.
Güvenli alanından, yani rutininden çıkıyorsun bir kere. Yolda olmak bu yüzden çok canlı, insanı diri tutan bir şey.
Hele bir de iki gündür anlatıp durduğum Kolombiya gibi kötü şöhreti olan bir ülkeye geldiysen bin kat daha alarmda tutuyorsun kendini. O tedirginlik bile bence güzel.
Peki bugüne dek yolda öğrendiklerim neler?
Hani bir Instagram klişesi var ya, “Üzerimdeki nereden diye çok soran oldu” diye. İşte o hesap. Soran oldu, ben de alt alta -zevkle- sıralıyorum.
Bogota’nın en güzel mekanlarının yer aldığı ünlü Zona Rosa’dan bir taksiye biniyoruz. Biner binmez taksi şoförüne cep telefonumdan gideceğimiz adresi gösteriyorum.
Taksi şoförü gözlüğünü çıkartıyor, adrese bakıyor, İspanyolca bir şeyler söylüyor.
Torpido gözünden kağıt kalem çıkarıp bana veriyor. Anlıyorum ki telefondaki adresi okuyamamış.
Kocaman harflerle adresi kağıda yazıp veriyorum.
Kağıdı alınca yine İspanyolca bir şeyler söylüyor. Zaten Kolombiya’da durumumuz 10 gün boyunca hep bu şekilde:
Karşımızdaki bizim bilmediğimizi anlasa da İspanyolca konuşmaya devam ediyor!
Kolombiya’ya gideceğimi söylediğim herkesin ağzından çıkan ilk cümleler aşağı yukarı şöyleydi:
“Aman dikkat et kendine...”
“Güvenli mi oralar, emin misin?”
“Adam kaçırmıyorlar mıydı orada?”
Çok fazla uyarı cümlesi duyunca insan haliyle ekstra tedirgin oluyor.
Gitmesem mi acaba diyorsun.
Oysa ülke hakkında onca güncel blog yazısı, şu bu okumuşsun. Gidenlerin deneyimini yalayıp yutmuşsun.